Özgürlük, Gerekircilik, Seçenekçilik
Erich Fromm
İnsan kötü müdür, iyi midir? Özgür müdür, çevre koşullarıyla mı belirlenir?
Yoksa bu seçeneklerin ikisi de yanlış mıdır? İnsan bunların hiçbirisi değil
midir yoksa insan hem iyi hem de kötü müdür?
Bu sorulan yanıtlayabilmek için işe başka bir sorunu tartışarak başlamak iyi
olacaktır. İnsanın özünden ya da yaradılışından söz edilebilir mi?
Edilebilirse bu öz ya da yaradılış nasıl tanımlanabilir?
İnsanın özünden söz edilip edilemeyeceğini sorduğumuzda birbiriyle çatışan
iki görüşle karşılaşıyoruz: Bir görüşe göre insanın özü diye birşey yoktur;
insan kendisine biçim veren kültür örgütlerinin ürününden başka birşey
değildir. Öte yandan bu kitapta yıkıcılığın incelenişi Freud'un ve daha
birçok düşünürün benimsediği insan yaradılışı görüşünden kaynaklanmıştır,
aslında devingen ruhbilim tümüyle bu önermeye dayanır.
insanın yaradılışı için yeterli bir tanım bulma güçlüğü şu ikilemden doğar:
insanın özünü oluşturan belli bir madde'nin bulunduğunu varsayarsak o zaman
ilk ortaya çıkışından bu yana insanın hiçbir temel değişiklik geçirmediği
anlamına gelen evrimdışı, tarihdışı bir görüşe sürüklenmiş olur, böyle bir
görüşü en eski atalarımızla tarihin son dört alü bin yılı içinde ortaya
çıkan uygar insan arasındaki korkunç değişiklikle bağdaştıranlayız.1 Öte
yandan evrimci bir görüş edinir, in
Bu ikilem Marx'i epeyce uğraştırmıştı. Marx önce "insanın özü"nden söz etmiş
ama 1844'de Ekonomi ve Felsefe elyazmalanndan sonra bu deyimi bırakmış,
ömeğin
sanın sürekli değiştiğine inanırsak insanın "yaradılış"ı ya da "öz"ü denen
şeyin içeriği olarak ne kalacaktır geriye? Bu ikilem şu türden insan
"tanımlarTyla da çözülemez: insan siyasal bir hayvandır (Aristoteles);
sözverebilen hayvandır (Nietzsche); ya da öngörü ve imgelemleriyle üretim
yapan hayvandır (Marx); bu tanımlar insanın temel niteliklerini belirtir ama
insanın öz'ünü anlatmaz.
Bence bu ikilem, insanın özünü belirli bir nitelik ya da madde olarak değil
tersine insanın varoluş biçiminde yatan bir çelişki diye tanımlayarak
çözümlenebilir.2 Bu çelişki iki dizi gerçekten doğar: (1) insan bir
hayvandır ama içgüdüsel donatımı, öteki hayvanlannkiyle karşılaştırıldığında
eksik ve yetersizdir; insan yaşayabilmek için maddi gereksinmelerini
doyuracak araçlar üretmek, dil ve gereç geliştirmek zorunda kalmıştır. (2)
insanın da öbür hayvanlar gibi, ivedi, uygulanabilir amaçlara ulaşmak için
düşünme süreçleri kullanmasını sağlayan zekâsı vardır; ama insanda öbür
hayvanlarda bulunmayan başka bir zihinsel nitelik daha bulunmaktadır, insan
kendisinin, geçmişinin ve ölüm demek olan geleceğinin farkındadır;
küçüklüğünün ve güçsüzlüğünün de farkındadır, öbür insanların da, başkaları
dostlar, düşmanlar ya da yabancılar olarak farkındadır. Başka her türlü
yaşamın ötesindedir insan. Çünkü yeryüzünde ilk kez kendinin farkına varan
yaşam'dn. insan doğanın içindedir; doğadaki yasaların ve rastlantıların
elindedir ama doğayı aşar; çünkü hayvanı doğanın bir parçası doğayla aynı
kılan farkında olmama durumu içinde değildir, insan şu korkutucu çatışmayla
karşı karşıyadır: Doğanın tutsağıdır, ama gene de düşüncelerinde özgürdür;
doğanın bir parçasıdır ama gene de doğanın dışına taşmıştır; ne tam doğanın
içinde ne de tam dışındadır. Kendinin
"sakatlanmamış insan" deyimini kullanmıştır ki bu, insanın sakatlanabilecek
bir yaradılışı olduğunu önceden kabul etmek demektir. {Kapitalde, 3. ciltte
Marx gene "insanın yaradılışı" görüşünü kullanarak, yabancılaşmamıŞ emek'in
"insan yaradılışı" için "en uygun ve en değerli" koşullar altındaki emek
olduğunu söylemiştir.) Ote yandan Marx insanın kendisini tarih süreci içinde
yarattığını vurgulamış, bir yerde de insanın özünün içinde yaşadığı
"toplumsal ilişkilerin bütünü"nden başka birşey olmadığını söylemiştir.
Marx'in insan yaradılışı görüşünden vazgeçmek istemediği açıktır; ama Marx
tarihdışı, evrimdışı bir görüşe boyuneğmek de istememiştir. Gerçek şudur ki
Marx bu ikilemi hiçbir zaman çözememiş, bu yüzden insanın yaradılışı
konusunda bir tanıma ulaşamamıştır, bu nedenle bu konuda söyledikleri biraz
bulanık ve çelişkilidir.
Bundan sonraki birkaç sayfada anlatılan fikirler Sağlıklı Toplum 'da
incelenmiştir. Bu fikirleri burada özlü bir biçimde yinelemek zorundayım,
yoksa bu bölümün en önemli kesimi temelsiz kalacaktır.
farkında oluşu insanı dünyadan kopuk, yalnız, ürkek bir yabancıya
dönüştürmüştür.
Buraya dek açıkladığım çelişki temelde insanın hem beden hem ruh, hem melek
hem hayvan olduğunu, birbiriyle çatışan iki dünyası bulunduğunu söyleyen
klasik görüşle aynıdır. Şimdi belirtmek istediğim nokta bu çelişkinin
insanın özü olarak, daha açık söylersek insanı insan yapan erdem olarak
görülmesinin yetmeyeceğidir. Bu tanımın da ötesine geçerek insandaki bu
çatışmanın bir çözüm beklediğini kabul etmeliyiz. Bu çatışmanın dile
getiriliş biçiminden hemen bazı sorular doğmaktadır: Varoluşunda yatan bu
korkuyu yenebilmek için ne yapabilir insan? Kendisini yalnızlığın
işkencesinden kurtaracak, dünyada rahatlıkla yaşamasını sağlayacak,
kendisine bir bütünlük duygusu getirecek huzuru bulmak için ne yapabilir?
İnsanın bu sorulara vereceği yanıt (yaşamla ilgili fikirlere ve kuramlara
yansısa da) kuramsal bir yanıt olmamalıdır; insanın tüm varlığı, tüm
duygulan ve etkinliğiyle verdiği bir yanıt olmalıdır. Yanıt iyi ya da kötü
olabilir; ama kötü bir yanıt vermek hiç yanıt vermemekten iyidir. Her
yanıtın uyması gereken bir koşul vardır: Bu yanıt insanın kop-muşluk
duygusunu yenmesine, bir bütünleşme, birlik, bir yere ait olma duygusu
kazanmasına yardım etmelidir. İnsan olarak doğmuş olmanın getirdiği soruya
insanın verebileceği pek çok yanıt vardır; bu yanıtlan burada kısaca
inceleyeceğim. Bunların hiçbirinin kendi başına insanın özünü
oluşturmadığını bir kez daha vurgulamak isterim; özü oluşturan şey soru'nun
kendisi, bu soruya bir yanıt bulma gereksinmesidir. İnsanın çeşitli varoluş
biçimleri, özü oluşturan yanıtlar değil bu çatışmaya verilen yanıtlardır.
Kopmuşluğu aşma, bütünlüğe ulaşma yolundaki birinci arayışa ben geriletici
yanıt diyeceğim. İnsan bütünleşmek, yalnızlık ve belirsizlik korkusundan
kurtulmak istediğinde geldiği yere doğaya, hayvansal yaşama ya da atalanna
dönmeyi deneyebilir. Kendisini insan kılan ama gene de ona azap veren
şeyden, aklından ve kendisinin farkında olma yeteneğinden kurtulmak
isteyebilir. Yüzbinlerce yıl in-sanlann salt bunu yapmaya çalıştıktan
anlaşılıyor. İlkel dinlerin tarihi, birey sözkonusu olduğu zaman da,
insanların ağır ruhsal bozukluktan bu çabaya tanıktır. İlkel dinlerde ve
bireyin ruhsal yapısında şu ya da bu biçimde aynı ağır ruh bozukluğunu
görüyoruz. Hayvansal var oluş
biçimine, bireyselleşme öncesi duruma dönüş; insanı insan yapan özellikten
kurtulma çabası. Ama bu önermenin de bir anlamda açıklanıp belirlenmesi
gerekir. Bu geriletici ilkel eğilimleri pek çok insan paylaştığında
kitlelerin çılgınlığı dediğimiz durumu görürüz; çoğunluğa yayılması bu
çılgınlığı bilgelik, yalanı gerçekmiş gibi gösterebilir. Bu ortak çılgınlığa
katılan birey de bütünüyle yapayalnız, kopmuş olma duygusundan kurtulur;
böylece ilerici bir toplumda duyacağı yoğun huzursuzluk duygusundan
kurtulmuş olur. İnsanlann çoğu için aklın ve gerçekliğin kamunun
fikirlerinden öte birşey olmadığı unutulmamalıdır. Başka insanlann aklının
kendi aklından farklı olmadığı durumda bile insan, "aklını hiçbir zaman
yitirmez."
insanın varoluşu sorununa, insan olma sorumluluğuna bulunacak ve gerici,
ilkel çözümün yerine geçebilecek çözüm, ilerici çözüm, geriye giderek değil
insanın insanca güçlerinin tümünü, tüm insanlığını, kendi içinde bütünüyle
geliştirmesi, yeni bir uyum kurmasıyla sağlanabilir. İlerici çözüm ilk kez
köktenci bir biçimde (ilkel gerici dinlerle insancı dinler arasında geçiş
oluşturan pek çok din vardır) insanlık tarihinin I.Ö. 1500'le I.Ö. 500
arasındaki o olağanüstü döneminde ortaya çıkmıştır. Bu görüş I.Ö. 1350
yıllarında Mısır'da Ddınaton'un öğretisinde, aynı sıralarda Ibraniler'de
Musa'nın öğretisinde ortaya çıkmıştır. I.Ö. 600'le 500 arasında aynı fikir
Çin'de Lao-Tse, Hindistan'da Buda, iran'da Zerdüşt, Yunanistan'da
filozoflar, israil'de de peygamberler tarafından dile getirilmiştir, insanın
ereği, bütünüyle insan olma, yitirdiği uyumu yeniden kazanma isteği değişik
kavramlar ve simgelerle anlatılmıştır. Ikhnaton'a göre bu amacın simgesi
Güneş'tir; Musa'ya göre bilinmeyen tarih Tann'sıdır; Lao-Tse bu amaca Tao
(yol) demiştir. Buda aynı şeyi Nirvana'yla simgelemiştir; Yunanlı düşünürler
aynı fikri hareket ettirilemeyen hareket vericiyle, iranlılar Zerdüşt'le,
peygamberler de Mesih'le, "her şeyin sona ermesi"yle anlatmaya
çalışmışlardır. Bu görüşler büyük ölçüde sözkonusu kültürlerin herbirinde
bulunan düşünme biçimlerinden, son çözümlemede de yaşayış biçimlerinden,
toplumsal-ekonomik yapıdan doğmuştur. Yani amacın dile getirilişinde
benimsenen özel yol çeşitli tarihsel koşullara göre değişse de amaç temelde
aynıdır: insanın varoluşu sorununu, yaşamın getirdiği soruya doğru yanıt
vererek insanın eksiksiz insan olmasını, böylelikle de kop-muşluk
korkusundan kurtulmasını önererek çözmek. Hıristiyanlık ve İslâmlık aynı
fikri sırasıyla beş yüz ve bin yıl sonra Avrupa ve Akdeniz ülkelerine
getirdiğinde, dünyanın büyük bir kesimi bu yeni bildiriyi çoktan öğrenmiş
bulunuyordu. Ne var ki insanlar bildiriyi alır almaz yanlış yorumlamaya
başladılar; kendileri eksiksiz insan olmaya çalışacaklarına Tanrı'yı ve
öğretileri "yeni amaç"ın belirtileri olarak putlaştırmaya, böylece kendi
deneyimlerinin getireceği gerçeklik yerine bir resim ya da bir sözcük
koymaya başladılar. Bir yandan da hiç durmadan o gerçek amaca dönmeye
çalışıyorlardı; böylesi amaçlar kendilerini din içindeki mezhep
ayrılıklarında, yeni felsefe akımlarında ve siyasal ideolojilerde göstermeye
başladı.
Bütün bu yeni dinlerin ve akımların düşünsel görüşleri birbirlerinden ayn
olsa da hepsinde ortak olan insanın temel seçeneğiydi. İnsan iki seçenekle
karşı karşıyaydı: Gerilemek ya da ilerlemek. İnsan ya geriye dönerek çok
ilkel, açması bir çözüme başvuracaktı; ya da insanlığa doğru ilerleyip onu
geliştirecekti. Bu seçeneklerin formülleri çeşitli biçimlerde karşımıza
çıkar: Işıkla karanlık arasındaki seçme (Iran); kutsama ve lanetleme, yaşam
ve ölüm arasındaki seçme (Tevrat); ya da toplumculukla barbarlık arasında
toplumculuğun oluşturup formülleş-tirdiği seçenek gibi.
Aynı seçme bize yalnızca çeşitli insancı dinlerde sunulmakla kalmamakta,
akıl sağlığıyla akıl hastalığı arasındaki temel farkı da oluşturmaktadır.
Sağlıklı insan tanımımız belli bir kültürdeki genel kafa yapısına göre
değişir. Toton vahşilerine göre "sağlıklı" insan vahşi bir hayvan gibi
davranabilen kişiydi. Böyle bir kişi bugün psikozlu bir hasta sayılacaktır.
Zihinsel deneyimlerin bütün ilkel türleri ölüm sevgisi, aşın narsisizm,
kandaşla cinsel ilişki bağlarıyla birlikte yaşama bugün ciddi ruh
hastalıkları olarak görülmektedir; oysa ilkel kültürlerdeki eski insanları
ortak ilkel dürtüleri birleştirip bütünleş-tirdiğinden, bunların hepsi şu ya
da bu biçimde "normal", giderek "ideal" kabul ediliyordu. Bu ilkel dürtüler
daha az yoğun olduklarında karşıt güçler tarafından bastırılır; bu baskının
sonucunda da "nevroz" doğar. Gerici ve ilerici kültürlerdeki ilkel tutumlar
arasındaki temel ayrım sırasıyla şöyledir: Eski bir kültürde ilkel yaklaşım
içindeki insan kendini kopmuş değil tersine ortak kamuoyuyla desteklenmiş
görür;
ilerici bir kültürdeyse aynı insanın durumu bunun tam tersidir. Gerçek şudur
ki bugün içinde yaşadığımız ilerici kültürde bile toplumun üyelerinin büyük
çoğunluğu oldukça güçlü ilkel eğilimler taşımaktadırlar; ama bu eğilimler
yaşamın normal akışı içinde bastırılır ve ancak savaş gibi özel koşullar
altında ortaya çıkar.
Burada durup bütün bu görüşlerin başlangıçta ortaya koyduğumuz sorular
açısından bize neler getirdiğine baktığımızda her şeyden önce şu sonuca
varırız: insanın yaradılışı ya da özü, iyiliği ya da kötülüğü özel bir
maddeden oluşmaz; tersine insan varoluşunun her koşulunda bulunan bir
çelişkiden doğar. Bu çelişki de kendi içinde bir çözüm gerektirir; temelde
yalnızca ilerici ve gerici çözümler vardır, insanda ba-zan doğuştan gelen
bir ilerleme dürtüsüymüş gibi görünen şey yeni bir çözüm aramanın getirdiği
devingenlikten başka bir şey değildir. Ulaştığı bu düzeyde insanı yeni
çözümler bulma görevine iten yeni çelişkiler ortaya çıkar. Bu süreç son amaç
olan eksiksiz insan olma, dünyayla tam bir uyum içinde yaşama durumuna
gelinceye dek sürer gider, insanın açgözlülükten, çatışmalardan bütünüyle
kurtulacağı o son, tam "uyanma" amacına (Budizm öğretisi) ulaşıp ulaşmaması
ya da ancak ölümden sonra ulaşabileceği (Hıristiyan öğretisi) bizi burada
ilgilendirmez. Önemli olan tüm insancı dinlerde ve felsefe öğretilerinde
"Yeni Amaç"ın aynı oluşudur; insan bu amaca gittikçe daha çok yaklaşabilme
inancıyla yaşar. (Öte yandan, çözümler gerici yolda aranırsa insanlık
delilikle aynı şey demek olan bütün bütün insanlıktan çıkma yoluna
sapacaktır.)
insanın özü iyilik ya da kötülükten, sevgi ya da nefretten değil de
çelişkilerden oluşuyorsa, bu çelişkiler yeni çözümler gerektiriyor, bu
çözümler de gene yeni çelişkilere yol açıyorsa, o zaman insan bu ikilemi ya
gerileyici ya da ilerleyici bir tutumla çözebilir. Yakın Çağ tarihi bize
bunun pek çok örneğini göstermiştir. Paralarını, toplumdaki yerlerini
yitirmiş, özellikle orta sınıftan milyonlarca Alman Hitler'in önderliği
altında Toton atalarının "vahşileşme" kültüne dönmüştür. Aynı şey Stalin
yönetiminde Ruslar'ın, Nanking'in "ırzına geçmeleri" sırasında Japonlar'ın,
Amerika'nın güneyindeki zencileri linç eden insan sürülerinin de başına
gelmiştir. Çoğunluk için bu ilkel deneye
başvurma yolu her zaman geçerli bir olasılıktır, ilkellik her zaman ortaya
dökülebilir. Ne var ki bu ortaya dökülüşün iki yolu arasında ayrım gözetmek
gerekir. Bunlardan birisi, eski dürtülerin güçlerinden hiçbir şey
yitirmediği ama belli bir uygarlığın kültür düzenine ters düştüğü için
bastırılan ilkel dürtülerdir; böyle bir durumda savaş, doğal yıkımlar,
toplumsal çözülme gibi özel koşullar "kanallar"ın açılmasını kolaylaştırarak
bastırılan ilkel dürtülerin fışkırmasına neden olur. Öteki olasılıksa
bireyin ya da bir topluluk üyelerinin gelişmesinde ilerici evreye
ulaşıldığı, bu evrenin yerine oturduğu durumdur; bu durumda yukarıda sözü
edilen türden sarsıcı olaylar ilkel dürtülere geri dönüşü pek kolay
sağlayamaz; çünkü bunlar bastırılmaktan çok yerlerine başka birşey
getirilerek ortadan kaldırılmıştır; bu durumda bile ilkellik bütünüyle yok
olmuş değildir; insanın toplama kamplarında uzun süre tutsak edilmesi ya da
bedende belli kimyasal değişimlerin yer alması gibi olağanüstü koşullarda o
kişinin ruhsal düzeni tümüyle bozulabilir ve ilkel dürtüler yenilenmiş bir
güçle dışarıya fışkırabilir. Elbette bu iki aşın uç bir yanda ilkel,
bastırılmış dürtüler öte yanda da bunların yerini alan ilerici güçler
arasında sayısız yoğunluk dereceleri vardır. Bunların oranlanışı her insanda
ayrı ayrı olacak, ilkel durumun farkında olmanın derecesine göre bastırmanın
derecesi değişecektir. Bastırmalarla değil de ilerici tutumlarını
geliştirerek ilkel yanlarını öylesine yok etmiş insanlar vardır ki bunlar o
ilkel duruma dönebilirle yetilerini yitirmişlerdir artık. Aynı biçimde bazı
kimseler de gelişerek ilerici duruma gelme konusunda tüm olanaklan öylesine
tüketmişlerdir ki bunlar da seçme özgürlüklerini bu durumda ilerleme
seçeneklerini bütünüyle yitirmişlerdir.
Belli bir toplumdaki genel havanın her bireyde bu yanlardan birisinin
gelişmesini büyük ölçüde etkileyeceğini belirtmek gereksiz. Gene de bireyler
burada bile toplumun tutumunda ağır basan tutumdan büyük ölçüde
aynlabilirler. Daha önce de belirttiğim gibi modern toplumda ilkel tutum
içinde olan milyonlarca insan vardır ki bunlar bir yandan Hıristiyanlık'ın
yada Aydınlanma'nın öğretilerine inanır, öte yandan bu görüşlerin ardına
sığınarak "vahşilik"lerini, ölümseverliklerini sürdürürler; ya da Baal'e ve
Astarte'ye taparlar. Bu insanlar, içlerinde bir
çatışma bile duymazlar; çünkü onlann düşüncesine göre ileri fikirlerin
hiçbir ağırlığı yoktur; ancak kapalı ya da üstü örtülü bir biçimde ilkel
dürtülere göre davranırlar. Öte yandan eski kültürlerde çoğu kez ilerici bir
tutum geliştiren insanlara da rastlanmıştır; bunlar belli koşullar altında
topluluklarının büyük bir kesimine aydınlık getiren önderler olmuş, tüm
toplumun yavaş yavaş gelişmesinin temelini atmışlardır. Olağanüstü bir üne
ulaştıkları, öğretileriyle arkalannda iz bıraktıklan zaman bu kişilere
peygamber, usta ya da bunlara benzer adlar verilmiştir. Bu kişiler olmadan
insanlık ilkel evrenin karanlığından hiçbir zaman kurtulamazdı. Ama onlann
insanlığı etkileyebilmeleri de iş'in evrimi sırasında insanın kendisim
doğanın bilinmeyen güçlerinden kurtarması, aklını ve nesnelliğini
geliştirebilmesi, bir av ya da yük hayvanı gibi yaşamaktan kurtulmasıyla
olmuştur.
Topluluklar için geçerli olan şey birey için de geçerlidir. Biraz önce
incelediğimiz ilkel güçler her insanda vardır. Tümüyle "kötü" ya da tümüyle
"iyi" olanlann artık bir seçeneği kalmamıştır. Hemen hemen herkes
gerileyerek ilkel tutuma dönebilir ya da ilerleyerek kişiliğini tümüyle
gelişmiş bir biçimde ortaya dökebilir. Bunların birincisi aşın akıl
hastalığı durumudur; ikincisi de hastalıktan kendiliğinden kurtulup iyileşme
ya da bütünüyle uyanma ve olgunlaşma durumudur. Gelişmelerden hangisinin
hangi koşullar altında yer aldığını incelemek, daha da ötesi olumlu
gelişmeyi sağlayacak, hasta gelişmeyi durduracak yöntemleri geliştirmek
ruhhekimliği, ruhçözümlemesi ve daha başka ruh bilimlerinin görevidir.3 Bu
yöntemleri tanımlamak kitabımızın çapı dışında kalır; bu tanımlar
ruhçözümleme ve ruhhekimliği konusunda klinik bulgularda yatar. Ama bizim
sorunumuz açısından şunu kabul etmek önemlidir: Aşın durumların dışında her
birey, bireylerden oluşan her topluluk herhangi bir noktada en akıldışı, en
yıkıcı tutumlara geri dönebildiği gibi, aydınlık, ilerici tutuma da
yönelebilir, insan ne iyidir, ne de kötüdür. însanın tek gücünün iyilik
olduğuna inanırsak gerçeklere pembe bir gözlük arkasından bakarak onlan
çarpıtır ya da acı bir
Bkz. D. T. Suzuki'nin çeşitli kitaplarında ortaya konan Zen Budizm öğreti ve
özellikle D. T. Suzuki, E. Fromra ve R. de Martino'nun
uygulamaları. Bkz. özellikle D. T. Suzuki, E. Fromra ve R. de Martino'nun
birlikte hazırladıkları Zen Buddhism and Psychoanalysis (Zen Budizm ve
Ruhçözümlemesi) adlı kitap (New York: Harper and Row, 1961).
umutsuzluğa kapılırız. Öbür aşın uca inanırsak o zaman da sinildikten
kurtulamaz, kendimizde ve başkalarında bulunabilecek iyiliklere gözlerimizi
kapamış oluruz. Gerçekçi bir görüş edinmek demek bunların ikisini de
gerçekleşebilecek olasılıklar olarak görmek, her ikisinin de gelişmesine
uygun koşullan inceleyip öğrenmek demektir.
Bu düşünceler bizi insanın özgürlüğü sorununa götürür, insan herhangi bir
zamanda iyiliği seçmekte özgür müdür, yoksa içindeki ve dışındaki güçlerle
kuşatıldığından elinde böyle bir özgürlük yok mudur? İstenç özgürlüğü sorunu
üzerine çeşitli kitaplar yazılmıştır; bundan sonra yazacaklanma William
James'in bu konuda söylediklerinden daha iyi bir giriş düşünemiyorum. James
şunları yazıyor: "Herkeste özgür istenç konusundaki çatışmanın artık
ilginçliğini yitirdiği, yeni ortaya çıkacak kimsenin herkesin zaten duyduğu
savlan yinelemekten başka birşey yapamayacağı inancı yaygın. Bu, büyük bir
yanlışlığa düşmek demektir. Bundan daha az deşilmiş, yaratıcı bir kafanın
yepyeni olanaklar açabileceği başka bir alan yoktur bence bu konuda
yapılabilecek şey belki de zorla bir sonuca ulaşmak ya da başkalannı boyun
eğmeye zorlamak değil, iki görüş arasındaki sorunun ne olduğunu daha iyi
kavramaya çalışmak, alınyazısı ve özgür istenç kav-ramlannın gerçekte ne
demek olduğunu anlamaktır."4 Bu sorunla ilgili olarak benim ilerdeki
sayfalarda öne süreceğim öneriler ruhçözümleme deneylerinin, özgürlük
sorununu yeni bir ışık altında aydınlatabileceği, bize sorunun bazı yeni
yanlannı gösterebileceği inancına dayanıyor.
Özgürlüğün geleneksel olarak ele alınış biçiminde deneysel ve ruhbilimsel
bilgiler kullanılmamış, özgürlük tanımı eksik kalmış, bu yüzden de sorunu
genel ve soyut bir açıdan tartışma eğilimi ağır basmıştır. Özgürlükten seçme
özgürlüğünü kastediyorsak o zaman sorun, örneğin A'yla B arasında bir seçme
yapmakta özgür olup olmamak anlamına gelir. Gerekirciler özgür olmadığımızı
söylemişlerdir; çünkü insan doğadaki başka bütün varlıklar gibi nedenlerle
belirlenir; boşluğa atılmış bir taş nasıl düşmemekte özgür değilse insanın
da A ya da B'den birisini seçmekten başka bir özgürlüğü yoktur; çünkü onun
4 William James, "Gerekirciliğin İkilemi". 1884, A Modern Introduction to
Philosophy (Felsefeye Çağdaş Bir Giriş) kitabında, yeni basımı, Paul Edwards
and Arthur Pap (New York: The Free Press, 1957).
A'yı ya da B'yi seçmesini belirleyen, onu buna zorlayan ya da bu seçmeye
neden olan duygular vardır.5
Gerekirciliğe karşı koyanlarca bunun tersi savunulur; dinsel temele
dayanarak Tann'nın insana iyilikle kötülük arasında seçme yapma özgürlüğünü
verdiği bu yüzden de insanın elinde bu özgürlüğün bulunduğu ileri sürülür.
İkinci olarak da insanın özgür olduğu, yoksa eylemlerinden sorumlu
tutulamayacağı belirtilir. Üçüncü olarak, insanın öznel bir biçimde özgür
olma deneyimini yaşadığı, özgürlüğünün bilincinde olmasının da özgür olarak
varolabileceğine kanıt olduğu söylenir. Bu savlann hiçbirisi inandırıcı
değildir. Birinci sav, insanın Tann'ya inanmasını, Tann'mn insanlar için ne
gibi planlar yaptığını bilmesini gerektirir, ikincisi insanı eylemlerinden
sorumlu tutma, böylece onu cezalandırabilme isteğinden doğmuş gibidir.
Eskiden de, şimdi de pek çok toplumsal düzenin bir parçası olan cezalandırma
fikri, büyük ölçüde şu görüşe dayanmaktadır: Ceza, "varlıklar"ın oluşturduğu
azınlığı "yoksullar"ın oluşturduğu çoğunluğa karşı koruma önlemidir (ya da
öyle düşünülmüştür) ve yetkenin cezalandırma gücünün simgesidir.
Cezalandırmak için sorumluluk taşıyan birisinin bulunması zorunludur. Burada
insan Shaw'un şu sözünü anımsamadan edemiyor: "Adamı astık, şimdi sıra
duruşmaya geldi." Üçüncü sav, özgürlüğün bilincinde olmanın özgürlüğün
kanıtı olduğu savı, Spinoza ve Leibniz tarafından bütünüyle çürütülmüştür.
Spinoza yanlış bir özgürlük sannsına kapıldığımızı, çünkü isteklerimizin
farkında olduğumuzu, oysa bu istekleri doğuran nedenleri bilmediğimizi
göstermiştir. Leibniz de istencin yan yanya bilinçaltı olan eğilimlerle
belirlendiğini kanıtlamıştır. Spinoza ve Leibniz'den sonraki tartışmalann
çoğunun şu gerçeği yakalayamaması şaşırtıcıdır aslında: Bizi bilinçaltı
güçlerin yönettiği kabul edilmedikçe, seçme özgürlüğü sorunu çözülemez; o
zaman da insan olsa olsa seçmesinin özgür bir seçme olduğunu
Bu bölümde ve bu kitap boyunca gerekircilik sözcüğü William James ve çağdaş
Anglosakson düşünürlerinin "katı gerekircilik" dedikleri anlamda
kullanılmıştır. Bu anlamda gerekirciliğin Hume ve Mill'in yazılarında
rastlanan ve bazan "yumuşak gerekircilik" denen kuramdan ayrılması gerekir,
onların ortaya koyduğu kurama göre hem gerekirciliğe hem de insan
özgürlüğüne inanmak tutarsızlık değildir. Benim görüşüm "kati"dan çok
"yumuşak" gerekirciliğe yakın da olsa bütünüyle "yumuşak" gerekircilik
sayılamaz.
sanarak kendisini avutur, istenç özgürlüğü konusundaki savlar bu özel karşı
çıkışların dışında gündelik deneylerle çelişki içindedir. Savunucuları ister
dinci ahlâkçılar, ister idealist düşünürler, isterse Marksist eğilimli
varoluşçular olsun bu savlar, yüce birer varsayım olarak kalacaktır; aynca
bireye karşı büyük haksızlık ettiklerinden pek de yüce sayılamaz bu savlar.
Maddi ve ruhsal yoksunluk içinde yetişen kimseye karşı sevgi ve ilgi
duymayan, bedeni yıllarca alkol almaktan yıpranmış, koşullannı değiştirme
olanağını hiçbir zaman bulamamış bir insanın böylesi bir insanın kendi
seçmesini yapmakta "özgür" olduğu söylenebilir mi? Bu tutum gerçeklere ters
düşmez mi? Sevgisiz bir tutum değil midir bu? Son çözümlemede, yirminci
yüzyılın dilindeyse, Sartre'm felsefesine çok benzeyen, burjuva
bireyciliğini ve bencilliğini yansıtan bu tutum Max Stirner'in der Einzige
und Sein Eigentum'unun (Biricik Kişi ve Mülkü) çağdaş bir yorumu değil
midir?
Bunun tersi olan tutum, insanın seçmekte özgür olmadığını, belli bir noktada
aldığı kararlann daha önce yer alan iç ve dış olaylar tarafından belirlenip
kararlaştınldığını savunan tutum ilk bakışta insana daha gerçekçi ve akla
yakın gelir. Gerekirciliği ister toplumsal gruplara, ister sınıflara,
isterse bireylere uygulayalım Freud'çu ve Marksist çözümleme insanın
içgüdüsel ve toplumsal dürtüleri belirlemeye karşı verilen savaşta ne denli
zayıf kaldığını göstermemiş midir? Ruhçö-zümlemesi, anneye olan bağlılığını
çözememiş bir kimsenin eyleme geçme, karar verme yetisi bulunmadığını, o
insanın kendisini güvensiz duyduğunu, bu yüzden de dönüşü olmayan bir
noktaya vanncaya dek gittikçe artan bir bağımlılıkla ana figürlerine
çekildiğini göstermemiş midir? Marksçı çözümleme aşağı-orta sınıf gibi bir
sınıfın servetini, kültürünü ve toplumsal işlevini yitirdikten sonra
umutsuzluğa kapılıp ilkel, ölümsever ve narsisist bir duruma geri döndüğünü
göstermemiş midir?
Ne var ki Marx da Freud da nedensel bir gerekirciliğin geriye
çevrilemezliğine inanmak anlamında gerekirci değillerdi, ikisi de eskiden
tutulmuş olan bir yolun değiştirilebileceğine inanıyorlardı, ikisi de
insanın kendisini arkasından yöneten güçlerin farkında olmasından doğan
böylece onun özgürlüğünü yeniden ele geçirmesini sağlayan değişme olanağını görmüşlerdi.6 Marx da Freud da Marx'm çok etkilendiği
Spinoza gibi hem gerekirciydiler, hem de gerekirci değildiler; ya da ne
gerekirciydiler, ne de gerekirciliğe karşıydılar, ikisi de insanın
neden-sonuç yasalanyla yönetildiğini ama bilinçlilik ve doğru eylemlerle
kendi özgürlük alanını yaratıp genişletebileceğim öne sürüyorlardı. Optimum
özgürlüğü kazanmak, zorunluluğun zincirlerinden kurtulmak insanın kendisine
kalmıştı. Freud'a göre bilinçaltının farkında olmak, Marx'a göre de
toplumsal-ekonomik güçlerin ve sınıfsal çıkarlann farkında olmak bu
özgürleşmenin koşullanydı; her ikisinde de farkında olmaya ek olarak etkin
bir istenç ve savaşım özgürlüğü sağlamak gerekli koşullardı.
Her ruhçözümleyici elbette farkına vardıktan sonra yaşamlannı belirleyen
eğilimleri tersine çevirebilen, özgürlüklerini yeniden ele geçirmek için
yoğun bir çabaya girişen hastalar görmüştür. Oysa insanın bu deneyimi
geçirmesi için ruhçözümleyici olması gerekmez. Bazılanmız aynı şeyi
kendimizde yaşamış ya da başkalannda görmüşüzdür: Varsayılan nedensellik
zinciri kınlmış, bu insanlar daha önceki davranışlanna dayanılarak yapılan
her türlü akla yatkın beklentiyle çeliştiğinden mucize gibi görünen bambaşka
bir yol tutmuşlardır.
Geleneksel istenç özgürlüğü tartışması Spinoza'yla Leibniz'in bilinçaltı
dürtüler konusundaki buluşlarının yerine oturmamasından zarar görmüştür. Bu
konudaki tartışmalann boşa gittiğini gösteren başka nedenler de vardır.
Bundan sonraki paragraflarda bence çok önemli olan bazı yanlışlardan söz
edeceğim.
Yanlışlardan biri, bireyin özgürlüğünden çok insanın seçme özgürlüğünden söz
etme alışkanlığıdır.8 Daha ilerde, bireyin değil de geBkz. E. Fromm'un Beyond the Chains of Illusion (Türkçe çevirisi: Yeni Bir
Toplum Yeni Bir İnsan) adlı kitabında bu noktayı daha ayrıntılı bir biçimde
incelemesi (New York: Simon and Schuster, 1962; ve New York: Pocket Books,
Inc., I963).
Klasik Budizm'de de temelde aynı tutum benimsenmiştir. İnsan yeniden doğma
çarkına zincirle bağlanmıştır; ama bu gerekircilikten varoluş durumunun
bilincine vararak, doğru eylemin yedi katlı yolunda yürüyerek kendisini
kurtarabilir. Tevrat'ta peygamberlerin tutumu da aynıdır, insan "kutsama ve
lanet," yaşam ve ölüm arasında seçme yapabilir ama yaşamı seçmekte çok
gecikirse dönüşü olmayan bir noktaya gelebilir.
8 Aynı yanlış, özgürlük üzerine yazdıklanyla en ince, en derin, en nesnel
özgürlük çözümlemelerini yapmış olan yazar Austin Farrar'da da görülür.
Farrar şunları yazmaktadır: "Seçme, tanımı gereği seçenekler arasında
yapılır. Bir seçeneğin gerçekten ve ruhsal açıdan seçmeye açık olması fikri
de insanların seçmelerini gözleyerek doğrulanır.
nel olarak insanın özgürlüğünden söz etmeye başlar başlamaz, sorunu
çözülmezliğe götüren soyut bir tartışmaya girdiğimizi göstermeye
çalışacağım. Bu durum bir insanın, seçme özgürlüğünü kazanmış öbürünün de
yitirmiş olmasından doğmaktadır. Bunu insanların tümüne uygularsak ya da bir
soyuüamayla ya da Kant ve William James'inki gibi salt ahlaksal bir
varsayımla uğraşıyoruz demektir. Geleneksel özgürlük tartışmasında başka bir
güçlük de özellikle Platon'dan Aqui-nas'a dek uzanan klasik yazarlar
arasındaki eğilimde ortaya çıkar: Burada iyilik ve kötülük sorunu "genel
olarak", sanki insan iyilikle kötülük arasında bir seçme yapabilirmiş,
bunlardan iyiliği seçme özgürlüğüne sahipmiş gibi ele alınır. Bu görüş
tartışmaya büyük bir karışıklık getirmiştir; çünkü genel seçmeyle karşı
karşıya kaldığında insanların çoğu "kötülük"e karşı "iyilik"i seçerler. Oysa
"iyilik"le "kötülük" arasında seçme diye birşey yoktur iyilik ve
kötülük doğru tanımlanmışsa, insanı iyiliğe götüren somut ve özel
eylemlerden oluşan yollar ya da insanı kötülüğe götüren yollar vardır. Seçme
konusunda içimizde doğan ahlaksal çatışma genel olarak iyilikle kötülük
arasında bir seçme yapmaktan çok somut bir karar vermek zorunda kaldığımız
zaman ortaya
çıkar.
Geleneksel tartışmanın başka bir eksik yanı da çeşitli eğilim dereceleri
yerine özgürlüğün seçme gerekirciliğinin karşısına konarak incelenmesidir.9
Daha ilerde de göstermeye çalışacağım gibi gerekirciliğe karşı özgürlük
sorunu aslında eğilimler arasında çatışmadan, bu eğilimlerin kendilerine
özgü yoğunluklarından doğar.
Son olarak da "sorumluluk" kavramının kullanılışındaki kargaşalığa bakalım.
"Sorumluluk" sözcüğü çoğunlukla benim cezalandıracak ya da suçlanacak bir
insan olduğumu göstermek için kullanılır; bu açıdan baktığımızda kendi
kendimi suçlamamla başkalarının beni suçlamasına izin vermem arasında pek
büyük bir aynm yoktur. Kendi kendimi suçlu bulursam cezalandırmm; başkalan
beni suçlu bulurlarsa
tnsanlann bazan belli bir seçeneği seçememeleri, onu seçmeye kapalı
olduklarını gösteren birşey değildir." [The Freedom of the Will (İstenç
Özgürlüğü), (Londra: A and C. Black, 1958, s. 151) sözcüklerin altım ben
çizdim, E. F.].
Leibniz"incliner sans necessiter" (zorunluluk yokken bir eğilimi
benimseme)den söz eden pek az yazardan biridir.
onlar cezalandırır. Bununla birlikte başka bir sorumluluk kavramı daha
vardır ki onun cezalandırma ya da "suç"la hiçbir ilişkisi yoktur. Bu anlamda
sorumluluk yalnızca "o şeyi yaptığımın farkındayım" anlamını taşır. Aslında
yapılan şey "günah" ya da "suç" olarak görülür görülmez yabancılaştınlır. O
şeyi yapan Ben değilimdir; "günahkâr", "kötü insandır; cezalandırılması
gereken "öteki kişi"dir; elbette bu arada suçluluk duyma ve kendini
suçlama'nın üzülmeye, kendini lânetlemeye, yaşamı lânetlemeye yol açtığını
belirtmeye gerek yok. Bu noktayı en büyük Hasidik* ustalardan biri olan
Ger'li Isaac Meier çok güzel belirtmiştir:
Yaptığı kötü birşeyden söz eden ve onu düşünüp duran kişi derinlerine indiği
kötülüğü düşünüyor demektir; insan neyi düşünüyorsa onun içine saplanmıştır
insan tüm ruhuyla düşündüğü şeyin içine batmıştır; bu yüzden de hâlâ kötülük
içinde yüzmektedir. Elbette o kişi düzelemez, çünkü ruhu kabalaşacaktır,
yüreği çürüyecektir, bundan da öte, üstüne üzüntülü bir hava çökecektir. Ne
yararı var? Pisliği öyle de kanştırsan, böyle de karıştırsan pislik gene
pisliktir. Günah işlemiş olmak ya da olmamak cennette ne yararı olabilir
bunun bize? Bunları düşüneceğin zamanı cennetin coşkulu mutluluğu için
inciler dizerek geçirebilirsin, tşte bunun için kutsal kitapta şöyle yazar:
"Kötülükten ayrıl, iyilik yap." kötülükten bütünüyle yüz çevir; o
yolda düşünüp durma ve iyilik yap. Yanlış birşey mi yaptın? Öyleyse onu
doğru birşey yaparak dengeler.
Aynı biçimde Tevrat'ta geçen ve çoğu zaman "günah" diye çevrilen çatah
sözcüğü de aslında (yolu) "yitınnek" demektir; bunda "günah" ve "günahkâr"
sözcüklerindeki suçlayıcılık yoktur. Aynı biçimde Ibranice' de "tövbe"
sözcüğü de tesçubah'da ve (Tann'ya, kendi özüne, doğru yola) "dönmek"
anlamındadır; bu sözcükte de kendini suçlama anlamı
* 18. Yüzyılda Polonya'da ortaya çıkan, Yahudi mistiklerinin oluşturduğu bir
mezhep. (Çev.)
10 In Time and Eternity (Zaman ve Sonsuzluk İçinde) adlı kitapta alıntı
olarak verilmiş; hazırlayan N. N. Glatzer (New York: Schocken Books, 1946).
yoktur. Talmud'da da "dönüşün ustası" ("tövbe etmiş günahkâr") deyimi geçer;
böyle birinin hiç günah işlemeyenlerden üstün olduğu söylenir.
Bireyin karşılaştığı iki özel eylem yolu arasında seçme yapma özgürlüğünden
söz ettiğimizi varsayalım; tartışmamıza tek bir somut ve yaygın örnekle
başlayabiliriz: Sigara içmekle içmemek arasında seçme yapma özgürlüğü.
Sigara içmenin sağlığa verdiği zararlar üzerinde raporları okumuş, sigara
içmekten vazgeçmeye karar vermiş bir tiryakiyi ele alalım. Tiryaki "sigarayı
bırakacağı"na karar vermiştir. Bu "karar" aslında bir karar sayılmaz.
Yalnızca bir umudun dile getirilmesidir. Sigarayı bırakmaya "karar"
vermiştir o kişi ama keyfi ertesi gün sigarayı bırakamayacak kadar yerinde,
daha ertesi günse bırakamayacak kadar bozuktur; üçüncü gün "herkesten ayrı"
davranmak istemez; bir sonraki gün sağlık raporlarının doğruluğundan
kuşkulanmaya başlar; bırakmaya "karar vermiş" olmasına karşın sigara içmeyi
böylece sürdürür gider. Bütün bu kararlar aslında birer fikir, birer plan,
birer düş olmaktan öteye geçemez; gerçek seçme yapılana dek bu kararların
hiçbir geçerliliği yoktur ya da çok az geçerliliği vardır. Bu seçme, önünde
sigara bulunduğunda kişinin o sigarayı içip içmeme karan vermek zorunda
kaldığı zaman geçerlilik kazanır; gene de kişi ilerde, ikinci sigara için de
aynı kararı vermek zorunda kalacaktır ve böylece sürüp gidecektir. Gerçek
karar gerektiren şey her zaman somut eylemdir. Bu durumlarda önemli olan, o
insanın o sigarayı içip içmemekte özgür olup olmadığıdır.
Burada birkaç soran çıkıyor ortaya. O insanın sigara konusundaki sağlık
raporlarına inandığını, inansa bile bu zevkten vazgeçmektense yirmi yıl az
yaşamayı yeğlediğini varsayabiliriz; bu durumda, görünürde bir seçme yoktur.
Ne var ki sorun yalnızca çok iyi sarılıp sarmalanarak gözlerden
kaçırılmıştır. O kişinin bilinçli düşünceleri, uğraşsa da bu savaşı
kazanamayacağını sanmasından doğan akla uydurmalardan başka birşey değildir
belki de. Seçme sorunu ister bilinçaltında kalmış isterse bilinçüstüne
çıkmış olsun, seçmenin yapısı değişmez. Akıldışı tutkuların buyurduğu eyleme
karşı aklın buyurduğu eylemi seçme sorunudur bu. Spinoza'ya göre özgürlük
gerçekliğin farkında olmaktan, bu gerçekliği kabul etmekten doğan, bireyin
ruhsal ve zihinsel yeteneklerini en iyi biçimde geliştirmesini sağlayacak
eylemleri
belirleyen "yeterli fikirler"den oluşur. Spinoza'ya göre insan eylemini,
tutkular ya da (nedenler'le) akıl belirler. Tutkuların yönetiminde insan,
tutsak gibidir; aklın yönetimindeyse özgürdür.
Akıldışı tutkular insanı elinde oyuncak eden, onu gerçek öz çıkarlarının
tersine hareket etmeye zorlayan, onun güçlerini zayıflatıp yok eden, ona acı
çektiren tutkulardır. Seçme özgürlüğü sorunu aynı ölçüde iyi iki olasılık
arasında seçme yapmak, tenis oynamakla yürüyüşe çıkmak, bir dostu görmeye
gitmekle evde oturup kitap okumak arasındaki seçme değildir. Gerekircilik ya
da belirlenmezcilik söz konusu olduğunda, seçme özgürlüğü her zaman daha
kötüye karşı daha iyi olanı seçme özgürlüğüdür. Daha iyi ya da daha kötü
olma durumu da her zaman yaşamın temel ahlaksal sorununa bakılarak anlaşılır
ilericilikle gericilik, sevgiyle nefret, bağımsızlıkla bağımlılık arasında
bir seçmedir bu. Özgürlük, akıldışı tutkuların sesine karşı aklın, sağlığın,
huzurun, vicdanın sesini dinleme ve izleme yeteneğinden başka birşey
değildir. Bu açıdan ben Sokrates'in, Platon'un, Stoacıların ve Kant'ın -L
geleneksel görüşlerine katılıyorum. Burada vurgulamaya çalıştığım şey, aklın
buyruklarına uyma özgürlüğünün, derinliğine incelenebilecek bir ruhbilimsel
sorun olduğudur.
Şimdi gene sigarasını içip içmeme seçmesiyle karşı karşıya kalan kişi
örneğine, değişik söylersek bu kişinin akla uygun isteğini yerine getirme
özgürlüğüne sahip olup olmadığına bakalım. Bu isteğini
gerçekleştiremeyeceğinden az çok emin olduğumuz bir insan tipi
düşünebiliriz. Bu insanın anne figürüne derinden bağlı oral-alıcı bir yapıda
olduğunu, her zaman başkalarından birşey beklediğini, kendisini hiçbir zaman
gerçekleştiremediğini, bu yüzden de yoğun, sürekli bir huzursuzluk içinde
olduğunu varsayabiliriz. Sigara içmek onun için alıcı açlığını doyurma,
huzursuzluğuna karşı bir savunma yoludur; ona göre sigara güçlülüğü,
erginliği, etkinliği simgeler; bu yüzden o kişi sigarasız edemez. Sigaraya
karşı duyduğu açlık huzursuzluğunun, alıcılığının vb. sonucudur ve bu,
dürtülerinin güçlülüğü ölçüsünde büyüktür. Dürtüler bir noktada o denli
güçlüdür ki kişi açlığını içindeki güçler dengesinde çok büyük bir
değişiklik olmadıkça bastıramaz. O zaman, uygulamaya bakarak o kişinin iyi
olduğunu açıkça gördüğü şeyi seçmekte özgür olmadığını söyleyebiliriz. Öte
yandan öylesine olgun,
üretken, açlıktan öylesine uzak bir insan düşünebiliriz ki bu insan akla,
kendi gerçek çıkarlarına karşı hareket edemeyecektir. O kişi de "özgür"
olmayacaktır, sigara içemeyecektir; çünkü bundan böyle sigara içme isteği
duymayacaktır.11
Seçme özgürlüğü insanın elinde "olan" ya da "olmayan" biçimsel, soyut bir
yeti değildir; daha çok, insanın kişilik yapısından doğar. Bazı insanların
elinde iyiyi seçme özgürlüğü yoktur, çünkü o insanlar kişilik yapılan
yüzünden iyiye göre davranma yetilerini yitirmişlerdir. Bazı insanlar da
kötülüğü seçme yetilerini yitirmişlerdir çünkü onlarda da kişilik yapılan
yüzünden kötülüğe karşı istek kalmamıştır. Bu iki aşın durumun,
kişiliklerindeki güçler dengesi yüzünden bu iki tür insanın başka türlü
davranamamalanyla belirlendiğini söyleyebiliriz. Ne var kî insanlann çoğunda
birbiriyle çatışan eğilimler öyle dengelenmiştir ki seçme sözkonusu
olabilir. Seçme edimi, o insanın kişiliğinde birbiriyle çatışan güçlerden
birinin ya da öbürünün ağır basmasıdır.
"Özgürlük" kavramını iki değişik anlamda kullanabileceğimiz ortaya çıktı
sanıyorum: Bunlann birincisinde özgürlük olgun, bütünüyle gelişmiş, üretici
bir insanın tutumunun, yaklaşımının ve kişilik yapısının bir parçasıdır; bu
anlamda "özgür" insandan seven, üretici, bağımsız bir insan olarak
sözedilebilir. Aslında bu anlamda özgür bir insan gerçekten seven, üretici
ve bağımsız bir kişidir, bu anlamda özgürlük, iki olası eylem arasında özel
bir seçmeyi değil o insanın kişilik yapısını gösterir; bu anlamda "kötülüğü
seçmekte özgür olmayan" insan bütünüyle özgür olan insandır. Özgürlüğün
ikinci anlamı şimdiye dek kullanageldiğimiz anlamı, özlü söylersek birbirine
zıt iki seçenek arasında seçme yapma yetişidir; ne var ki bu seçenekler
yaşamda her zaman akılsal çıkarlara karşı akıldışı çıkartan, yaşamın
gelişmesine karşı durgunluk ya da ölüm arasında bir seçmeyi gösterir; bu
ikinci anlamda en iyi ve en kötü insan seçmekte özgür değildirler; seçme
özgürlüğüyse ancak birbiriyle çatışan eğilimler taşıyan ortalama kişi için
sözkonusudur.
Özgürlüğü ikinci anlamda düşünürsek şu sorun çıkar ortaya: Birbiriyle
çatışan bu eğilimler arasından seçme özgürlüğü hangi etkenlere
dayanmaktadır?
11 St. Augustine insanın günah işlemekte özgür olmadığı bir kutsal mutluluk
durumundan söz eder.
Çok açıktır ki en önemli etken birbiriyle çatışan eğilimlerin ne ölçüde ağır
bastığı, özellikle de bu eğilimlerin bilinçaltı yanıdır. Akıldışı eğilim
ağır bastığı zaman seçme özgürlüğünü destekleyen şeyin ne olduğunu sorarsak
yanıt kötüye karşı iyi olanı seçmede belirleyici etkenin farkında-olma
olduğudur: (1) iyinin ve kötünün ne olduğunun farkında olmak; (2) somut
durumda hangi eylemin istenen amaca uygun bir yol olduğunun farkında olmak;
(3) ortada olan isteğin ardında yatan dürtülerin farkında olmak; bu da
bilinçaltı arzulann keşfedilmesi demektir; (4) aralannda seçme yapılabilecek
olanaklann farkında olmak; (5) bu seçeneklerin birine karşı öbürünü seçmenin
getireceği sonuçlann farkında olmak; (6) eyleme geçme istenciyle birlikte
gelmedikçe, insanın tutkulanna karşı girişilen bir eylemin zorunlu olarak
getireceği gerginliğin acısına katlanma isteği olmadıkça, farkında olma
durumunun hiçbir etkisi olmayacağının farkında olmak.
Şimdi bu çeşit farkında olma durumlannı inceleyelim, iyilik ve kötülüğün ne
olĞufymunfarkında olmak pek çok ahlaksal dizgede iyilik ve kötülük diye
adlandınlan şeyleri kuramsal olarak bilmek'ten ayn bir şeydir. Geleneğe
dayanarak sevginin, bağımsızlığın ve gözüpekliğin iyi, nefretin, boyun
eğmenin ve korkaklığın kötü olduğunu bilmenin hiçbir anlamı yoktur, çünkü bu
bilgi yetkililerden, töresel öğretilerden vb. edinilen yabancılaşmış bir
bilgidir; bu bilginin doğru olarak kabul edilmesi bu kaynaklardan
gelmesindendir. Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak,
kendisiyle deneylere girişerek, baş-kalannı gözleyerek sonunda da sorumsuz
bir "fikir" edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği
bilgilere dönüştürmesi demektir. Ne var ki genel ilkeler üzerinde bir karara
varmak da yetmez. Bu farkında olmanın ötesinde insanın kendi içindeki güçler
dengesinin ve bilinçaltı dürtüleri gizleyen akla uydurmalannın farkında
olması gerekir.
Özgül bir örnek alalım: Bir erkek bir kadına karşı büyük bir çekilme, onunla
cinsel ilişkide bulunmak için güçlü bir istek duysun. Erkek bilinçüstünde bu
isteği kadının onca güzel, onca anlayışlı olmasından ya da kendisinin büyük
bir cinsel açlık duymasından, şefkate gereksinme duymasından ya da onca
yalnız olmasından ya da herhangi bir nedenden dolayı duyduğunu düşünür. O
kadınla bir ilişkiye girerse
ikisinin yaşamını da alt üst edeceğinin farkında olabilir; kadının güvensiz
olduğunu, koruyucu bir güç aradığını, bu yüzden yakasını bırakmayacağını
bilebilir; bütün bunları bilmesine karşın kararından caymaz ve kadınla
ilişkiye girer. Neden? Çünkü arzusunun farkındadır ama o arzusunun ardında
yatan güçlerin farkında değildir. Bu güçler neler olabilir? Birçok güç
arasından bir tanesini, çoğu zaman en etkili olan gücü seçeceğim burada:
Erkeğin boş benlik duygusu ve narsisizmi. Erkek o kadını elde etmeyi kendi
çekiciliğini ve değerliliğini kanıtlamak amacıyla aklına koymuşsa bu gerçek
dürtünün çoğu zaman farkında olmayacaktır. Yukarıda sayılan akla
uydurmaların daha da çoğuna, belki tümüne kendini kaptıracak, böylece gerçek
dürtüsüne göre davranacaktır; çünkü bu dürtüyü göremeyecek, daha başka, çok
daha akla yatkın dürtülere göre davrandığı sanısına kapılacaktır.
Farkında olmanın ikinci adımı, o kişinin, hareketinin getireceği sonuçların
bütünüyle farkında olmasıdır. Karar anında kafası arzularla ve yatıştırıcı
akla uydurmalarla doludur. Oysa hareketinin sonuçlarını açıkça görebilse,
örneğin şunları anlayabilse kararı değişecektir: Çok uzatmalı, dürüst
olmayan bir sevgi ilişkisine girmektedir; narsisizmini ancak yeni fetihlerle
duyurabileceğinden o kadından da bıkacaktır; gene de suçluluk duyduğu,
kadını hiçbir zaman gerçekten sevmediğini kabul etmekten korktuğu için
yerine getiremeyeceği sözler vermeye devam edecektir; bu çatışmanın kendisi
ve kadın üzerinde felce uğratıcı, zayıflatıcı etkileri olacaktır vb.
Davranışın ardında yatan gerçek dürtülerin, bu tutumun getireceği sonuçların
farkında olmak bile insanı doğru karara götürecek eğilimi güçlendirmeye
yetmez. Önemli başka bir şeyin daha farkında olmak gerekin Gerçek seçme ne
zaman yapılmaktadır ve insanın yaptığı seçmelerin getirdiği gerçek olanaklar
nelerdir?
Örneğimizdeki erkeğin tüm dürtülerin ve tüm sonuçların farkında olduğunu
varsayalım; o kadınla yatmamaya "karar verdiği"ni varsayalım. Bu karardan
sonra kadını gezmeye götürür ve evine bırakmadan önce "Birşey içelim mi?"
der. Dışardan bakınca bu öneri zararsız görünür. Birlikte içki içmenin
hiçbir zararı yoktur; aslında güçler dengesi bu denli nazik olmasa hiçbir
şeyin zararı yoktur. O anda erkek "birlikte bir içki içme"nin nelere yol
açabileceğini farkedebilse belki de
bu öneride bulunmayacaktır bile. O zaman havanın romantikleşece-ğini,
içkinin istenç gücünü zayıflatacağını, bir içki daha içmek için kadının
evine gireceğini, sonunda kesinlikle kadınla sevişeceğini görebilecektir.
Tam bir uyanıklık içinde bu sonuçtan kaçınamayacağını önceden
kestirebilecek, kestirebildiği için de "birlikte içki içmek"ten
kaçınabilecektir. Oysa arzusu onun bu zorunlu sonucu görmesini
engellediğinden, elinde olanak varken doğru olduğunu bildiği seçmeyi
yapamaz. Başka deyişle asıl seçme burada kadınla sevişmeye başladığı zaman
değil birlikte içki içmeyi önerdiği (ya da belki onu birlikte gezmeye
çağırdığı) zaman yapılmıştır. Bu kararlar zincirinin sonuncu halkasında o
kişi artık özgür değildir; daha önceki bir aşamada gerçek seçmenin hemen
orada, o zaman yapılması gerektiğini farketse belki özgür olma olanağını
kullanabilir. İnsanın kötüye karşı iyiyi seçme özgürlüğüne sahip olmadığı
görüşü, büyük ölçüde olaylar zincirindeki ilk ya da ikinci karara değil de
en son karara bakmaktan doğar. Gerçekten de en son karar anında seçme
özgürlüğü yok olup gitmiştir. Oysa kişi kendi tutkularına bütünüyle
kapılmadan önce bir noktada seçme özgürlüğünü henüz yitirmiştir. Şöyle bir
genelleme yapılabilir belki: Birçok insanın yaşamlarında başarısızlığa
uğramaları akla uygun davranabilme özgürlüğünün ellerinde bulunduğunu
görememelerinden, seçmenin farkına vardıkları zaman da artık karar vermek
için zamanın geçmiş olmasındandır.
Asıl kararın ne zaman verildiğini görebilmekle çok yakından ilgili başka bir
sorun daha vardır. Seçme yeteneğimiz yaşam deneyimlerimizle birlikte sürekli
olarak değişir. Yanlış kararlar vermeyi ne denli uzun sürdürürsek yüreğimiz
o ölçüde katılaşır; ne denli çok doğru karar verirsek yüreğimiz o ölçüde
yumuşar daha iyi söylersek o ölçüde canlılık kazanırız.
Burada söz konusu ilkeye iyi bir örnek satranç oyunudur. Aynı ustalıkta iki
oyuncunun bir oyuna başladığını düşünürsek ikisinin de aynı ölçüde kazanma
şansı vardır (beyaz taşlarla başlayanın şansı birazcık daha fazladır elbette
ama burada önemli saymayabiliriz bunu); başka bir deyişle her iki oyuncunun
da kazanma özgürlüğü aynıdır. Diyelim ki beş el oynadıktan sonra durum
değişmiştir. İkisi de kazanabilirler ama daha iyi bir hamle yapan A daha
büyük bir kazanma
şansına sahiptir. Bir bakıma onun rakibi B'ye göre daha büyük bir kazanma
özgürlüğü vaıdır. Ama B de kazanmakta özgürdür henüz. Birkaç hamleden sonra
A, B tarafından iyi hamlelerle karşılanmayan doğru hamleler yapmayı
sürdürerek artık oyunu kazanacak duruma gelir; ama hemen hemen kazanacak
duruma gelir. B de hâlâ kazanabilir. Birkaç hamleden sonra oyunun sonucu
belli olur. Usta bir oyuncu olduğunu varsayarsak, B artık kazanma özgürlüğü
kalmadığını anlayacaktır. Aslında mat edilmeden önce oyunu yitirdiğini
görür. Kazanma özgürlüğünü yitirdikten sonra bile hâlâ kazanabileceğini
sanan kişi ancak belirleyici etkenleri çözümlenemeyen acemi bir oyuncudur;
böyle bir oyuncu, yanılgısı yüzünden oyunu acı sonuna dek götürür ve şahını
kaptırır.12
Satranç oyunu benzetmesinin anlamı açıktır. Özgürlük "sahip olduğumuz" ya da
"olmadığımız" sürekli bir özellik değildir. Aslında bir sözcüğün, soyut bir
kavramın dışında "özgürlük11 diye bir şey yoktur. Yalnızca bir tek gerçeklik
vardır: Seçmeler yapma süreci içinde kendimizi özgürleştirme eylemi. Bu
süreç içinde seçmeler yapabilme yetimizin derecesi her eylememizle, yaşam
deneyimimizle değişir. Yaşamımda kendime güvenimi, bütünlüğümü,
gözüpekliğimi, inancımı pekiştiren her adım, aynı zamanda istenen
seçenekleri seçme yetimi de artırır; sonunda benim için istenmeyen eylemi
seçmek, isteneni seçmekten çok daha zor bir duruma gelir. Öte yandan her
boyun eğme, her korkaklık hareketi beni zayıflatır, daha büyük boyun eğme
eylemlerine yol açar, sonunda özgürlüğümü bütünüyle yitiririm. Artık hiçbir
yanlış hareket yapamayacağım aşın durumla doğru bir harekette bulunmayı
seçme özgürlüğümü yitirdiğim öbür aşın durum arasında seçme özgürlüğünün
sayısız derecelenmeleri vardır. Yaşamın uygulanmasında seçme özgürlüğünün
derecesi her an değişir. îyiyi seçme özgürlüğümün derecesi büyükse iyiyi
seçmek büyük bir çaba gerektirmez. Küçükse çok büyük bir çabayı,
başkalarının yardımını ve elverişli koşullan gerektirir.
Yitirilen yalnızca bir satranç oyunuysa sonuç insana o denli acı
gelmeyebilir. Ama generallerin artık yitirdiklerini görme yeteneğine ve
nesnelliğe sahip olmamaları yüzünden milyonlarca insan ölürse sonuç
gerçekten acıdır. Yüzyılımızda böylesi acı bir sona iki kez tanık olduk.
Önce 1917'de, sonra da 1943'te. Her iki durumda da Alman generalleri kazanma
özgürlüklerini yitirdiklerini göremediler, savaşı, milyonlarca insanı kurban
ederek akılsızca sürdürdüler.
Bu olguya klasik bir örnek kutsal kitapta Firavun'un Ibraniler'in serbest
bırakılması isteğine karşı gösterdiği tepkidir. Firavun kendisinin, halkının
başına gelen ve gittikçe çoğalan acılardan korkmaktadır; îbraniler'i
bırakmaya söz verir; ama tehlike ortadan kalkar kalkmaz "yüreği katılaşır"
ve gene îbraniler'i serbest bırakmamaya karar verir. Firavun'un tutumunda
asıl önemli olan, yüreğinin katılaşması sürecidir. Doğru yolu seçmekten
kaçındığı sürece yüreği katılaşmaya devam eder. Ne denli acı çekerse çeksin
bu öldürücü gelişmeyi durduramaz; sonunda kendisinin ve halkının yıkımına
yol açar. Firavun'un yüreğinde hiçbir değişiklik olmaz; çünkü o yalnızca
korkuyla karar vermektedir; değişiklik olmaması yüzünden de yüreği gittikçe
katılaşır; sonunda kendisinde seçme özgürlüğü diye bir şey kalmaz.
Firavun'un yüreğinin katılaşması öyküsü aslında kendi gelişmemize,
başkalarının gelişmesine bakarak gözlemleyebileceğimiz bir deneyin şiirli
bir biçimde anlatılmasından başka bir şey değildir. Bir örnek düşünelim:
Sekiz yaşında beyaz derili çocuğun bir arkadaşı vardır: Karaderili
hizmetçinin oğlu. Beyaz çocuğun annesi oğlunun küçük Zenci'yle oynamasını
istemez; ona arkadaşıyla görüşmemesini söyler. Çocuk direnir; annesi
söylediğini yaparsa onu sirke götüreceğine söz verir; çocuk boyun eğer.
İstediğinden caymak ve rüşveti kabul etmek çocukta bir şeylere yol açmıştır.
Utanır, kişilik bütünlüğü zedelenmiştir, kendine güvenini yitirmiştir. Ama
henüz onanlamayacak bir durum yoktur. On yıl sonra bir kızı sever; şöyle bir
tutuluverme değildir bu; ikisi de birbirlerine karşı derin, insanca bir
bağlılık duymaktadırlar; ama kızın ailesi oğlanınkine göre daha aşağı
sınıftandır. Oğlanın anne-babası nişanlanmalarını istemez; oğlanı kandırmaya
çalışırlar; oğlan ayak direyince resmi nişanı dönüşüne ertelemek koşuluyla
altı aylığına onu Avrupa'ya göndermeyi önerirler; delikanlı öneriyi kabul
eder. Bi-linçüstünde bu yolculuğun kendisine çok iyi geleceğine ve elbette
dönüşünde sevgilisine karşı duygularında hiçbir değişiklik olmayacağına
inanmaktadır. Ama öyle olmaz. Pek çok kızla tanışır, çok beğenilir, benlik
duygusunu doyurur; sonunda sevgisi ve evlenme karan zayıfladıkça zayiflar.
Dönüşünden önce kıza nişanı bozduğunu bildiren bir mektup yazar.
Delikanlının karan ne zaman verilmiştir? Onun sandığı gibi son mektubu
yazdığı gün değil, anne-babasının Avrupa'ya gönderme önerilerini kabul
ettiği gün. Bilinçüstünde olmasa da bu rüşveti kabul etmekle kendisini
sattığını sezmiştirve karşılık olarak söz verdiği şeyi yerine getirmesi,
kızdan aynlması gerekmiştir. Aynlmasımn nedeni Avrupa'da yaptıklan değildir;
sözünü tutmak için içinden geçtiği mekanizmadır. Burada da gene sözünden
caymıştır; sonunda bu, kendinden nefret etmesine (yeni fetihlerin vb.
getirdiği doyumun ardına gizlenmiş de olsa) iç sağlamlığını, kendine
güvenini yitirmesine yol açmıştır. Bu delikanlının yaşamını aynntılanyla
izlemeye gerek var mıdır artık? Fizik okuyacağına babasının işini
sürdürecektir; karşılığında ödüllendirilecektir; anne-babasının zengin
dostlannın kızıyla evlenecektir; başanlı bir işadamı ve siyasal bir önder
olacaktır; kamuoyuna karşı direnmekten korktuğu için vicdanının sesine kulak
vermeyerek öldürücü kararlar alacaktır. Yüreğin katılaşmasının öyküsüdür
onun öyküsü. Bir ahlaksal yenilgi onu ikinci bir ahlaksal yenilgiye götürür;
sonunda dönüşü olmayan bir noktaya sürüklenir. Sekiz yaşındayken direnip
rüşveti almayabilirdi; özgürdü henüz. O zaman belki onun çıkmazını duyan,
bilen bir dostu, büyükbabası ya da bir öğretmeni yardım edebilirdi
kendisine. On sekiz yaşında özgürlüğü biraz daha azalmıştır; daha sonraki
yaşamı özgürlüğünün gittikçe azaldığı bir süreçtir artık; sonunda öyle bir
noktaya gelir ki yaşam oyununu bütünüyle yitirir. Pek çok insan Hitler'in ya
da Stalin'in görevlileri ölçüsünde vicdansız ve katı yürekli olsalar bile
iyi insan olma şansıyla başlamışlardır yaşamlanna. Bu insanlann yaşamlannı
çok aynntılı bir biçimde çözümlersek belki bir anda yüreklerinin ne ölçüde
katılaşmış olduğunu, insan olma şanslarını son olarak ne zaman
yitirdiklerini öğrenebiliriz. Bunun tersi de doğrudur; ilk basan ondan
sonrakini kolaylaştırır; sonunda doğruyu seçmek hiçbir çaba gerektirmez
artık.
Örneğimizde birçok insanın başansızhğa uğradığı nokta açıkça görülüyor; bu
insanlann yaşama sanatında başansızhğa uğramalannın nedeni, yaradılıştan
kötü ya da istenç gücünden yoksun olmalan yüzünden daha iyi bir yaşam
sürememeleri değildir; başansızlıklan yolun ikiye aynldığı noktada
durduklan, bir karar vermelerinin gerek-
tiği zaman uyanıp gözlerini açmamalanndan doğar. Yaşamın kendilerine bir
soru getirdiğinin, yanıt verme seçeneklerinin henüz ellerinde olduğunun
farkında değillerdir. Yanlış yolda attıklan her adımla, yanlış yolda
olduklarını kabul etmeleri gittikçe güçleşir; bu da çoğu zaman o ilk
yanlışlık noktasına dönmeleri gerektiğini, boşu boşuna zaman ve enerji
harcamış olduklannı kabul edememelerinden doğar.
Aynı şeyler toplumsal ve siyasal yaşamda da geçerlidir. Hitler'in başansı
zorunlu muydu? Alman halkının herhangi bir noktada onu baştan atma özgürlüğü
yok muydu? 1929'da Almanlar'ı Nazilik'e doğru götüren etkenler vardı.
Düşünce yapılan 1918'le 1923 arasında oluşan öfkeli ve sadist bir alt-orta
sınıfın bulunması, 1929 ekonomik çöküntüsünün yarattığı geniş işsizlik;
ülkede sosyal demokrat önderlerin daha 1918'de hoşgörüyle karşıladıklan
askeri güçlerin gittikçe ağırlık kazanması; ağır sanayicilerin
kapitalizmdışı bir gelişmeye karşı duyduk-lan kuşku; komünistlerin, sosyal
demokratlan başlıca düşman belleme taktikleri; yetenekli olsa da yan deli,
çıkarcı bir demagogun bulunması bunlar etkenlerin yalnızca en önemli
olanlandır. Öte yandan Nazilik'e karşı güçlü işçi sınıfı partileriyle güçlü
işçi sendikaları gene Nazilik'e karşı olan bir liberal orta sınıf vardı;
Almanlar'ın kültür ve insancılık gelenekleri vardı. Her iki tarafı çeken
etkenler 1929'da öyle bir denge durumu içindeydiler ki Nazilik'in yenilgiye
uğratılması olanağı ' henüz yitirilmemişti. Aynı şey Hitler'in Rhineland'ı
işgalinden önceki dönem için de söylenebilir; orduda bazı önderler arasında
Hitler'e karşı bir tertip ve Hitler'in askeri tabanının zayıflatılması söz
konusuydu; Batılı müttefiklerin güçlü bir eylemle Hitler'i yenilgiye
üğratmalan çok olasıydı. Öte yandan Hitler çılgınca zalimliği, katı
yürekliliği ve acımasızlığıyla işgal ettiği ulusların halklanni kendine
düşman etmeseydi ne olurdu? Kendisine Moskova, Stalingrad ve başka
mevzilerden stratejik bir biçimde çekilmesini öğütleyen generallerini
dinleseydi ne olurdu? Bütünüyle yenilgiye uğramaktan kaçınma özgürlüğü var
mıydı elinde?
Son örneğimiz farkında olmanın seçme yetisini büyük ölçüde belirleyen başka
bir yanını aydınlatıyor Gerçek olasılıklardan doğma-dıklan için
gerçekleşmeleri olanaksız olan seçeneklere karşı gerçekliği olan seçenekleri
seçebilmek.
Gerekirciliğe göre her seçme durumunda bir tek gerçek olasılık vardır;
Hegel'e göre özgür insan bu bir tek olasılığın, başka deyişle zorunluluğun
farkında olarak hareket eder. Özgür olmayan insan bunu göremez; bu yüzden de
zorunluluğa, aklın buyruğuna uyduğunu bilmeden belli bir biçimde davranır.
Öte yandan gerekirci olmayan bir açıdan, seçme anında birçok olasılık vardır
ve insan bunlardan birini seçmekte özgürdür. Ne var ki çoğu zaman yalnızca
bir tek "gerçek olasılık" değil iki ya da daha fazla olasılık bulunur.
însanı sınırsız sayıda olasılıklar arasında bir seçme yapma durumunda
bırakan belirlenmezcilik diye bir şey yoktur.
"Gerçek olasılık"la ne anlatmak istiyoruz? Gerçek olasılık bireyin ya da
toplumun içinde etkileşmekte olan güçlerin yapısı gözönüne alındığında
gerçekleşebilecek olasılıktır. Gerçek olasılık insanın isteklerini ve
arzularını gösteren ama o koşullar içinde hiçbir zaman
gerçekleştirilemeyecek olan yalancı olasılığın tam karşıtıdır, insan, belli
ve belirlenebilir bir düzende bir araya gelen güçler topluluğundan oluşur.
Kendine özgü bu güçler düzeninden oluşan "insan" sayısız etken altındadır:
Çevresel koşullar (sınıf, toplum, aile), kalıtımsal ve bedensel koşullar;
maddi olarak inceleyebileceğimiz bu etkenlerin, "sonuçlar"ı önceden
belirleyen "zorunlu" nedenler olup olmadıklarını anlayabiliriz. Yaradılıştan
utangaç bir insan ya aşın sıkılgan, içine kapanık, edilgen, pısırık birisi
olabilir ya da çok sezgili birisi, örneğin yetenekli bir şair, bir
ruhbilimci ya da doktor olabilir. Ama böyle bir insanın duygusuz, umursamaz,
vurdumduymaz, "istediğini alan" bir insan olma yolunda "gerçek bir olanağı"
yoktur. Şu ya da bu yönde gelişmesi, ona yön veren öteki etkenlere bağlıdır.
Aynı ilke yaradılıştan sadistliğe eğilimi olan ya da çok erken yaşlarda
sadistlik eğilimi geliştiren insan için de geçerlidir; bu durumda o kişi ya
sadist olur ya da sadistliğiyle savaşıp o yanını yenerek öylesine güçlü bir
zihinsel "koruyucu madde" geliştirir ki artık zalimce davranamaz; üstelik
kendisine ya da başkalarına karşı girişilen zalimliklere karşı da aşın
duyarlı olur; ama hiçbir zaman sa-dizme karşı ilgisiz bir kişi olamaz.
Yaradılıştan gelen etkenler arasındaki "gerçek olanaklar"dan sigara
tiryakisi örneğimize dönersek, tiryakinin karşısında iki olanak bulunduğunu
görürüz: O kişi ya tam bir tiryaki olarak kalacaktır ya da
artık bir tek sigara bile içmeyecektir. Sigara içmeye devam edebileceği ama
günde yalnızca birkaç sigarayla yetinebileceği inancı tam bir yanılsamadır.
Kadınla ilişkiye giren erkek örneğimizde de adamın karşısında iki gerçek
olasılık vardır: Ya kızı gezmeye götürmeyecektir ya da onunla bir sevgi
ilişkisine girecektir. Erkeğin düşündüğü olasılık, kızla içki içmeye karşın
ilişkiye girmemek, erkeğin ve kadının kişilik-lerindeki güçler toplamı
düşünülürse gerçekdışıdır.
işgal ettiği ülkelerin halkına karşı öylesine katı ve zalimce davranmasaydı,
stratejik geri çekilme önerilerini kabul etmeyecek ölçüde narsisist
olmasaydı vb., Hitler'in savaşı kazanması hiç değilse böylesine bir yıkımla
yitirmemesi gerçek bir olasılığa dönüşebilirdi. Ama bu olasılıklara dışında
hiçbir gerçek olasılık söz konusu değildi. Umduğu gibi Hitler'in işgal
ettiği ülkelerin halklarına karşı yıkıcılığını böylesine sürdürebilmesi,
aynı zamanda hiç geri çekilmeyerek boş benlik duygusunu ve büyüklüğünü
doyurması, bu arada bütün öteki kapitalist güçleri kendi tutkulanyla tehdit
etmesi, üstelik savaşı kazanması bunlann hepsi Hitler için gerçek
olasılıklar arasına giremezdi. Aynı şey, içinde bulunduğumuz durum için de
geçerlidir: Her yanda nükleer silâhların bulunmasının, bunun yarattığı
karşılıklı korku ve kuşkunun yol açtığı güçlü bir savaş eğilimi vardır;
uluslar kendi üstünlüklerine körü körüne tapmaktadırlar; dış politika,
nesnellikten ve akıldan yoksundur. Öte yandan her iki bloktaki halklann çoğu
nükleer savaşın yıkımından kaçınmak istemektedirler; insanlığın geri kalan
kesimiyse büyük güçlerin öteki ülkelerin tümünü bu çılgınlığa
sürüklemelerine karşı bağırarak direnmektedirler; banşçıl çözümlere
başvurulmasını sağlayacak, insanlığı mutlu bir geleceğe götürecek toplumsal
ve teknolojik etkenler vardır, iki ayn yönde gelişen bu iki dizi etkenin
yanında insanların seçebileceği iki gerçek olasılık bulunmaktadır Nükleer
silâhlanma yansına ve soğuk savaşa son vererek banşı seçmek; ya da şimdiki
politikayı sürdürerek savaşı seçmek. Bunlardan birisi ağır bassa bile her
iki olasılığın da geçerliliği vardır. Seçme özgürlüğü henüz yitirilmemiştir.
Ama hem silâhlanma yansını, hem soğuk savaşı, hem paranoid nefret tutumunu,
hem de nükleer yıkımdan kaçınabilmeyi bir arada sürdürme olasılığı yoktur.
1962'de karar özgürlüğü yitirilmiş gibiydi; birkaç ölümdelisi'nin dışında
kimsenin istememesine karşın, yıkım gene de gerçekleşmek üzereydi. O zaman
insanlık nasılsa bu korkulu durumdan kurtuldu. Ardından gelen gerginliklerin
yumuşaması döneminde görüşmeler yapıldı, ödünler verildi. İçinde
bulunduğumuz şu günler 1964 belki de insanlığın yaşamla yıkım arasında seçme
özgürlüğünü kullanabileceği son olanaktır. İyi niyetten öteye geçmeyen,
önümüzdeki seçeneklere ve bunların getireceği sonuçlara bir açıklık
kazandırmayan yüzeysel anlaşmaların ötesine geçemezsek, seçme özgürlüğümüz
bütünüyle elimizden gidecektir. İnsanlık kendini yok ederse bu, insan
yüreğinin yaradılıştan kötü olmasından değil gerçekçi seçeneklerin ve
bunların getireceği sonuçların farkına varamamasından olacaktır. Özgürlük,
aralarından seçme yapabileceğimiz gerçek olanaklarla özlemlerimizi dile
getiren "gerçekdışı" olanakların farkında olmaktan doğar; özlemlerimiz
yoluyla gerçek ama (bireysel ve toplumsal açıdan) sevimsiz seçenekler
arasında karar vermek gibi tatsız bir görevden kendimizi kurtarmış oluruz.
Gerçekdışı olanaklar elbette aslında hiç de olanak sayılmaz; boş düşlerdir
bunlar yalnızca. Ama acınası gerçek şudur ki çoğumuz gerçek seçeneklerle,
sezgi ve özveri gerektiren bir seçme yapma zorunluğuyla karşı karşıya
kaldığımızda deneyebileceğimiz başka olasılıklar bulunduğunu düşünmek
isteriz; böylece bu gerçekdışı olasılıkların aslında bulunmadığını, bunların
peşinden gitmenin kararı, alınyazısının karanlığına gömmek olduğunu
görmezlikten geliriz. Varolmayan olasılıkların gerçekleşeceği yanılsaması
içinde yaşayan insan kendisi için seçmeyi başkalarının yaptığı, kendisinin
istemediği bir yıkıma uğradığı zaman şaşırır, kızar, kırılır. İşte o zaman
başkalarını suçlamak, kendini savunmaya girişmek ve/ya da Tann'ya dua etmek
gibi yanlış tutumlar edinir; oysa kişinin, sorunla yüzyüze gelmekten
korkması, sorunu kavrayacak ölçüde akıllı olamaması yüzünden önce kendini
suçlaması gerekir.
Öyleyse sonuç olarak insanın eylemlerinin, her zaman kişiliğini etkileyen
(çoğu zaman bilinçaltı) güçlerden doğan eğilimlerden doğduğunu
söyleyebiliriz. Bu güçler belli bir yoğunluğa ulaştığında öylesine etkili
olabilirler ki insana belli eğilimler vermekten de öteye giderek onu
belirlerler; böylece kişinin elinde seçme özgürlüğü diye bir
şey kalmaz. Birbiriyle çatışan bu eğilimlerin kişilik içinde olumlu bir
biçimde etkili olduğu durumlarda seçme özgürlüğü var demektir. Ama bu
özgürlük, varolan gerçek olasılıklarla sınırlıdır. Bu gerçek olasılıklar
toplam durumla belirlenir. İnsanın özgürlüğü, varolan gerçek olasılıklar
(seçenekler) arasında bir seçme yapma olanağından oluşur. Bu anlamda
özgürlük "zorunluluğun farkında olarak davranma" değil seçeneklerin ve
bunların sonuçlarının farkında olarak davranma diye tanımlanır.
Belirlenmezcilik diye bir şey yoktur hiçbir zaman; bazen gerekircilik
vardır, bazen de yalnızca insana özgü farkında olma olgusundan doğan
seçenekçilik vardır. Başka bir deyişle her olay bir nedenden doğar. Ne var
ki o olaydan önceki etkenler topluluğunda bir sonraki olayın neden
olabilecek dürtüler bulunabilir. Bu olası nedenler arasından hangisinin
belirleyici neden olacağı insanın karar anının farkında olmasına bağlıdır.
Başka deyişle hiç bir şey nedensiz değildir; ama her şey (sözcüğün "katı"
anlamıyla) belirlenmiş değildir.
Burada geliştirilen gerekircilik, belirlenmezcilik ve seçenekçilik görüşleri
temelde üç düşünürün, Spinoza, Marx ve Freud'un düşüncelerini izler.
Bunların üçüne de çoğu zaman "gerekirci" denmiştir. Bunun için de pek çok
neden vardır; nedenlerin en başta geleni bu düşünürlerin kendilerini
gerekirci saymalarıdır. Spinoza şunları yazmıştır "Kafada mutlak ya da özgür
istenç yoktur; kafanın şunu ya da bunu istemesi, bir nedenin belirlediği bir
nedenle belirlenmiştir; bu sonuncu nedeni de başka bir neden belirler ve bu
sonsuza dek böyle sürüp gider."13 Spinoza, kendimizi kandırmamız yüzünden
istencimizi öznel bir biçimde özgür sandığımızı göstermiştir şu durum,
başka pek çok düşünür gibi Kant'a göre de istencimizin özgür olduğunun
kanıtıdır: Arzularımızın farkındayızdır ama arzularımızı yaratan dürtülerin
farkında değilizdir. Bu yüzden arzularımızın "özgür olduğu"na inanırız.
Freud da gerekirci bir tutum göstermiş, ruhsal özgürlüğe ve seçmeye
inanmıştır; belirlenmezcilik "oldukça bilimdişidir (...) Bu görüş zihinsel
yaşamı bile yöneten bir gerekirciliğin önünde silinip gitmek zorundadır."
demiştir. Marx da gerekircilikten yana gibidir. Marx siyasal olayları,
sınıfsal ayrımların ve sınıf mücadelesinin sonuçlan, sınıf
13 Spinoza, Ethic (Ahlâk), II, Prop. XLVIII.
mücadelesini de varolan üretim güçlerinin ve bu güçlerin gelişmesinin
sonuçlan olarak açıklayan tarih yasalarım bulmuştur. Öyle anlaşılıyor ki her
üç düşünür de insanın özgür olduğunu yadsıyor ve insanda, onun ardından iş
gören güçlerin bulunduğunu kabul ediyorlardı; bu güçler yalnızca insanı öyle
davranmaya itmekle kalmıyor aynı zamanda onun öyle davranmasını
belirliyordu. Bu anlamda Marx'i, zorunluluğun farkında olmayı en büyük
özgürlük sayan Hegel'ciliğin izleyicisi saymak gerekir.14
Spinoza, Marx ve Freud kendilerinin gerekirci olarak nitelendirilmelerine
yol açan anlatımlar kullanmakla kalmamış; bundan öte, izleyici ve
öğrencileri de onlan böyle yorumlamışlardır. Özellikle Marx ve Freud için
doğrudur bu. Pek çok "Marx'ci" tarihin sanki değiştirilemeyecek bir akışı
varmış, gelecek bütünüyle geçmiş tarafından belirlenmiş, belli playlann
olması kaçınılmazmış gibi bir dil kullanmıştır. Freud'un öğrencilerinin çoğu
da Freud için aynı görüşü savunmuşlardır; onlara göre Freud'un ruhbilimi
sonraki sonuçlan önceki nedenlerle açıklayabildiği için bilimseldir.
Ne var ki Spinoza, Marx ve Freud gerekirci olarak tanımlanınca, bu üç
düşünürün felsefelerinin öteki yanı bütünüyle dikkatlerden kaçmış oluyor.
"Gerekirci" Spinoza neden en önemli yapıtını ahlâk üzerine yazmış olsun?
Marx'in en büyük amacı neden toplumcu devrim, Freud'un başlıca amacı da
neden ruhsal bakımdan hasta insanı nevrozundan kurtaracak bir tedavi bulmak
olsun?
Bu sorulann yanıtı çok yalındır. Adı geçen düşünürlerin üçü de insanın ve
toplumun belli bir biçimde davranmaya ne ölçüde yatkın olduğunu, bazen bu
yatkınlığın belirlenmeye dek varabileceğini görmüşlerdir. Sonra bunlar
yalnızca açıklamayı, yorumlamayı amaçlayan düşünürler değil değiştirmeyi ve
dönüştürmeyi amaçlayan kişilerdi. Spinoza'ya göre insanın görevi, ahlaksal
amacı, gerekirciliği azaltmak, daha çok özgürlüğe ulaşabilmekti. însan bunu
kendinin farkında olarak, onu kör ve tutsak eden tutkulannı bir insan olarak
kendisini gerçek çıkarlan doğrultusunda davranmaya götüren eylemlere ("etkin
sonuç-
Bu noktaların ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Erich Fromm, Beyond the
Chains of Illusion (Türkçe çevirisi: Yeni Bir Toplum Yeni Bir insan) (New
York: Simon and Schuster, 1962; New York Pocket Books. 1963).
lara") dönüştürerek başarabilirdi. "Tutku olan bir duygu belirgin ve açık
bir biçimde algılanır algılanmaz tutku olmaktan çıkar."15 Spinoza'ya göre
özgürlük bize verilmiş bir şey değil, belli sınırlamalar içinde sezgi ve
çabayla elde edebileceğimiz bir şeydir. Yürekliysek ve farkında
olabiliyorsak seçme seçeneği elimizdedir. Özgürlüğü ele geçirmek güç bir
iştir; çoğumuzun başansızhğa uğraması bundandır. Spinoza Ethic 'in sonunda
şunlan yazmıştın
Zihnin duygular ve kafa özgürlüğü üzerindeki etkisiyle ilgili olarak
söylemek istediklerimi böylece tamamladım. Buradan bilge kişinin yalnızca
duygularıyla sürüklenen bilisiz kişiye göre ne denli güçlü olduğu, onu nasıl
geride bıraktığı açıkça görülüyor. Çünkü bilisiz kişi kendi ruhunu gerçekten
eline almaksızın dış nedenlerin elinde, çeşitli yönlerde sürüklenmekle
kalmaz; üstelik sanki kendisinin, Tanrının ve nesnelerin farkında olmadan
yaşar; acı çekmez duruma geldiği (Spi-noza'nın deyişiyle edilgen olduğu)
zaman da varolmaktan çıkar.
Oysa bilge kişi, böyle kabul edildiği sürece, ruhunda hiçbir huzursuzluk
duymaz; tersine kendisinin, Tanrının ve nesnelerin belli bir sonsuz
gereklilik duygusuyla farkında olduğundan hiçbir zaman varolmaktan çıkmaz;
tersine her zaman ruhunu gerçekten tanır.
insanı bu sonuca götürdüğünü belirttiğim yol son derece güç görünse de
bulunması olanaksız bir yol değildir. Bu yolu bulmak güç olsa gerektir;
çünkü yolu bulanlar çok azdır. Kurtuluş hemen şuracıkta hazır ve hiç
zahmetsiz erişilebilecek bir şey olsaydı, insanların ner-deyse tümünün ona
erişememesi nasıl açıklanabilirdi? Ama eksiksiz olan her şey az bulunduğu
ölçüde güçtür de.16
Modern ruhbilimin kurucusu olan ve insanı belirleyen etkenleri gören Spinoza
gene de bir ahlâk kitabı yazıyor. Spinoza'nın amacı insanın tutsaklıktan
özgürlüğe nasıl geçebileceğini göstermektir. Onun "ahlâk" anlayışı
özgürlüğün ele geçirilmesidir. Bu ele geçirme eylemi akılla, yeterli
düşüncelerle, farkında olma'yla gerçekleştirilebilir; ne var ki bu, birçok
insanın göstermek istediğinden çok daha büyük bir çaba göstererek
gerçekleştirilebilir ancak.
Spinoza'nm yapıtı bireyin "kurtuluş"unu amaçlayan bir öneriyse (burada
kurtuluş, farkında olma ve büyük bir çabayla özgürlüğü ele geçirmektir)
Marx'm istediği de bireyin kurtulmasıdır. Ne var ki Spinoza yalnızca
bireysel akıldışılıkla uğraşırken Marx bu görüşü genişletmiştir. Ö, bireyin
akıldışılığının içinde yaşadığı toplumun akıldı-şılığından geldiğini, bu
akıldışılığın da ekonomik ve toplumsal düzenin içinde bulunduğu plansızlık
ve çelişkilerden doğduğunu görmüştür. Marx da Spinoza gibi özgür ve bağımsız
insan amaçlamış, ama bu özgürlüğe kavuşabilmek için insanın kendisini
etkileyen, belirleyen güçlerin farkında olması gerektiğini görmüştür.
Farkında olmanın ve çabanın sonucu özgürleşmedir. Daha özlü söylersek, işçi
sınıfının evrensel insan özgürlüğünü sağlayacak tarihsel güç olduğuna inanan
Marx insanın özgürleşmesi için gerekli koşulların sınıf bilinci ve
mücadelesi olduğunu söylemiştir. Spinoza gibi Marx da şöyle dediği için bir
gerekircidir: Gözlerinizi her şeye kapar, en büyük çabayı göstermekten
kaçınırsanız özgürlüğünüzü yitirirsiniz. Ne var ki Marx, Spinoza gibi
yalnızca yorumla yetinmez; dönüştürmek ister bu yüzden Marx tüm
çalışmalarını insanın farkında olma ve çabayla nasıl özgür olabileceğini
öğretmeye yoğunlaştırmıştır. Çoğunlukla sanıldığı gibi Marx hiçbir zaman
zorunlu olarak yer alacak tarihsel olayları önceden haber verdiğini
söylememiştir. Her zaman bir seçenekçi olarak kalmıştır. Kendisini yöneten
güçlerin farkında olabilirse, özgürlüğünü kazanmak için en büyük çabayı
gösterebilirse, insan, zorunluluğun zincirlerini kırabilir. Bu seçenekçüiği
özlü bir biçimde dile getiren de en büyük Marx yorumcularından biri olan
Rosa Luxemburg'tur. Yüzyılımızda insan "toplumculukla barbarlık" arasında
bir seçme yapma durumuyla karşı karşıyadır.
Bir gerekirci olan Freud da insanı dönüştürmeyi amaçlıyordu: Nevrozu
sağlıklılığa dönüştürmek, Id'in yerine Ego'nun egemenliğini geçerli kılmak
istiyordu. Nevroz hangi türü olursa olsun insanın akla uygun bir biçimde
hareket etme özgürlüğünü yitirmesinden başka nedir? Spinoza'yla Marx gibi
Freud da insanın ne ölçüde belirlenmiş olduğunu görmüştür. Freud da belli
akıldışı, bu yüzden de yıkıcı davranışlarda bulunma isteğinin kendinin
farkında olarak ve çaba
göstererek değiştirilebileceğini görmüştür. Bu yüzden Freud'un çalışması,
nevrozu kendinin farkında olarak tedavi etme yöntemidir ve tedavinin
dayandığı kural şudur: "hakikat seni özgür kılacaktır."
Ana kavramların çoğu üç düşünürde de ortaktır: (1) însanın eylemleri daha
önceki nedenlerle belirlenir; ama insan kendisini bu nedenlerin etkisinden
farkında olma ve çabayla kurtarabilir. (2) Kuram ve \ uygulama birbirinden
ayrılamaz. "Kurtuluş"a ya da özgürlüğe ulaşanı bilmek için insanın bilmesi,
"kuramı"nın doğru olması gerekir. Ama insan eyleme girişip mücadele
vermedikçe bilemez.17 Bu üç düşünürün üçünün de en büyük buluşu kuram ve
uygulamanın, yorum ve değişikliğin birbirinden ayrılamayacağıdır. (3)
însanın bağımsızlık ve özgürlük savaşını yitirebileceği konusunda gerekirci
olsalar da bu düşünürler temelde seçenekçidirler: Hepsi de insanın
belirlenebilir bazı olasılıklar arasında seçme yapabileceğini, bu
seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceğinin insana bağlı olduğunu
söylemişlerdir; seçenekler arasında seçme yapma, özgürlüğünü yitirmemişse
insana bağlıdır. Bu yüzden örneğin Spinoza herkesin kurtuluşa erebileceğine
inanmamıştır, Marx toplumculuğun ister istemez başarıya ulaşacağına, Freud
da kendi yöntemiyle her nevrozun iyileştirilebileceğine inanmamıştır.
Gerçekten de bu düşünürlerin üçü de hem kuşkucu hem de büyük inanç sahibi
kişilerdir. Onlara göre özgürlük, zorunluluğun farkında olarak davranmaktan
öte bir şeydir; kötülüğe karşı iyiliği seçme konusunda insanın elinde
bulunan en büyük olanak farkında olma ve çaba gösterme temeline
dayanarak gerçek olasılıklar arasında bir seçme yapma olanağıydı. Onların
tutumları ne gerekircilikti ne de belirlenmezcilikti; gerçekçi, eleştirel
insancılığa dayanan bir tutumdu.18
17 Örneğin Freud hastanın tedavi için para ödeyerek ekonomik bir özveride
bulunması, iyileşmek için de akıldışı düşlerine kapılıp onları
gerçekleştirmekten vazgeçmenin yarattığı gerginliğe katlanması gerektiğine
inanıyordu.
Burada anlatılan seçenekçilik görüşü temelde tbraniler'in Kutsal Kitap'mdaki
görüştü. Tanrı, insanın tarihine onun yüreğini değiştirerek karışmıyordu.
'Habercilerini, peygamberlerini üç katlı bir görevle insanlara gönderiyordu:
Bu üç katlı görev insanlara belli amaçlan benimsetmek, onlara seçeneklerinin
sonuçlarını göstermek, yanlış kararlara karşı çıkmayı öğretmekti. Seçmeyi
yapmak insanlara kalmıştı; kimse, Tann bile "kurtaramazdı" onları. Bu
ilkenin en açık biçimde ortaya çıktığı yer, İbraniler bir kral
istediklerinde Tann'nın Samuel'e verdiği yanıttır: "Şimdi bu yüzden onların
sesine kulak ver. Nasıl oluyor da böyle ciddi olarak karşı çıkabiliyor,
kendilerini yönetecek tanrının davranışlarını gösterebiliyorsun onlara?"
Budizm'de de temel tutum budur. Buda, insan acılarının nedenini bulmuştur
açgözlülük. Buda insanın karşısına açgözlülüğünü, acılarını sürdürmek,
yeniden doğuş zincirine bağlı kalmak yerine açgözlülükten vazgeçmek böylece
acılara ve yeniden doğmaya son vermek seçeneğiyle çıkar, tnsan bu iki gerçek
olasılıktan ancak birini seçebilir; önünde başka bir olasılık yoktur.
insanın yüreğini, iyiliğe ve kötülüğe yatkınlığını inceledik. Bu kitabın ilk
bölümünde ortaya attığımız sorular konusunda daha sağlam bir sonuca
ulaşabildik mi acaba?
Belki. Gene de araştırmamızın sonuçlarını şöylece özetlemek yararlı
olacaktır:
1. Kötülük insana özgü bir olgudur, insanlık öncesi duruma dönme, insana
özgü olan nitelikleri (aklı, sevgiyi, özgürlüğü) yok etme çabasıdır. Ama
kötülük yalnız insana özgü değil aynı zamanda trajik bir şeydir de. insan
gerileyerek en ilkel yaşama, en ilkel deney biçimlerine dönse bile insan
olmaktan kurtulamaz; bu yüzden bir çözüm olarak kötülükte doyum bulamaz.
Hayvan kötü olamaz; temelde, yaşamını sürdürmesini sağlayan yaradılıştan
getirdiği dürtülerine göre davranır. Kötülük insanlık alanının dışına
kayarak insanca olmayan alana taşma Çabasıdır; ama gene de son derece
insanca bir şeydir, çünkü insan "Tann" olamayacağı gibi hayvan da olamaz.
Kötülük, insanın insanlık yükünden kurtulma yolunda giriştiği trajik çabada
kendisini yitirmesi-dir. Kötülük yapma yetisi büyüktür, çünkü insanda
kötülüğün her türünü düşünmeyi sağlayacak, böylece bunları işleyip
gerçekleştirecek, hasta imgelerini doyurabilecek bir imgelem gücü vardır.19
Burada anlatılan iyilik ve kötülük fikri temelde Spinoza'nın açıkladığı
iyilik ve kötülükle çakışır: "Öyleyse bundan sonra 'iyi' dediğimde örnek
aldığımız insan yaradılışı türüne (Spinoza'nın terimiyle insan yaradılışı
örneğine) en çok yaklaşan yol olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyleri,
rak anlatmasından sonra tbraniler bir kral istemekte direnince Tann şunları
söyler: "Onların seslerine kulağını aç ve onlara bir kral ver." (I Sam.
8:9,22). Aynı seçenekçilik ruhu şu cümlede de ortaya çıkar: "Bugün sizin
önünüze kutsamayla laneti, yaşamla ölümü koyuyorum. Ve siz yaşamı
seçiyorsunuz." İnsan seçebilir. Tann onu kurtaramaz; Tann'mn yapabileceği
tek şey insanın karşısına temel seçenekleri, yaşamı ve ölümü çıkarmak
ve insanı yaşamı seçmesi için yüreklendirmektir.
İyilik ve kötülük dürtüleri için Jezer sözcüğünün kullanılması ilginçtir, bu
sözcük kutsal kitap tbranicesi'nde "imgelenenler" anlamına gelir.
'kötü' dediğimde de bu türe yaklaşmamızı engelleyici olduğunu kesinlikle
bildiğimiz şeyleri kastedeceğim."20 Mantıksal olarak Spinoza'ya göre "bir
at, insan biçimine sokulduğunda tıpkı bir böcek biçimine sokulduğu zamanki
kadar yıkıma uğramış olacaktır."21 iyilik, yarlığımızı özümüze gittikçe daha
çok yaklaşacak biçimde değiştirmek demektir; kötülük de varlıkla öz arasında
gittikçe büyüyen bir yabancılaşma yaratmaktır.
2. Kötülük dereceleri aynı zamanda gerileme derecelerini gösterir. En büyük
kötülükler, yaşama en çok karşı olan eğilimlerdin Ölüm sevgisi, ana rahmine,
toprağa, canlı olmayan şeylere dönmek için girişilen kandaşlar arası cinsel
ilişki bağıyla birlikte yaşama çabası; narsisist bir biçimde insanın
kendisini kurban etmesi; bu durumda insan yaşama düşman olacak ve kendi
benliğinin hapishanesinden kurtulamayacaktır. Böyle yaşamak, "cehennem"de
yaşamaktır.
3. Daha küçük gerileme derecelerine göre daha küçük kötülükler vardır: Sevgi
yoksunluğu, akıl yoksunluğu, ilgi yoksunluğu, gözüpeklik yoksunluğu gibi.
4. insan gerilemeye de ilerlemeye de yatkındır; bu da insanın hem iyiliğe
hem kötülüğe yatkın olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Her iki yatkınlık
belli bir denge oluşturuyorsa insan seçmekte özgürdür ama farkında olma
yetisinden ve çabasından yararlanması koşuluyla, insan, içinde bulunduğu
durumların belirlediği seçenekler arasında seçme yapmakta özgürdür. Ne var
ki yüreği yatkınlıklar arasındaki dengeyi sarsacak ölçüde katılaşmışsa
seçmekte özgür değildir artık. Özgürlüğün yitirilmesine yol açan olaylar
zincirinde sonuncu olay, insanın artık özgür olarak seçemeyeceği bir
karardır; ilk karan verirken insan, kararının önemini kavramışsa iyiliğe
gidecek yolu seçmekte özgür olabilir.
5. insan seçmekte özgür olduğu ölçüde kendi eylemlerinden sorumludur. Ama
sorumluluk ahlaksal bir varsayımdan başka bir şey değildir, çoğu zaman da
yetkililerin insanı cezalandırma isteklerini akla uydurmak için
başvurdukları birşeydir. Kötülük insanca birşey, gerileme ve insanlığımızı
yitirme yetisi olduğundan her birimizin içinde vardır. Bunun ne ölçüde
farkında olursak, başkalarını yargılamaya hakkımız olmadığını o ölçüde
anlarız.
6. İnsanın yüreği katılaşabilir, insanlıktan çıkabilir, ama hiçbir zaman
insanlıkdışı olamaz. Her zaman insan yüreği olarak kalır. Hepimiz, insan
olarak doğmakla belirlenmişizdir; bu yüzden de sonu gelmeyen seçmeler yapmak
göreviyle yükümlüyüzdür. Amaçlarla birlikte araçları da seçmemiz gerekir.
Kimsenin bizi kurtaracağına güvenmemeliyiz; ama yanlış seçmelerin
kurtulmamızı engelleyeceğinin farkında olmalıyız.
Gerçekten de iyiliği seçebilmek için farkında olmamız gerekir ama
başka bir insanın acısına, başka bir insanın dostça bakışına, bir kuşun
ötüşüne, otların yeşilliğine karşı duyarlılığımızı yitirmişsek, farkında
olmanın da yaran olamaz, insan yaşama karşı ilgisini yitir-mişse iyiliği
seçebileceğini ummamalıdır artık. O zaman yüreği öylesine katılaşacaktır ki
"yaşam"m kendisi sona erecektir. Tüm insan ırkı, ya da insanlann en
güçlüleri bu duruma gelirse, insanlığın yaşamı en büyük umutlarla dolu
olduğu bir anda yok olup gidecektir.