Ruh Sağlığı Yerinde İnsan
Dr. Şenay Yapıcı, Mehmet Yapıcı
Ruh sağlığı, üzerinde ortak görüş birliğinin sağlanamadığı kavramlarından
birisidir. İnsanı konu edinen her bilim dalı, ruh sağlığı kavramı ile şu
veya bu şekilde ilintilidir. Çoğunlukla psikoloji bilim dalında kendine daha
geniş yer bulan “ruh sağlığı” konusu; psikoloji alanındaki temel yaklaşımlar
(ekoller) tarafından bile farklı farklı betimlenmektedir.
Giriş;
Psikanalizm ekolüne göre; insan, id’in (ilkel ben) doyumuna yönelik bir
yaşam enerjisiyle dünyaya gelir. İnsanın doğasında temel olan bu güç,
yaklaşık üç yaşına kadar insan yaşamındaki temel belirleyicidir. İnsanın ilk
sosyalleşme belirtilerini göstermeye başladığı 3 yaşına kadar belirleyici
olan bu temel güç 3 yaşından itibaren soyut işlemler (11-12 yaş) dönemine
kadar etkisini giderek azaltır ama yok almaz. 3 yaşından itibaren sosyal
çevresinin farkına varan (bilişsel ve duyuşsal olarak) bireyde süperego
(vicdan, üstben) ve ego (mantık, ideal ben) oluşur. Süperego id’in aksine
bireyin vaziyet alışlarını başkalarına göre (kanun, düzen, kültür, aile,
anne-baba ...vb.) belirlemesini sağlar.
Ego ise, süperego ile id arasında bireyin yaşantılarını düzenleyen, karar
verici mekanizmadır. Bu bağlamda, psikanalizm ekolüne göre; ruh sağlığı id
ile süperego arasındaki dengenin sağlanması durumudur. Bireyin id ile
süperego arasında denge kurulmasını sağlayan ego; hakemdir. Ego’nun
hakemliği bazen id’den yana bazen süperego’dan yanadır. Ego tek başına karar
verici mekanizma değildir. Evlilik hazırlığı içindeki bir insanın nasıl bir
düğün yapacağına, çoğunlukla kültürden dolayı süperego, egonun desteğini
alarak karar verir. Ama diğer yandan, birey açlık tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığında, id hırsızlığı ego’nun desteğini alarak yapabilir. Görüldüğü gibi
ruh sağlığını id ile süperego arasındaki denge kurma süreci olarak açıklamak
her zaman yerinde bir tutum değildir .
Davranışçı yaklaşıma göre; birey doğuştan getirdiği refleksleri çevre ile
uyumlaştırma çabası içindedir. Çevreden bireye yansıtılan vaziyet alışlar,
çoğunlukla ya cezalandırma ya da ödüllendirme amacına yöneliktir. Bireyin
çevre ile uyumunda ise, çevresinde gördüğü uyarıcıların, vaziyet alışların
uygun örnekler olup olmaması büyük önem taşır. Bireyin çevresinde gördüğü
uygun örnek vaziyet alışlara uyum gücü, onun ruh sağlığının da bir
ölçütüdür. Bireyin çevresinden aldığı uyaranlara karşı uyum düzeyi düşükse,
ruh sağlığında da sorun var demektir . Bunu bir örnekle açıklamak, ruh
sağlığını betimlememizi kolaylaştırabilir. Bir öğretmen olarak görev
aldığımız okulda; müdürden müstahdeme kadar herkesin şiddet filmlerini
aratmayacak bir yoğunlukla öğrencilere şiddet uyguladığını varsayalım. Bu
durumda şiddeti onaylamayan bir tutumla hareket eden öğretmen çevresel
uyarıcılara uyum sağlamada güçlük çekecektir. Bu durumda, öğretmenin ruh
sağlığından şüphe mi etmemiz gerekir?
Hümanizma yaklaşımına göre, insan doğuştan iyi, doğru amaca yönelmiş, özgür,
değerli bir varlıktır. İnsan yaşamının amacı da kendini gerçekleştirme,
sınırlarını keşfetme ve yaşamı anlamlandırma çabasıdır. Bu ruh sağlığı
belirtisi, bunun tersi ise ruh sağlığının bozulduğuna işarettir. Doğuştan
iyi olan bireylerin birer katile, demogoga, dolandırıcıya dönüşmesini neyle
açıklamak gerekir? Bir diğer taraftan ruh sağlığı, acaba doğumdan a priori
olarak sahip olduğumuz bir nitelik midir? İnsanın yaşamı anlamlandırma
çabası kendini gerçekleştirme ise; bunu kim ve nasıl yapacaktır? Görüldüğü
ruh sağlığı kavramı burada da içi yeterince doldurulamayan bir kavrama
dönüşmektedir.
Varoluşçu yaklaşıma göre; insan bütün varlıkların içinde tek, eşsiz olan
yegane varlıktır. Yaşam anlamsız bir hiçliktir. İnsanın keşfetmesi gereken
şey, bu hiçliktir. Bu açıdan, yaşamakla ölmek arasında çok fazla bir fark
yoktur. Ya da insan ölmek için yaşar. Anlamlandırılması gereken de yaşam
değil, ölümdür. Bu bağlamda, varoluşçulukta, diğer yaklaşımlardan tamamen
farklı bir ruh sağlığı kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu da şudur: ruh sağlığı
yerinde insan yaşamın hiçliğini fark edebilen insandır. Yaşamın hiçliğini
anlamlandırma, ruh sağlığı kavramını açıklamaktan uzak görünmektedir. Ancak,
varoluş felsefesinde temel iki yaklaşımın olduğunu da unutmamak gerekir.
Buna göre; birinci yaklaşım; kötümser bakıştır: Bunu temsil etme onuru
Heidegger’e aittir. O şöyle der: Ölüm olduğuna göre yaşamın anlamı nedir?
İkinci yaklaşıma göre; madem eninde sonunda herkes ölecek, o zaman yaşamı
olabildiğince güzelleştirmeli ki; ebedi son gelip çattığında, korkmadan,
pişmanlık duymadan ölebilmeli. Ruh sağlığı yerinde insan, ölümle de barışık
olması gerektiğini bilen insandır.
Yukarıda temel yaklaşımları göre ele alınan ruh sağlığı kavramı, ne bunların
birisi ne de bunların hepsidir. Ruh sağlığı, bireyin kendi yaşantısı
üzerinden (başkalarının yaşam alanına müdahale etmeden) inandığı genel geçer
kabul görmüş normlar çerçevesinde iç dengesini bulma sürecidir. Öyle ise,
burada yapılması gereken şey; her bireyin bunu nasıl gerçekleştireceğine
ilişkin bir sistematik geliştirmektir.
Ruh sağlığı yerinde insanın iki temel özelliği
1.Kendini Tanır: İnsanın kendini tanıması ne demektir? Kuşkusuz bu, insanın
kimlik bilgilerinin dökümünü yapması demek değildir. Ya da özgeçmişini
hiçbir hata yapmadan kronolojik olarak sıralaması demek değildir. Bir
insanın kendini tanıması; kendisine ilişkin olumlu ve olumsuz fiziksel,
duyuşsal ve bilişsel özellikleri ile betimleyebilmesidir. Bu betimleme,
bireyin kendisini tanıma noktasında atması gereken ilk adımdır. Şimdi
sorulması gereken soru: bu adımın ne zaman atılabileceğidir? Normal
şartlarda birey, doğduğu andan itibaren, sağlıklı ve mutlu bir sosyal
çevrede büyümüş ise, kendini tanıma yönünde verileri de toplamaya başlamış
demektir. Biriktirilmiş olan bu bilgiler; ergenlikte, bilişsel ve duyuşsal
değişimle birlikte, bireyin kendisine sorduğu (neredeyse içgüdüsel olarak)
“Ben Kimim” sorusuyla birlikte ortaya çıkmaya başlar. Sağlıklı bir sosyal
çevreden gelen birey, bu noktadan itibaren başlangıçta farkında olmadan
kendisini tanımaya başlar. Sağlıklı bir sosyal çevreden gelemeyen birey ise,
bu soruya cevap vermeye korkar. Çünkü; daha önceki yaşantılarında kazanması
gereken özgüven duygusu, kendisinden şüphe etmesine yol açar. Bu nedenle de;
“ben kimim” sorusunun cevabını başkalarında arar. Aldığı cevaplara göre,
rolünü ve konumunu belirler. Kendi sorusunu başkalarının cevapları ile
biçimlendirdiği için de, kendini tanıma yönünde ilerleme sağlayamaz. Ve
gelecekte ortaya çıkacak olan, ruh sağlığı bozukluğu ile ilgili koşullarda
bu aşamadan itibaren oluşmaya ve birikmeye başlar.
Sağlıklı sosyal çevreden gelen birey ise, zor da olsa “ben kimim” sorusuna
kendi cevaplarını oluşturur. Cevapları yetersiz bile olsa, birey şunu
öğrenecektir. Ben evreni temsil etmiyorum. Evrenin değerli ve önemli
parçasıyım.
Şimdi; kendini tanıma sürecini basit bir örnek üzerinden betimleyelim. Bir
insan, kendine ilişkin fiziksel, bilişsel ve duyuşsal olumlu olumsuz
özelliklerini şöyle betimlemiş olsun:
Olumlu Özelliklerim
Olumsuz Özelliklerim
Fiziksel
Uzun boyluyum
Burnum büyük
Ellerim küçük
Yüzümde sivilceler var
Gözlerim güzel
Saçlarım çok kıvırcık
Boy-kilo oranım ideal
Şişmanım
Sağlıklı bir bedenim var
Kolay hastalanırım
Bilişsel
Matematikte başarılıyım
Yeterince zeki değilim
Mantıklı düşünürüm
Dersleri zor anlıyorum
Bir konuyu bir okumada anlarım
Parçadan hareketle bütünü anlayamam
Soyut düşünme becerilerim gelişmiştir
Soyut şeyleri anlayamam.
Duyuşsal
Sabırlıyım
Çabuk sinirlenirim
Uysalım
Saldırganım
Bağışlayıcıyım
Mükemmeliyetçiyim
Estetiğe düşkünüm
Estetik yönüm zayıf
Empati kurabilirim
Yeterince duyarlı değilim
Yukarıdaki basitleştirilmiş olarak verilen betimlemeyi yapan bir insan,
olumlu ve olumsuz özelliklerini keşfettikten sonra; olumsuz özelliklerini
önce nötr (kendine başkalarına zarar vermeme noktasında çekimser) sonra da
olumluya çevirmeye çalışmalıdır. Olumlu özelliklerini daha da
geliştirilmelidir. Ya da diğer bir deyişle olumsuz özelliklerini azaltmalı,
olumlu özelliklerini artırmalıdır.
İnsanın bütün çabalarına rağmen; olumsuz özellikler her zaman
azaltılamayabilir, olumlu özellikler de geliştirilemeyebilir. Bu nokta da
yapılması gereken bireyin kendini olumlu ve olumsuz özellikleriyle
kabullenmesidir. Kendini olumlu ve olumsuz özellikleri ile kabullenen birey
kendisiyle barışık ve kendini seven insandır. Kendini kabullenen birey,
başkalarını da, daha kolay kabullenebilir, kendini seven insan başkalarını
da sevebilir, kendisi ile barışık insan, başkalarıyla da barışıktır.
2.Ruh sağlığı yerinde insan sorunlarıyla baş edebilir. Bireyin sorunlarıyla
baş edebilmesinin yolu; şu sistematiğe uygun olarak sorunlarını çözmeye
çalışması ile mümkündür:
a-Sorunun kaynağını bulma
b-Sorun çözülünceye kadar geçici çözüm yolu bulma
c-Sorunu çözmede planlama yapma
d-Sorunun çözümü. Sorun çözülmez ise tekrar başa dönme
e-Sorunla yaşamayı öğrenme.
Şimdi yukarıda yer alan sistematiği bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki;
bisiklet sürerken düştük ve ayağımız kırıldı.
a-Sorunun kaynağı: bisikletten düştüğüm için ayağımın kırılması.
b-Geçici çözüm yolu: ayağım iyileşinceye kadar alçıda kalması.
c-Ayağım alçıda iken iyileşinceye kadar kalkıp otururken yürürken yavaş
hareket etmem ve dikkatli olmam.
d-Sorunun çözümü: öngörülen sürede ayağım iyileşir ya da iyileşmez.
İyileşmiş ise sorun çözülmüştür. Çözülmemiş ise, tekrar başa dönmem sorunun
kaynağını bulmam ya da yeniden gözden geçirmem gerekir. Ayağımdaki kırık,
yanlış yerde tespit edilmiş olabilir. Alçı istenilen niteliklerde yapılmamış
olabilir. Öyle ise yeniden çözüm sürecini baştan başlayarak uygulamam
gerekir. Eğer bu ve buna benzer denemelerden de çözüm oluşmazsa; sorunla
yaşamayı öğrenmem gerekir.
Yukarıdaki örnek basit ve yüzeyseldir. Çünkü bu fiziksel bir sorundur,
somuttur, sorunun kaynağını bulmak kolaydır. Ama sosyal yaşamda bütün
sorunlar bu kadar kolay betimlenemez. Çünkü; sosyal yaşamdaki sorunlar
birbirini tetikler. Bunu bir örnekle açıklamak daha yerinde olur.
20 yaşlarında bir üniversite öğrencisi mutsuz ve hiçbir şeyden zevk
almamaktadır. Bunun sebebi olarak da yanlış bölümü tercih etmesi ve okumak
zorunda kalmasını göstermektedir.
Sorun çözme hiyerarşisi açısından çözümleme yapalım.
a-Bu sorunun temel kaynağı gerçekten de öğrencinin yanlış bölüm tercih
etmesi midir? Ülkemizde, rehberlik sisteminin bireyin ilgi ve yeteneklerine
uygun olarak yönlendirme yapamadığı bilenen bir gerçektir. Öyle ise, öğrenci
gerçekten yanlış bölümde okuyup okumadığını betimleyemez. Bir diğer nokta,
öğrenci üniversite tercih formundaki sıralamayı nasıl bir süreçle
belirlemiştir. Tercik ettiği üniversite ve bölümleri görmüş müdür? Bu
bölümlerden mezun olanların istihdam olanaklarını öğrenmiş midir?
Üniversiteye kafasındaki hangi beklentilerle gelmiş ve beklentilerinin ne
kadarını bulabilmiştir. Anne-babası tercihlerini etkilemiş midir? Bütün bu
soruların cevaplarını betimledikten sonra ancak, birey gerçekten de yanlış
bölümde okuyup okumadığına karar vermelidir.
Görüldüğü gibi daha işin başında, sorunun kaynağını bulmada karşımıza
güçlükler çıkmaktadır. Öyle ise, öğrencinin sorun olarak gördüğü şeyin,
gerçekten de sorun olduğunu anlayabilmek için uzman yardımına gereksinim
vardır. Ama biz şimdilik; buradaki sorunun öğrencinin yanlış bölümü tercih
etmesi ve o bölümde okumak zorunda olması olarak kabul edelim.
b-Geçici çözüm yolu ne olacaktır. Standart bir geçici çözüm yolu yoktur. Her
bir birey ve sorun algısı farklı olduğuna göre; üretilecek geçici çözüm yolu
da, bireyin karakteristiklerine uygun olacaktır. Bireyin ekonomik durumu,
ailenin bireye karşı vaziyet alışları, bireyin zihinsel aktivite gücü,
kendine ilişkin benlik algısı...vb. bireyin geçici çözüm yolunu bulmasını da
etkileyecektir. Bu öğrencinin ekonomik olarak kaygısız, aile tarafından
aldığı kararları desteklenen biri olduğunu varsayalım. Öyle ise, birey
okumak istemediği bölümü bırakıp, yeniden sınava girebilir ve isteğine uygun
bir bölüm kazanabilir. O zaman yeni bir bölüm kazanıncaya kadar, mevcut
duruma tahammül etme geçici çözüm yolu olacaktır.
c-Birey, amacına ulaşabilmek, sorununu çözmek için bir planlama yapmalıdır.
Üniversite sınavına girmek her geçen gün giderek zorlaşmaktadır. Öyle ise,
yeniden sınava hazırlanmak için bir takım etkinlikler ve planlamalar
yapacaktır. Bunu yapması için, mevcut memnun olmadığı bölümünü fiili olarak
bırakacak mı, yoksa bir yandan da ona devam mı edecek? İşte bir zorluk
daha... Sınav sonucu istediği üniversite ve bölümü kazanamazsa, mevcut olanı
da kaybetmiş olma riski doğmuş olacak. Öyle ise mantıklı olan, bir yandan
üniversite sınavına hazırlanırken, bir yandan da okuduğu bölüme olabilecek
en minimum düzeyde de olsa, devam etmesi olacaktır. Ve bu karar alındıktan
sonra da, kararlılıkla devam ettirilmelidir. Bunun için de, bireylerin
kararları kendi başına alması gerekmektedir. Sorumluluğu üstlendiğinde,
proje gerçekleşmediğinde kendi ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Aksi
durumda, yine birilerine suçu atmak ve suçlamak gibi bir savunma mekanizması
kullanacaktır.
d-Çözüm. Öğrenci sınava girer. Ya kazanacak ya da kaybedecektir.
Kazandığında sorun çözülmüş olacaktır. Ya kazanamadığında....
Bireyin önünde iki yol vardır. Ya bir sonraki basamağa geçip sorunla
yaşamayı öğrenecek ya da tekrar başa dönüp, süreci yeniden yaşayacaktır.
e-Sorunla yaşamasını öğrenme. Birey, sorun çözülmediğinde sorunla yaşamasını
öğrenmelidir. Sorunla yaşamasını öğrenmek, bireyin sorunun altında
ezilmemesidir. Sorunu kabullenmesidir. Sorunla yaşamasını öğrenen birey,
sorundan dolayı, bazı yaşamsal aktivitelerini yerine getiremiyorsa;
başkalarından destek alarak yaşamasını öğrenir. Bundan dolayı hüzün
duyabilir ama acı çekmez. Örneğin, bir kolunu sonradan kaybeden birey; iki
kolla yapılması gereken aktivitelerden kaçınır. Ya bu tür aktiviteleri
yapmak için yardım almayı kabullenir. Psikolojik sorununu çözememiş bir
insan, düzenli aralıklarla Psikiyatriste gitmeyi kabullenir.
Görüldüğü gibi, sosyal yaşamda, en önemli olan şey gerçekten de, sorun
olarak görülen şeyin, sorun olup olmadığıdır. Bunun yolu da, sorunun
kaynağını betimlemekten geçmektedir.
Ruh sağlığı yerinde insanın yukarıda betimlenen iki unsura, işlevsel olarak
sahip olması, ona, şunu öğretecektir. BEN MÜKEMMEL DEĞİLİM. VE BEN MÜKEMMMEL
OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLİM. Bu algıya kavuşan insan karşısındakini de
mükemmeliyetçilik düzeyinde betimlemekten vazgeçecektir. Karşısındakini
mükemmellik düzeyinde algılamaması gerektiğini öğrenen birey; hataları da
daha kolay bağışlayacaktır.
Ruh Sağlığı Yerinde İnsanın Yaşama Yansıyan Özellikleri
Yukarıdaki süreçten geçen birey aşağıda betimlenen özelliklere (az veya çok)
sahiptir. Bunu bir tamlık olarak algılamamak gerekir. Birey aşağıda
betimlenen özelliklerin bazılarına sahip olabilir bazılarına da sahip
olmayabilir. Ruh sağlığı, sahip olunan özelliklerin bir toplamı değil,
yukarıda yer alan iki niteliği (kendini tanıma, sorunlarla baş etme)
yaşamına uygulayabilmesi ile ilgili olarak düşünülmelidir. Öyle ise, ruh
sağlığı bir statü durumu değil, yaşamın akışkanlığı içinde ruh sağlığı
mekanizmasını kullanabilme yeterliliğine sahip olabilmektir.
Bu kısa girişten sonra ruh sağlığı yerinde insanın, yaşama yansıyan
özelliklerini betimleyebiliriz:
· Özgüven sahibidir. Özgüven nedir? Özgüvenin iki temel boyutu vardır:
“sevilebilir olma duygusu” ve “yeterli olma duygusu” . Ruh sağlığı yerinde
insan kendisini de başkalarını da sevmesi gerektiğini bilir. Ruh sağlığı
yerinde insan kendi kendine yetmesi gerektiğini bilir. Bunun içinde; Ruh
sağlığı yerinde insan, sınırlarını belirler. Neyi, ne zaman, nasıl ve niçin
yapacağını bilir. Sevilmeye değer özellikleri olduğu gibi, başkaları
tarafından onaylanmayan özelliklere sahip olabileceğini de bilir. Eğer
başkaları tarafından onaylanmayan özelliklerini, olumsuz özellikleri olarak
görüyorsa, bunları olumluya dönüştürmeye çalışır. Başkaları tarafından
onaylanmayan ama bireyin olumlu olarak algıladığı özellikleri varsa; kendini
değiştirmek zorunda hissetmez hatta bu özelliklerini de korumak ve
geliştirmek için özen gösterir. Çünkü; yaşam başkalarının vaziyet alışlarına
göre biçimlendirilmeyecek kadar özel ve değerlidir. Bu özellikler başkasına
zarar vermeyen, iyiyi temsil eden nitelikler ise; birey bunlardan dolayı,
başkaları onaylamıyorsa bile mutsuz olmaz.
Örneğin, herkesin işini çözmek için yaygın olarak kabul görmüş “torpil”
arayışına girdiği bir dönemde; torpil yapmayı da, torpil aramayı da reddeden
bir bireyin davranışı; yakın çevresinden başlayarak, onaylanmayabilir, hatta
şöyle bile denilebilir: “Memleketi sen mi kurtaracaksın?” Özgüven sahibi
birey, herkes onaylamasa bile iyi bir niteliğe sahip olduğunu bilir ve şöyle
cevap verebilir: “inandığım ilkelere göre yaşamaya çalışıyorum. Eğer bir
“kurtarma” eyleminden bahsedilecek ise, o da birey olarak sadece kendimi
kurtarabildiğimdir. Hiç kimseyi değiştirmeye ya da kurtarmaya çalışmıyorum
ve benim gibi davranmayan başkalarını da değersiz görmüyorum. Ama insan
isterse yüreği ve aklı ile iyiyi bulabilir, yeter ki arasın. ” Özgüven
sahibi insan kendine olduğu gibi başkalarına da güvenir. Kendi yeterlilik ve
yetersizliklerini bildiği gibi, başkalarının da yeterlilik ve
yetersizliklerini betimleyebilir.
· Özeleştiri ve Eleştiri yapabilir. Tanzimat’la birlikte düşün dünyamıza
giren bir kavramdır eleştiri (tenkid); ancak Osmanlı eleştirmemiş “şerh”
etmiştir. Uzun yıllar eleştiri kelimesi yerine kullanılan “tenkid”
kavramının kökenine gidildiğinde, bu kavramın “gagalamak, ayıplamak,
kusurunu göstermek” anlamına da geldiği görülmektedir. Ve bu anlayış
neredeyse günümüze kadar devam ede gelmiştir . Bu yüzden de; toplumumuzda
eleştiri hep korkulan bir şey olmuştur. Çünkü; eleştiriden hep olumsuzu
anlamışız ve bu nedenle de özeleştiri mekanizması da oluşmamıştır. Eğer,
yukarıdaki eleştiri mekanizması kendimizi de kapsasa; yaptığımız tek şey
özeleştiri adına, kendimizi aşağılamak olurdu. Bu ise, insanın kendi iç
dengesini bozmaktan başka işe yaramazdı. Öyle ise, bizde özeleştirinin
olmaması, eleştirinin de olmamasının bir sonucudur. Ya da bir diğer
söyleyişle, eleştiri başkasının kusurlarını bulmak, kötülemek, olumsuzlarını
öne çıkarma çabası ise, insanın kendisini eleştirmemesi de (özeleştiri)
doğal bir sonuç olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ruh sağlığı yerinde insan, öncelikle kendisini sonra başkalarını eleştirir.
Eleştiriye kendisinden başladığı için, eleştirisi yıkıcı değil yapıcıdır.
Yargılayıcı, yok edici değil besleyicidir. Kendini ve başkalarını
eleştirirken olumlulardan başlaması gerektiğini bilir. Sokakta gereğinden
fazla oynayan çocuğa; bunu anlatmanın yolu, önce onun sokaktaki
aktivitelerini ne kadar ustalıkla yaptığını söylemek ama sonra da, geç
saatlere kadar sokakta oyun oynamanın yanlışlıklarını anlatmak olmalıdır.
Olumsuzdan başlamak yıkıcı ya da yargılayıcı eleştiri, olumlulardan
başlamak, besleyici ya da olumlu davranış ve tutum kazandırma eleştirisidir.
Bizde, genellikle eleştiriden anlaşılan, karşımızdaki insanı yargılamaya
yönelik, sadece olumsuzları betimleyen hastalıklı bir tutumdur.
Üniversitedeki “Eğitim Psikolojisi (Gelişim Ve Öğrenme)” dersimde, eleştiri
kavramı üzerine yapılan irdelemelerde; çoğu öğrencinin olumlu betimlemeleri
eleştiriden saymadıklarını ve bunu ortaöğretim kurumlarındaki derslerinden
(genellikle Türkçe) öğrendiklerini ifade ettiklerine yıllardır tanık
olmaktayım. Üniversiteye kadar bu anlayışla gelen öğrencinin bu önyargısını
yıkmanın çok zor olduğunu söyleyebilirim.
Kendisini eleştiremeyen başkalarını da tutarlı bir şekilde eleştiremez.
Çoğunlukla, özeleştiri mekanizmasından yoksun olan bireyler, kendilerini
mükemmel olarak algılayan bireylerdir. Kendi hatalarını göremezler. Ya da
hatalarını örtmek için savunma mekanizmalarına başvururlar. Ama aynı şeyi,
karşılarındaki insanlara uygulamazlar. Onların da mükemmel olmasını
beklerler. Hata yaptıklarında ise, kendileri için geliştirdikleri savunma
mekanizmalarını, karşılarındaki insanlar için kullanmazlar. Eleştiri adı
altında yok edici, yargılayıcı eleştirilerde bulunurlar. Bu da, sağlıklı
insan ilişkilerinin (genelden özele kadar) oluşmasını engeller. Kendi benlik
sınırlarını çizemedikleri için başkalarının da benlik sınırlarını ihlal
ederler. Başkaları adına düşünmeyi ve karar almayı, hakları gibi görürler ve
bunlara uyulmasını beklerler. Bu tür insanlar, bir kurumda statü elde
ettiklerinde, kurumsal gelenekleri değil, kendi algılarını kurumun felsefesi
haline getirirler. Ülkemizde kurumlardan önce insanların gelmesinin temel
nedenlerinden birisi; özeleştiri-eleştiri mekanizmasına sahip olunmamasıdır.
· Sabırlıdır. Ruh sağlığı yerinde insan olgu ve olaylar karşısında
düşünmeden harekete geçmez. Öncelikle, olgu ve olayı yeterince, bütün
boyutları ile algılayıp algılayamadığını anlamak için bekler, sabreder.
Sonra da harekete geçer. Ergenlik çağındaki çocuğu eve geç kaldığı için
endişelenip üzülen bir anne-baba; çocuğu kapıdan içeri girer girmez şöyle
derse; “bu saate kadar neredeydin; sorumsuz, bencil çocuk” ve çocuk şu
cevabı verirse: “bir arkadaşım kaza geçirdi, acil servise götürdük, telaştan
haber veremedim. Ne yazık ki arkadaşım öldü”. Böyle bir cevapla karşılaşan
bir anne-baba kendisini nasıl hissedecek ve kendini nasıl bağışlatacak. Oysa
biraz daha sabredip, neler olduğunu öğrenmeye çalışsaydı. Çocuğun yaşamının
sonuna kadar unutamayacağı bir acının yanına, anne-babası ile ilgili bir
olumsuz tutum da katılmamış olacaktı.
Bütün yaşamımız boyunca, hep bir yerlere yetişme telaşı içindeyiz. Hep
acelemiz var. Oysa, hızla geçip gittiğimiz yollardan, evlerden, insanlardan
elde edeceğimiz bir sürü güzelliği; sabırsızlığımız ve aceleciliğimiz
yüzünden, güzellikleri göremeden yaşamı geçiştiriyoruz.
· Hoşgörülüdür (bağışlayıcıdır). Ruh sağlığı yerinde insan hoşgörülüdür.
Kendini tanıdığı için başkalarını da daha kolay tanır. Kendisi nasıl
mükemmel değilse, olmak zorunda da değilse; başkaları da mükemmel değildir
ve olmak zorunda da değildir. Kendisini mükemmel algılayan insanlar,
başlarının da mükemmel olmasını bekler ve hataları bağışlamayı beceremezler.
Oysa, kendi hatasını görebilen ve kendisini bağışlayan insan başkalarını da
daha kolay bağışlar.
Hoşgörü başkasına göstereceğimiz bir özelliğimiz değildir. Hoşgörü kendimize
göstereceğimiz bir özelliğimizdir. Kendini hoş görmeyi öğrenemeyen bir
insan, başkasını da hoş görmeyi öğrenemez. Hoş görmeyi (bağışlamayı,
bağışlanmayı) doğduğumuz andan itibaren, sosyal çevremizden öğreniriz. Kendi
hataları ile yüzleşerek, kendini bağışlayan yetişkinler (annemiz, babamız,
kardeşimiz, akrabalarımız, öğretmenimiz, sosyal önderlerimiz) bize de;
farkında bile olmadan hoşgörüyü öğretmiş olurlar.
· Mizah yönü gelişmiştir. Ruh sağlığı yerinde insan gülmesini ve
güldürmesini de bilir. Ama öncelik kendisinden yanadır. Kendisi gülmeyenin,
başkalarını da güldüremeyeceğini bilir. Bu nedenle de; kendisi ile de
başkaları ile de alay etmez. Kendini “ti”ye alabilir. Kendi yaptıklarına
gülebilir. Kendi yaptıklarına gülebilen, başkalarında da neye, ne zaman
gülebileceğini bilir. Çoğu insanın sokakta düşünce (çoğunlukla kışın)
başkaları tarafından alaya alınıp, gülme krizlerine girildiğini çok gördüm.
Düşenlerin ise gülemediklerini çünkü canlarının acıdığını gördüm. Öyle ise
insan, kendinde gülemediğine, başkalarında da gülmemelidir. Çünkü bu, alaya
almak, küçümsemek gibi algılanır. Düşen bir insanı gördüğümüzde yapmamız
gereken şey, öncelikle kalkmasına yardım etmek olmalıdır.
· Objektiftir. Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylara objektif
yaklaşır. Çünkü, evrenin merkezinde olmadığını bilir. Çevresinde gördüğü
insanlara ilişkin değer yargılarında, olgu ve olayları bir yönü ile almaz.
Bir çok noktadan olgu ve olayı ele alarak anlamaya ve anlamlandırmaya
çalışır. Diyelim ki; birisi bize gelmiş ve şöyle söylemiş olsun: “...
insanlar, senin çok sert, asık suratlı, sevimsiz, insanların iyiliğini
istemeyen ruh sağlığı bozuk biri olduğunu konuşuyor”. Böyle bir betimleme
ile karşılaşan her insanın ilk algıladığı şey; elbette ki üzüntüdür. Ama
objektif insan, vaziyet alışlarını hemen oluşturmaz. Anlamaya, neden diye
sormaya çalışır. Gerçekten söylenip söylenmediğini, ne zaman, nerede ve
nasıl söylendiğini anlamaya çalışır ve ondan sonra vaziyet alışlarını
belirler. Bunun dışında; hiç umursamaz ve “yüzüme söylendiği zaman ancak
açıklama yaparım” deyip kestirip atabilir. Görüldüğü gibi, objektif insan,
olgu olayları kendini merkeze alarak çözmeye ya da anlamaya çalışmaz.
Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylar karşısında işine geldiği gibi
yorumlar yapmaz. Kendini mutlu etse de etmese de, onaylansa da onaylanmasa
da, olgu ve olayları rasyonel olarak anlamaya çalışır. Örneğin,
İsrail-Filistin çatışmasında dinsel kimliği ile değil, hakkaniyet ve
insanlık noktasında olgu ve olayları değerlendirir. Hatayı kim yapıyorsa
yapsın, duygularını bir kenara bırakarak eleştiri yapmasını bilir.
Sokrates’e atfedilen aşağıdaki konuşma, insanın nasıl objektif olacağına
ilişkin güzel bir örnektir:
Eski Yunan’da, Sokrates bilgiyi saklaması nedeniyle saygıdeğer bir ün
yapmıştı. Bir gün büyük filozof bir tanıdığına rastladı ve adam ona
“Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?” dedi.
“Bir dakika bekle” diye yanıt verdi Sokrates.
“Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir testten geçirmek istiyorum.
Buna ‘Üçlü Filtre Testi’deniyor.”
“Üçlü Filtre?”
“Doğru” diye devam etti Sokrates. “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya
başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir
düşünce olabilir. ‘Üçlü Filtre Testi’ dememin nedenini birazdan
anlayacaksın. Şimdi birinci filtre, ‘Gerçek Filtresi’. Bana birazdan
söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”
“Hayır” dedi adam. “Aslında bunu yalnızca duydum ve...”
“Tamam” dedi Sokrates. “Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını
bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, ‘İyilik Filtresi’. Arkadaşım
hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?”
“Hayır, tam tersi...”
“Öyleyse” diye devam etti Sokrates, “Onun hakkında bana kötü bir şey
söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de
testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. ‘Yararlılık
Filtresi’. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?”
“Hayır, pek değil.”
“İyi” diye tamamladı Sokrates. “Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse,
iyi değilse ve işe yarar değilse bana niye söyleyesin ki?”
Ruh sağlığı yerinde insan; üçlü filtre testini yaşamının her alanında (aile
yaşamında, kamusal yaşamda, günlük ilişkilerden politik ilişkilere kadar)
kullanmalıdır.
· Kıskanç değildir. Ruh sağlığı yerinde insan kıskanç değildir. Çünkü;
kıskançlık, kendinde olmayanı, hakkı olmadığı halde istemektir. Çoğunlukla;
imrenmek ve kıskanmak birbirine karıştırılır. Ruh sağlığı yerinde insan
imrenir ama kıskanmaz. İmrenen insan; keşke der... Örneğin, Ali’nin çok
güzel bir arabası var, keşke benimde olsa... Böyle hissetmek ne başkasına ne
de bize zarar verir. Ama kıskançlıkta durum tersinedir. Kıskançlık bize de
başkasına da zarar verir. Örnek: “Ayşe Ali’nin arabası ne kadar güzel; acaba
o arabayı nasıl aldı. Zaten Ali karanlık işlerle uğraşır durur.” Burada
görüldüğü gibi süreç üç kişi arasında geçiyor. Ve üçüne de zarar veriyor. Ve
sürece güvensizlik egemen...
Bizim kültürümüzde; “seven kıskanır” gibi anlamsız bir kalıp yargı vardır.
Seven kıskanır mı? Yoksa seven özgüven duygusuna sahip olmadığı için,
karşısındakine güvenmez mi? Bana, sanki bu kalıp yargının altında
güvensizlik var gibi geliyor. Bir diğer açıdan, genellikle bu tür bir
anlayış ergenlik döneminde ve ilk gençlik dönemlerinde görülür. Bunun da
nedeni; bireyin henüz kendisini tanımaması ve bu yönde çaba harcamamış
olmasıdır.
· Önyargılı değildir. Latince kökenli önyargı (praejudicium) Antik yunandan
günümüze kadar değişerek gelen bir terimdir. Bugün bu terimi; sosyal
psikoloji şöyle tanımlamaktadır: çoğunlukla bir gruba ya da onun üyelerine
yönelik haklılığı kanıtlanmamış tutum (Harlak, 2000).
Yaşama gözümüzü açtığımız ilk andan itibaren; yoğun bir uyarıcı
bombardımanın etkisine gireriz. Bu yoğun uyarıcı bombardımanı; zamanla
uyarıcılara alışarak, uyumlaşmamızı sağlar. Bütün uyumlaşma süreci ön
yargılarımızı da oluşmasına sağlar. Örneğin; doğduğu andan itibaren belirli
bir ideolojik çevre içinde yaşayan insanlar; yetişkin olduklarında, uyarıcı
bombardımanı altında oldukları ideolojik yargılar konusunda nesnel vaziyet
alışlar sergileyemezler. Çünkü, bu ortamda taraf olunan ideolojik değer,
bütün unsurları ile sürekli olumlulanmış, karşıt ideoloji ise, bütün
unsurları ile olumsuzlanmıştır. Bu tür bir uyarıcı çevre içinde yetişen
bireylerin kendi ideolojilerine ve karşıt ideolojilere karşı vaziyet
alışları; önyargı düzeyinin ötesine geçememiştir. Bu nedenle, bizim
toplumumuzda; ideoloji, yaşamı güzelleştirmede kullanılması gereken bir araç
olarak değil; yaşama egemen olması gereken tanrısal bir amaç olarak
algılanmaktadır.
Kültürel vaziyet alışlarımızı da; doğduğumuz andan itibaren içinde
bulunduğumuz uyarıcılar belirler. Kız çocuklarının bir yetişkin olduklarında
bile; bir birey olarak kendilerini algılayamamalarının nedeni; babanın
vaziyet alışı ve annenin bu vaziyet alışı desteklemesidir. Oğlumuzun cinsel
organını amcalara teşhir edip; kızımızınkini yok varsaymamız, bunun en tipik
örneğidir. Bu, erkeğin kadından daha değerli olduğu gibi bir önyargının
doğduğumuz andan itibaren kişiliğimizin bir parçası haline gelmesine neden
olmaktadır.
Önyargılar, doğduğumuz andan itibaren ailede ve sonrasında (ne yazık ki)
okul kurumunda oluşur. Ruh sağlığı yerinde olma; önyargılardan arınık olma
çabası olduğuna göre; yapılması gereken şey; aile de ve okul da, çocuğun
doğruları kendi aklı ile bulmasına olanak tanımak ve bu yönde
desteklemektir.
Önyargı olumlu ya da olumsuz bir tutum olabilir. Her ikisi aynı oran da
kişiliğimizi köleleştirir. A’ya ilişkin olarak bize doğduğumuz andan verilen
uyarıcılar sürekli olumlu ise, A’ya ilişkin olarak her şeyi olumlu görmek
gibi bir tutum kazanırız. Eğer A’nın mükemmel olduğuna tutum düzeyinde
inanıyorsam; A’ya ilişkin en sıradan yanlışlama bile, beni mutsuz eder ve
savunma mekanizmalarına başvururum. Aslında, A’yı savunmak gibi görünen bu
tepki, aslında A’ya ilişkin oluşturduğum aitliğimi tehdit eden, dolayısıyla
kişiliğimi örseleyen bir saldırıya karşı bilinçsizce ya da bilinç altında
göstermiş olduğum bir tepkidir. Bunun farkında değilim. Kendini tanıma
sürecinde bunun farkına varan birey, önyargılarından arınmak için çaba
göstermeye, araştırmaya, okumaya, dinlemeye, anlamaya başlar. Bu, Ruh
sağlığı yerinde insanın önyargılarından arınma savaşıdır. Ve bu, kendini
tanıma sürecinin en zor cephelerinden biridir. Çünkü; bu cephe, toplum,
gelenek, örf, hukuk, sosyal statü, aile, okul ve devlet tarafından sürekli
bombardımana uğrar.
· Hümanisttir. Ruh sağlığı yerinde insan; insanları (insanlığı) koşulsuz
sever. İnsan değerlidir. İnsanın değerli olduğuna ilişkin herhangi bir ön
koşul geliştirmez. Ön koşul geliştirmek, insanın farklı olduğu gerçeğini
reddetmektir. Bir insanın, insanları koşulsuz sevmesi; kendiliğinden
gelişebilecek bir şey değildir. İnsan, doğduğu sosyal çevre de, genel olarak
insana ve insanlığa karşı bir olumlu tutum varsa, doğduğu andan itibaren
bunu tutum düzeyinde, doğaçlama olarak öğrenir. Ya da, ergenlik döneminden
itibaren kendini ve yaşamı sorgulamaya başladığında çevresindeki modellerin
olumlu yönlendirmeleri ile insanlığa karşı olumlu tutum geliştirmeye başlar.
Ancak, ikincisi zordur. Doğaçlama değildir. Bireyin bunu başarabilmesi,
bunun üzerinde emek harcaması, zaman ayırması ile bağlantılıdır. İdeal olan;
çocuğun doğduğu andan itibaren, ailenin, insanlığa karşı olumlu tutum
sergilemesi ile kaynaşarak büyümesidir. Bunun için ailenin yapması gereken;
insanlarla ilgili olumlu özellikleri öncelikle sergilemek, konuşmak ve
teşvik etmektir.
· Sorumluluk sahibidir. Ruh sağlığı yerinde insan sorumluluklarının
bilincindedir. Sorumluluk onun kendine yüklediği bir roldür.
Sorumluluklarını başkasının yüklemesini beklemez. Sorumluluklarının
gerektirdiği etkinlikleri yapmak, onun için yaşamda nefes almak, yemek yemek
gibi doğal bir fonksiyondur. Bu nedenle de, başkalarına sorumluluk
yüklemekten kaçınır. Bu gerektiği zamanda, ne zaman nerede, kime, ne kadar
sorumluluk yükleyebileceğini ayırt edebilir.
Sorumluluk sahibi olmanın en iyi yolu; çocuğa sorumluluk eğitimi vermektir.
Çocuk düzeyine uygun konuşmaları anlamaya başladıktan sonra yani ortalama
olarak 1-1,5 yaşından itibaren, çocukla oynanan oyunlarla birlikte bu eğitim
de başlatılabilir. Elbette ki buradaki eğitim kavramından yola çıkılarak;
programlı, sistematik, planlı bir etkinlik anlaşılmamalıdır. Diyelim ki,
çocuğunuzu biberonla besliyorsunuz, çocuk iç güdüsel olarak biberonu tutmaya
çalışacaktır. Onun biberonu sizinle birlikte tutmasına izin vermeli ve bunu
desteklemelisiniz. Bu çocuğun hoşuna gidecektir. Çocuğunuz, ayakkabısını tek
başına giymeye çalıştığında, bunu destekleyin. Yanlışlıklarını nasıl
yapılması gerektiğini anlatarak düzeltin. Sözcükleri anlayıp anlamaması,
eylemi bir sonraki defada doğru yapıp yapmaması önemli değildir. Önemli
olan; ondan bir şeyleri yapabileceğine ilişkin bir beklenti olduğunu
anlayabilmesidir. Üstelik de, yanlış yaptığında da eğlenerek düzeltilebilen,
takdir sözcükleri duyarak düzeltilebilen bir etkinlik ve oyun. Bu çocuk,
düzenli ve istikrarlı bir doğal eğitim süreciyle birlikte zamanla
sorumluluklarının bilincine varacak ve neyin sorumluluğunu alıp almayacağını
da öğrenmiş olacaktır.
· Paylaşımcıdır. Yaşamda; acının paylaşarak azalacağının, sevginin
paylaşarak çoğalacağının farkındadır. Ancak, burada temel hedef bu değildir.
Burada asıl önemli olan; kiminle neyi ne kadar paylaşacağının farkında
olmaktır. Nasıl kendisinin benlik sınırları var ise, başkalarının da benlik
sınırları olduğunun farkındadır. İlişkide olduğu bireylerle sosyallik
derecesine göre; neyi ne kadar paylaşacağını bilir. Meslektaşları ile
paylaşacaklarının, anne-babası ile paylaşacaklarından farklı olduğunu;
çocukları ile paylaşacaklarının eşi ile paylaşacaklarından farklı olduğunu
bilir.
Paylaşmayı öğreniriz. Bu doğamızda kendiliğinden olan bir şey değildir. Aynı
şekilde paylaşmayı da öğreniriz. 2-3 yaşında bir çocuk düşünün: Annesi
herhangi bir neden olmadan; çocuğun sevdiği oyuncaklarını ortadan
kaldırıyor. Çocuk doğal olarak alışmış olduğu oyuncaklarının ortadan
kaldırılmasına tepki gösterir. Ve Anne-baba şöyle cevap verir: “Bugün
evimize ....teyze ile....amca gelecek, onların da seninle aynı yaşta bir
çocukları var. Eğer, oyuncaklarını saklamasan, ....... bütün oyuncaklarını
kırar, kaybeder, kendisinin olmasını ister.” Çocuk, bu “gizleme
operasyonuna” istemeye istemeye razı olur. Bir çocuk, paylaşmamayı böyle
öğrenir. Ama sadece bununla kalmaz, güvenmemeyi de şüphe etmeyi de öğrenir.
Diyelim ki, aynı çocuk, bu kez oyuncak gizlenen eve misafirliğe gitmiş
olsun. Orada yapacağı ilk iş, saklanmış! olan oyuncakları aramak olacaktır.
Çünkü; o sakladıysa başkaları da saklamıştır.
Çocuğumuzun ruh sağlığı oyuncaklardan daha değerlidir.
· İyi bir dinleyicidir. Ruh sağlığı yerinde insan iyi bir konuşmacı olmanın
ön koşulunun iyi bir dinleyici olmaktan geçtiğini bilir. Dinlenmeyi hak
etmenin yolunun dinlemekten geçtiğini bilir. İnsan değerli olduğu için
dinlenmeyi hak eden bir varlıktır. Bu nedenle de; dinleme etkinliğini
gerçekleştirirken dinleyeceği içeriğin kendisini ilgilendirip
ilgilendirmediğini, inanıp inanmadığını, sevip sevmediğini düşünmez. İnsan
değerli ise, söyledikleri de değerli ve dinlenmelidir.
Çocukların, en büyük problemleri kendilerini dinleyecek büyükler arayıp
bulabilmektir. Dinlenmeyen bir çocuk dinlememeyi öğrenecektir. Dinlemeyi
bilmeyen bir çocuk konuşmayı da öğrenemeyecektir.
Çocuklarımızı dinlemek için zaman ayırmalıyız. Üstelik planlanmış bir zaman.
· Empatik düşünür. Yaşanan olgu ve olaylara sadece kendi penceresinden
bakmaz. Başkalarının yerine kendini koyarak olgu ve olayları anlamaya
çalışır. Empati kurma becerisini kazanmış bir insan; insanı anlamada ve
anlamlandırmada daha rasyonel ve daha yetkindir. Çünkü; yaşamın merkezinde,
insanın kendisini görmesinin, bütün sorun ve çatışmaların kaynağını
beslediğini bilir. Sorun ve çatışmaları çözmek istiyorsa, uzlaşmanın ve
barışın yaşama egemen olmasını istiyorsa; empati kurması gerektiğini de
bilir.
· İletişimcidir. Ruh sağlığı yerinde insan, başkaları ile kolay iletişim
kurar. Çünkü; iletişimi başlatmak için gerekli basit adımları bilir ve
önemser. Sağlıklı bir sosyal iletişim; selamlama ile başlar. İş yerimize
giderken, kapıdaki görevli ile “günaydın” ve “iyi akşamlar” diyerek
selamlaşmamız, sosyal iletişimi başlatan en önemli anahtardır. Üstelik bunu
yaparken; karşımızdakinin selamımıza karşılık verip vermeyeceğini
düşünmeden, iletişimi başlatmamız gerekir. Ne yazık ki, bazı insanlar,
selamlaşmayı karşıdakine endeksledikleri için, iletişim sağlıklı başlamaz ve
sürmez.
Ruh sağlığı doğumdan ölüme kadar olan bir süreçtir. Bu, sürecin bazı
noktalarında ruh sağlığı yönünde bazı iniş çıkışlar yaşanabilir. Süreklilik
arz etmediği süreci, sorunlarının altında ezilmeyen insan ruh sağlığı
yerinde insan olarak kabul edilmelidir.