Kişisel Bilinçdışı Ve Ortak Bilinçdışı
Carl Gustav Jung
Bir insanın bilgisi dışında varolan ve toptan bilinçdışı diye
adlandırdığımız şeyi oluşturan ruhsal ögeler, Freud'cu kurama göre,
bilindiği gibi, yalnızca çocuklukla ilgili eğilimlerden meydana
geleceklerdi; bu eğilimler, ruhsallığın bilinçli etkenleriyle
uyuşmazlıklarından ötürü bastırılmış durumdadırlar. Bastırma ilk çocuklukla
birlikte başlayıp gelişen bir süreçtir: o, yakınların uyguladığı ahlaki
etkilemeleri ve doldurmaları yanıtlayan iç yankıdır sanki, ve yaşam boyunca
sürer. Bastırmalar ayrıştırma sonucunda yok olacaklar ve bastırılmış arzular
bilinçli kılınacaklardır.
Demek ki Freud'çukurama göre, bilinçdışı hemen yalnızca kişiliğe ilişkin
ögeleri kapsayacaktı; bu ögeler bilince ait olabilirlerdi, ve sonunda,
eğitimle uzaklaştırılan, bastırılan ögelerdir bunlar.
Bazı bakış açıları içinde ve insana ilişkin alanlara yaklaşma biçimine göre,
bilinçdışının çocuklukla ilgili eğilimleri, elbette en girdiliçıktılı
biçimde kendini gösteren eğilimlerdir. Bu ilk belirlemeden giderek,
bilinçdışını bütün genelliğiyle tanımlamaya girişmek ve onu kesin olarak
değerlendirmeye, yargılamaya kalkışmak yanlış olacaktı: bilinçdışının başka
görünümleri, başka boyutları, başka varoluş biçimleri de vardır; onun
alanında yalnızca bastırılmış içerikler değil, ama aynı zamanda tüm ruhsal
gereçler de kendilerini ortaya koyarlar, bunlar varolsalar da bilinç
eşiğinden geçmelerini sağlayacak de
ğere, yoğunluğa ulaşmamışlardır. Yalnızca bastırma mekanizmasıyla, bütün bu
ögelerin niçin bilinç eşiğinin altında kaldıklarını açıklamak olanaksızdır.
Bastırma tek eylem biçimi olsaydı, bastırmaların kalkması insana, unutmanın
koruyuculuğunda olgusal bir bellek kazandıracaktı. Öyleyse bastırma,
yönetici ilke olarak, tüm önemini korumaktadır, ama çalışma halinde olan tek
içruhsal mekanizma değildir.
Bastırılmış gereçlerden başka, bilinçdışında, bilinçte yeterli bir ruhsal
gerilim tarafından tutulmayarak yeniden bilinç eşiğinin altına kayan tüm
ögeler, ve özellikle bilinçaltına ilişkin tüm duyumsal algılar bulunur.
Ayrıca, verimli ve çürütülemez deneyler kadar kuramsal düzeydeki
belirlemelerden de giderek biliyoruz ki, bilinçdışı, henüz bilinçlilik
düzeyine ve değerine ulaşmamış ruhsal gereçleri de kapsar: bu gereçler,
bazıları daha sonra bilincine varılacak olan içerik tohumlarıdır. Ayrıca,
bilinçdışının eylemsizlik anlamına gelen devinimsizlikte, dinginlikte
bulunmadığını kabul etmemiz için her türlü gerekçe var elimizde; buna
karşılık, bilinçdışının hiç durmadan içeriklerini şu ya da bu duruma
getirmekle, onları düzenlemekle, yeniden düzenlemekle uğraştığını söylemek
doğru olur.
Gerçekte normal ve zorunlu olan bu etkinlik, yalnızca hastalıklı durumlarda
bağımsızlık tutumları alacak ve özerklik önerilerine kalkacaktır, hatta
bilinçten bütünüyle ayrılmaya, kopmaya çalışacaktır; normal olanın
kolaylıkları içinde kaldığı sürece, bilinçdışının etkinliğini, özellikle
gerçek dengeleme ilişkileri kurduğu bilince bağlıymış gibi göstermek
zorundayız.
Bütün bu içerikler, edinimler demek olan bu içerikler, bireysel bir
yaşantıyla biriktirildikleri ölçüde
kişisel bir yapıya sahiptirler. Kişisel varoluş sınırlı olduğuna göre,
kişisel varoluşun bilinçdışında biriken edinimlerinin sayısı da sınırlı
olmalıdır. Ayrıştırma yardımıyla bir bilinçdışı «temizleme»sine
ulaşılabileceğini düşündüren şey budur; bilinçdışı içeriklerinin tam bir
dökümünü ortaya koymanın olanaklı görülmesi de bu yüzdendir: öyleyse
bilinçdışı, daha önce bir bilinçlenmeye yol açmamış ve böylece bilincin
önceden bildiğinin ve kabul ettiğinin dışında bulunan ya da yeni olan hiçbir
şey ortaya koyamaz diye düşünüldü. Zihin böyle bir yükümlenmeye sokulunca,
elbette bundan bilinçdışı ruhsal üretimin felce uğrayacağı sonucu
çıkarılacaktı, çünkü bastırma bir kere ortadan kalkınca, bilinçdışındaki
bilinçli içeriklerin düzeyindeki sızmadan da azalmadan da kaçınabilir.
Oysa, deneyin de çokça gösterdiği gibi, bütün bu bekleyişler olgularca
hiçbir zaman doğrulanmamış ve irdelenmemişlerdir, ve uygulama açısından
ancak küçük bir ölçüde gerçekleşebilir durumdadırlar. Örneğin,
hastalarımızı, daha önce bastırılmış olup, ayrıştırma sayesinde bilinçte
henüz biraraya gelmiş bulunan zihinsel içerikleri bundan böyle akılda
tutmalarını önemle isteyerek çağırıyoruz; ve her hastadan, kendi yaşam
düzeyinde, bu içeriklere gereken yeri vermesini istiyoruz. Oysa, günde bin
kere görebileceğimiz gibi, bu tutumun bilinçdışı üzerinde beklenen etkisi
yoktur: bilinçdışı şaşmaz bir biçimde, düşlerini ve imgelerini yaratmayı
sürdürür, oysa Freud'un temel kuramına bakılırsa, bu düşler ve imgeler
yokolmalıdırlar, çünkü bunlar daha önce açığa çıkmış olan kişisel
bastırmalardan geliyor gibidirler. Böyle durumlarda, gözlem sistemli ve
önyargısız bir biçimde geliştirilirse, biçim bakımından kuşkusuz da
ha önce raslanan kişisel içeriklere benzeyen, ama kişisel düzeyleri aşan
anıştırmalar içerir gibi gözüken gereçler bulunur.
Daha önce söylediklerimi aydınlatmak için, anısı bende çok canlı kalan bir
kadın hastayı örnek: vereyim: hasta, otuz yıl önce «baba kompleksi» diye
adlandırılan şeye tam anlamında bağlı olan, orta ağırlıkta bir histeri
nevrozu gösteriyordu. Bunu, hastayla babası arasında garip bir ilişkiye,
alışılmamış bir ilişkiye bağlıyorlardı; baba kızına güçlükler çıkarıyor,
onun her türlü gelişimini engelliyordu. Hastam, babası ölene kadar,
babasıyla çok iyi anlaşmıştı, ilişkileri duygusal düzeydeydi ve özellikle
karşılıklı duygulanmalarla kendini gösteriyordu.
Gördüm ki bu gibi durumlar, genellikle düşünsel işlevlerin ayrıcalı bir
gelişimini sağlamaktadır, çünkü o zaman zihin, ilişki kurmak ve dünyaya
uyarlanmak için başlıca işlev haline gelmektedir. İşte hastamız bu
durumdaydı; kendisi daha sonra felsefe öğrenimine yöneldi: her şey öylesine
gelişiyordu ki, onun şiddetli öğrenme gereksinmesi, onu babasına bağlayan
aşırı duygu bağlarını aşmasını ve bu bağlardan kurtulmasını sağlayan bir
araç gibi işliyordu. Böyle bir işlem, zihnin kurduğu bu yeni düzeyde duygu
kendini açığa çıkarabilirse başarılı olabilir ve bu yeni yaşam düzeyinde
değerli ve uygun bir adamla duygusal bir ilişki kurabilirse, vaktiyle
babasıyla olan ilişkisine eşdeğer olan ve onun yerini tutan bir
ilişki kurabilirse etkin hale gelebilir.
Ama, hastamızın durumundaki bu geçiş bir türlü oturmuyordu, çünkü hastamızın
duygusallığı askıda duruyor, bir yanda babası ve geçmişi, bir yanda
kendisine yarı yarıya uyarlı düşen bir adam arasında kesinliksiz bir denge
içinde kalıyordu. Bu durum içinde sıkışıp kalan, Buridan'm eşeği gibi azçok
devinimsizleşen hastamızın yaşamının ileri doğru gidişi durdu, o sırada
hastamızda, her nevrozda çok belirfgin olan bir duygusal uyumsuzluk ortaya
çıktı. Bu gibi durumlarda normal dediğimiz insan, genellikle, istemini çok
zorlama pahasına, şu ya da bu yolu tutarak eylemde bulunabilir ve kendisini
saran duyguların zincirini koparabilir; ya da, çok sık görüleni, içinde
hangi çatışkıların meydana geldiğini hesaba katmaksızınbu çatışkılar ancak
migren hallerinde ya da başka bedensel sıkıntılarda kendim gösterirbir adım
daha ileriye geçerek, içgüdünün kaygan yamacından bilinçsizce kendini
bırakıverir. Ama içgüdününhafif ve pek çok nedene bağlı olabilenbir
zayıflığı bilinçsiz bir geçişi engellemeye yetecektir. Bu durumu bir yerinde
sayma izler, ve yaşamın evrimsel ilerleyişi, etkinlikleri boğan bir
çatışmada söner; bunun sonucu olarak yaşamda ortaya çıkan dingin tekdüzelik,
devinîmsizlik ve içkarartısı nevrozla eşanlamlıdır. Yaşam evrimindeki bu
durgunluk, ruhsal enerjinin karşısına bir baraj koyar ve ruhsal enerjide bir
azalma meydana getirir, bu durumda ruhsal enerji, ilk bakışta beklenmedik
olan çok belirsiz yönlere doğru kayar: örneğin, sempatik sinir sistemi çok
yoğun bir biçimde uyarılmış olur, bu da midede ya da bağırsakta sinirsel
bozukluklar yaratır; ya da parasempatik sinir sistemi çok yoğun bir biçimde
uyarılmış olacaktır, o zaman da aşırı kalp çarpıntısı ortaya çıkar; ya da
anı ve imge yığılmaları olacaktır, görünüşte her türlü ilintiden yoksun olan
bu anılar ve imgeler, birinci derecede önemli hale gelirler ve bilince
yayılırlar, bilince takılırlar: insan o zaman pireyi fil yapar, vb.
Böylesi bir çıkmazda, hiçbir şey hastanın içinde kapalı bulunduğu hastalıklı
sözdedengeyi bozacak bir dış uyanlar bütünü ya da yeni bir temanın ortaya
çıkışı kadar gerekli değildir. Burada insanı dolaylı ve bilinçsiz biçimde
bir çözüme (sözcüğün tam anlamında çözüme) götürecek olan şey insanın kendi
yapısıdır; Freud buradan giderek bunu geçişim olgusu diye adlandırır:
gerçekte, tedavi boyunca, hastamız hekimi bir üvey baba durumuna getirerek,
babanın imgesini hekime yükledi; ama hekim, hasta nın babası durumunda
kalmamayı sürdürdükçe, hasta hekimi sevdiği adamın eşdeğeri, ulaşamadığı o
adamın eşdeğeri olarak görüyordu. Böylece hekim, bir bakıma babaya ve
sevilen adama benzemişti; kısacası, çatışma nesnesi durumuna geldi.
Çelişkili ögeler onda belirgin bir biçimde birleşiyorlardı ve bu yüzden
hekim bundan böyle hastanın gözünde, çatışmasının hemen hemen ülküsel bir
çözümünü temsil eder oldu. Bu gibi durumlar hastanın hekime, elbette
bilinçsiz bir biçimde, aşırı bir güven duygusuyla bağlanması sonucunu
getirirler; bu güven durumu, dışarıdan gözlemleyen biri için anlaşılmaz bir
güvendir, ve bu gibi durumlar, hekimi hastaya bir peygamber ya da bir tanrı
gibi gösterirler. Bu benzetme sanıldığı kadar gülünç değildir. Çünkü,
gerçekte, bir tek insanın gözünde hem baba hem sevgili olmak bir tek adam
için az şey değildir. Kimse bu noktaya ulaşamaz, çünkü bu durum, hem
zamandaş hem çelişkili pek çok zorunluluğu gerektirir. Gerçekte, hep veren
ve doyuran bir kişi olmayı gerektiren böyle bir rolü pes demeden
yüklenebilmek için, en azından bir yarıtanrı olmak gerekirdi.
Bütünüyle geçici olan bu çözüm, geçişim durumundaki hastaya, başlangıçta en
iyi çözüm olarak gözükür. Ama zamanla, bu çözüm de bir yaşam duraklamasına ve bir yerinde
saymaya neden olur; bu duraklama ve bu yerinde sayma, başlangıçtaki nevrozlu
çatışma kadar ağır ve zararlı bir biçimde çabucak ortaya çıkar; sonuç
olarak, gerçek bir çözüm doğrultusunda henüz hiçbir şey yapılmamıştır,
yalnızca çatışma yer değiştirmiş, aktarılmış, yansıtılmış, başka bir
deyişle, geçişim diye adlandırılan şeyin konusu yapılmıştır. Bununla
birlikte, başarılmış bir geçişimhiç olmazsa geçici bir biçimdenevrozun
belirtisel tablosunu ortadan kaldırabilir; bu yüzden Freud; çok haklı
olarak, geçişimde son derece önemli bir tedavi edici etken buldu; Bu
yalnızca geçici ve ara bir durumdur, iyileşme değildir ama iyileşme
olasılığının habercisidir.
Burada sırası gelmişken, örneğimi daha iyi açıklamak için şunu da
belirtmeliyim: hastam tam anlamıyla geçişim durumundaydı ve hoşgörünün en
üst sınırına varmıştı; saplanmanın getirdiği duraklama ve yerinde sayma bu
hoşgörü içinde tatsızlaşmaya başlıyordu.
Şu soruyla karşı karşıya kalıyorduk: şimdi bu . durumda daha da ileriye
gitmek için ne. yapılabilir? Elbette, hastamın kafasında ben, yüce ölçüde
kurtarıcı olmuştum ve benden ayrılacağı, benden geçeceği, beni bırakacağı
fikri ona dayanılmaz olmak bir yana korkunç gözüküyordu. Bu gibi durumlarda
«sağduyu», dağarcığın tüm gereçlerini ve alışılmış deyimleri yardıma çağırma
alışkanlığındadır:
«senin yapman gereken çok basit, gördüğün gibi senin bunu yapman gerek...»,
«bu sana uymaz», vb. Sağlıklı bir sağduyu bereket çok az raslanır ve çok az
etkili bir şey değildir (çünkü, biliyorum, karamsarlar var), esenliği bozan
bu geçişim durumunda, aklayatkın bir uyarıcı hastada öylesine bir kendinden
geçme durumu yaratabilir ki, hasta, isteminin atılgan bir kararıyla acılı
bir özveriyi göze alır. Bu işlem başarıya ulaşırsa (ve gerçekte böyle bir
işlem bazen başarıya ulaşır), katlanılan özverinin şu yararlı sonucu vardır:
o zamana kadar bir hasta olan o kişi birdenbire, hemen hemen iyileşmiş bir
duruma geçer. Hekim bu küçük mucize karşısında genellikle öylesine hoşnut ve
öylesine sevinçli olur ki, bu mucizenin neden olacağı kurumsal kesinlikleri
ve sakınıklıkları bile bile görmezden gelir.
Gelişigüzele gerçek bir biçimde yerleşme ya da bilinmeze doğru yönelme
anlamı taşıyan aklın bu sıçrayışı başarıya ulaşmadığı zaman hastam da bu
başarıya ulaşamadıgeçişimin bozulması olayıyla gelen ciddi bir sorun kendini
gösterir. Bu noktada Freud'cu «psikanaliz» kuramı büyük bulanıklıklarla
örtülüdür. Bu kuramda yazgıya büyük bir inançla bağlanıldığı anlaşılıyor:
şeyler şu ya da bu biçimde yoluna koyulmalı ve düzene girmelidirler. Oldukça
ahlaksız bir meslekdaş bunu bana bir gün şöyle açıklamıştı: «hastanın parası
bitti mi iş kendiliğinden yoluna girer». Ya da, yaşamın önüne geçilmez
zorunlulukları bu geçişim durumunun sürüp gitmesini olanaksız kılıp çıkar;
bu zorunluluklar hastanın kendi kendine kabul etmediği özveriyi ona zorla
kabul ettireceklerdir. Ama bu durum, yerine göre, azçok bütünsel bir çöküşü
getirebilir. (Elbette böylesi durumların tanıtlanmasını kitaplarda aramamak
gerekir; bu kitapların tek konusu psikanalizin parlak başarılarıdır!)
Hiçbir şeyin etkili olamadığı ve harcanan çabaların sonuçsuz kalacağı
umutsuz durumlar elbette vardır. Ama, geçişimin bilinen sınırlarında
saplanıp kalmaması gereken hastalar da vardır; bu hastalar, buradan acı
çekmeden, bir kolu bir bacağı yitirmek kadar acılı bir durumla
karşılaşmadan, yani kendilerinden bir parçayı vermeden çıkmak zorundadırlar.
Ve elbette benim hastamın durumunda, olanaklı, açık ve insani açıdan saygın
bir yolun bulunması gerektiğini, onu ;bu çıkmazın ötesine, ve bu çıkmazın
deneyini de bir bütünlüğe ve kendi kendinin bütünlüklü bilincine
götürebilecek bir yol bulunması gerektiğini düşündüm. Kuşkusuz hastam, uzun
süredir parasal olanaklarını tüketmişti (belki de böyle bir olanağa hiçbir
zaman sahip olmadı), ama ne olursa olsun geçişime bağlı olarak ortaya çıkan
durağanlaşmayı, yerinde saymayı, durup kalmayı doyurucu bir biçimde aşmak
konusunda hastanın yapısı hangi dönemeçleri, hangi kıvrımları seçecektir,
bunu bulup ortaya çıkarma merakına kapılmıştım.
Her güç durumda tam tanıma ne yapılması gerektiğini doğru olarak bilme
savında olan o eşsiz
«sağduyu» bende bulunmadığından ve hastam da benim kadar kararsız bir
durumda bulunduğundan, ona hiç olmazsa doğuştan bilime sahip olma eğilimleri
dışında, ruhsal alanlarımızdan gelen iç titreşimleri, mırıltıları,
devinimleri gözönünde tutması gerektiğini önerdim: demek ki öncelikle
düşlere kulak vermek ve onları incelemek gerekiyordu.
Düşler, doğrudan doğruya bilinçli eğilimlerden gelmeyen imgeleri, fikir
yapılarını ve fikir dizilerini içerirler. Düşler kendiliklerinden doğarlar,
Ben bilinçli kişilikdüşlere katılmaz, ve böylece onlar bilincin yönetiminden
ve isteğinden bağımsız ruhsal bir etkinliği oluştururlar ve açıklarlar. Bu
yüzden düş, ruhun doğal bir ürünü, en yüksek nesnellik düzeyine yatkın bir
dışlaşmadır; öyleyse düşten, hiçolmazsa yaşanan ruhsal sürece müdahale eden
bazı temel eğilimlerle ilgili anıştırmalar ve ipuçları bekleyebiliriz.
Ruhsal yaşam, kendi evrimsel süreci içinde her canlı süreçte olduğu
gibiyalnızca nedensel bir biçimde koşullanmış bir akış değildir; o aynı
zamanda belli bir amaca doğru çevrilmiş bir ilerleyiştir; yaşam da bir
sonluluktur; ereksel bir görünümü vardır; öyleyse, canlı ruhsal sürecin
kendi kendini tanıtlamasından başka bir şey olmayan düşten, bir yandan
nesnel nedensel bağlantıyla ilgili olan, öte yandan da yine son derece
nesnel ereksel eğilimlerle ilgili ipuçları bekleyebiliriz.
Bu çalışma varsayımına dayanarak, hastam ve ben, düşleri büyük bir
titizlikle incelemeye koyulduk. O zamana kadar ortaya çıkmış bütün düşleri
ayrı ayrı ele almak bizi çok uzaklara sürükleyebilecekti. Başlıca
özellikleri belirlemekle yetinelim: düşler büyük ölçüde hekimin kendisiyle
ilgiliydi, yani oyuncular, elbette, hastanın kendisi ve hekimdi. Ama hekim,
gerçek görüntüsü içinde hemen hiç gözükmüyordu; çoğunlukla garip bir biçimde
biçim değiştirmiş oluyordu. Bazen ölçüsüz uzun boylu oluyor, bazen Herode
kadar yaşlı oluyor, bazen de hastamın babasına benziyordu, ve o zaman garip
bir biçimde doğanın ögeleriyle karışıyordu, şu rüyada görüldüğü gibi:
Hastanın babası (gerçekte kısa boyluydu), hastayla birlikte, buğday
tarlalarıyla kaplı bir tepede duruyordu. Bir devi andıran babasının yanında
hastam küçücük kalıyordu. Babası onu kollarına aldı ve küçük bir çocuk gibi
taşıdı. Rüzgar başakları salladı ve baba rüzgarın altında dalgalanan
başakların ritmine uyarak onu kollarında salladı. Bu tür düşler bize birçok
şey öğretti; öncelikle şu izlenimi edindim: hastamın bilinçdışı, beni bîr
babasevgili olarak görmeyi sarsılmaz bir biçimde sürdürüyordu, bu durum,
çözüme kavuşturulması gereken berbat saplanışı, bir kere daha çok açık bir
biçimde doğruluyordu. Ayrıca, gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta daha
vardı: hastamın bilinçdışı, babasevgili dediğimiz yarı «tanrısal» insanüstü
varlığı belirtiyordu, bu durum, geçişimin yol açtığı abartmayı iyice
belirginleştiriyordu. Sonunda kendi kendime şu soruyu sordum: hasta,
geçişimin olağanüstü gerçekdışılığını hiç mi algılıyamıyordu, ve ayrıca
bilinçdışı, olanaksız ve aklauymaz bir imgenin peşinden, gözükapalı ve son
derece şaşkın bir biçimde koşmaya devam ederek tüm kavrama girişimlerine
kapalı mı kalıyordu? Freud'un, «bilinçdışı yalnızca arzulamayı bilir»
görüşü,Schopenhauer'in «kör ve yanılgılı kökel istem» kavrayışına dayalı
görüşü, boşluğu içinde kendini yetkin sayarak, kör ve kavrayışsız bir
biçimde yetkinlikten uzak acınası yapıtlar yaratmayı sürdüren bir çokbilmiş
düzenleyici deha imgesi; bütün bu karamsar sanılar beni tedirgin etti, ve
dünyanın ve ruhun temelinde, kökten olumsuz bir yan var mıdır diye kendi
kendime sormak durumunda kaldım. Bütün bu bulanıklık içinde, yapacak tek şey
kalıyordu, tüm imgeleri ve kuruntuları yokeden bir kesip atma davranışıyla
birlikte «gerekeni yapmalısın» öğüdüne sığınmak.
Ama, bu düşler dizisini yeniden kafamdan geçirince ve bunların olası
uzanımları üzerinde uzun uzun düşününce, kafamda değişik bir anlam belirdi.
Şöyle düşündüm: düşlerin aynı temalarüzerinde dönüp durduğu ve hastamla
benim çok iyi bildiğimiz eğretilemelerle kulağımızı patlattığı kesindi.
Oysa, başka bir belirgin olgu da, hastanın, hiç olmazsa bilincinde,
geçişiminin imgesel yanını kesinlikle kavradığıydı. Hastam, benim, geceleri
kendisine yarı tanrısal bir babasevgili biçiminde göründüğümün farkındaydı
ve en azından düşünsel açıdan, benim somut gerçekliğimi, kafasından söküp
atamadığı bu düşsel görüntüden ayırtedecek durumdaydı. Düşler içeriklerini
gözle görülen biçimde tekrarlarlar ve bilinçte gerçekleşen ve düşlerin
inatla kaçtıkları her türlü eleştiriden yalıtılmış durumda bulunurlar; demek
ki bu durumda, düşler bilinçli içerikleri tekrarlarlar, ama onların
bütününün bir bölümünü atarlar ve sağduyunun yerine imgesel bakış açısını
geçirirler.
İster istemez kendime, bu kararlılığın, bu sürerliliğin, bu «direngenlik»in
nereden geldiğini, ve böylesi bir inatçılığın neye yöneldiğini sordum. Kesin
bir inancım vardı: bunlar sonuçsal anlamı olan bir şeylerden gelmeliydiler,
çünkü dünyada ereklilikten soyuk ya da bir başka deyişle, kendinde yalnızca
eski verilerin varlığını sürdürdüğünü görmemizle yeterince açıklığa kavuşan
bir canlı nesne yoktur. Oysa, bu geçişime bağlı olan güç öyle bir
yoğunluktaydı ki, en azından, yaşamsal bir içgüdü olduğu izlenimini
veriyordu. Öyleyse, buna benzer imgelerin amacı ne olabilirdi? Bu düşleri
ayrıştırmak için onları büyük bir özenle yeniden gözlerimin önüne
getirdiğimde, özellikle anlattığım düş, beni, hekimin kişiliğini doğaüstü
güçlerden arındıracak biçimsel bir eğilim saptamaya bu, hekimi insani
boyutlara kavuşturmaya çalışan bilinçli eleştiriye bütünüyle karşıttırve
hekimde dev boylu, dünya kadar yaşlı, hastanın babasından daha büyük, yeri
göğü inleten rüzgar kadar güçlü bir insan görmeye zorladı. Aslında düşler,
bu durumun meydana getirdiği aykırılığa rağmen, hekimi tanrısallaştırmak
istemiyorlar mıydı?
Ve o anda bir şey kafamda aydınlanıverdi: olup bitenler o zamana kadar
düşündüklerimizin tersi değil miydiler? Bilinçdışı her yerde, hekimin
kişiliğinden giderek, bir tanrı yaratmaya çalışmıyor muydu? Somut ve
bireysel olanın kişisel örtülerinden sıyrılmış bir tür tanrısallık imgesini,
kavrayışını ortaya koymaya ve soyutlamaya çalışmıyor muydu? Düşüncelerimin
bu noktasında, hekimin kişiliği üzerindeki geçişim, bana yalnızca bir
yanlışanlaşılma, bilincin yanlış bir billurlaşması, o ünlü «sağduyu»nun
budalaca bir eğlentisi olarak gözüktü. Bilinçdışı, kendi itkisi içinde,
ancak görünüşte ve sözcüğün dar anlamında kişiye yönelmektedir, yoksa
gerçekte bir tanrıya yönelmektedir. Öyleyse, içgüdüsel doğanın en
dokunulmamışından, en 'karanlığından, en derininden fışkıran bir tutku,
gereksinmeyle, tanrı açlığıyla zincirlerinden boşanabilir miydi? Ve bu tutku bir insana duyulan
aşktan daha güçlü ve daha kaçınılmaz olabilir miydi? Geçişim denilen bu
uyarsız aşkın en yüksek ve en gerçek anlamı burada mıdır? XV. yüzyıldan bu
yana Batı bilincinden silinmiş olan bu gerçek «Tanrı Aşkı»nın bir
bileşeniyle mi karşı karşıyaydık?
Hiç kimse, etten kemikten bir varlığı başka bir varlığa yönelten şiddetli
arzunun, tutkulu duygusallığın gerçekliğini kuşkuyla karşılamıyacaktır; ama;
hekimin hastayla görüşmesi çerçevesinde, canlı bir gerçeklikte, hekimin
sıradan görünümünü cisimleştirecek olan dinsel psikolojik bir tema ortaya
çıkar birdenbire; bu tema, tarihin çoktandır gözden çıkardığı, ta
Ortaçağlarda kalmış bir temadır örneğin Magdeburg'lu Mechthilde'yi
düşünelim, bu yaklaşım, bu buluş ciddiye alınmayacak kadar beklenmedik, gerçekdışı bir şeydir.
Bununla birlikte, tam anlamıyle bilimsel bir tutum, önyargıları aşmaya
çalışmalıdır; ve bir varsayımın geçerliliğinin tek ölçütü, onun
açıklanabilme ölçüsüdür. Demek ki sorun, sözünü ettiğimiz olasılığın geçerli
bir varsayım olarak kabul edilip edilemeyeceğidir. Gerçekte bir insanda uyku
durumunda bulunan bilinçdışı eğilimlerin, istedikleri herhangi bir amacı
gözetebileceklerini yalanlayan bir neden yoktur. Bu varsayım bana
«bilinçdışı yalnızca arzulamayı bilir» varsayımı kadar aklayatkın gözüktü.
Bu varsayımlardan hangisinin daha temelli olduğuna, ancak ve kesinlikle
deney karar verebilir.
Çok eleştirici bir kafa taşıyan hastam, varsayımımı benimseyemiyordu, çünkü
eski yorumumuz
beni onun babasevgilisi ve dolayısıyla idealindeki insan, çatışkısının
düşsel çözümü yapan yorumonun duyguları açısından çok daha büyük bir
çekiciliğe sahipti. Bununla birlikte, hastamın düşünme yetileri oldukça
yerindeydi, zihni, böylesine bir varsayımın kuramsal olasılığını görebilecek
kadar aydınlıktı.
Hastamın düşleri hekimin kişiliğini devleştirmeye ve onu gitgide daha
erişilmez boyutlara ulaştırmaya devam ederken, koşut olarak ve bu süreçle
bağlantılı olarak yeni bir olgu ortaya çıktı; bu olguyu yalnızca başlangıçta
ve büyük bir şaşkınlıkla gözlemledim; bu olgu, hastamın geçişimini alttan
alta neredeyse parçalayan ve yıkan bir olguydu. Hastam bilincinde her ne
kadar her zaman geçişimine bağlı ve kenetli kaldıysa da, besbelli bu arada
dostlarından biriyle olan ilişkilerini gözlegörülür ölçüde koyulttu. Ve
ayrılma zamanımız geldiğinde, bu ayrılış onda hiçbir yıkım belirtisi
göstermedi; akıllıca ayrıldık.Böylece, geçişimin sürekli biçimde dağılması ve ortadan kalkması
sürecinin tek gözlemcisi ben olmuştum. Ancak yönetici işlev terimiyle
karşılayabileceğim bir işlevin bu, başlangıçta hedefi olduğum tüm kişisel
yüceltme öğelerini adım adım kendine çeken ve taşıyan bir işlevdikişiler
arasındaki geçişimle ilgili belirleme noktasından giderek nasıl
billurlaştığını, geliştiğini, kendini doğruladığını izleyebildim;
yansıtmaların çekilişi, yönetici duruma gelmiş olan işleve azar azar bir
enerji yükselmesi, bir enerji katkısı getirdi; öyle ki, bu işlev hastanım
bilincinde açık açık kendini göstermekle birlikte, yansıtıcı bilinç üzerinde
yavaş yavaş bir yükseliş meydana getirdi. Bu örnek, başka birçok örnekle
birlikte, bana düşlerin basit ve boş imgeler olmadıklarını, ama kişinin
ruhuna, yavaş yavaş olgunlaşma, büyüme ve bazı kişisel ilişkilerin uyarsız
özelliğini aşma olanağı sağlayan bilinçsiz gelişimlerin kendiliğinden sunumu
olduklarını gösterdi.
Daha önce de göstermeye çalıştığım gibi, hastamın zihinsel durumundaki
değişim, onun bilinçdışında, kişilerarası geçişimin başlangıç noktası
görünür görünmez bir tepki ortaya çıkardı; bu değişim, bir çeşit gücül amaç
ortaya koyuyordu; bu, simgesel olarak ancak Tanrı imgesi ya da kavramı diye
adlandırılabilecek bir biçimde kendini gösteriyordu. Hastanın düşleri, bu
imgeye yaşam kazandırabilmek için, hekimin insani kişiliğini çarpıtmaktan,
ona insanüstü boyutlar yüklemekten, onu aynı zamanda rüzgar gibi bir varlık
olan bir dev, dünya kadar ihtiyar bir baba olarak görmekten ve kollarında
bir bebek gibi sallanıp dinlendiği bir baba olarak görmekten geri
kalmıyordu.
Karşıt görüş olarak, hastamın düşünde ortaya çıkan Tanrı imgesinin kökeni
hastamın (kendisiHıristiyan eğitimi görmüştü) ondan oluşturduğu bilinçli
sunumda araştırılacak olursa, ortaya çıkan bozukluk birdenbire göze
çarpacaktır. Hastamın, din konusunda, eleştirici ve bilinemezci bir tutumu
vardı. Olası bir tanrı birliğinin ondaki sunumu, uzun süredir, sunumu elde
edilemez olanın, yani en bütünsel soyutlamanın alanına varmıştı. Oysa düşte,
tersine, Tanrı imgesi doğadaki bir dehanınEskiçağ'daki sunumuna, örneğin
Wotan'ın sunumuna karşılıktı.
«Tanrı ruhsallıktır» belirlemesi, Yunanistan'daki kökel biçiminde yeniden
ortaya çıkmış oluyordu; Yunan Kavrayışında ruh, «rüzgar» anlamına gelen
pneuma sözcüğüyle anlatılırdı. Bu da bizi aşağıdaki imgeye götürür: Tanrı
rüzgardır, görülmez bir soluktur, insandan daha yetenekli ve daha güçlüdür.
İbranicede olduğu gibi arapça ruh sözcüğü de «soluk» ve «ruh» anlamına
gelir. Böylece düşler, kişisel bir biçimin dışında, kavramsal ve bilinçli
düşünceye karşıt olan eskiçağ Tanrı imgesine dayanır. Yalnızca çocuksu bir
imgenin, çocuklukla ilgili bir anımsamanın sözkonusu olduğu yadsınabilir
elbette. Gökyüzünde altından bir tahta oturmuş saygıdeğer bir ihtiyar
sözkonusu olsaydı, ben de bu varsamadan yana çıkardım. Oysa, böyle bir
duygusallık kesinlikle sözkonusu değil, ancak bir Eskiçağ anlayışına
karşılık olan ilkel bir anımsama sözkonusudur.
Ruhun değişimleri ve simgeleri adlı kitabımda bu ilkel imgeler (kavramlara
karşılıktır) üzerine çok sayıda örnek verdim; bu imgeler, alışılmış ayrımdan
daha değişik olan bilinçdışı gereçleri, «bilinçöncesi» ve «bilinçdışı» ya da
«bilinçaltı» «bilinçdışı» gereçlere bölmeye zorlarlar. Burada bu bölmelerin
yasallığını tartışmak istemiyorum. Bunların herbirinin korunması gerekir.
Deneyin beni zorladığı ayrımlaşma ancak varolmanın ve yeni bir bakış açısı
getirmenin önerisine ve değerine sahiptir.
Buraya kadar söylediklerimizden şu sonuç çıkıyor: bilinçdışında, kişisel
bilinçdışı diye adlandırılabilecek bir taban, bir düzey ayırdetmek
zorunludur. Bilinçaltında kendini gösteren psikolojik öğeler, gereçler
bireysel yaşamın edinimleri özelliğini taşıdıkları ölçüde, kişisel yapıyla
ilgili kabul edilmelidirler; sonuç olarak; bu öğeler ya da gereçler,
yapıları gereği, bilinçli de olabilirler.
Elbette bir yandan, bilincin baskın özellikleriyle uyuşmayan ruhsal
etkenlerin bastırmaya uğramış olmaları ve bunun sonucunda bilinçdışı duruma
gelmeleri aklayatkındır; ama öte yandan, bu bastırılmış içeriklerin bilinçli
kılınabilmeleri ve izleri bulunduğunda ve görüldüğünde bilinçte
tutulabilmeleri olasılığı benimsenebilir.
Gereçleri kişisel bilinçdışı'ndan doğan şeyler olarak görüyoruz; öyle ki,
onların gelişleri, belirmeleri ve etkinlikleri hastanın kişisel geçmişiyle
ilgili herhangi bir bağdan öncedir. Bu gereçler kişiliğin bütenleyici
bölümüdürler, zorunlu olarak kendi kurucu ögelerinin bütününe katılırlar. Bu
o kadar gerçek ve o kadar önemlidir ki, bu ögeler bilinçte
bulunmadıklarında, son derece çeşitli durumlardan ve mekanizmalardan
doğabilecek bu yoksunluk bir aşağılık duygusuna yol açar; ve bu aşağılık
duygusu, organik bir eksikliğin ya da doğuştan bir sakatlığın psikolojik
özelliğini göstermez, daha çok aşağılık duygusu denen bir duyguyu ve manevi
düzeyde bir bunalımı doğuran bir yoksunluk, bir boşluk, bir eksiklik
özelliği gösterir. Kişinin manevi düzeyde acılı bir biçimde duyduğu aşağılık
duygusu, her zaman, eksik kalan ögenin, temelde ve kişinin duygusu açısından
eksikliği duyulmaması gereken bir etken olduğunu gösterir; başka bir
deyişle, kişi üzerine eğilirse, aşağılık duygusu bilinçli duruma gelebilir
ve gelmelidir. Manevi bir aşağılık duygusu, ortak olan ve bir anlamda da
kişiye göre değişen ahlak yasalarıyla uyumsuzluktan gelmez, ama bireyin
kendi kendisiyle, kendi Ben'iyle çatışmasından gelir; aşağılık duygusu,
zorlayıcı bir biçimde, ruhsallığın denge etkenlerini ve belli belirsiz fark
edilen, bilinçsizce bilincine varılan açıkların ve boşlukların kapatılmasını
savunur. Aşağılık duygusu her ortaya çıkışında, aşağılık duygusu o zamana
kadar bilinçdışında kalmış bir etkenin öznede özümlenmesi zorunluluğunu
belirtmekle kalmaz, ama aynı zamanda, bu özümlemenin olasılığını da
belirtir.
Bir insanı, kendi bilinçdışı Ben'ini özümlemeye ve bilinçte tutmaya
yönelten ve zorlayan şeyler, sonunda, onun manevi nitelikleridir bu zorlama,
zorunluluğun kavranması ve kabul edilmesiyle doğrudan doğruya olabileceği
gibi, acılı bir nevroz sırasında dolaylı bir biçimde de gerçekleşebilir.
Kendi bilinçdışı Ben'inin gerçekleşmesi yolunda ilerleyen kişi, kişisel
bilinçdışının içeriklerini, zorunlu olarak bilinçli kılacaktır, bu da,
kişiliğin uzamını, ufuklarını ve zenginliğini büyük ölçüde genişletecektir.
Hemen belirtelim, bu «genişleme» öncelikle manevi bilince ve kendi kendinin
bilgisine dayanır; çünkü, ayrıştırmanın ortaya çıkardığı ve bilince geçen
bilinçdışı içerikleri, genellikle, anı, arzu, eğilim, tasarı gibi hoşa
gitmeyen, bastırılmış olan içeriklerdir. Örneğin genel ve içtenlikli bir
içdökme, küçük ölçüde de olsa, benzer bir biçimde bu içerikleri ortaya
çıkaracaktır. İçdökmenin getireceği ve bırakaca
ğı şeyler dışında, daha ileriye ve daha derine gitmeyi sağlayacak şey,
genellikle, düşlerin ayrıştırılmasıdır. Şunu gözlemek çok zaman ilgi çekici
olur: düşler nasıl olup da en köklü ögeleri, genellikle inceliği altüst eden
bir seçim içinde, son derece ince bir ayıklama ve derecelendirmeyle, adım
adım, parça parça gün ışığına çıkarmakta ve görünür kılmaktadır. Bütün bu
ruhsal ögeler, bilince katıldıkları zaman, Önemli bir ufuk genişlemesini,
kendi kendinin derinlikli bir bilgisini sağlarlar. Bunun ayrıca, kişide
alçakgönüllülüğü yaratmaya ve kişiyi insancıllaştırmaya yatkın olmasını
düşünmek yanlış olmaz. Ama kendi kendinin bilgisi de bilge kişiler bu
bilgiden en iyi sonuçları çıkarırlardeğişik kişilikler üzerinde ve bu
kişiliklerin yapısına göre, değişik biçimlerde etki yapar. Ayrıştırmak
uygulama sırasında, bu konuyla ilgili çok özel belirlemeler ortaya
konabilir.
Ama, Tanrı'nın Eskiçağ'la sunumu örneğinde görüldüğü gibi, bilinçdışı,
kişisel yaşamın basit edinimlerinden başka ögeler de kapsar. Hastam, kendi
ana dili olan almancada, ruh (Geist) sözcüğüyle, rüzgar (Wind) sözcüğü
arasında bir dil yakınlığı ya da bir koşutluk bulunduğundan bütünüyle
habersizdi. Bu bağlantı ona hiçbir biçimde gösterilmemişti ve kendisi de
bunu hiç düşünmemişti. İncil'de bu konuyla ilgili olan bölüm, («rüzgar
dilediği yere eser; duyarsın rüzgarın sesini ama nereden gelip nereye
gittiğini bilemezsin. Ruhtan doğan kişi de böyledir işte») onun için
anlaşılmaz bir şeydi, çünkü yunanca bilmiyordu. Bu durumda kriptomnezi diye
adlandırılan şeyle, yani hastamın,günün birinde raslantıyla okuyup edindiği
bir düşüncenin bilinçdışı anısıyla karşı karşıya kalmış olabilirdik bunun
bir kişisel edinim olması sonuna kadar beklenebilir mi? Sözkonusu vakada
böyle bir olasılığı çelecek bir karşıgörüş ortaya koyamam. Ama
krjptomnezinin kesinlikle sözkonusu olmadığı başka vakalarla bunlardan
birçoğunu Ruhun değişimleri ve simgeleri adlı kitabımda yayınladımdefalarca
karşılaştım. Gerçekten bizim vakamızda, bir kriptomnezi sözkonusu olsaydı bu
bana oldukça uzak gözüküyoro zaman da zaten sözkonusu imgenin, Semon'un
deyişiyle, daha sonra «dışlaşacak olan» imgenin ayıklanmasını ve
belirginleşmesini sağlayan öncesel konumu açıkla mak gerekirdi.
Ne olursa olsun, kriptomnezi bulunsa da bulunmasa da, Tanrı'nın gerçek ve
son derece ilkel bir imgesi sözkonusudur; bu imge çağdaş bir insanın
bilinçdışında gelişti ve orada canlı bir etkinlik yarattı; bu, dinler tarihi
açısından, üzerinde durulması gereken bir etkinliktir. Ben bu imgede
«kişisel» hiçbir yan görmüyorum: bu, etnik varlığını çoktandır bildiğimiz,
tam anlamıyla ortak bir imgedir. Ve tarihsel bir varlığı ve evrensel bir
yaygınlığı olan bu Tanrı imgesinin, doğal işleyişi içinde, ruh tarafından
yeniden düzenlendiğini ve yeniden kurulduğunu kabullenmek zorundayız;
hastam, Eskiçağ'ın ilkel Cermen topluluklarınınkilerle aynı biçimde işleyen
bir insan beyniyle dünyaya geldiğine göre, bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Demek ki, bu kökel imgeleri belirlemek için daha önce ileri sürmüş olduğum
deyimi kullanırsak, buradan canlanmış bir ilkörnek'in varlığı sözkonusuydu.
Bize, atalarımızla ilgili bu eski imgeleri bırakan, hala düşlerimizde
yaşamakta olan bu ilkel ve benzeştirmeli eski düşünce biçimidir. Gerçekte,
kalıtsal sunumlar hiçbir biçimde sözkonusu değildir, ama zihinsel akışı bazı
yönlere yönelten doğuştan yapılar sözkonusudur.
Böylesi olgular sözkonusu olduğunda, bilinçdışının, yalnızca kişisel
gereçleri değil, ama aynı zamanda, kalıtsal ve ilkörneksel kategoriler
biçimindeki, kişisel olmayan ortak etkenleri de kapsadığını varsamak ve
kabul etmek zorundayız. Demek ki şu varsayımı ortaya attım: bilinçdışı,
derinlerdeki tabakalarında, bir ölçüde canlı ve etkin ortak gereçler
bulundurmaktadır, böylece, ortak bir bilinçdışından söz etmek zorunluluğunu
duydum.