İç ve Dış Dünya Farkı Stres Oluşturur
Doğan Cüceloğlu
Akıllı insan dürüsttür.
-JOHN CLARKE
İç ve dış dünya farkının bir ölçek üstünde gösterildiğini varsayalım Ölçeğin
'O' gösteren ucu, iç dünyadaki mesajın aynısını fade eden bir dış dünyayı
belirtmektedir. Ölçeğin '10' rakamıyla ifade edilen diğer ucu ise iç
dünyadakiyle hiç ilişkisi olmayan bir dýþ dünyanın, bir dış yüzün varlığını
gösteriyor olsun.
İÇ VE DIŞ DÜNYA ARASINDAKİ FARK
Şimdi size bir sorum var: Üç-dört yaşındaki çocuklar, bu ölçeğin hangi ucuna
yakındır?
Evet, sıfır ucuna! Çocuğun içindeki ne ise, dilindeki ve yüzündeki de odur.
Onun için, "Çocuktan al haberi!" demişler.
Hepimizin, çocukların saflığı ve açık sözlülüğüyle ilgili gözlemleri
olmuştur. Ben birkaç gözlemimi burada paylaşmak istiyorum:
Otogarda otobüs bekliyordum. On yaşlarındaki ağabeyiyle el ele yürüyen
dört-beş yaşlarındaki bir kız çocuğu dikkatimi çekti; otogarda, bekleme
yerinde oturan anne ve babasının yanýna gidiyorlardı. Çocuklar, oturmakta
olan bazı adamların önlerinden geçtiler. Kız çocuğu, pis bir koku aldığını
belli eden bir şekilde yüzünü buruşturdu ve etrafına bakındı. Annesinin
yanına varınca, adamlardan birini gösterdi ve rahat duyulabilecek bir sesle,
"Anne, o adam çok pis kokuyor!" dedi. Anne gülümsedi, kızı kucağına çekti ve
kulağına bir şeyler söyledi; yavaş sesle söylediği için ne dediğini
duyamadım. Ama kız annesinin yüzüne tüm ciddiyetiyle bakıp, "Ama, pis
kokuyor!" diye yine duyulabilecek bir sesle yanıt verdi.
Çocuğun düşüncesine göre eğer biri pis kokuyorsa, onun pis koktuğunu
söylemekten daha doğal ne olabilir! Madem adam pis kokuyor, her yerde ve her
zaman, "Adam pis kokuyor!" denir. Evet, haberi çocuktan almak gerekir!
Bir eğitimci arkadaşım, teyzesinin kızıyla ilgili yaşanmış şu öyküyü
anlattı. "Biz o zaman, istanbul'a yakın bir kasabada oturuyorduk, ileri
yaşlardaki dedem hastalandı ve yatağa düştü. Ona bakmak anneme ve teyzeme
kaldı. Dedem üç-dört yıl yatalak kaldı ve huysuzluk yaparak anneme ve
teyzeme zor günler yaşattı. Teyzemin kızı o zamanlar dört yaşındaydı ve
annesinin ve annemin ara sıra, 'Öff, illallah dedirtti! Ölse de kurtulsak,'
diye konuştuklarını duyuyordu. Bir gün annem ve teyzem kasaba dışında bir
nişana gitmişler, ama dedem fenalaştığı için telefonla çağrılmışlardı. Hemen
bir otobüse atlayıp geri geldiler.
-1-
Otogardan eve yürürken küçük kız onların geldiğini pencereden görünce, hemen
dışarı çıkarak, 'Müjde! Müjde! Dedem öldü!' diye bağırarak onlara doğru
koşmaya başladı. Annesi hemen onu kucağına alıp ağzını kapadı ve çocuğun
kulağına bir şeyler söylemeye başladı. Kızın yüzündeki şaşkınlığı görmenizi
isterdim. O yüzde, yetişkinlerin iç dünyalarıyla gösterdikleri yü/lerin ne
kadar farklı olduğunu hayretle keşfeden bir çocuğun yüzünü görüyordum."
Zamanla çocuklar da yetişkinler gibi 'örtülü yüzler' göstermeyi öğrenir. Bu
sürecin adına, sosyalleşme denir. Sosyalleşmeyle çocuk, içinde yetiştiği
kültürün beklentilerini öğrenmeye ve o beklentiler doğrultusunda davranmaya
başlar. Yetişkinlik çağına gelince, artık o da ne zaman hangi 'münasip
yüzün' kullanılacağını bilir hale gelir.
Beni ısrarla evine davet eden bir tanıdığı ziyaretimdc, sosyalleşme
aşamalarını gözlemleme olanağı buldum. Bu anımdan da burada, bir örnek
olarak söz etmek istiyorum.
Beklenen gün ve saatte gittim ve evin zilini çaldım. Kapıyı, dört-dört buçuk
yaşlarında gözüken afacan bir oğlan çocuğu açtı ve bana, "Sen kimsin?" diye
sordu. Üstünde pijaması vardı. Pijamanın altını ters giymişti ve pijamanın
sol bacağı dizlerine kadar sıvalıydı. Pijama üstü yukarı kıvrılmıştı ve
göbeği meydandaydı. Sağ ayağında çorap vardı ve çoraptaki delikten bir
parmağı dışarı çıkmıştı, Bana yine, "Sen kimsin?!" diye sordu.
Ne diyeceğimi bilemedim; 'Bu çocuğun gözünde şimdi ben kimim?' diye
düşünüyordum ve gerçekten de söyleyecek anlamlı bir şey aklıma gelmiyordu.
Annesi geldi ve "Aa, Doğan Bey gelmiş! Yavrum çekilsene kapıdan! Buyurun
Doğan Bey! Hoş geldiniz! Ay ne iyi ettiniz, bizi çok sevindirdiniz!" diye
memnuniyetle ve telaşla konuşurken, o annesine, "Anne bu kim?" diye sormaya
başladı. Annesi gülerek, "Yavrum, Doğan Bey, Doğan Cüceloğlu, kitapları var,
televizyona çıkar," diyerek beni önemli bir insan olarak gördüğünü anlatmaya
çalışıyordu. Ama, bu
-2-
açıklamaların hiçbiri çocuğu tatmin etmiyordu ve bana, 'Sen kimsin?'
türünden bir yüz ifadesiyle bakmaya devam ediyordu.
İçeri girdiğimde ilk gördüğüm, misafir terlikleri oldu. Üstün Dökmen'in
seminer ve konferanslarında belirttiği gibi, misafir terlikleri kapıda bekçi
gibi beklerler ve ayakkabılarını çıkarmadan misafirleri içeri bırakmazlar.
Bu evde de misafir terlikleri, diğer terliklere nazaran daha yeni ve daha
kaliteliydi ve bekçilik görevleri için ortaya bir yere konmuşlardı.
Ayakabımı çıkarmaya başladım, ev sahibi hanım, "Çıkarmasaydınız Doğan Bey;
nasıl rahat ederseniz öyle yapın lütfen!" dedi. Şimdi iki farklı mesajla
karşılaştığımın farkındaydım: Bir, terliklerin verdiği mesaj; iki, ev sahibi
hanımın verdiği mesaj. Ama ben terliklerin verdiği mesajı, kadının verdiği
mesajdan daha içten ve inandırıcı bulduğum için, ayakkabılarımı çıkardım ve
terlikleri giydim.
"Şöyle buyurun Doğan Bey," diyerek ev sahibi beni misafir odasına
yönlendirdi. Misafir odasının kapısında durup beni içeriye buyur etti.
Kadının misafir odasındaki mobilyalara bakışı, beni buyur ediş tarzı,
içerdeki mobilyalarla gurur duyduğu izlenimini verdi. Sanki şöyle diyordu:
"Doğan Bey, şu mobilyalara bir bakın. Bu mobilyaları alabilmek için
evliliğimizi bir yıl geciktirmek zorunda kaldık, ama değdi. Bakın ne kadar
güzeller, değil mi?"
içimden, mobilyaları selamlayarak saygılarımı sunmak geldi; ama, yakışık
almayacağını düşündüğüm için yapmadım.
Oğlan çocuğu benim kim olduğumu hâlâ merak ediyor ve bunu belirten bir yüz
ifadesiyle bana bakmaya devam ediyordu.
Eşinin hazırlanmakta olduğunu ve şimdi geleceğini söyledi. O sırada yan
odadan bir kız sesi annesini çağırdı. "Anne, anneee, biraz gelir misin?"
Anne kızının yanına gitti. Yan odadan anne ve kızın konuşmaları duyuluyordu.
Kız, "Anne bu çorapta delik var!" dedi; anne, "Peki tatlım şunu giy; bak
rengi de elbisene uyuyor," diye yanıtladı.
Biraz sonra on bir-on iki yaşlarında bir "hanımefendi", biraz mahcup,
oldukça meraklı, güzelliğinden emin ve iltifat bekleyen bir tavır içinde
içeriye girdi ve önüne bakarak yürümeye başladı.
-3-
Hemen ayağa kalktım ve, "Ay bu hanım kız kim?" diyerek ona yürüdüm ve elimi
uzattım, kendimi tanıttım. O utangaç utangaç yere bakarak bana adını
söyledi. Bizim afacan hemen devreye girdi ve ablasına, "Abla bu kim?" diye
sordu. Ablası gülümseyerek bana baktı ve, 'Ah bu zavallı çocuk! Ne zaman
büyüyecek!' gibi bir acımayla karışık alaycı bir tavır içinde onun sorusunu
hiç kaale almadı.
İki farklı sosyalleşme düzeyiyle karşı karşıya olduğumun bilincinde idim.
Dört-dört buçuk yaşındaki oğlan çocuğunun 'misafir karşılama, uygun giyinme,
uygun konuşma, uygun hal ve tavırlar içinde olma' anlayışı henüz
oluşmamıştı. Ama ablası, yaşının gerektirdiği sosyalleşmeye sahip olarak
uygun davranabiliyordu. "Başkası ne der?" sorusu, oğlanın umurunda olmadığı
halde, kız çocuğu için önemli hale gelmişti.
Aşırı Sosyalleşme Olabilir mi?
Acaba sosyalleşmede aşırıya kaçma ve 'aşırı sosyalleşme' olabilir mi?
Evet olabilir. Üstelik can'ı ikinci plana itip yaşamda en önemli şeyin
sosyal yüz olduğunu çocuklarımıza sosyalleşme süreci içinde bizzat biz
öğretiriz. "Başkaları ne der?", "Çok ayıp!", "Sakın kimse görmesin; sonra
senin hakkında ne düşünürler!" gibi hep sosyal yüz'ü vurgulayan bir
yetiştirme tarzı içinde, çocuk kendi özünü önemsememeyi öğrenecektir.
Kanımca, aşırı sosyalleşme ve bunun sonucu olarak bireyselliği kaybetme,
toplumumuzda sık sık rastlanan bir durumdur.
Aşın Sosyalleşme, tç ve Dış Dünya Arasındaki Farkı Büyütür
Aşın sosyalleşen kişi nasıl olur?
Her şeyden önce daha 'sosyal' bir insan olur. Ortama uygun, yani 'münasip'
davranmaya başlar. Kendi söylemek istedikleri-
-4-
ni bilir, ama söyleyeceklerinin başkasını nasıl etkileyeceğini, daha
konuşmaya başlamadan düşünmeye başlar ve o kişilerle olan ilişkisine verdiği
önem derecesinde iç dünyasındaki mesajları onların beklentisi yönünde
'düzenler', 'ayarlar.' iç dünyası neyi söylerse söylesin, yaşamını
etkileyebilecek güçte olan insanların beklenti ve düşüncelerine açıkça karşı
çıkmamaya özen gösterir. Göstermezse birkaç defa 'canı yanar!' ve daha sonra
o durumlarda münasip davranmayı öğrenir.
Aşırı sosyalleşen insanlar, dışarıdan bakıldığında, başkalarını rahatsız
etmeyen, aranan, 'hoş' insanlar gibi görünseler de, aslında yaşamlarını,
"Başkaları ne der?"e göre düzenleyen ve bunun doğal sonucu olarak özlerinden
koparak kendilerine yabancılaşmış insanlardır.
Kişinin yaşamındaki yalnızlığın kaynağı, bu özünden kopuş, uzaklaşma ve
yabancılaşmadır. Bu yalnızlık dışarıdan gözlenemez; bireyin mahrem
dünyasında, ancak kendisi tarafından gözlenebilir.
Varoluş Stresi: Kendi Gözünde Gerçekliğini Kaybetmek
İç ve dış dünya arasındaki mesafe, bireyin yaşamındaki en önemli stres
kaynağıdır. Ben bu strese varoluş stresi diyorum, çünkü her iletişim
eyleminde, birey kendi gözünde var olma veya yok olma süreci içindedir.
Herkesin gözünde var olduğu halde, kendi gözünde yeteri kadar var olamayan
insan, stresli ve mutsuzdur.
'Kendi gözünde yeteri kadar var olamamak', 'kendi gözünde gerçekliğini
kaybetmek' ne demektir, ne anlama geliyor? Bu konuyu farklı yaşamları
gözleyerek biraz açalım.
• Herkes, "Ne kadar güler yüzlü biri," derken, aslında o, kendisinin içten
içe öfkeyle dolu olduğunu ve korktuğu için bu duyguları sakladığını bilir.
Gerçek olan öfkedir; gü-
-5-
len yüz, öfkeyi saklamak içindir, bu yüzden sahtedir. Bu nedenle kişi, kendi
gözünde gerçekliğini kaybeder. • Herkes onu yardımsever biri olarak bilir;
ama o, kendisinin sürekli çıkar peşinde olduğunun farkındadır; bunu
diğerlerinden 'yardımseverlik maskesi' arkasında saklayabilmektedir. Bu
kişi, kendi gözünde gerçekliğini kaybetmiş biridir.
• Sevmediği biriyle onun malı mülkü için evlenmiştir. Şimdi yaşamını tüm
mahremiyetleriyle yakından paylaşmak durumunda olduğu kişiyle iç dünyasında
yıldızlar kadar uzakken, dış dünyasında çok yakın görünmek zorundadır. 'Mış
gibi' bir evliliğin içinde cehennem azabı çekmektedir; ne var ki, ruhunu
sattığı mal mülkten de vazgeçememektedir. O, kendi gözünde gerçekliğini
kaybetmiş biridir.
• İşinde yaratıcı ve verimli olmak istemektedir; ama, işin başındaki
yönetici, beraberinde çalıştığı kimselere değer vermeyen, onları adam yerine
koymayan bir tavır içindedir. Geçmişte bundan hoşlanmayanlar, duygu ve
düşüncelerini yöneticiye ifade etmişler ve bu nedenle işlerini
kaybetmişlerdir, işini kaybetmemek için yöneticinin tavırlarına "eyvallah"
demek durumunda kalmanın ötesinde, sanki yönetici haklı, diğerleri haksız
gibi davranmaktadır. Bu süreç devam ederken, kendi gözünde gerçekliğini
gittikçe kaybeden bir kişi olmaktadır.
İç ve Dış Dünya Arasındaki Fark Ne Kadar Çok Olursa Varoluş Stresi O Kadar
Fazla Olur
Kişinin iç dünyasında düşündüğü, hissettiğiyle dışarıya karşı gösterdiği,
söylediği duygu ve düşünceler arasındaki fark, onun yaşamındaki önemli bir
stres kaynağını oluşturur.
İç dünyasını, yani gerçek duygu ve düşüncelerini ifade edebilen bireyin, iç
dünya dış dünya farkı pek yoktur. Bu nedenle bireyin yaşamında varoluş
stresi azdır. Bu bireyin yaşamında yalnýz değildir.
Kendi hayatını yaşayabilmek önemlidir, insanın içinde olduğu tüm yaşam
çabasına, kendi hayatını yaşayabilme çabası adı verilebilir. Biri için,
"Özgün bir yaşamı var," dediğimizde, anlatmak istediğimiz budur: Bu kişi, iç
dünyasında düşündüklerini ve hissettiklerini sözlerinde ve davranışlarında
yaşayabilmektedir. Bu düşünce ve davranışlara sahip kişiye, özgün insan
deriz.
Özgün insanın yaşamında stres azdır.
Özgün yaşamı olmayan insan, iç dünyasında hissettikleri ve düşündüklerini
davranışına yansıtamaz; bu insanın söyledikleri ve yaptıkları kendi iç
dünyasından değil, başkalarının ondan beklentilerinden kaynaklanır. Bu kişi
başkalarının kendisinden duymak istediklerini söyleme zorunluluğunu
hisseder; onların görmek istediklerini yapar. Onun yaşamında sosyal yüz
baskındır ve can geriye itilmiştir; yalnızdır.
-6-
Böyle bir kişinin yaşamında stres çoktur. Bireyin bilinci, bu stresi bir
süre sonra duyamaz hale gelir; ne var ki, kalbi, ciğerleri, bağırsakları ve
böbrekleri, sürekli farkında oldukları bu stresin ağırlığı altında ezilir ve
sağlıklı çalışamaz hale gelir.
Yani bu adamın ciğerleri doya doya havayla dolmaz; ciğer çalışma yeteneğini
kaybeder. Kalbi rahat rahat kan pompalayamaz. Aynı şey böbrekler,
bağırsaklar ve diğer organlar için de geçerlidir. Özgün yaşamı olmayan
insan, tam sağlıklı bir yaşam sürdüremez.
İç huzura sahip olmak ve kendiyle barışık yaşamak, kişinin sağlığının
temelidir.
Güven Ortamında İç Dünyalar Paylaşılır
Neden insanlar iç dünyalarını sözlerine ve davranışlarına olduğu gibi
yansıtamazlar?
Evet, önemli bir soru. Niçin içimizdekileri olduğu gibi dışa yansıtamayız?
Çünkü çekiniriz!
Niçin çekiniriz?
Değişik nedenlerden dolayı çekiniriz. Kimisi, "Düşündüğümü olduğu gibi
söylersem, ayıp olur," diye çekinir. 'Ayıp'la büyümüş birisi, başkalarının
gözünde 'ayıp' görünebilecek şeyler yapmaktan korkar. Çocukluğunun en mutsuz
anılarını, bu 'ayıp' kelimesi harekete geçirir, içindeki utanca boğulmuş 'iç
çocuk', bütün olumsuzluğuyla onun yaşamının direksiyonunu ele alır. Bu kişi,
iç dünyasından utanır; iç dünyasındaki arzularda, düşüncelerde ve duygularda
bir bozukluk olduğunu düşünür. Kendi canına, dost değil, düşman gözüyle
bakmaya başlar. Kendine yabancılaşır; kendinden utanır. Utanca boğulmuştur.
Çekinmenin başka nedenleri de olabilir. Kimisi, içinden geçenleri olduğu
gibi paylaştığı zaman kendi çıkarlanna zarar geleceğini düşünür.
İnsan kendisinden daha güçlü kişilerle konuşurken dikkatli
-7-
davranmayı erken yaşta öğrenir. Anababa güçlüdür; o nedenle, belirli bir
yaştan sonra, çocuklar anne veya babalanndan bir şey isterken, onların
huyuna suyuna gitmeye çalışır. Güçlü insan, işyerindeki patron veya yönetici
olabildiği gibi, devlet dairesinde sizin işinizi yapmak durumunda olan bir
görevli de olabilir. Doktor hasta ilişkisinde doktor güçlüdür. Aklı başında
her insan, ilişkilerinde gücün şu veya bu şekilde farkındadır ve farkında
olduğu biçimde o güce uyum sağlamaya çalışır. Bu uyumun bir parçası da güçlü
kişiyi rahatsız etmemek için içindekileri olduğu gibi söylememektir.
insan iç dünyasını sözlerine ve davranışlarına yansıtmaktan her zaman
çekinir mi?
Hayır her zaman çekinmez.
Peki, ne zaman çekinmez?
Kendinin, düşüncelerinin, duygularının doğal bulunup kabul edileceğine,
yargılanmayacağına güvendiği zaman.
Bir ailede insanlar birbirlerini olduğu gibi kabul ediyorsa, aile ilişkileri
can cana ilişkilerden oluşuyor demektir. Can cana ilişki içinde olan insan
doğaldır, içinden geldiği gibi konuşur ve davranır. Bu tür ailelerde
insanlar birbirlerine güler yüz gösterirler, şaka yaparlar, birbirlerinin
arkasından konuşma gereği duymazlar, çünkü istediklerini o anda karşıdakinin
yüzüne rahatlıkla söyleyebilirler. O ailede kişiler art niyetli değildir ve
varoluş stresi azdır.
Bir işyerinde insanlar iç dünyalarını paylaşabiliyorsa o işyerinde açık
iletişim vardır. Açık iletişimin olduğu işyerinde güven yüksek, varoluş
stresi düşüktür.
İnsanlann birbirine güven duymadığı toplumlarda, kişilerarası ilişkilerde
stres fazladır; anababa çocuğa, çocuk anababaya, yönetici çalışana, çalışan
yöneticiye, işveren sendikacıya, sendikacı işverene, devlet vatandaşına ve
vatandaş da devletine güven duyamaz. Birbirlerine güven duyamadıkları için
de, ilişkilere, dürüstlük ve açıksözlülük yerine, yalan ve hile yön verir.
Ama, birbirlerinin yüzlerine sürekli dürüst olduklarını söylerler.
Ne var ki, her iki taraf da bu 'mış gibi dürüstlük oyununun farkındadır.
Böyle toplumlarda dürüst ve açıksözlüler 'safdil' ve 'tecrübesiz' addedilir
ve insanlar onlara acır; bir canın başka bir cana ulaşması olanaksızlaþır