Gelişmiş Batı toplumlarında yakın zamanlara kadar ölüm "tabu" konulardan biri olarak görülmüştür. Kimi bilim adamları, örneğin Amerikan kültürünü "ölümü yadsıyan kültür" olarak tanımlamışlardır. Sosyal antropolog Benedict'e göre, Amerikan toplumunda çocuklar, cinsellik, doğum ve ölüm gibi doğal olaylara tanık olmamakta, bu da bireyin gelişiminde süreksizlik yaratmaktadır.
Son yirmi yılda bu örüntü değişmiş, Batı toplumları ölümü yeniden keşfetmişlerdir. Tanatoloji, yani ölüm incelemesi son yıllarda gittikçe gelişmiştir. Aynı zamanda, kitle iletişim araçlarında da "ölüm cezası", "ölme hakkı", "klinik ölüm" gibi sorunlar gitgide daha fazla işlenir olmuştur. Günümüzde ölümü seçme hakkının yasallaştırılması yönünde güçlü akımlar vardır ve ölüme mahkum hastalara ölme hakkının tanınması savunulmaktadır. Amerikada 1980'de kurulan ve ölümcül hastaların ölme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesini savunan Hemlock Derneği, ilgili yasalarda değişiklik istemekte ve bu girişim acı çeken hastalar ve yakınları tarafından şiddetle desteklenmektedir. Böylece Batı kamuoyu ölümü yeniden yaşamın bir gerçeği olarak benimseme aşamasına ulaşmış görünmektedir. Nitekim, The Lancet 1966'da yayınladığı bir başmakalede şöyle yazıyordu: "Tarihin birçok döneminde, hiç olmazsa ideal olarak, ölüme ve ölmeye karşı olumlu, metin ve gerçekçi bir tutum yaygındı. Biz bugün bunu yitirmişe benziyoruz... Artık kendimizi ölüme ve ölmeye karşı yeni bir açıdan bakmaya inandırsak nasıl olur?"
Günümüzde psikoloji bu yeni bakış açısını sağlamaktadır bize. Gelişim psikolojisi insan yaşamını doğumdan ölüme dek bir bütün olarak ele almaktadır. Rowland, Kastenbaum ve Costa, Kastenbaum, Meyers, Marshal, Kalish 70'li ve 80'li yıllarda bugün yol gösterici varsayımlar kurmaya olanak veren araştırmalar gerçekleştirmişlerdir.
:::::::::::::::::
1. Yaşam Süresince Beklentiler
Birey ve toplum olarak gelişim konusunda belirli bir beklentimiz vardır, dolayısıyla büyümeye ilişkin bilgilerimiz gerileme konusundaki bilgilerimizden daha çok ve daha kesindir. Örneğin, zamanında yürüyüp konuşamayan bir çocuk, zekası zamanından önce kuruyan bir yetişkinden daha çok dikkat çeker. Her insan kendi gelişim ve gerileyişini kişisel beklentisiyle karşılaştırdığı gibi, diğer insanların gelişim durumlarıyla da karşılaştırır. Kişisel ve kişilerarası beklenti çerçeveleri insanın yaşam boyunca ölümle ve yitirmeyle olan ilişkilerini de etkiler. Robert Kastenbaum'a (1985) göre bellibaşlı temel beklentilerin bazıları şunlardır:
(a) Sürekli büyüme beklentisi ilk yıllar için yüksek ve tutarlıdır. Gelişim uzmanı, anababa ve çocuk, büyüme ve olgunlaşma olarak bilinen değişimi beklerler.
(b) Yaşamın ilk yıllarında gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri düşük ve tutarlıdır: Bu durum yirminci yüzyılda bebek ve çocuk ölümlerindeki sürekli düşüşün sonucu olarak gelişmiştir.
(c) Yaşamın ileri yaşlar için büyüme, gerileme ve yitirme beklentileri karışık ve tutarsızdır.
(d) Büyüme, gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri bireyin zihinsel gelişim düzeyinden etkilenir. Büyüme ve gerileme bireyin genel referans çerçevesine bağlıdır, bu da gelişim düzeyiyle ilişkilidir.
Genellikle yaşamın ilk yıllarındaki büyümeye ayarlanmış olan insanoğlu için bu dönemde gerileme, yitirme ve ölüm onun beklentisi dışında ortaya çıkan olgulardır. Söz gelimi, çocuk ölümünü tanımaktan kaçınır ve bu olay için hep "zamansız" sıfatını kullanırız. Çocuklara verdiğimiz değer onların ölümünden duyulan kederi arttırmaktadır. Çocuk ölümü ile çocuğa verilen değer arasında ilişki vardır. Dindar anababaların ne kadar yaşayacağını bilmedikleri için çocuklarına bağlanmaktan kaçındıklarına ilişkin örnekler tarihte oldukça çoktur. Ölümü abartılı bir biçimde sadece ileri yaşlarla düşünmemiz, ölüm ve diğer türden yitimleri kendimizden uzak tutmayı istememizden de kaynaklanmaktadır. Feifel ölüm korkusuna bilinçli tepkinin, sınırlı korku, fantazi düzeyinde ambivalans, bilinçsiz düzeyde nefret biçimlerinde olduğunu belirtmektedir. Ölümün sadece yaşlıları ilgilendiren bir konu olduğu beklentisi, toplumun kaynaklarını en iyi biçimde örgütlemede yararlı olmaktadır. Genellikle yaşlı insan ölme sırası açısından en uygun kişi olarak görülür, keder duyulsa da beklentinin gerçekleşmiş olması psikolojik güven sağlar: Ölüm, var olduğuna inanmak istediğimiz bir oyunu "kurallarına uygun" olarak oynamıştır!
Bu beklentilere katkıda bulunan iki kaynak söz konusudur. Tarihsel boyut, toplumun yaşlılara her zaman biraz ambivalansla baktığını ortaya koymaktadır. Yaşlılara karşı saygı duyma ve duygusal bağlar geliştirme ile, sınırlı kaynakları gençlere ayırma isteği her zaman birlikte var olmuştur. Yaşlı insanı, yitiren, acı çeken ve ayrılan kişi olarak görerek bir rakipten kurtulmak söz konusudur. Bilim alanında bile yaşlılar için "görevler" belirleyen psikososyal gelişim kuramları hep yaşamın gözden geçirilmesi ve ölüme hazırlanma görevleri üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu görevlerin ne kadarının doğru olduğu bir yana, bu kuramların yaşamın gençler için uygun olduğu, ölümün de yaşlılara uygun düştüğü beklentisini pekiştirdikleri bir gerçektir. Bu tutum toplumsal ve ekonomik kaynakların ayrılmasında da ortaya çıkar; bütçe kısıntıları hep yaşlılara yönelik hizmetlerde yapılır. Watson ve Maxwell, "gerileyici müdahale"yi, yani toplumsal katkı sıklığının azalmasını ve giderek bu alana ayrılan uzmanların ve diğer kaynakların azaltılmasını gözlemlediklerini belirtmektedirler. Bu süreç kişinin hastalığının iyileşmez olduğu kararıyla başlamaktadır; kişinin ölümün eşiğinde olmasına gerek yoktur, yaşlılık zaten kronik hastalık olarak görülmektedir. İleri yaş, tıbbi ve kurumsal çerçeve içinde bireyi gerileyici müdahale için aday durumuna getirmektedir. Gerileyici müdahalenin sonucu olarak ölme de hızlanmaktadır; nedensiz ve ani ölümler bu sonucu destekler niteliktedir.
"Yaşlı", "ihtiyar" gibi sıfatlar insanları korkutmakta, toplum da onları kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşam süresini bir bütün olarak algılamak, büyümenin yalnızca erken yıllara yakıştırılması ve ileri yılların gerileme ve ölümle bir tutulması yüzünden çok güç olmaktadır. Süreklilik bilimsel ve nesnel olarak elde edilebilir, ama bu bulgular bile bireyin ve çevresindekilerin algıladıkları özel süreklilik kavramı konusunda hiçbir şey vermez. Bireyin kendini hangi koşullarda yaşlı olarak sınıflandırdığı -gerileme, yitirme ve ölüme uygun olarak sınıflandırdığı- konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Örneğin, bir birey elli yaşına kadar yaşlılığı kişilerarası çerçevede algılamış olabilir. Bu birey toplumun beklentisi çerçevesinde yaşlı sıfatını hep başkaları için kullanmış olabilir. Bu alışkanlık yaşlı sıfatıyla çağrıştırılan olumsuz koşullarla da güçlenmiştir. Yine de bu durum yaşlıların yaşam sevinci ve yeterliği olmadığı anlamına gelmez. Burada önemli olan, koşulların bireyin kendini zorunlu olarak yaşlı diye nitelendirmesine yol açmasıdır. Bu doğrultuda kendi beklentilerimiz de etkili olmaktadır. Örneğin, ergenler ve genç yetişkinler tatsız olayları uzak bir geleceğin olayları olarak düşünürler; yetişkinliğin ilk yılları bireyi orta ve ileri yılların sonlarına hazırlamakta yetersizdir: Bireyin, gerileme, yitirme ve ölüm engeline geçerli bir çözüm bulması burada temel sorundur. Birey, bu psikolojik engeli aşmak için uygun bir yol bulamazsa, yaşam süresini tümüyle kapsayan bir benlik duygusu geliştirmekte güçlük çekecektir. Algılanan sürekliliği feda ederek, yaşlı, zayıf ve ölümlü olma kimliğine atlanabilir; koşulların zorlaması (emeklilik, hastalık vb.) ile yeterli bir psikolojik köprü kuramadan geçmiş ve şimdi arasındaki engeli atlamak zorunda kalınabilir. Sonuç olarak, bireyin kendini yaşlı olarak kabul etmesinden daha önemli olan nokta, "süreklilik" duygusunun korunup korunmadığıdır.
Yaşamın zaten parlak olmayan ileri yıllarma toplumun daha karanlık beklentiler eklemesinin altında yatan ilke "ödünleme ilkesi" olabilir. Ödünleme ilkesine göre insanın payına düşen bir adalet olması gerektiği kabul edilir. Örneğin, kötüler ödüllendiriliyor olsa bile, yine de eşitlik ilkesine göre davranmak yeğ tutulur. Yaşlı ve ölümcül olanın yitirdiğine karşılık birşeyler alabilmesi genel kuraldır. Sonsuzluk inancı ödünleme ilkesinin sonuçlarından biridir. Sonsuzluk kavramının işlevleri şöyle sıralanabilir: Ölenin ve kalanların ortak bir referans çerçevesini paylaşmalarını sağlar; diğerlerinin, çevredekilerin anksiyetesini azaltır; ölenin hakkını aldığı düşüncesiyle çevreyi rahatlatır; gerileyici müdahale için pekiştirme sağlar ("Yapacak bir şey kalmamıştı!"); ölen ve ölüm yüzünden doğabilecek toplumsal kesintiyi engeller ("Yas tutacak vakit yok, o şimdi çok daha mutlu!"). Ancak, bu tür ödünlemenin gitgide azaldığı, ölüm sonrası yaşam düşüncesine gitgide daha az yaşlının sarıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, psikoloğun görevi kalıpyargılardan ve temelsiz ödünleme mucizelerinden uzak durarak, yaşlı ve ölen bireye eğilmek olmalıdır.
:::::::::::::::::
2. Düşünce Olarak Ölüm
İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek ölümdür. Bu gerçek varoluşun anlamının temelinde yer almaktadır. Ancak, ölüm aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir; dolayısıyla, ölümden kaçamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan insana varoluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. May bu anksiyeteyi şöyle tanımlamaktadır: "Varoluşunun yıkılabileceğinin, kendisini ve dünyasını yitirebileceğinin, bir 'hiç' olabileceğinin farkına varan bireyin öznel durumu...
Birey bu öznel durumu nasıl algılamakta, üzerinde nasıl düşünmektedir? Ölüm kavramını oluşturmakta kullandığımız zihinsel işlemler nelerdir? Kastenbaum ve Aisenberg (1976) bu konuda başvurduğumuz temel mantığı şöyle açıklamaktadır: 1) "Ölmek", "ölü" gibi kavramlar genellikle zihnimizin dışında ya da ötesinde yer alan olgulara "dayanılarak" zihinde "kurulmuş" kavramlardır. Örneğin, Sokrates'i ölü olarak "düşünürüm", ama önemli olan Sokrates'in "gerçekten" ölü olmasıdır. 2) Ancak, biz "uzakta" ne olup bittiğini asla "gerçekten" bilmeyiz. Hatta biz uzakta bir "uzakta" olduğunu da bilmeyiz. Biz kendi psikolojik süreçlerimiz içinde ve aracılığıyla yaşarız. Kişisel düşüncelerimiz ve duygularımız ile evrende olan herhangi bir şey arasındaki ilişki her zaman bir kestirimden ibarettir. 3) Ölümle ilgili kavramların çözümlemeye ve anlamaya elverişli özel bir varoluş biçimine sahip olduğunu biliriz. Ölüm, kontrollü görgül araştırmalara bile elverişlidir. Ölüm kavramları da "kavram"lardır. Bireydeki ölüm kavramlarının gelişimini ve yapısını inceleyebiliriz. Bireyin kavramlar bütünü içinde ölüm kavramının aldığı yeri öğrenebiliriz. Ölüm kavramı ile anksiyete ve tevekkül gibi kapalı durumlar arasındaki ilişkiyi keşfedebiliriz. Riske girme eylemleri ya da "yaşam" sigortası yaptırma gibi açık davranışlarla ölüm kavrammın ilişkisini araştırabiliriz. Kültürleri ve alt kültürleri, ölüm kavramları ve bunların toplumsal yapı ve işleyişteki doğurguları açısından inceleyebiliriz. 4) Bu çözümleme düzeyi son derece geçerlidir, çünkü kesinlikle psikolojinin alanı içindedir. Kısacası, biz ölüme önce psikolojik bir kavram olarak yaklaşıyoruz. Ölüm eğer çok daha fazlası değilse en azından psikolojik bir kavramdır.
Kastenbaum ve Aisenberg (1976) ölüm kavramıyla ilgili genel önermeleri şöyle sıralamaktadır:
(1) Ölüm kavramı her zaman görecelidir. Biz ölüm kavramının göreceliğini gelişimsel düzeyde vurguluyoruz. Gelişim düzeyi mutlaka bireyin kronolojik yaşı anlamına gelmez. Kronolojik yaşın bireyin düşünme biçimini kestirmede önemli ipuçları verdiği kesindir; ancak biz gelişim düzeyiyle Piaget ve diğerlerinin kastettiği yapısal anlam açısından ilgileniyoruz.
(2) Ölüm kavramı son derece karmaşıktır. Çoğu zaman ölüm kavramını bir-iki önermeyle dile getirmek yeterli olmamaktadır.
(3) Ölüm kavramları değişir. Bu önerme daha önce verilenlerle açıklanmıştır. Bir insanın ölüm kavramını özel bir zaman noktasında belirlediğimizde, bu betimlemenin o kişi için sonsuza dek değişmez kalacağını bekleyemeyiz.
(4) Ölüm kavramlarının gelişimsel "amacı", karanlık, belirsiz ya da hala oluşum halindedir. Büyüme eğrilerini başlangıç noktasından doruğa kadar izlemek alışılmış bir yoldur. Örneğin, çocuğun boyunun yetişkin boyu olan "amaca" ulaşıncaya kadar büyümesini bekleriz. Ölüm anlayışlarının grafiğini aynı güvenle çizmek olanaklı değildir. Bu sınırlılığın teknik nedenleri, ölüm anlayışlarının ölçülmesindeki ve ilerleme ya da ilerlememeyi betimleyebilecek uygun niceliksel birimler oluşturulmasındaki güçlüklere bağlıdır. Daha da önemli olan sorun, yöntemle değil içerikle ilgilidir; en olgun ya da ideal ölüm anlayışını neyin oluşturduğunu henüz bilmiyoruz. Kuşkusuz birtakım kanılar var; ama bunlar sistemli kuram ya da araştırmalardan çıkarılmış sonuçlar olmaktan çok, değer yargıları türündendir.
(5) Ölüm kavramları durumsal bağlamlardan etkilenir. Özel bir anda ölümü nasıl kavramlaştırdığımız konusu birçok durumsal etkenle etkilenmiştir. Odada, yanıbaşımızda ölmekte olan biri var mıdır? Ya bir ceset? Durum yaşamımız için olası bir tehdit içermekte midir? Yalnız mıyız, yoksa arkadaşlarımızla birlikte mi? Ay ışığı mı var, yoksa geceyarısı karanlığı mı? Durum, seçici bir biçimde, bizde zihinsel olarak var olan birçok ölüm türünden birini ortaya çıkarır.
(6) Ölüm kavramları davranışla ilişkilidir. Bir insanın eyleminin onun ölüm anlayışıyla doğrudan ve olumlu biçimde ilişkili olduğu düşünülebilir. Örneğin, ölümün ebedi mutluluğa geçiş olduğunu kabul eden biri için intihar tutarlı bir davranıştır. Fakat aradaki ilişki nadiren bu kadar basittir. Benzer ölüm anlayışları farklı davranışlara yol açabilir, benzer davranışlar da farklı düşüncelerin ardından gelebilir. Ölümü "ebedi mutluluk" sayan başka biri yaşamını sürdürmeyi seçebilir. Bir başkası da ölümden sonraki yaşam düşüncesine kapılmadan intihar edebilir. Bir insanın ölüm kavramı davranışını uzak ve karmaşık yollardan etkileyebilir. Ölümle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen davranışlar bile ölüm anlayışlarından etkilenebilir. Örneğin, uykusuzluk ya da sevilen birinden ayrılmada duyulan panik bazen ölüm kavramıyla ilişkili olabilir.
Uygulamada kavramlarla tutumlar arasında bir ayırım yapmak çok güçtür. Ölümü kendimize nasıl açıkladığımız ya da yorumladığımız konusu ile, ölüm karşısındaki tutumlarımız ya da yönelimlerimiz konusu ayrı ayrı incelenebilir. Herhangi bir nesneyle tüm ilişkimiz hem kavramsal hem de tutumsal öğeler içerir.
Başlangıçta en azından iki tür ölüm anlayışı ayırt edilebilir. Birincisi "başkasının ölümü"dür. Bu düşünme biçimine inanmak için haklı nedenler vardır: "Siz öldünüz" (ölüsünüz) kavramı "Ben öleceğim" kavramından daha çabuk gelişir. "Siz ölüsünüz" önermesi aşağıda belirtilen düşüncelerle ilişkilidir:
(1) Yoksunuz. Ama yok olmak ne demek? Burada gözlemcinin referans çerçevesini değerlendirmemiz gerekmektedir. Küçük bir çocuk için bu çerçeve büyük ölçüde algısaldır. Yok demek "burada ve şimdi" olmamak demektir. Çocuk henüz zaman mesafesi ile mekan mesafesi arasında tam bir ayırım yapabilecek durumda değildir. Başka bir kcntte "uzakta" olmak yetişkinin referans çerçevesi açısından mekanda var olmaktır; oysa çocuk o kişinin yokluğunu yaşar, çocuğun algısal mekanında o kişi yoktur, dolayısıyla "yok"tur.
(2) Ben terkedildim. Bu durum hemen hemen önceki önermenin karşılığıdır. Benim algısal referans çerçevemden çıkmanız benim güvenlik duygumu etkiler. Anababa ya da başka önemli bir kişi olarak siz çocuğun tanıdığı evrenin anlamlı bir yönünü oluşturmaktasınız; çocuk olarak ben sadece "yokluğunuz"u değil, aynı zamanda "içimdeki rahatsız duyguların varlığını" da farkederim.
(3) Sizin yokluğunuz ve benim terkedilme duygum genel ayrılma duygusuna katkıda bulunur. Çok önemli ilişki ve destek kaynaklarından biriyle yabancılaştım demektir. Bu ayrılık benim için fazlaca kritik ise, sadece sizinle değil çevreyle de gittikçe artan bir kopukluk yaşayabilirim. Sizden zorla ayrıldığım izlenimini de taşıyabilirim; bu travma yokluk ve terkedilmenin soğukluğunu daha da yoğunlaştırabilir.
(4) Ayrılmanın sınırı yoktur. Küçük çocuk gelecek zaman ya da genel olarak zaman kavramına yetişkinlerin geliştirdiği anlamda sahip değildir. Kendi kendine "Anne gitti, ama beş gün sonra dönecek" diyemez; kısa, uzun ve dönüşsüz ayrılıkları birbirinden ayıramaz, sonuçlarını kestiremez, planlayamaz.
(5) Çocuğun tekrarlı psikobiyolojik ritmlere girmesi onun ayrılma ve ölümle ilişkisini zorlaştırır. Henüz "nesnel" zaman dünyasına tam olarak katılmamıştır, geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe standart birimlerle uzanır. Çocuğun zamanı her sabah uyanmasıyla başlar; acıkma, uyuma gibi içsel ritmler ve gece, gündüz gibi dışsal ritmler onun zaman değerlendirmesini güçlü bir biçimde etkiler.
Zamanla kurulan bu ilişki çocuğun "başkasının ölümü" anlayışını nasıl etkilemektedir? Önceki dört nokta çocuğun ayrılma karşısındaki duyarlılığını ve yaralanabilirliğini vurgulamaktadır. Örneğin, çocuk kısa süreli ayrılma ile uzun süreli ya da kesin ayrılma görünümü arasında iyi bir ayrım yapamaz. Burada çelişik görünen bir etkeni de eklemek gerekmektedir; şu iki nokta zihinde birleşmektedir: a) çocuğun zaman yaşantısı döngüsel ritmlerle koşullanır ve, b) çocuk, yetişkinlerin çocuğun "gerçekten" terkedilmediğini göstermek istedikleri durumlarda yokluk, terkedilme ve ayrılma duygularını yaşamaya yeteneklidir. Ayrılmanın sınırsızlığı ya da herhangi bir yaşantının sonsuzluğu duygusu çocuğun yaşantısının dönemsel niteliğiyle çelişkiye girer. Bu ilişkiyi dile getirmek biraz güçtür. Terkedildiğini hisseden bir çocuk şimdiki yaşantısına gelecekte bir sınır çizme yollarına sahip değildir. Gerçekte, bunca acı çekmesinin nedenlerinden biri, bu kötü yaşantının kendi kendini sınırlayan bir varlığın belirtilerini göstermemesidir. Bununla birlikte, çocuğun psikolojik durumu her zaman bir geçiş durumudur; içinde yaşadığı çevre de geçiş durumundadır. Çocuğun karnı acıkır ya da uykusu gelir, güneş de doğar ya da batar. Döngüsel bir çevrede döngüsel bir yaratık olarak çocuk sabit bir referans çerçevesini uzatmalı bir zaman dönemi boyunca elde tutamaz. En değişmez ve sabit düşünce ve davranış örüntülerinde bile aralar ve kesilmeler vardır. Başka bir deyişle, ayrılma yaşantısına sınır koymadaki yeteneksizliğine karşın, çocuk güncel olarak sürekli bir yaşantı yaşayamaz. İçsel durumdaki ve dış çevredeki dönemsel değişimler çocuğun dikkatini başka yere çeker ve onu dinlendirir.
Dönemsel olma özelliği ile ayrılma yaşantısı karşısında yaralanabilir olma özelliği arasındaki bağlantı böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Çocuk, bir çocuk olarak birinin geçici gidişini önemli bir ayrılma biçiminde "yanlış yorumlayabilir". Bununla birlikte, aynı nedenle, önemli bir ayrılmayı, hatta ölümü bile olduğundan daha az değerlendirebilir. Döngüsel örüntüler, çocuğun, her sonun yeni bir başlangıcı olduğunu ve her başlangıcın bir sonu olduğunu görmesini sağlamaktadır. Önerme şimdi şöyle düzenlenebilir: Çocuk, önemsiz ayrılıkların ölümü çağrıştıran etkilerinden gözlemci bir yetişkinin düşündüğünden daha fazla yaralanabilir, önemli ayrılıkların etkilerinden ise yetişkinin düşündüğünden daha fazla korunmuştur.
Bu önerme bireyin soyut bir kavramlar kümesi oluşturduğunu göstermektedir: "Ben öleceğim" ifadesi aşağıdaki kavramlarla ilişkilidir:
(1) Ben, kendine ait bir yaşamı ve kişisel varoluşu olan bir bireyim.
(2) Ben, özelliklerinden biri ölümlülük olan bir varlık "sınıfı"na mensubum.
(3) Ben, mantıksal tümdengelimin zihinsel sürecini kullanarak kişisel ölümün "kesin" olduğu sonucuna ulaşırım.
(4) Ölümümün birçok "olası neden"i vardır ve bu nedenler pek çok farklı biçimde bir araya gelebilirler. Özel bir nedenden sakınabilir ya da kaçabilirsem de, "bütün nedenlerden kaçamam."
(5) Ölümüm "gelecekte" ortaya çıkacak. Gelecek derken henüz geçmemiş bir yaşama zamanını kastediyorum.
(6) Ancak, ölümümün gelecekte "ne zaman" ortaya çıkacağını bilmiyorum. Olay kesin, zaman belirsiz.
(7) Ölüm "sonul" bir olaydır. Yaşamım sona erecek. Bu demektir ki, en azından bu dünyada bir insan olarak bir daha hiç yaşamayacağım, düşünmeyeceğim, eylemde bulunmayacağım.
(8) Buna uygun olarak, ölüm benim dünyadan "en son ayrılmam" demektir.
Böylece, "Öleceğim" önermesi, benlik bilincini, mantıksal düşünce işlemlerini, olasılık, zorunluluk, nedensellik, kişisel ve fiziksel zaman, amaçlılık, ayrılma kavramlarını içermektedir. Aynı zamanda, çok geniş bir uçurumun üzerinde bir köprü kurmayı da gerektirmektedir: Yaşamda neler yaşandığı ile, bir ölüm kavramı oluşturma arasında. Yine de, ölüm özde "yaşantısız"dır. Ölü bir insan, hayvan ya da bitki görmek belki ölüm anlayışımıza katkıda bulunur, ama bu algılar uçurum üzerinde köprü kurmaya yetmez. Ölüm önce "orada bir yerde" bir "uyaran"dır. Ölümle ilgili bazı temel düşünceleri, genel zihinsel gelişimimizin öze ilişkin, özünde bulunan bir bölümü olarak geliştiririz. Sonra bu düşüncelerin ve sayıltıların kendileri ölüm uyaranını oluştururlar. İnsanın ölümle ilişkisini araştırmada en büyük güçlük, hem uyaranı hem de tepkiyi belirlemedeki yetersizliğimizden kaynaklanmaktadır. Örneğin, ölüm korkusu konusundaki araştırmalarda, ölüm korkusu yoğunluk açısından diğer bazı korkulardan hiç de farklı olmadığı halde, ölüm nefret edilen bir uyaran olduğu için araştırmacılar olumsuz bir tutumla işe koyuluyorlar. Asıl neden bütün korku tepkilerinin temelinde yer alan varoluş tehdidinin burada daha doğrudan olmasıdır (Kastenbaum ve Aisenberg, 1976).
:::::::::::::::::
3. Yaşam süresince ölüm yönelimleri
Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar. Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur. Böylece yalnızca ölüm karşısındaki tutumlara ilişkin özel araştırmalara değil, bilişe, zaman açısına, kişilerarası ilişkilere eğilen araştırmalara da yer vermek olanaklı olmaktadır. Genel bilişsel düzey ve üslup önemlidir; çünkü ölüm konusundaki düşünceler bireyin kendisini ve dünyayı yorumlama yeteneğiyle ilişkilidir. Zaman boyutu önemlidir, çünkü kişisel ölüm hep geleceğe ilişkindir; aynı zamanda, geçmişteki kederler, ayrılıklar, diğer yitimler ve tehditler de geriye bakışın konularını oluşturmaktadır. Ölüm yöneliminin kökleri ilk kişilerarası yaşantılarda bulunabilir ve bu ilişkiler yaşam boyunca etkili olmayı sürdürdüklerinden ölüm yönelimi (death orientation) açısıdan önemlidirler.
a. Bebeklik ve ilk çocukluk
Zihin gelişimi alanında yüzeysel bir yaklaşım bebek ve çocukların ölüm konusunda hiçbir şey bilmedikleri sonucuna varabilir. Çocuklar soyut kavramlar konusunda hiçbir şey bilmezler ve çoğu anababaların ve öğretmenlerin beklentisi doğrultusunda da ölümü anlamazlar ve anlamamalıdırlar. Yine de küçükler ölümün farkında olduklarına ilişkin tepkiler vermişlerdir. Bu olgu dikkatle incelenirse zihin gelişimi kuramına uygun düştüğü görülmektedir. Piaget'e göre zeka biyolojik bir uyum işlevidir ve bu işlev ergenlikte birdenbire ortaya çıkmaz. Bebek ve çocuk da yetişkinden farklı da olsa zeki davranışlar sergiler. Zeki davranış her zaman yüksek düzeyde gelişmiş bilişsel yapı sonucu değildir. Üstelik küçük insanın güçsüzlüğü onun tehlikeyi sezme ve yardım isteme yeteneğini gerekli kılar. Koruyucu yetişkinin yitirilmesi ölüm tehdidi gibidir. Varoluşu tehlikeye girdiğinde bebek soyut zihinsel işlemler olmadan da çevresini algılayabilir. Hiçbir insan ayrılma vc terkedilme tehdidini algılayamayacak kadar küçük değildir. Buradaki önemli nokta, kavram-öncesi zeka etkinliği biçimlerinin yaşamın çok erken dönemlerinde var olduğu ve en kritik konularından birinin yaşamın korunması olduğudur. Piaget'in kuramında vurgu "nesnenin sürekliliği ve korunumu" üzerindedir. Piaget'in bulguları bunların ilk iki yıldan itibaren başladığını ve çevre etkileşimiyle gelişmeyi sürdürdüğünü göstermektedir. İnsanlar ve diğer nesneler uzaydaki konumlarını çocuğa göre sürekli değiştirirler. Çocuk, algı alanındaki değişimleri izleyebilmek için değişim içindeki "değişmezlik" bilincini elde etmek zorundadır. Nesnenin sürekliliği ve korunumu özelliğinin gelişimi büyüyen bireyin gerçekliği nasıl kurduğunu açıklamaktadır. Nesne korunumunu elde edemeyen çocuk tek parçalı ya da kaotik bir gerçekliğe takılıp kalacaktır. Ancak çocuk, değişim, yok olma gibi olguları anlamadan nesne korunumunun da pek anlamı olmayacaktır. Değişmezlik kavramının temelinde değişim vardır. İlk yıllarda zihinsel etkinlik henüz ayrışmamıştır, global'dır. İkinci yaşta örneğin zaman, süreklilik ve ölüm gibi soyut kavramlar oldukça uzaktır, ama çocuk bunlara ilişkin deneyimleri şimdiden işleme koymaya başlamıştır. "Gitti", "uzun süreli gitti", "ebediyen gitti" (ya da "öldü") düşünceleri henüz ayrıştırılmamıştır; dolayısıyla her ortadan yitme değişim, ayrılma ya da yitirme (kavramöncesi biçimde), "ölü" ve "öldü" kavramları kategorisine kaydedilecektir. Bu "nesnenin ölümü" olarak adlandırılabilir ve çocuğun olgun zihinsel işleyişe doğru ilerlemesinde en önemli öncül kavramları (protoconcepts) oluşturur. "Nesnenin ölümü" ile "benliğin ölümü" arasındaki farkın elde edilebilmesi için daha fazla zihinsel olgunlaşmaya ve deneyime gerek vardır. Çocuk hala en yakın çevresine bağımlıdır. Zihinsel işlemlerle kestirilebilir ve tutarlı bir dünya kurmak için, kestirilemezi ve tutarsızı tanıma ve ayrıştırma yeteneğine gereksinme vardır.
Çok küçük çocukların ölümle ilişkili yönelimlerini gözlemlemede çok geniş olanaklar vardır, ancak daha büyük çocuklar ve yetişkinler için kullanılan yöntembilimi kullanmak olanaksızdır. Oyun durumunda gerçekleştirilen doğal gözlem küçük deneylerle desteklendiğinde çok yararlı olabilir.
Bowlby küçük çocukluktaki yitirmelerin psikososyal sonuçlarını dikkatle izlemiştir. 12 aylık çocuklara ilişkin gözlemler, çocukların yabancıların yanındayken yitik anneyi bulmak için belirgin bir çaba gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Önce "protesto" ve bulmak için "acil çaba" vardır. Çocuk günlerce yüksek sesle ağlamakta ve yiten annesi olabilecek her şeye ve her sese doğru kendini atmaktadır. Umutsuzluk ve umutla arama arasındaki gidip gelmeler bir hafta sürmekte, ama sonunda çaresizlik yerleşmektedir. Annenin dönmesi isteği ortadan kalkmaz, ama bunun gerçekleşmesi umudu yitirilir. Sonunda bu istek de ortadan kalkar ve çocuk sonsuz bir acı içinde içine dönük ve apatik bir görünüm kazanır.
Bu tepki örüntüsü yakınlarının yasını ya da başka acı yitimleri yaşamış olan kişilerde de gözlemlenebilir. Bu görünüme kurumlardaki geriyatrik hastalarda da rastlanır. Bowlby'nin diğer gözlemleri çocukluktaki keder tepkisinin uzun süreli olabileceği doğrultusundadır. Anne figürünü yitiren küçük çocuk, bellek sınırlarına ilişkin bütün sayıltılara karşın, son derece sürekli bir duygu ve davranış göstermektedir. Çok küçük çocuklarda kederin sürekliliğini açıkça gösteren sözel olmayan davranışlar gözlemlenmektedir. Terapistler küçük çocukların ölümle ilişkili oyunlarını izlemişlerdir. Bu gözlemler iki yaşındaki çocuğun ölüm konusunda bir şeyler bildiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca gözlemler ölümle ilişkili yaşantıların çocuğun tüm gelişimini etkileyebileceğini de göstermektedir. Yetişkinlerin çocukluk anıları incelendiğinde ölümle ilişkili çok belirgin yaşantılar bulunmaktadır. Stanley Hall'a göre, çocuk olayı yaşadığı sırada duygularını dile getirecek sözel yeteneğe sahip olmadığı için acısını uzun yıllar taşımaktadır. Sonuç olarak, gözlemler ve anı incelemeleri, çok küçük çocukların ölümle ilişkili yaşantıları kaydettiklerini ve bu yaşantıların bireyin tüm yaşam yöneliminin bir parçası haline geldiğini göstermektedir.
b. İleri çocukluk ve ergenlik
İlk çalışmalar (1940'larda) ölüm kavramlarının yetişkin düzeyine ulaşmadan iki ön evreden geçtiğini ortaya koymaktadır. Okul öncesi yıllarda çocuklar ölümü, yaşamın durmasını değil azalmasını içeren geçici bir durum olarak algılarlar ("Ölü insanlar acıkmazlar, belki biraz..."). Bunu izleyen ara evrede çocuk ölümü bir son olarak algılar, ama ölümü yine de evrensel ve kaçınılmaz olarak görmez. On yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez yazgısı olduğunu kavrar. Ölümü kavramlaştırma düzeyinin yaştan çok genel zihinsel olgunlaşma düzeyine sıkıca bağlı olduğu ortaya konmuştur. Sürekli hastalığı olan çocukların gözlemlenmesi, yaşam deneyimlerinin yaş ve gelişim düzeyinden daha etkili olduğunu göstermiştir. Kimi hasta çocuklarda ölüm kavramı daha sistemli bir biçimde gelişmektedir. Genel olarak zihin gelişimi ve özel olarak ölüm kavramı gelişimi araştırmaları dikkate alındığında, ölümün son, kaçınılmaz ve tamamlayıcı olduğu gerçeğinin bunları anlamayacak kadar küçük olanlar tarafından bile kavrandığı görülmektedir. Bu çocuklar, kendi durumlarının değişiminden, anababa, doktor ve hemşirelerin tepkilerinden ve tepkisizliklerinden öğreniyorlar her şeyi. Ama en önemlisi, kötü durumunu gözlemledikleri diğer hasta çocukların yaşantılarından öğrendikleridir. Yaşa bakılmaksızın bu çocuklar için ölüm ve ölme, yoksun bırakan, ayrılma ve kimlik yitimi getiren yaşantılardır. Ölüm bu çocuklar için hastalık ve yaşam döngüsünün bir parçasıdır.
Sürekli hasta çocukların zaman akışı onların kaçınılmaz ölüm bilgilerini de yansıtır. Hastalık ilerledikçe gelecek konusunda konuşma da belirgin biçimde azalır. Gelecek yakın bir tatil ya da yakın bir olayla sınırlıdır; çocuk bu olayları hızlandırmak için çaba harcar. Daha önceki uzun vadeli plan ve amaçlardan. örneğin büyüyünce ne olacağından hiç söz edilmez. Yetişkinler zamana bakıştaki bu gerçekçi değişim karşısında zor duruma düşerler. Geleceğin bir biçimi olarak ölümden sonraki yaşam umutsuz hasta çocukların konuşmalarında yer almaz. Yaşlı ve hasta yetişkinlerde görülen "ödünleme ilkesi"ne çocuklarla yapılan araştırmalarda rastlanmamıştır; çocuklar her türlü mutluluğun ya da doyumun çabuk gelmesi gerektiği düşüncesini ortaya koymuşlardır.
Ölüm olasılığı ile bir bireyin gelecek görüşü arasında algılanan ilişki, çoğu zaman, yaşlılar açısından ya da hiç olmazsa yaşamı gözden geçirmesi ve ölümlüğünü kabul edebilmesi için yeterince ömrü olanlar açısından tartışılmıştır. Yaşamsüresi boyunca zaman kavramı konusunda bilinenler, gelecek kavramı ile ölüm kavramının en azından orta çocukluk yıllarından itibaren birbirini etkilediğini ortaya koymaktadır (Kastenbaum, 1983). Her bireyin, ileri yaşa ulaşmadan ya da ölüm olasılığıyla karşılaşmadan önce, gelecek ve ölüm kavramlarını oluşturduğu kişisel bir geçmişi vardır.
Çocuklar ölüme ilişkin düşünce ve duygularını kısmen kişilerarası ilişkileri içinde oluşturmaktadırlar. Masters'in gözden geçirdiği yeni araştırmalar, bilişselliğin kişisel olgunlaşma bağlamında olduğu kadar toplumsal bağlamda da geliştiğini ortaya koymuştur. Bilişsel ve toplumsal gelişim konusundaki genel bilgilerimiz ölüme ilişkin düşüncelerin rolü dikkate alınmadıkça tamamlanmış olmayacaktır: aynı şekilde, ölüm düşüncesinin yaşam süresince gelişimine ilişkin bilgimiz daha geniş psikososyal olgunlaşma bağlamına yerleştirilmedikçe eksik kalacaktır. Yetişkinlikteki ve yaşlılıktaki ölüm düşüncelerinin anlaşılması bireyin kişilerarası bağlamı dikkate alınırsa kolaylaşabilir ve zenginleşebilir. Örneğin, ölümle ilgili yaşantılar kiminle paylaşılıyor, birey başkalarının tepkisinden ya da tepkisizliğinden nasıl etkileniyor sorularının yanıtları aranmalıdır.
Ergenlik araştırmaları ergenlik dönemini pek çok boyutlarıyla ele aldığı halde, ergenlikteki ölüm kavramını genellikle ihmal etmiştir. Ergenlik psikolojisi alanında otorite sayılan yazarlar "ölüm", "ölmek", "ölümlülük" konusuna hiç yer vermemişlerdir. Ölümün yaşlılığa özgü olduğu kalıpyargısı ergenlik araştırmalarını da etkilemiş görünmektedir.
Araştırmalar ölüm korkusunun ergenlikte en üst düzeyde olduğu görüşünü doğrulamamaktadır. Ölüm korkusunun, toplumsal destek, zihinsel olgunluk, bireysel deneyimler gibi başka değişkenlerden etkilendiği söylenebilir. Ayrıca, ergenlikte gerçek ölüm, ölüm duygusundan ve düşüncesinden çok daha belirgindir. Amerika Birleşik Devletleri'nde bütün nedenlerle ölme oranı ergenler ve genç yetişkinler arasında gitgide artmaktadır. İntihar ve kendini mahvetmenin dolaylı biçimleri gitgide daha fazla sorun olmaktadır. İntiharı yaşam süresi boyunca inceleyen Maris (1981), insanların ergenlik gibi geçiş dönemlerinde daha duyarlı ve yaralanabilir olduklarını belirtmektedir. Henüz bu savı destekleyen yeterli veri olmamakla birlikte, Maris, yetişkinlik eşiğindeki ergenin ve yaşlılık eşiğindeki yetişkinin intihar potansiyeline dikkati çekmektedir.
c. Yetişkinlik ve yaşlılık
Kuramsal açıdan, ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece mi, yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin, özel yaşam deneyimlerine tepki olarak); başka bir deyişle, daha uygun bir bunalım modeli mi, yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur. Ölümle ilişkilerin değişmesi, zorunlu olarak, bireyin yeni bir kendi üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak, zaman boyutu birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir. Yaşlı kişinin gelecek duygusu, kronolojik yaş ya da ölümden olası uzaklık gibi boş değişkenlerden çok, bireyin çevre üzerindeki denetim algısına bağlıdır. Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan itibaren ilgilenirler, kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti değişkenleri önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları gerçekten bu konuları düşünürken, bazıları da yalnızca beklentiye boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu, bundan kaçınıyor mu? Ölüm ilanlarına bakıyor mu, bakmaktan kaçınıyor mu?
Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak, ölümle ilişkili düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir. Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde genç ve ölümsüz mü kalmalıyız, yoksa ölümün düşüncemizde daha geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır ve bu alanda kulladığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi, kişilerarası destek, stres, sağlık gibi).
Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir. Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate almak gerekmektedir. Aslında, ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu olmuştur. Yetişkinlikteki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar genellikle deneysel bulgularla desteklenememiştir. Bu konuda o kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki, başarısızlık ne yalnızca kavramlara, ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının birtakım güçlükleri sürüp giderken, klinik ve diğer uygulamalı araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25-90 yaşları arasındaki bin erkeği inceleyerek, her yaş düzeyinde yüksek, orta ve düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan "iyi uyum sağlamış" yaşlılar... Anksiyeteli yaşlı erkekler yaşama yönelik güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler, buna karşılık anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla başaçıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır.
Araştırmacılar, yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını, doğal durumlarda yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar var.
Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam olarak anlaşılamadığına göre, belki sözel olmayan davranışların en aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur. Amerika Birleşik Devletleri'nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı olduğu, erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı, erkekler ise ateşli silahları, damar kesmeyi, yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar artmayı sürdürmekte, 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı 25-40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-, sonra 80'lere doğru yeniden yükselmektedir. 20'inci yüzyılda intiharların artış gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor.
Murphy, intiharın evli olmamak, az arkadaşı olmak, ölümden sonraki yaşama inanmamak, depresyona girmek gibi özelliklerle ilgili olduğunu ileri sürmektedir. Yaşlanmayı korkunç bir şey olarak algılayan ve yaşlılıktaki rol beklentileri olumsuz olanlarda intihar daha fazla olmaktadır. Boldt, intiharın sorunlara çözüm olarak kabul edilmesinde zaman ve kuşak farklılıklarını soruşturduğu araştırmasında, genç kuşağın yaşlılara göre intihara karşı daha kabul edici bir tutum gösterdiğini, daha da ilginci, gençlerin ölüme karşı da daha kabul edici olduklarını buldu. Genç kuşağın intihar ve ölüm karşısındaki kabul edici tutumları ile gençlerin artan intihar oranları arasında nedensel bir ilişki olduğunu kabul etmek acele etmek olur; ama yine de Boldt'un bulguları olası bölük etkisini (cohort enfluence) vurgulaması açısından önemlidir. Boldt'a göre ölümü ceza olarak görmek ya da olumlu olarak değerlendirmek intiharı destekleyici ya da engelleyici bir etken olabilmektedir. Yaşlıların da intihar karşısında gençliklerindekine göre daha hoşgörülü oldukları, ölümün bir ceza olduğu görüşünü zamanla değiştirdikleri görülmektedir. Başka araştırmalar da, kurumlardaki ve hastanelerdeki yaşlılarda çevre kısıtlamaları ile kendine zarar verme eğilimi arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Bu bulgulara göre kurumlardaki yaşlılar yaşamlarına son vermeyi sık sık düşünmektedirler. Sonuçlanmış intihar girişimlerinin kendine zarar verme olaylarından daha az olduğu görülmektedir. Özellikle orta ve ileri yaşlarda artan bağımlılık korkusu ve umutsuz hastalık intiharların kaynağını oluşturmaktadır (Birren ve Warner Schaie, 1985).
:::::::::::::::::
4. Ölme Süreci
"Ölüm" sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-, hem de bu olayın sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla tanımlanır; fakat yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra bazı biyolojik yapılar işlevini sürdürmektedir. Başka bir deyişle, biyolojik ölüm bedenin farklı yapılarına göre değişiklik göstermektedir.
Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E. Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200'den fazla hastayla yaptığı görüşmelere dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross'a göre, eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir.
(a) Yadsıma ve yalıtma. Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu yadsımaktadır. İlk tepki "Hayır, ben değil, doğru olamaz!" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını (örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir, kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başaçıkmada sağlıklı bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte, hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak sağlamaktadır. 200 denekten sadece 3'ü yadsıma tutumunu sonuna kadar götürmüştür; çoğu, yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra onun yerine "kısmi kabul" tutumunu geçirmiştir.
(b) Öfke. İkinci tepki "Neden ben?" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Odak duygu öfke, haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle başaçıkmak, hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin mesajı belki şudur: "Ben yaşıyorum, bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz. Henüz ölmüş değilim..."
(c) Pazarlrk. Bu evrede Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başaçıkmaya kalkışmamaktadır.
(d) Depresyon. Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz, öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross "hazırlayıcı" depresyon ile "tepkici" depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı depresyon, dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı içeren "hazırlayıcı hüzün"le ilişkilidir. Hasta sevdiği her şeyi ve herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir; sessiz jestler, karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler gerektirebilir, destekler isteyebilir.
(e) Kabul etme. Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır. Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre hemen hemen bir duygu boşluğuyla belirlenir.
Kübler-Ross bu evrelerde "umut"u önemli ve sürekli bir etken olarak görmektedir. Yeni bir ilaç, bir araştırmada son dakikada bir başarı, yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme umudu değildir, aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur. Bu umut, hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı kılmaktadır.
Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği kalmamakla birlikte, bu kuram, başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi üzerinde çalışmaya sevketmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum (1975), Kübler-Ross'un kuramının ölme sürecinin çok önemli bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik, cinsiyet, gelişim düzeyi, ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Kastenbaum'a göre Kübler-Ross'un evreleri ölme deneyiminin çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.
:::::::::::::::::
5. Ölümü Karşılama
Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir. Ancak, insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden bireye farklılık göstereceği de açıktır. Duk Üniversitesi araştırmacıları 60-94 yaşları arasındaki 140 yaşlıyı incelediler. Yaşlıların % 5'i ölümü hiçbir zaman düşünmediğini, % 25'i haftada bir kezden daha az düşündüğünü, % 20'si ölümün haftada bir kez aklına geldiğini, % 49'u ölümü en azından günde bir kez anımsadığını belirtiyordu. Aynı araştırmada yaşlı kişilerin ölüme farklı anlamlar yüklediği de bulunmuştur. Kimileri ölümü bedensel yaşamın sona ermesi ve yeni bir yaşama, başka bir dünyaya geçiş olarak görmektedir. Kimileri daha önce ölmüş sevilen bir kişiyle yeniden birleşme inancını dile getirmektedir. Her iki grup için de ölüm daha iyi bir varoluş durumuna geçiştir. Ölümün bir ceza olduğunu doğrudan dile getirenler çok azdır. Ölümü bir "son" olarak görenler de vardır.
Kişi için ölümün anlamı, hem kişisel hem sosyo-kültürel pek çok belirleyiciye bağlıdır. "Ölümün anlamı" ölüm olayının yaşanmasına bağlı değildir; ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlıdır. Duke Üniversitesi araştırmasında deneklerden aşağıdaki cümleleri tamamlamaları istenmiştir:
- Bir insan öldüğü zaman ...
- Ölüm ... dir.
- Öldüğüm zaman ben ...
Yanıtlar aşağıda gösterilen kategorilerde toplanmaktadır:
(a) Yaşamın sürmesi ya da kesilmesi. Açıklamaların çoğu dinsel inançları ortaya koymaktadır. Örneğin, "Ölüm bu dünyadan bir başka dünyaya geçiştir" ya da "öldüğüm zaman ruhumun sürüp gideceğini düşünüyorum" gibi. Bu açıklamalara göre yaşamın sonu öbür dünyaya atlama tahtasıdır. Bir başka yorum da, ölen kişinin başkalarında yaşaması biçimindedir: "Ölen bir insan kalanların düşüncesinde ve gönlünde yaşamayı sürdürür." Buna karşılık kimileri de ölümü, kişiliğin sona ermesi olarak düşünmektedirler.
(b) Düşman olarak ölüm. Ölüm yaşamı ve ilişkileri kesen, bozan, sona erdiren bir düşman olarak görülmektedir. Örnek: "Ölüm zalim bir efendidir". Yanıtların çoğu bağımlılık, güçsüzlük korkusunu ya da ölüm edimine bağlanan acı ve eziyet çekme duygusunu dile getirmektedir.
(c) Birleşme ya da ayrı düşme. Çokları ölümü daha önce ayrılınan birine kavuşma olarak görmekte, kimileri de sevilen birinden ayrılma gibi hissetmektedir.
(d) Ödül ya da ceza. Çoğu kişi ölümü daha iyi bir varoluş durumuna geçiş olarak görmektedir. Örnek: "Tanrının mutluluklarına kavuşmaya gideceğim." Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir. Ölümün ceza anlamına geldiği genellikle pek az dile getirilmiştir (Jeffers ve Verwoerdt, 1969).
Araştırmacıların çoğu yaşlı kişilerin çok az bir bölümünün -sadece % 30- ölüm korkusu bildirdikleri konusunda görüş birliği içindedir. Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün araştırmasında sağlıklı yaşlı kişilerde ölüm korkusu % 30 oranında bulunmuştur. Araştırmacıların, yaşları 49-92 arasındaki 200 denek üzerinde uyguladıkları cümle tamamlama testine göre, ölüm korkusu genel nüfusta yaşlı kişilerde olduğundan daha yaygındır. Duke Üniversitesi'nde yapılan başka bir araştırmada "Ölümden korkuyor musunuz?" sorusuna yaşlı deneklerin sadece % 10'u olumlu yanıt verdiler; deneklerin % 35'i korktuğunu reddetti, % 55'i ambivalandı ve soruyu yanıtlamakta tereddüt etti. Bu bulgular ölüm korkusu sorununun yaşlı kişilerde bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Duke Üniversitesi araştırmasında bir denek şöyle demektedir: "Hayır, ölümden korkmuyorum, bu bana son derece normal bir süreç olarak görünüyor. Ama ölüm geldiğinde neler hissedeceğinizi asla bilemezsiniz. Belki paniğe kapılabilirim." Bengston, Cuellar ve Ragan genç insanların 65 yaş ve üstündekilerden daha fazla ölüm korkusu yaşadıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar acı verici, ayrılık yaratıcı hastalıklardan daha fazla korkmaktadırlar.
Hinton hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastahane koşulları bunda önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler), dörtte biri acı çektiğini bildirmekte, diğer dörtte biri ise pek az şey söylemektedir. Weisman ve Kastenbaum (1968) sadece pek az yaşlı kişinin ölüm korkusundan söz ettiğini, ölüm korkusunun daha çok akut duygusal ya da psikiyatrik bozukluk çeken yaşlılarda bulunduğunu belirtmektedir. Yaşlı kişiler ölüm karşısında tek biçimli bir örüntü değil, çok çeşitli yönelimler göstermektedirler.
Robert N. Butler'in (1971) "yaşamı yeniden gözden geçirme" adını verdiği süreç genellikle sessizce gerçekleştirilmekte ve kişiliğin yeniden örgütlenmesinde olumlu bir güç yaratmaktadır. Ancak bu bazı durumlarda patolojik düzeyde yoğun bir suçluluk, umutsuzluk ve depresyonun anlatımı da olabilmektedir. Bir insanın yaşamını yeniden gözden geçirmesi değişik türden bunalımlara tepki olabilir (örneğin, emeklilik, eşin ölümü, kendi ölümünün yakınlığı gibi). Butler'e göre yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bir bireyin ölüme uyumu, yaşamın sonuna doğru kişilik gelişiminin sürekliliği açılarından çok önemlidir.
Çeşitli araştırmalar ölümden önce sistemli psikolojik değişimlerin ortaya çıktığını bildirmektedir. Bu değişimler fiziksel hastalıkların basit bir sonucu değildir. Ciddi biçimde hasta olan ve sonra iyileşen kişiler aynı değişimleri göstermemektedir. Lieberman ve Coplan, ölümlerinden bir yıl ya da daha az süre önce incelenen bireylerin, ölümden üç yıl ya da daha fazla uzak olanlara oranla daha zayıf zihinsel başarı, daha az içgözlem eğilimi, kişilik testlerinde daha az saldırgan ve daha fazla uysal benlik imgesi gösterdiklerini bildirmektedir. Bir yıl içinde ölenlerin birkaç yıl sonra ölenlere oranla zeka ölçümlerinde düşüş gösterdikleri de bulunmuştur. Psikomotor başarı testleri, depresyon ölçekleri ve sağlık bildirimleri önceden kestirim sağlayabilmekte ve doktorları gelecekteki bozukluklar konusunda uyarabilmektedir.
Sosyolog Robert Blauner, modern toplumların bürokratik düzenlemelerle ölüm olayını denetim altına aldıklarını belirtmektedir. Amerika'da daha birkaç kuşak önce insanlar evlerinde ölüyorlardı; bugün yaşlılar yurdu ve hastaneler ileri derecede hasta olanlarla ilgilenmekte ve ölüm bunalımlarıyla uğraşmakta, cenaze evleri de toprağa verme işini üstlenmektedir. Birçok insan için gitgide daha yabancı bir yaşantı olduğundan ölümle nasıl başa çıkılacağı da gitgide daha az öğrenilmektedir. Ne ölmekte olan kişi, ne de ailesi ve arkadaşları ölüm yaşantısıyla uğraşmayı sağlayacak anlayış ve bilgiye sahiptirler.
Amerika Birleşik Devletler'inde, ölen kişilerin % 70'inin son yıllarını bakımevinde ya da hastanede, çoğu zaman acı içinde ve yalnız olarak geçirdiği saptanmaktadır. "Onuruyla Ölme" hareketinin savunucuları "saldırgan" tıbbi bakımın -yaşamın ne pahasına olursa olsun korunmasının- insanları hızlı ve doğal ölümden alıkoyduğunu ısrarla vurgulamaktadırlar. Amerikan halkı içinde "sağlıklı ölme" istemi gitgide artmaktadır. Bu görüşe göre acıdan ve travmadan olabildiğince uzak bir ölüm yeterli değildir; umutsuz bir hastalıktan acı çeken bireyler, kendi tüm yaşam üsluplarına uygun düşen ve kimlikleriyle bütünleşen (örneğin romantik bir ölüm, kahramanca bir ölüm, vb.) özel bir ayrılma üslubu seçebilmelidir.
Sudnow kurumların sistemli bir örgütlemeyle ölüme yakın olanları ve ölenleri nasıl gizlediklerine değinmiştir; Watson yaşlı ve hasta olmanın aynı gizleme sürecini başlattığını ortaya koymuştur. Aktif tedavinin kesilmesi kararı çok hasta olanlar ve ölüm halindeki hastalar için alınmaktadır. Ancak, "çok hasta" ve "ölüm halinde" kavramları yaşlılarda genellikle birbirine karışmaktadır. Aktif tedavinin kesilmesinin yanısıra, kişisel ilişkiler de birden azalmaktadır; bu da bazı durumlarda hasta fakat ölümcül olmayan hastaların tedavisinin kesilmesiyle sonuçlanmakta ya da hastalar psikiyatrik hasta olarak sınırlı hastane köşelerine atılmaktadırlar. Oysa Miller'in saptadığına göre, "umutsuz" olarak damgalanan yaşlı hastaların dikkatli ve duyarlı bir bakımla iyileşebildikleri görülmektedir. İyileşmesi olanaklı hastaların toplumsal, duygusal ve teknik bakımdan terkedilmesi ölümle sonuçlanmaktadır. Ölme sürecine ilişkin evrelerin eleştirisiz kabul edilmesi de bakımın sürmesini engellemektedir. Kübler-Ross'un kuramı deneysel olarak desteklenmemiş, üstelik kuramın birçok yöntembilimsel ve kavramsal kusuru olduğu bulunmuştur. Kuramın anksiyete azaltıcı olarak kullanılması sağlık personeli arasında artık ilgi çekmemektedir. Bugün hastane çalışmalarında hastaların bireyselliği, hasta ailelerinin hakları daha fazla vurgulanmaktadır. Hastaneye kaldırma ölüm korkusunu arttırabildiği için aile içinde bakım daha fazla desteklenmektedir.
Bütün ölümlerin aynı oranda etkili olmadığı bilinmektedir. Glaser yaşlıların ölümünün toplum üzerinde çok az bir etkisi olduğu savını gerontolojiye ilk kez sokan yazardır. Daha yakınlarda Owen, Fulton ve Markusen, anababa, eş ve çocuk yitiren yetişkinlerin kederlerini karşılaştırmış, yaşlı anababa yitiminin daha az keder verici, yerleşik davranışlarda daha az kesintiye yol açıcı ve daha az anlamlı olduğunu bulmuştur. Sanders yaşlı anababa yitiminin eş ve çocuk yitiminden daha az sarsıcı olduğunu saptamıştır. Moss ve Moss, yetişkinin anababa yitimine daha az tepki göstermesini, yetişkinin yaşlı anababanın potansiyel ölümünü sık sık düşünmesine, olayın bir tür provasını yapmasına bağlamaktadır. Ayrıca, kişinin yaşlı anababasının ölümünü düşünmesi eş ya da çocuğunun ölümünü düşünmesinden daha az "tabu" dur. Bilişsel ve duygusal öksüzlük düşüncesi çok önceden başlar ve bireyi hazırlar; bu sürecin bireyi kendi ölümüne de hazırladığı söylenebilir. Büyüklerin ölümünden daha az etkilenme gerçeği, bireyin kendisini "genç" diye tanımlamasından "yaşlı" diye tanımlamasına geçişi etkiler mi sorusu henüz ortadadır. Belki burada, söylenmeyen, sessizce geçiştirilen bir keder vardır: "Ben de özlenmeyen biri olacağım... Belki kendimi özlenmemeye alıştırmam gerek."
Yas ölüm nedeniyle bir akrabasından ya da arkadaşından yoksun kalan kişinin içinde bulunduğu durumdur. Keder, sevilen birinin ölümünün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Matem, bir kişinin ölümüne duyulan acının belirtilerini ortaya koyma biçiminin toplum tarafından düzenlenmesine dayanır.
Çağdaş klinikçiler ve psikologlar, "Derdini söylemeyen derman bulamaz!" biçimindeki Türk atasözünün dile getirdiği görüşü paylaşmaktadırlar. Acılı duyguların hafifletilmesi ve duygusal yardım süreci çok önemlidir. Aile ve arkadaş desteğini gören kişiler yası izleyen fiziksel ve ruhsal bozuklukları daha az göstermektedirler. Öte yandan, kültürel beklentiler, toplumsal değerler ve topluluk kuralları kederin yaşanmasına müdahale etmektedir. Gelişmiş toplumlarda ölme de tıbbi teknolojiye bırakılmıştır ve genellikle evin dışında olmaktadır; matem ruhsal bir patoloji olarak görülmektedir. Oysa tanatologlar keder anlatımlarını ve matem törenlerini geride kalanlar için tedavi edici nitelikte görmektedirler.
Yas ve keder sevilen birinin ölümünün hemen ardından gelen dönemde önemli bir etki yaratmaktadır. Geride kalanlar fiziksel ve ruhsal hastalıklara ve ölüme karşı daha duyarlı olmaktadırlar. Bu özellikle ansızın ve beklenmedik biçimde gelen yaslar için doğrudur. Yaslı kişiler, hastalık, kaza, ölüm, işsizlik ve diğer hasar görmüş yaşam belirtilerini daha fazla göstermektedirler. On üç ay süren bir izleme araştırmasında yaşlı kişilerin % 32'sinin sağlık bozuklukları gösterdikleri -kontrol grubunda sadece % 2- bulunmuştur. Dul kadınlar dulluklarının ilk yılında aynı yaştaki dul olmayan kadınlara oranla üç kat daha fazla doktora görünmekte, yatıştırıcı ilaçları yedi kat daha fazla kullanmaktadırlar.
Yas içindeki yetişkinler tipik olarak birtakım evrelerden geçmektedirler. Birinci evre şok, uyuşukluk, yadsıma ve inanmama evresidir. En yoğun duygu olan şok ve uyuşukluk genellikle birkaç hafta sürmekte, yadsıma ve inanmama ise günlerce ve hatta aylarca sürebilmektedir. İkinci evre özleme, hasretini çekme ve depresyon evresidir. Genellikle 5-14 gün arasında doruk noktasına çıkmakta, ama daha uzun sürebilmektedir. Bu evredeki yaygın duygular, ağlama, umut, gerçek olmama duygusu, empati, insanlardan uzak durma, ilgi yokluğu, ölenin anısına bağlanma, vb.'dir. Diğer belirtiler öfke, kızgınlık, korku, uykusuzluk, iştahsızlık vb. olabilir. Ölen kişiyi ülküleştirmeye de yas tutanlarda çok rastlanmaktadır. Yasın üçüncü evresi sevilen kişiden kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlamadır. Bu dönemde birey kaynaklarını harekete geçirir, insanlarla ve etkinliklerle yeniden ilgilenir, yeni bir denge kurmaya çalışır. Kimileri için bu evre 6-8 hafta, kimileri için de aylar hatta yıllar sürebilmektedir. Dördüncü evre kimliğin yeniden kurulması evresidir. Kişi yeni ilişkiler gerçekleştirir ve sevdiği biriyle yeni roller üstlenir. Geride kalanların yaklaşık yarısı bu evrede yas yaşantısından bazı yararlar ya da deneyimler edindiklerini bildirmektedir.
Dul erkekler konusunda pek az bilgiye sahibiz. 45 yaşın üstündeki dul erkeklerin ölüm oranının evli erkeklerin oranının iki katı olduğu, dulların intihar riskinin de çok yüksek olduğu bilinmektedir. 46-65 yaşlar arasındaki dul erkeklerin yarısından fazlası yeniden evlenmektedir. Sağlıklı dullar görece daha çabuk evlendiği için, dullar arasında yüksek ölüm oranı saptayan istatistikler öncelikle daha az sağlıklı dullara uygulanabilir. Dul kadınlara ilişkin bilgimiz dul erkeklerinkinden daha fazladır. Sosyolog H.Z. Lopata'ya göre, dul kadınların yaklaşık yarısı tamamen yalnız yaşamakta, çoğu da böyle yaşamayı yeğlemektedir. Araştırmalar, dulluğun uzun süredeki olumsuz sonuçlarının, dul olmanın kendisinden çok, sosyoekonomik yoksunluklardan kaynaklandığını göstermektedir (Vander Zanden, 1981).
:::::::::::::::::
YARARLANILAN KAYNAKLAR
ADLER A., Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984.
AİZENBERG R. ve TREAS J., "The family in late life: Psychosocial and demographic considerations", BİRREN ve SCHAİE, 1985 içinde.
ALLPORT Gordon W., Structure et Developpement de la Personnalite, Delachaux et Niestle, Neuchatel, 1970. İngilizcesi 1961.
ARLİN Patricia, "Cognitive development in adulthood: A fifth stage?" Developmental Pscyhology, cilt 11, no. 5, 602-606, 1975.
Avrupa Dergisi, sayı 93, Eylül 1984.
BALTES Paul B, "Theoretical propositions of life-span developmental psychology: On the dynamics between growth and decline", Developmental Psychology, cilt 23, sayı 5, 611-626, 1987.
BASSECHES M., "Dialectical thinking as metasystematic form of cognitive organization", M. L. COMMONS ve ark., (yay.), 1984 içinde.
BERGER Kathleen Stassen, The Developing Person Through the Life Spain, Worth Publisher, Inc., New York, ikinci baskı, 1988.
BİRREN James E. ve SCHAİE K. Waner (yay.), Handbook of the Psychology of Aging, Van Nostrand Reinhold Colp., New York, ikinci baskı, 1985.
BİSCHOF Ledford J., Adult Psychology, Harper and Row Publishers, New York, 1969.
BRUBAKER Timothy H., "Developmental tasks in later life", American Behavioral Scientist, cilt 29, sayı 4, 1986.
BUTLER Robert N., "Succesful aging and the role of the life review", S. H. ZARİT (yay.), 1977 içinde.
COMMONS M. L. ve ark. (yay.), Beyond Formal Operations: Late Adolescent and Adult Cognitive Development, Fraeger, 1984.
CRAİN William, Theories of Development: Concepts and Application, Englewood Cliffs, N.S., Uarentice Hall, 1980.
CRAİN William C., "Erikson: Yaşamın Sekiz Evresi", Bekir Onur (yay.), 1986 içinde.
DATAN Nancy ve GİNSBERG L.H. (yay.), Life-Span Developmental Psychology, Academic Press, New York, 1975.
EPSTEİN Leon J., "Aging". H.H. GOLDMAN (yay.), 1984 içinde.
ERİKSON Eric H., The Life Cycle Completed, W.W. Nortor and Comp., New York, 1982.
FROMM E., Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Payel, İstanbul, 1979.
FROMM E., Kendini Savunan İnsan. Say Yay., İstanbul, 1982.
FLAVELL J.H., Cognitive Development, Englewood Cliffs, Prentice-Hall, ikinci baskı, 1985.
GOLDMAN H.H. (yay.), Review of General Psychiatry, Lange Medical Pub., Los Altos, 1984.
GOULD R.L., "Adult life stages: Growth toward self-tolerance", Psychology Today, 8, 74-78, Şubat 1975.
HATFİELD E. ve WALSTER G.W., A New Look at Love, Reading, MA, Addison-Wesley, 1979.
HENDRİCK C. ve HENDRİCK S., "A theory and methode of love", Journal of Personality and Social Psychology, cilt 50, no. 2, 1986.
HOFFMAN Lois ve ark., Developmental Psychology Today, McGraw Hill, Inc., New York, altıncı baskı, 1994.
HONZİK M.P., "Life-span development", Ann. Rev. Psychology, 35, 309-331, 1985.
HORNEY Karen, Les Voies Nouvelles de la Psychanalyse, L'Arche, 1951, ikinci baskı Payot, 1976, Paris. İngilizcesi, 1930.
JEFFERS F.C. ve VERWOERDT "How the old face death", LİEBERT ve ark., 1977 içinde.
JERSİLD Arthur T., Çocuk Psikolojisi, A.Ü. Eğitim Fakültesi yay., üçüncü baskı, Ankara, 1979.
KASTENBAUM Robert ve AİSENERG Ruth, The Psychology of Death, Springer Publishing Corp., New York, 1976.
KİMMEL Douglas C., Adulthood and Aging, John Wiley and Sons Inc., New York, 1974.
KÜBLER-ROSS Elisabeth, On Death and Dying, MacMillan Publishing Comp., New York, 1969.
LABOUVİE-VİEF G., "Intelligence and cognition", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde.
LEVİNSON Daniel J., "A conception of adult development", American Psychologist, cilt 41, no. 3-13, 1986.
LİEBERT Robert M. ve WİCKS-NELSON Rita, Developmental Psychology, Prentice-Hall Inc., New York, üçüncü baskı, 1981.
LİEBERT Robert M. ve ark. (yay.), Developmental Psychology, Prentice Hall, New Jersey, 1977.
MASTERS W.N. ve JOHNSON V.E., Les Reactions Sexuelles, Robert Laffon, Paris, 1968. İngilizcesi 1966.
NEUGARTEN Bernice L., "Time, age, and the life cycle", American Journal of Psychiatry, no. 136, 887-894, 1979.
NEUGARTEN Bernice L., "Must everything be a midlife crisis?", Prime Time, Şubat 1980.
NODGİL Sohan ve NODGİL Celia (yay.), Toward a Theory of Psychological Development, Nfer Publishing Corp., Windsor, Berks, 1980.
ONUR Bekir (yay.), Ergenlik Psikolojisi, Hacettepe Taş Kitapçılık, Ankara, 1986.
PERLMUTTER Marion ve HALL Elisabeth, Adult Development and Aging, John Wiley and Sons, New York, 1992.
PİAGET Jean ve INHELDER B., De la Logique de l'Enfant a la Logique de l'Adolescent, PUF., Paris, 1970.
PIKUNAS Justin, Human Development, McGraw-Hill Book Comp., New York, üçüncü baskı, 1976.
RİEGEL Klaus F., "Adult life crises: A dialectic interpretation of development", DATAN ve GİNSBERG, 1975 içinde.
RUBİN Zick, "Does personality really change after 20?" Psychology Today, Mayıs 1981.
SCHİAMBERG L.B. ve SMİTH K.U., Human Development, MacMillan Publication, New York, 1982.
SCHULZ Richard "Emotion and affect", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde.
TRAN-THONG, Stades et Concept de Stade de Developpement de l'Enfant dans la Psychologie Contemporane, Librairie Philosophique J. Vrin, Paris, yedinci baskı, 1978.
Türkiye İstatistik Yıllığı, 1991, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 1992.
VASTA Ross ve ark., Child Psychology: The Modern Science, John Wiley and Sons, Inc., New York, 1992.
VANDER-ZANDEN James W., Human Development, Alfred A. Knopf Inc., New York., İkinci baskı, 1981.
WILLIS S.L., "Educational psychology of the older adult learner", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde.
ZARİT Steven H. (yay.), Regarding in Aging and Death: Contemporary Perspectives, Harper and Row Publishers, New York, 1977.
ZİMBARDO Philip G., Psychology and Life, Scott, Foresmann and Comp., Glenview, onuncu baskı, 1979.
:::::::::::::::::
ÖNERİLEN KAYNAKLAR
ADAMS James F., Ergenliği Anlamak, İmge Yay., Ankara, 1995.
ADLER Alfred, Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984.
ARİES Philippe, Batılının Ölüm Karşısında Tavırları, Gece Yay., Ankara, 1991.
BERNE Eric, Hayat Denen Oyun, Altın Kitaplar, İstanbul, 1976.
BERNE Eric, İnsanca Sevgi ve Cinsellik. Yaprak Yay., İstanbul, 1986.
BUSCAGLİA Leo, Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1984.
CÜCELOĞLU Doğan, İnsan İnsana, Altın Kitaplar, İstanbul, 1984.
CÜCELOĞLU Doğan, İnsan ve Davranışı, Remzi Ktb., İstanbul, 1991.
EKŞİ Aysel, Çocuk, Genç, Ana Babalar, Bilgi Yay., Ankara, 1990.
ERİKSON E. H., İnsanın Sekiz Çağı, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984.
FRİEDMAN Betty, Kadınlığın Gizemi, e Yay., İstanbul, 1983.
FRİDAY Nancy, Annem ve Ben, e Yay., İstanbul. 1984.
FORDHAM Frieda, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, Say Yay., İstanbul, 1983.
FROMM Erich, Sevme Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1983.
FROMM Erich, Sağlıklı Toplum, Payel Yay., İstanbul, 1982.
GEÇTAN Engin, İnsan Olmak, Adam Yay., İstanbul, 1984.
HORNEY Karen, Günümüzün Nevrotik İnsanı, Yaprak Yay., İstanbul, 1986.
HORTAÇSU Nuran, İnsan İlişkileri. İmge Yay., Ankara, 1994
KAĞlTÇIBAŞI Çiğdem, İnsan, Aile, Kültür, Remzi Ktb., İstanbul, 1990.
ONUR Bekir (yay.), Toplumsal Tarihte Çocuk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1994.
ÖRNEK Turan ve ark., Geriatrik Psikiatri, Saray Tıp Ktb., İzmir, 1992.
ÖZTÜRK Orhan, Psikanaliz ve Psikoterapi, kendi yayını, Ankara, 1985.
RİCHTER H.E., Hasta Aile, Yaprak Yay., İstanbul, 1985.
RUSSEL Bertrand, Evlilik ve Ahlak, Varlık Yay., İstanbul, 1971.
SKİNNER B.F. ve VAUFHAN M.E., Yaşlılığın Tadını Çıkarın, e Yay., İstanbul, 1984
YAVUZER Haluk, Ana-Baba ve Çocuk, Remzi Ktb., İstanbul, 1988.
YÖRÜKOĞLU Atalay, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Aydın Ktb., Ankara, 1984.