Öfke
Zuhal Özer
"Beni çıldırtıyor. Hiç laftan anlamıyor.", "Niçin bu evde kimse bana yardım
etmiyor?", "Kaç kere ayakkabılarını çıkarmadan içeri girme dedim sana?",
"Eşim çalışmamı istemediği için işten ayrılmak zorunda kaldım, ondan nefret
ediyorum.", "Bu kadınlara hiç yaranamazsın zaten, ne yapsam ona yetmiyor."
"Kesin şu gürültüyü de maçı seyredeyim.", "Bıktım senin dırdırından.",
"İstediğim gibi giyinip gidemiyorum, bu okuldan hoşlanmıyorum.", "Çok
çalışıp, bütün sorulara cevap verdiğim halde yine zayıf aldım, hep bu
öğretmenin yüzünden." "Neden hep onun istediği yere gidiyoruz, gitmeyeceğim
artık.", "İstediğim kadroyu bana vermediler, onlara göstereceğim." Bu
cümlelerin kimisi kadınların, kimisi erkeklerin kimisi de çocukların
ağzından çıkmış, ama her birinin ortak bir yanı var: Öfke...
ÖFKENİN diğer duygulardan pek farkı yok; ancak bu duygu pek çok kişiye
korkutucu geliyor. Çünkü, bu duygunun çevreye ve ait olduğu bireyin
kendisine yansımaları oldukça olumsuz. Olumsuz bir duygunun kabul edilmesi
de pek kolay olmuyor. Böylece de insanoğlu "öfkesini", "öfkelileri" ve
"öfkeyi" bir türlü anlayamıyor, hatta inkâr bile edebiliyor. Öfke de tıpkı
üzüntü ve mutluluk gibi bir duygu. Bu yüzden inkâr edilmeyi ya da kabul
edilmemeyi hak etmiyor. Olumlu ya da olumsuz her duygu gibi öfkenin de bir
ömrü var; bu ömür tamamlandığında kayboluyor. Ancak öfkenin, bu tatsız
süreyi kısaltmak ve onu daha iyi anlamak açısından "tüketilmesi" gerekiyor.
Duygular doğaldır ve varlıkları, davranışların gözlenmesiyle ya da sözel
ifadelerin verdiği mesajlarla anlaşılabilir. Duygular hakkındaki yanlış
yorumlar onların sorgulanmasına yol açabilir. Oysa, duyguların sorgulanması,
insanın doğal olan diğer özelliklerinin sorgulanmasıyla eşdeğerdir. "Neden
karnın acıkıyor?", "Neden üzülüyorsun?", "Neden boyun uzun?", "Neden bu
kadar kızıyorsun?", "Neden seviniyorsun?", "Neden düşünüyorsun?". Duygular,
insanın kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açarlar, ancak bir insanı
iyi ya da kötü diye değerlendirmeye yetmezler. Olumlu duyguların
hissedilebilmesi için insanın öncelikle yemek, barınmak ve korunmak gibi
temel gereksinimlerinin karşılanmış olması gerekir. Temel gereksinimleri
karşılanamayan insanlarda olumsuz duygular hızla harekete geçer. Bu yüzden
aile ve toplum içinde olumsuz duygulara kulak vermek gerekir. Öfke de
olumsuz duygulardan biridir. Öfkenin duygusal yönünün yanında, fizyolojik ve
bilişsel bileşenleri de vardır. Bir başka deyişle öfke, düşünce ve
davranışlarla da ilgilidir. Böyle bir duygu vücudun kendini olumsuz
durumlardan korumaya yönelik bir tepkisi olabilir. Vücut stres altında
kaldığında, böbreküstü bezlerinden adrenalin adı verilen bir hormon
salgılayarak alarm durumuna geçer. Kandaki miktarı böylece artan adrenalin
kan basıncının yükselmesi, kalp atışlarının hızlanması gibi fizyolojik
değişikliklere yol açar. Sonuç olarak da vücut kendini tehdit eden uyarana
karşı koruma gücünü bulur. Kaçar, kovalar, saklanır, bağırır, dövüşür.
Öfkelendiğimizde yüzümüz kızarır, bağırırız, sert davranışlarda
bulunabiliriz. Tüm bunlar aslında fizyolojik kökenleri olan davranışlardır
ve bu davranışları kendimizi olumsuz duyguların yükünden kurtarmak için
gerçekleştiririz. Bu görüşten hareketle öfkenin, düşünce düzeyinde
reddedilse bile beden diliyle inkâr edilemeyen bir duygu olduğu ileri
sürülebilir.
Öfke, özenle dikkate alınması gereken bir "işaretçi"dir. Neye işaret
ettiğine gelince; öfkelenen kimsenin hakkı yeniyor, gereksinimleri ve
istekleri karşılanmıyor, yaşamına ilişkin bir soruna gereken önemi kendisi
vermiyor, içinde bulunduğu bir ilişki uğruna değer ve inançlarından ödün
veriyor ya da gelişme ve yeteneklerini ortaya koyma şansı elinden alınıyor
olabilir. Özetlemek gerekirse, öfke iki temel nedenle ortaya çıkabilir. Bu
nedenlerden birincisi bireyin kendisinden, ikincisi ise karşısındaki
birey(ler)in onda oluşturduğu duygulardan kaynaklanabilir. Öfke, ister
bireyin kendisiyle ilgili ister karşısındakiyle ilgili bir nedenden
kaynaklansın, özenle üzerinde durulup çözümlenmesi gereken bir duygudur. Dr.
Thomas Gordon öfke olgusunu bir buzdağına benzetir. Buzdağının suyun
üzerinde kalan kısmı öfkedir, oysa suyun altında kalan kısmı çok daha
geniştir, yani öfkenin ortaya çıkmasına yol açan pek çok duygu burada
gizlidir. Suyun altında kalan bu duygulara temel duygular adı verilir. Temel
duygular birikip, sertleşip, katılaşınca, buzdağının tepesindeki öfkeyi
oluşturur. Sözü geçen temel duygular ise kıskançlık, üzüntü, merak,
yalnızlık, itilmişlik, kaygı, hayâl kırıklığı, haksızlık, anlaşılamamak ve
sıkıntı gibi duygulardır. İnsanların çoğu, öfkeyi buzdağının tepesinde yaşar
ve bir türlü çözümlenmemiş bu duygulara sıkı sıkı tutunur. Oysa, öfkenin
kaynaklarını ortadan kaldırmayı başarmak için buzdağının altındaki temel
duyguların anlaşılabilmesi gerekir. Gereksinimlerin hiçbir zaman ve hiçbir
koşulda karşılanamadığı durumlarda öfkeyi yaşamak kaçınılmazdır. "Ben hiç
öfkelenmem", "Çok nadir kızarım, ama bomba gibi patlarım", "Çok çabuk
sinirleniyorum ve buna engel olamıyorum.". Bunlar, günlük yaşamda bireylerin
kendi öfkeleriyle ilgili yorumlarından bazıları. Bu yorumlar, gerçekte
öfkemizi ve nedenlerini pek de tanımadığımızı gösteriyor. Oysa öfke,
kaynaklarını ortadan kaldırmak uğruna, sonuna kadar yaşanıp bitirilmesi
gereken bir duygu. Ama bu nasıl yapılır? Yani öfke nasıl yaşanmalıdır? En
önemli soru da bu.
Duyguların Maskeli Balosunda
Öfke, karşılanamamış gereksinimlerin işaretçisidir demiştik. İşaretçi olarak
öfkenin verdiği mesaj "İstediğimi elde edemiyorum." olabilir. Biz insanlar
bu mesajı verirken farklı davranışlara başvururuz. Seçilen bu davranışlar
yoluyla da elde edemediğimiz bu amaçlarımıza ulaşmaya çalışırız. Kırılan
gurur, gerçekte yersiz olan beklentiler ve zihinde yaratılan düşmanca
fantaziler öfkeye yol açabilir. Zaman zaman kendi kusurlarımızı örterek,
başkalarını suçlarken öfkeyi kullanırız. Diğer duygularımızı gizlemek ya da
yok etmek için de öfkeden yararlanırız. Öfkeyi yaratan duyguları, öfkeyi
gösteren davranışlardan ayırt etmek gerekir. Bazı durumlarda öfke yarar
sağlayabilir. Saldırgan nitelik taşımayan davranışlara da yöneltebilir.
Öfkenin yarar getirmediği tepkiler ise genellikle saldırgan eylem niteliği
taşır. Burada amaç, öfke duyulan kişiye zarar vermektir. Saldırgan nitelik
taşıyan eylemler tehdit etmek, hakaret etmek ve iğnelemek gibi sözel ya da
dayak gibi fiziksel biçimlerde olabilir. Öfke, aynı duygunun süreğenleşmiş
(kronikleşmiş) hali olan "düşmanlık"tan farklıdır. Öfke, geçici bir tepkidir
ve her insanda oluşabilir. Düşmanlık ise kalıcı bir nitelik taşır. Bu
noktada, birbirini düşman sayan ulusların ya da fanatik düşünce gruplarının
çocuk ve gençleri eğitirken öfkeyi nasıl süreğenleştirdikleri ve
pekiştirdikleri de üzerinde düşünmeye değer bir konu.
Madlow 1972 yılında öfke belirtilerini şöyle sınıflandırmış:
· Doğrudan davranışsal işaretler,
· Doğrudan sözel ya da bilişsel işaretler,
· Üstü kapalı davranışsal işaretler,
· Üstü kapalı sözel işaretler,
· Dolaylı davranışsal işaretler,
· Dolaylı sözel işaretler.
Örneğin, doğrudan davranışsal öfke işaretleri, fiziksel ve sözel saldırı,
aşırı eleştiricilik, kusur buluculuk, önyargılılık, hırsızlık, sorun
çıkarma, isyankâr davranışlarla kendini gösterebilir. Doğrudan sözel ya da
bilişsel işaretler, kin ve nefret belirten, aşağılayan, kuşkucu ve suçlayıcı
sözler biçiminde gözlenebilir. Üstü kapalı davranışsal ve sözel işaretler,
güvensiz, kıskanç, tartışmacı, alaycı ve yargılayıcı davranışlar biçiminde
olabilir. Dolaylı işaretler ise, içe kapanma, psikosomatik belirtiler (kalp
hastalığı, yüksek kan basıncı gibi), depresyon, suçluluk duygusu, ağlama
biçiminde ortaya çıkabilir.
Öfke, gizlenmiş ya da kılık değiştirmiş bir duygu olarak da tanımlanabilir.
Bastırıldığı zaman, pasif saldırganlık (surat asma, küsme gibi) biçiminde
ortaya çıkabilir. Bastırılmış öfkenin yarattığı bir başka duygu da kendini
kurban gibi hissetmektir. Pasif saldırgan, öfkesini yaşarken "Sen iyi
değilsin.", kurban ise "Ben iyi değilim." düşüncesiyle davranabilir.
Hauck (1974), mantıksız düşüncelerimizin öfkeye temel olan duyguların ortaya
çıkmasına yol açtığını ileri sürmüş. Mantıksız düşüncelerden biri de
genellikle öfke duyulan kişiyi değiştirmek amacını taşır. 30 yıllık eşiyle
geçimsizlik yaşayan ve ondan nefret eden bir kadın, yardım alabilmek için
bir terapiste başvurduğunda, eşinin parasını içkiye yatırdığı ve oldukça
bencil bir insan olduğu için ona öfke duyduğunu dile getiriyor. Terapisti
"Eşin rahatsız olabilir. Ancak, görüyorum ki sen onun değişmesini
istiyorsun, ama belki sen değişmek isteyebilirsin." dedikten sonra, eşini
duygusal rahatsızlığı olan bir kişi olarak görmeye başlıyor. Buna bağlı
olarak, üzüntüsü azalıyor, eleştirel ve hırçın davranışlarını değiştiriyor.
Sonuçta da eşi onunla kavga etmeyi kesiyor, ancak içkiyi kesmiyor. Kendisi
ise, dünyayı ve özellikle eşini değiştirmek istediğini böylece fark etmiş
oluyor. Öfkeyi oluşturan neden hakkında çok konuşmak, çok düşünmek bir süre
sonra takıntıya dönüşebiliyor. Üzerinde durdukça öfke artıyor. Ebbeser,
Duncan ve Konecni adlı araştırmacılar (1975), yakın zaman içinde işten
çıkarılan personelle görüşerek, bu kişileri ayrıldıkları firmaya duydukları
öfke konusunda konuşturmuşlar. Konuşmalar sonucunda, bu kişilerin düşmanca
duygularının arttığını gözlemlemişler. Zillmann (1979), saldırgan
fantazilerin öfkeyi artırdığını gözlemlemiş ve erkeklerin kadınlara kıyasla
öfkelerini daha uzun sürdürdüklerini de ileri sürmüş. Kısacası bir insanın
yıllar önce duyduğu bir öfkeyi çok uzun süre taşıyabildiğini belirlemiş.
Öfkenin yapılanmasında, takıntı halinde düşmanlık fantazileri kurmanın ve
yaratıcı düş gücü eksikliğinin de rol oynadığı düşünülüyor. Singer (1984),
sıklıkla saldırganlık belirtileri gösteren bazı kişilerin, öfkeyle baş
edebilmede kullanabilecekleri düşünce becerilerinin sınırlı olduğunu
göstermiş. Tavris (1984), öfke duyulan kişi hakkında diğer bir kişiyle ya da
terapistle konuşmanın öfkeyi azaltmadığını tam tersine öfkenin uygulamaya
dökülmesine neden olabileceğini ileri sürüyor. O halde konuşmak, fantazi
kurmak öfke duyulan kişiyle ilgili olumsuz duyguları güçlendirirse öfke
artıyor. Ancak, konuşmak ya da düşünmek öfke duyulan kişiyi daha iyi
anlamamıza yardım ediyorsa öfke azalıyor. Bu tür konuşmaların sakinleştirici
etki yaptığı durumlarda öfke azalıyor. James Averill, rahatsız edici
durumlara verilen en yaygın tepkilerin, kendini yatıştıracak etkinliklerde
bulunmak, örneğin, karşı tarafla ve üçüncü kişilerle olay hakkında konuşmak
olduğunu belirtiyor. Öfkelendiğimiz kişilerin de çoğunlukla, akraba, arkadaş
ve sevgili gibi yakın ilişkide bulunulan kişiler olduğu da belirlenmiş. Buna
dayanarak, öfkenin sevgiyle ilişkili olduğu düşünülüyor. Öfkeyle diğer
duygular arasında da karmaşık ilişkiler söz konusu. Öfkeliyken kaygı duymak,
korkmak ya da suçluluk duymak gibi. Dalrymple (1995) ise, diğerlerine
öfkelenip küsmenin, geçmişteki başarısızlıklarımızın ya da
mutsuzluklarımızın sorumluluğunu almayı reddetmek anlamına geldiğini öne
sürüyor. Ayrıca, kendimizi zavallı kurbanlar olarak düşünerek sempati ve
yardım istemiş olduğumuzu da belirtiyor.
Öfke Dansı
Harriett Lerner "Öfke Dansı" adlı kitabında öfke duygusu yaşandığı zaman
ilişkide yanlış giden bir şeyler olduğunu ileri sürüyor. Ona göre, gerçek
sorun öfke değil, öfkenin kaynakları. Rahatsızlık veren durumlarda durumun
gerektirdiğinden daha iyi davranmak ya da nefret etmek sorunu çözmüyor.
Örneğin, olumsuz duyguların bastırılması, uysal, yumuşakbaşlı ya da edilgen
olmak anlamına gelebiliyor. Öfkenin bu biçimde yaşanması da giderek artan
dozlarda öfkenin depolanması anlamına geliyor. Sonuçta da etkisiz bir
patlama ya da duygusal bir uzaklaşma oluyor. Öfkenin patlayarak açığa
çıkarılmasının etkisiz olduğu kadar, tehlikeli olduğu da ileri sürülüyor.
Yol açtığı sonuçlar ise, düşük özsaygı, ilişki kurmada yetersizlik ve
suçluluk duygusu.
Lerner’in kitabına dönecek olursak; yazar kitapta, öfkenin haklı ya da
haksız olmayıp yalnızca var olduğunu ortaya koyarken, öfkenin hissedilen bir
şey olduğunu, her zaman bir nedeninin olduğunu ve ilgi görmeyi hak ettiğini
de belirtiyor. Lerner, öfkenin ilişki içindeki yerini belirlerken şöyle
diyor:
"Öfke duymak bir soruna işaret etse bile, öfkeyi açığa vurmak sorunu
çözmeyecektir. Öfkeyi açığa vurmak ilişkideki eski model ve kuralların
korunmasına, hatta bunların daha da güçlenmesine ve dolayısıyla, değişimin
gerçekleşmemesine yol açabilir. Duygusal yoğunluk yükseldiğinde çoğumuz,
diğer kişiyi değiştirmek adına yararsız çabalara girişebilir ve bu yüzden,
kendi benliğimizi açığa çıkarma ya da değiştirme gücümüzü
kullanamayabiliriz. Her şeyi açığa vurmanın insanı, içe atmanın getireceği
psikolojik tehlikelerden koruyacağını ileri süren şu ‘öfke içeri-öfke
dışarı’ kuramı aslında doğru değil. Kavga etmemize rağmen sonunda
haksızlıklara boyun eğmeye devam ediyorsak, yakınmamıza rağmen kendi
umutlarımıza, değerlerimize ve potansiyelimize ihanet edecek şekilde
yaşıyorsak ya da toplumun şirret, dırdırcı, öfkeli ya da yıkıcı kadın
klişesine uygun davranmaya başlıyorsak, depresyon, kendine saygı duymama,
kendine ihanet etme ve hatta kendinden nefret etme gibi duygularla
karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır.
Öfkelerini etkin olmayan şekillerde ifade edenler sonunda, öfkelenmeye hiç
cesaret edemeyenler kadar acı çekeceklerdir."
Öfke duygusunu kadınlarda ve aile ilişkileri içinde araştırmış olan Lerner,
aile içi ilişkilerde öfkenin çok yoğun yaşandığını belirtiyor. Öfkeyi bir
dansa benzeten Lerner, duyguların oluşumundan diğer insanları sorumlu
tutmanın doğru olmadığını ifade ediyor. "Öfke bizi benliğimiz hakkında daha
çok, diğerleri hakkındaysa daha az uzman olmaya yönelttiğinde, bir değişim
aracı haline gelir... Eğer öfkemizi, giriştiğimiz tüm önemli ilişkilerde
kendimizi açıkça tanımlamak için kullanmazsak ve duygularımızla oldukları
gibi başa çıkmazsak, bu sorumluluğu bizim yerimize üstlenecek başka birisi
olmayacaktır... Kendi ailemizi iyi tanımazsak, ya geçmişteki modelleri
tekrar ederiz ya da onlara bilinçsizce karşı çıkar ve kim olduğumuzu, diğer
aile üyelerine hangi yönden benzeyip, hangi yönden onlardan ayrıldığımızı ve
kendi yaşamımızı en iyi nasıl sürdüreceğimizi bilemeyiz."
Lerner, yaşamdaki öfke dansını değiştirmek isteyenler için şu önerileri
sunuyor:
"1. Öfkemizin gerçek kaynaklarına odaklanmayı öğrenebiliriz: "Bu durumda
beni öfkelendiren şey ne?" "Burada asıl sorun ne?" " Ne düşünüyor ve
hissediyorum?" "Ulaşmak istediğim şey ne?" "Kimler nelerden sorumlu?"
"Değiştirmek istediğim şey tam olarak ne?" "Yapabileceğim ve yapamayacağım
şeyler ne?" Öfke enerjimizi, konumumuz ve seçeneklerimizle ilgili
fikirlerimizi açıklığa kavuşturmak yerine, değişmek istemeyen bir insanı
değiştirmeye ya da denetim altına almaya çalışarak harcayabiliyoruz. Bu
durum özellikle yakın ilişkiler için geçerli. Etkili öfke yönetimi, daha
açık bir "ben" geliştirmek ve benlik konusunda daha fazla uzmanlaşmakla el
ele gider.
2. İletişim becerilerini öğrenebiliriz: Bu, söylediklerimizin duyulması ve
farkılıkların tartışılması şansını artıracaktır. Öfkemizi olduğu gibi, hiç
gözden geçirmeden açığa vurmakta bir açıdan sakınca olmayabilir. Bunun
yararlı ya da gerekli olduğu durumlar var; tabii aşırıya kaçmıyorsak. Ama
patlamak ya da kavga etmek geçici bir rahatlama sağlasa bile, fırtına
dindiğinde genellikle hiçbir şeyin değişmediğini görürüz. Dahası, bazı
ilişkilerde sakin ve suçlamalardan uzak bir konum sağlamak, uzun soluklu bir
değişim yaratmak açısından çok önemli olabilir.
3. Verimsiz etkileşim modellerini gözlemleyip bunlara müdahale etmeyi
öğrenebiliriz: Açık ve etkin bir iletişim kurmak, koşulların iyi olduğu
durumlarda bile oldukça güçtür. Öfkelendiğimizde ise, daha da güçleşir. Ne
de olsa, fırtınanın tam ortasındayken kendimizi gözlemlememiz ya da esnek
davranmamız pek olası değil. Duyguların yoğun olduğu durumlarda sakinleşmeyi
ve yakındığımız etkileşimlerde oynadığımız rolün ayırdına varmak üzere biraz
geri çekilmeyi öğrenebiliriz. İlişki modellerindeki rolümüzü gözlemlemeyi ve
değiştirmeyi öğrenmek, içinde bulunduğumuz tüm ilişkilerde kişisel
sorumluluk duygumuzu artırmamızla el ele gider. "Sorumluluk", kendini
suçlamak ya da kendimizi sorunun "nedeni" olarak görmek anlamına gelmiyor.
Burada sözü edilen şey, etkileşim içinde kendimizi ve diğerlerini gözlemleme
ve bilinen duruma yeni ve farklı şekillerde tepki verme yeteneği. Bilinen
bir dansta diğer insanın adımlarını değiştirmesini belki sağlayamayız; ancak
kendi adımlarımızı değiştirdiğimizde dans artık eskisi gibi devam
etmeyebilir.
4. Karşı adımları ya da diğerlerinin "Eskisi gibi ol!" tepkilerini beklemeyi
ve bunlarla başa çıkmayı öğrenebiliriz: Tümümüz, şu andaki gibi kalmamızdan
çıkarı bulunan grup ya da sistemlerin birer parçasıyız. Eski sessizlik,
belirsizlik ya da yararsız kavga ve suçlama modellerimizi değiştirdiğimizde,
güçlü bir direnç ya da karşı adımla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu "Eskisi
gibi ol!" tepkisi hem kendi içimizden, hem de çevremizdeki önem verdiğimiz
kişilerden gelir. Açıkça dile getirdikleri eleştiri ya da yakınmaları ne
olursa olsun, aynı kalmamızda asıl çıkarı bulunan kişilerin en yakınlarımız
olduğunu göreceğiz. Peşinde olduğumuz değişimlere biz de direnç gösteririz.
Değişime gösterilen bu direnç, tüm insani sistemlerin değişme isteği kadar
doğal ve evrensel bir yönüdür.
İçimizden bazıları, açık bir iletişim ve kesin bir değişme kararlılığıyla
başlar işe, ancak yine de diğer insanın savunmaya geçmesi ya da
söylediklerimizi geçersiz kılma çabaları karşısında geri adım atabilir.
Değişim konusunda ciddiysek, diğerlerinden gelen karşı adımların ya da
"Eskisi gibi ol!" tepkilerinin bizde yarattığı kaygıyla suçluluk duygusunu
görmeyi ve yönetmeyi öğrenebiliriz. Bundan daha da güç olan adım ise, kendi
içimizdeki, değişimden korkan ve direnç gösteren yönü kabullenmektir.
Sessizce boyun eğme ya da yararsız kavgalardan yola çıkıp, kim olduğumuz,
nerede durduğumuz, ne istediğimiz, bizim için neyin kabul edilip edilemez
olduğu konusunda sakin ama kesin bir kararlılığa geçmek kolay değil. En
büyük kaygıyı, çok önem verdiğimiz ilişkilerimizde ne düşündüğümüzü ve ne
hissettiğimizi açıklığa kavuşturma konusunda yaşayabiliriz. Biz açık seçik
ve dolaysız bir yaklaşım benimserken, diğer insanlar da kendi düşünce ve
duyguları ya da değişmeyecekleri gerçeği konusunda aynı ölçüde açık ve
dolaysız olabilirler. Bu gerçekleri kabul ettiğimizde bize acı verecek
seçimler yapmak zorunda kalabiliriz: Belli bir ilişkinin ya da durumun
içinde kalmayı mı seçeceğiz? Gitmeyi mi seçeceğiz? Kalıp, daha farklı şeyler
yapmayı mı deneyeceğiz? Eğer öyleyse, ne yapacağız? Bunlar yanıtlanması ve
hatta düşünülmesi bile zor sorular.
Kısa vadede, bireysel deneyimlerimiz pek etkili olmadıklarını kanıtlamış
olsa bile, alışılmış yöntemleri uygulamayı sürdürmek daha kolay görülebilir.
Uzun vadedeyse, bu kitaptaki önerileri uygulamaya sokmakta yarar var.
Böylece eski öfkeleri yönetmek için yeni yöntemler benimsemenin de ötesinde,
daha açık ve sağlam bir "ben"e ve bununla birlikte, daha yakın ve doyurucu
bir "biz"e ulaşabiliriz. Öfkeyle ilgili sorunlarımızın çoğu, ilişki ile
benliğimiz arasında seçim yaptığımızda ortaya çıkar. Bizim amacımız ise,
ikisine birden sahip olmak."
Öfkemi Nasıl İfade Ediyorum?
Öfkenin ifade ediliş biçimi de kaynakları kadar önemlidir. Öfkenin nedeni
kendimizden kaynaklanıyorsa, örneğin yorgunsak, istemediğimiz öfke
patlamalarına neden olmamak için önceden önlem alma yöntemi uygulanabilir.
Bunun için ilk olarak öfke nedeninin yorgunluk olduğunun bilincine varılması
gerekir. Bundan sonra, "Ben yorgunum." mesajı karşı tarafa verilebilir. Bu
tür bilgilendirmeler günlük yaşam içinde daha az sorun yaşanmasına yardım
eder.
"Sen ne kadar dağınık bir insansın!", "Sen beni hiç düşünmüyorsun.", "Bana
daha önceden haber verseydin, her şey daha başka olurdu." "Sen bu iş için
yetersizsin." Öfkemiz karşımızdakinin bir davranışıyla ilgiliyse
kullandığımız yukarıdaki ifadeler gerçekte "sen dili" adı verilen ve
saldırganlık niteliği taşıyan ifadeler. Bu tür ifadeler insan ilişkilerini
örseler, sarsar, karşı tarafı sinirlendirir, kızdırır ve güvensizlik
yaratır. Sen dilinin çocuklara karşı kullanımı da onların duygularını ve
özsaygısını zedelemek yönünden çok risklidir. "Peki ama, öfkemi nasıl dile
getireceğim?" diye düşünüyorsanız işte size büyülü reçete: Ben dili. Ben
dili, bireyin karşılaştığı durum ya da davranış karşısında bireysel
tepkisini duygu ve düşüncelerle açıklayan ifade biçimidir, yani duygu ve
düşüncelerimizi karşıdakini örselemeden içtenlik belirten sözcüklerle ifade
eder. Ben dili bireyin kendisi ile ilgili mesajlardan oluşur. Gerçek düşünce
ve duygularımızla ilgilidir. Başkaları hakkındaki değerlendirme ve
yorumlarımızı değil, kendi duygularımızı açıklar. Ben diliyle konuşmak,
duygu ve düşünceleri ilettiği için kullanan kişiyi rahatlatarak öfkenin
birikmesini önler. Duyguların ifade edilmesi çok önemlidir. İnançlar,
düşünceler ve değerler insanlar arasında farklılık gösterir, ama duygular
herkeste benzerdir. Duyguların sen dili yerine ben diliyle ifade edilmesi
karşıdaki kişinin sorumluluğunu fark etmesine ve kendini ifade edenin daha
iyi anlaşılmasına yardım eder.
Ben dili bizim toplumumuzda, kendini beğenmişlik ve bencillikle
karıştırılır. Ancak, ben dili bireyin kendini her şeyin merkezine koyup
çevresine buradan bakması anlamına gelmez. Ben dili, olumsuz duygular
yaşayan ya da öfkeli olan kişinin, olumsuz etkilendiği davranışı ve bu
davranışın onun üzerinde yarattığı etki ve duyguları karşısındaki kişiye
açıklamasıdır. Ben dili, saldırı niteliği taşımaz, bu yüzden de ben dili
kullanan kişiler daha iyi duyulabilirler. Çünkü, saldırgan ifadeler karşı
tarafı daima savunmaya ya da saldırıya iter. Ben dili dürüstlüğün en etkili
ifadelerinden biridir ve karşı tarafa kişinin kendinden sorumlu olduğu
mesajını verir.Bu tür bir mesajın üç öğesi vardır:
1-Rahatsız olunan davranışın suçlayıcı olmayan bir ifadeyle tanımlanması
2-Rahatsız olunan davranışın kişi üzerindeki belirgin etkisi
3-Rahatsız olunan davranış ve belirgin etkisi hakkında kişinin hissettiği
duyguları açıklaması
Örnek vermek gerekirse,
Sen Dili: Beni incitmekten zevk alıyorsun.
Ben Dili: Bu davranışın beni çok incitti.
Sen Dili: Zaten bana hiç zaman ayırmazsın, hep çok işin vardır.
Ben Dili: Bana daha çok zaman ayırırsan mutlu olurum.
Öfke, bireyin kendisini tanıması ve uygun ifade yollarıyla belirtilmesi
durumunda bireye olumlu bir güç sağlar. Öfke için harcanacak enerji yaşamda
ve ilişkilerde değişiklikler yaratmak için kullanılabilir. Öfkeyle gelen
enerji olumsuz yönde kullanıldığında, rahatsız olunan durumlarda hiçbir
değişikliğe yol açmayıp, diğerlerini hedef alır ve sonuç vermez. Öfkenin
olumsuz kullanımı kabul edilmeyi sağlayamaz. Sorunlarımızı çözerek
ilerleyip, yaşamımızda olumlu değişiklikler yapmak istiyorsak, kendimizi
tanıyarak kabul etmemiz gerekir. Kendimizi kabul etmemiz, enerjimizi
kendimiz ve yaşamımıza ilişkin diğer durumlarımızla ilgili olumlu işler
yapabileceğimiz alanlara odaklayabilmemizi sağlar. Sonuç olarak öfke
enerjimizi yaratıcı ve yapıcı olarak kullanabiliriz.
Konu Danışmanı:
Mehmet Sungur
Doç. Dr., A.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı
Kaynaklar:
Carter, L., Minirth, F, The Anger Workbook, 1993.
Lerner, H., Öfke Dansı, Varlık Yayınları, 1996.
Navaro, L. Beni Duyuyor musun?, YA-PA Yayınları