Kalıtım, içsalgılar, zekâ, içgüdüler, dürtüler gibi biyolojik ve fizyolojik
etkenlerin kişiliğin maddi temelini, bir başka deyimle, altyapısını
oluşturduğunu belirtmiştik. Bireyin gözlerini dünyaya açtığı ailesinden, ait
olduğu toplumsal kesim, ulus ve uygarlığa dek uzanan toplumsal çevren de
kişiliğin manevi yanını, üstyapısını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Kişiliğin maddi temeline ilişkin biyolojik ve fizyolojik etkenler gelişmiş
hayvanlarda da varolduğuna göre, insanı onlardan ayıran manevi, ani
toplumsal yanıdır. Değer yaratan tek canlı insan değil midir? Ne enli
gelişmiş olursa olsun, dini, ahlâkı, töresi olan, doğayı ve kendisini
değiştirebilen, tarih bilincine sahip başka canlı yoktur.
İnsan doğa karşısında güçsüzlüğünü gidermek, yaşamını sürdürebilmek için
(bazı hayvanların sürüler halinde yaşaması gibi) toplu halde aşmak zorunda
kalmıştır. Toplu halde doğayla mücadele ederken e, hem kendini, hem de
doğayı değiştirmiştir. Bu toplu yaşayışın düzenli ve uyum içinde
sürdürülebilmesi için ortak davranış biçimleri, gelenek, ahlâk, din gibi
değer sistemleri ve toplumsal kurumlar oluşturulmuştur.
Toplumdan topluma ve aynı toplum içinde zamanla değişen bu orak davranış ve
değerler, nesnel bir gerçeklik olarak bireyi kuşatır, ona kendilerini kabul
ettirirler.
Gizil güçlerle doğan çocuk, bir yandan bedensel olarak gelişip derişirken,
bir yandan da içinde doğup yaşadığı, büyüdüğü toplumun dilini, geleneğini,
göreneğini, ahlâk anlayışını, dinsel inançlarını, kısaca toplumsal değerler
sistemi ve davranış kalıplarını benimseyerek toplumun bir üyesi durumuna
gelir. Çocuğun içinde yaşadığı toplumun üyesi durumuna gelmesine
«toplumsallaşma» süreci (socialization) denir. Gerçekte bu süreç, bireyle
çevresi arasındaki iletişim ve etkileşimin sonucudur. Yaşam boyu sürer ve
bireye yeni yaşantılar kazandırır.
İnsan toplumsallaşma sürecinde, bir yandan uyum içinde yaşama amacıyla
toplumsal kuralları benimseyerek öteki bireylerle benzeşirken, öte yandan
doğuştan getirdiği gizil güçler temeli üzerinde onu diğer bireylerden ayıran
kişilik niteliklerini kazanır ve geliştirir.
Ahlâk anlamına gelen «etik» sözcüğünün Eski Yunanca kökeni «ethos» töre ve
karakter anlamlarını içerir.
Kişiliğin toplumsal, ahlaksal katmanı olan karakter, toplumsallaşma
sürecinin ürünüdür. Bireyin ahlaksal değerleri benimseyerek, benliği
üzerinde denetim kuran toplumsal bilince sahip olması toplumsallaşması
sonucudur.
İnsanı insan yapan toplumsal varlığı olduğuna göre, toplumsallaşma aynı
zamanda «insan olma» sürecidir.
ÇEVRENİN BİREYE ETKİSİ
Doğumdan önce bile, annenin döl yatağı içinde oğulcuk ve döl üt üzerinde
çevrenin etkisinden sözedilebilir. Bu etki ana babanın kromozomlarında
bulunan genlerin değişik biçimde bileşiminden başlayarak, annenin gebelik
sırasında yaşama, beslenme koşulları ve ruhsal durumuna dek uzanır. Döl
yatağı içinde çevre koşulları oğulcuğun, dölütün gelişmesine elverişli
değilse dölüt yaşamını yitirir.
Doğumdan sonra bireyin çevresini, içinde yaşadığı doğa ve toplum oluşturur.
Doğa coğrafi konumuyla, iklim koşulları, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla
toplum yaşamını etkileyerek bireye yansır, öte yandan toplum tarihsel,
kültürel, ekonomik, siyasal yapısıyla bireyin yaşam ve kişiliğinde
belirleyici rol oynar. Toplumun tarihsel evrimi içinde göçebe, yerleşik,
gelişmiş, az gelişmiş olması, bireyin sanayileşmiş ya da kırsal bir yörede
yaşaması, sınıfsal, mesleksel konumu kişiliğini etkiler.
BİREY DE TOPLUMU ETKİLER
Birey toplum karşısında edilgen bir varlık değildir. İnsan, doğarken
getirdiği gizil güçler ve sonradan toplumdan kazandıklarıyla bir yandan
kişiliğini geliştirir, değiştirirken, bir yandan da toplumu etkiler,
değiştirir.
İlkel toplumlarda, ortaklaşa bilincin egemen olduğu, bireylerin bezelye
taneleri kadar benzeştiği dönemlerde bile inşan, toplumdan aldığını birey
olarak topluma vermiş, toplumsal gelişmeyi etkilemiştir.
İlk üretim araçlarını geliştiren, ateşi bulan, mağara duvarlarına avının
resmini çizen, ilaç yaparak hastaları iyileştiren insan soyunun atalannı,
kısaca toplumun değişmesine, gelişmesine öncülük edenleri anımsamak bile
bireyin topluma etkisini anlamaya yeterlidir. İnsanlığın ortaklaşa hazinesi
olan uygarlığı, kültürü uzay çağına ulaştıran, insanlığın yaratıcı zekâsını
bilimde, sanatta, felsefede, siyasette, teknolojide somutlayan kişiler
toplumun ürünü olan bireyler değil midir?
TOPLUMSALLAŞMANIN ETKİLİ ARAÇLARI
Uygarlık geliştikçe, toplumsal gelişme, değişme hızlandıkça, kültürel,
ekonomik etkileşim de ulusal boyutlardan evrensel boyutlara ulaşır. Böylece
bireyin toplumsallaşma sürecinde etkili olan araçlar çoğalır. Yüzyılımız bu
açıdan en hızlı gelişmeyi yaşamaktadır, özellikle kitle iletişim araçları
(sinema, radyo, televizyon, afiş, gazete, dergi, kitap) bireyin etkisi
altında kaldığı çevreyi alabildiğine genişletmiştir. Etkili fikirler hızla
yayılabilmekte, yığınları yönlendirebilmektedir. Toplumların manevi ve
kültürel yoğunluğu artmaktadır.
Yerel gelenek ve görenekler, ulusal olanlarla, ulusal değerler evrensel
olanlarla iç içe geçmiştir.
Kitle iletişim araçlarının önemli bir etkisi de halk yığınlarının istek,
özlem ve beklentilerini genişletmesidir. Böylece toplumsal güdüler güç
kazanmakta, bireylerin kişilik yapılarını etkilemekte, yığınları harekete,
eyleme geçirmektedir.
Yine teknolojik, ekonomik gelişmeler sonucu ulaşım hızlanmakta,
yığınsallaşmakta, toplumlar arası kültür etkileşimi yoğunlaşmaktadır. Ulusal
düzeyde örgün eğitimi yaygınlaştırma çabaları artarken, he
men her devlet ilk öğrenimi parasız ve zorunlu tutmakta eğitimin her aşaması
yaygınlık kazanmaktadır.
Hiç kuşkusuz, insan içinde bulunduğu çevrenin ekonomik ve kültürel
olanakları ölçüsünde eğitiminden, kitle iletişiminden yararlanabilir. Bu
durum çeşitli boyutlarda kültürel farklılıklar yaratmaktadır.
KULTÜRLENME
Bilindiği gibi, ulusların gelişme düzeylerindeki eşitsizlikler nedeniyle
gelişmiş, sanayileşmiş toplumlar, orta gelişmişlik düzeyinde olanlar ve az
gelişmiş, giderek yoksul ülkeler vardır. Birey ait olduğu ulus ve toplumsal
kesim içinde toplumsallasın Dolayısıyla farklı sosyoekonomik yapıların
insanları birbirleriyle iletişim kurmakta güçlük çekerler.
Örneğin, ülkemizdeki kırsal alandan kentlere göç olayı, köylü-kentli insanı
büyük kentlerde, metropollerde biraraya getirmektedir. Bunun mikro örneği,
kapıcı-apartman sakinleri ilişkisi olabilir. Bu iki çevre insanı arasındaki
kültür farkını, âdeta gökdelenle gecekondu çelişkisi gibi apaçık
görmekteyiz. Köy gibi kapalı bir toplumdan gelen insanlar, kentte yeniden
toplumsallaşma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadırlar.
İşte bireyin içinde doğup büyüdüğü, geliştiği, benimsediği, toplumsallaştığı
kültürden ayrılıp, değişik bir kültüre geçmesi ve bu kültürü benimsemesi
sürecine «kültürlenme» denir. Kültürlenmeler oldukça, toplumsallaşma da
sürer.
İnsan yaşadığı çevre içinde toplumsal olgunluğa ulaşır ya da kültürlenme
sonucu değişik kültürleri tanırsa, kültürü genişler ve zenginleşir. Hoşgörü
kazanır. Başka kültürlerde yetişenlere olumsuz önyargılarla yaklaşmaz.
İnsanları, olayları toplumun kültür yapısına göre değerlendirebilir. Başka
bir deyişle, çok yönlü düşünmeyi başarabilir.
Sonuç olarak, doğal ve toplumsal güdüler açısından toplumsallaşma süreci,
doğuştan gelen içgüdü ve dürtülerle, sonradan öğrenilen güdülerin bileşimi
olarak yorumlanabilir.
ÇOCUK NASIL TOPLUMSALLAŞIR?
Çocuğun toplumsallaşması karmaşık bir süreçtir. İlk toplumsallaş
ma belirtisi iki üç aylık çocuğun ana babasına gösterdiği ilgidir. Çocuk
ana babasının ya da kendisine bakan kimsenin yanından ayrılmasıyla ağlar.
Kendisiyle ilgilenilmesinden hoşlanır. Altı yedi aylık çocuk tanıdıklarını
tanımadıklarını ayırt edebilir. Anasına bağlanır. Birlikte olmak ister.
Yokluğunda ağlar. Bir yaşına doğru çevreden yapılan uyarıları, yasaklamaları
anlar. Bunlara uymak için çaba harcar. Bir buçuk iki yaş arasında uyarılara,
yasaklamalara karşı çıkar. Direnir, tepki gösterir. İki yaş içinde
büyüklerle kurduğu ilişkilerden etkilenmeye başlar. Bu etki benimseme ya da
tepki gösterme biçiminde yavaş yavaş çocuğun benliğinde izler bırakır. İki
yaşındaki çocuklarda kendi varlığını anlama, tanıma, başka insanları anlama
ve tanımadan daha önce olduğundan, toplumsallaşma çocuğun kendisiyle çevre
arasındaki sınırı anlaması ve kendi benliğini çevreden ayırabilmesiyle
başlar. İki yaşına gelen çocukta cinsel benlik gelişir. Kendisinin kız ya da
oğlan olduğunu bilir. Ancak bu ayrılığı anlayamaz. Başka çocuklara karşı ilk
ilgi ve tepkiyi beş altı ayda göstermeye başlayan çocuk, ancak iki üç
yaşından sonra başka çocuklarla aynı grup içinde bulunabilir. Oyun
oynayabilir. Böylece çocuk iki üç yaşından altı yaşına kadar akranlarıyla
birlikte olup oynayarak, toplum kurallarına uyma alışkanlığını kazanır,
ilkokul çağında çocuğun ana babasına olan bağı yavaş yavaş çözülür. Arkadaş
grupları ve okul, çocuğu aileden daha çok etkiler. Arkadaş grupları içinde
başkalarıyla birlikte olmayı, işbirliğini, çalışmayı, sorumluluk yüklenmeyi,
haklarını savunmayı, yarışmayı, başarılı olmayı, kurallara uymayı öğrenir.
Başka bir deyişle, toplumsallaşmasında arkadaş grupları etkinlik kazanır.
Gençlik çağında çevre daha genişler. Genç, aile etkisinden ve çevresinden
kurtulmak için çaba harcar. Daha çok yaşıtlarıyla birlikte bulunmak ister.
Onlardan çok etkilenir. Karşı cinsle arkadaşlık ve ilişki kurup sürdürmek
yaşamında önemli yer alır. Toplumsal kurallara, değerlere, yasalara uyma
zorunluluğu, gençte aileye, çevreye, okula, toplum karşı tepki oluşturur.
Kendine özgü dünya görüşüyle bu kurumları beğenmez, eleştirir, karşı çıkar.
Toplumsal roller benimsendikçe, sorumluluk yüklendikçe bu durum kaybolur.
Gencin iş bulup çalışması, askere gitmesi, evlenmesi gibi rol değişmeleri,
ona toplum içinde yeni bir yer ve rol kazandırır. Böylece genç o toplumun
yetişkin bir üyesi olur.
VİCDANIN SESİ
«Elini vicdanına koy», «Vicdanının sesini dinle», «Vicdan azabı çekmek» gibi
deyişler, yaşamın ahlaksal alanıyla ilgili olarak günlük konuşmalarda sık
sık geçer.
Nedir vicdan? İnsanda doğuştan mı vardır, yoksa sonradan mı kazanılır? Bu
soruları doğru yanıtlamak toplumsallaşma sürecinin iyi bilinmesi ve
değerlendirilmesiyle olasıdır. Yoksa insanları doğuştan «iyiler» ve
«kötüler» diye ayıran bir yanılgıya düşülebilir.
Bebek doğduğunda ahlaksal bakımdan yansızdır (nötrdür). O henüz
biyo-psikolojik bir varlıktır. Varlığının bütünlenmesi toplumlaşma sürecinde
gerçekleşecek, birey olacaktır. Her gün yeni yaşantılar kazanacak, değerler
edinecek, davranış biçimleri öğrenecektir. İnsanları anlayacak, sevecek,
sayacaktır.
Toplumsallaşmanın çocuğun kendisiyle çevresi arasındaki sınırı anlaması ve
kendi benliğini çevreden ayırabilmesiyle başladığını belirtmiştik. Buna,
çocuğun kendi benliğini denetleyerek diğer insanların varlığını, hak ve
isteklerini kabullenmeyi öğrenmesi sürecidir de diyebiliriz.
Başlangıçta bu denetleme çocuğa büyük ölçüde engellemeler, yasaklar yoluyla
kazandırılmaya çalışılır. Ama asıl yapılmak istenen ya da yapılması gereken,
onu inandırmak, ona neleri neden yapmaması gerektiğini anlatmaktır.
Başka çocuğun oyuncağını elinden almak isteyen küçüğe, «Hayır, onun
oyuncağını alma, bak kardeş ağlıyor, yazık ona...» gibi sözlerle onda sevgi,
acıma duyguları uyandırmaya, öteki çocuğu anlamasını sağlamaya çalışırız.
Kendi oyuncaklarını başka çocuklarla paylaşmasını öğreterek çocuğu ilerde
«birarada yaşama» kavramına alıştırmaya uğraşırız.
Bu örnekte açıklamak istediğimiz gerçek şudur: İnsan toplumsal bir varlık
olarak öteki insanlarla bütünleşerek varlanır, varlığını gerçekleştirir.
Diğer insanlara gereksinimi vardır. Onlarla uyum içinde olmak, onlar
tarafından kabul edilmek, sevilmek, sayılmak ister. Onları anlamaya çalışır,
sever, sayar, önce ana babasını, kardeşlerini, yakınlarını, daha sonra
arkadaşlarını, doğal koşullarda gittikçe gelişen bir sevme, anlama gücüyle
halkını ve tüm insanlığı sever. Bu sevgi, saygı davranışlarına yansır, onu
bencillikten elcilliğe, özveriye yöneltir, giderek ulusu, vatanı, insanlık
için özgecide bulunmaya bile götürebilir.
İşte toplumsallaşma sürecinde, insan doğasına da uygun olarak çocukta
gelişen insan sevgi ve saygısı, onda toplumsal bilincin, yani vicdanın da
temelini oluşturur. Çocuk ahlaksal değerleri bu sevgi ve saygı nedeniyle
benimser, varlığına sindirir. Öyle ki, ahlaksal davranışlarını, toplumsal,
hukuksal, tanrısal yaptırımlardan korkarak, çekinerek değil, doğruluğuna
inanarak, benimseyerek yapar.
İnsanda sevgi ve saygıya dayanmayan hiçbir eğitim sistemi, hiçbir ahlaksal
yargı, hatta dinsel emirler bile sürekli olamaz. Gerçekten de sevgi, güven
içinde yetişmemiş, kişilik bozuklukları gösteren insanların bencil,
başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmalarını, ne ceza yasaları, ne
cehennem korkusu, ne de toplumdışı bırakılma, kınama korkusu
engelleyebilmiştir.
Ortaçağda Katolik Kilisesinin tutuculuğu, cemaatine baskı uygulamaları,
engizisyon işkenceleri dinde reform hareketiyle yıkılıp gitmiştir. İnsana
sevgi ve saygıya dayanan tek tanrılı dinler, Konfiçyus, Buda dini gibi ahlâk
dinleri büyük yaygınlık kazanmış, yüzyıllarca yaşamış, daha da
yaşayabileceklerdir.
Hazreti Muhammed'e, «En makbul ibadet nedir?» diye sormuşlar, «İyi insan
olmak, iyi insan olmak, iyi insan olmak,» diye yanıtlamış. İyi insan olmanın
ilk koşulu da insanları sevmek, anlamak, onlarla yardımlaşmak değil midir?
Tasavvuf felsefesinde en büyük amaçlardan biri de evren ve insanlarla
bütünleşmek, «ummanda bir zerre» olmaktır.
EVRENSEL ERDEMLER
Ahlâk kuralları toplumdan topluma ve aynı toplumda zamanla değişmekle
birlikte, tüm toplumlarda kalıcı, ortak olan evrensel ahlâk değerleri
vardır. Örneğin, (farklı biçimlerde de olsa) büyüklere saygı,
yardımseverlik, cesaret, yurtseverlik gibi erdemler evrenseldir.
Ahlâkın yeniçağa kadar dinsel nitelikte olduğu bilinmektedir. Yeniçağda
başta Avrupa'da Rönesans hareketiyle birlikte hümanist düşünceler, insan
hakları, eşitlik, adalet fikirlerinin yaygınlaşmasıyla ahlâk da laik bir
nitelik kazanmaya başlamıştır. Dinler binlerce yıldır insanların toplumsal
yaşam kurallarına uymalarında büyük etken olmuşlarsa da, dinlerin
yaptırımları, dindarları kötü davranışlardan alıkoymaya yetmemiştir. Bir
insanın iyi olması hiçbir zaman dindar olmasıyla eşdeğerli olmamıştır. Oysa
insana sevgi ve saygıya dayanan ahlaksal erdemler, laik bir vicdanın
emirleri olabilmiştir.
özetlersek, çocuğun toplumsallaşma sürecinde eğitimi sevgi, saygı, anlayış
ve hoşgörüye dayandırılırsa, toplumsal bilinci, yani vicdanı gelişecek, onun
iyi bir insan, iyi bir yurttaş olmasında en önemli temel atılmış olacaktır.
Yetişkin bir kişi olduğunda, davranışlarını denetleyecek, kendi haklarıyla
başkalarının haklarının sınırlarını adalet duygusuyla belirleyecek,
sorumluluklarını inanç, istek, giderek özveriyle yerine getirecektir.
Toplumsallaşma sürecindeki başarılı kilometre taşları, insan karakterinin
çizgilerini de belirler. Kişinin güvenilir, dürüst, tutarlı, yardımsever,
yiğit, cömert, insanlık idealine bağlı, özverili, yaratıcı zekâsını
insanlığın hizmetlerine adayan bir insan olması ya da bencil, hırslı,
tutarsız, hilekâr, cimri, yalancı, korkak biri olması, bu özelliklerin bir
bölümünü, belki çoğunu kişiliğinin bir parçası haline getirmesi,
toplumsallaşması sonucudur.
Çocuk eğitiminde aşırı baskıcı tutum, çocuğun sinmesine, silik kalmasına
neden olabilir, ruhsal dengesizlikler yaratabilir. Çocuğu sık sık
cezalandırmak vicdan gelişmesini olumsuz yönde etkiler. Onda suçluluk
duygusu yaratır, özgüvenini azaltır. Kuşkusuz çocuğun davranışlarını
yönlendirmek amacıyla cezaya da başvurulabilir. Ancak ceza verilirken,
çocuğun yaşı, kişilik özellikleri ve içinde bulunduğu koşullar gözönüne
alınmalıdır. Çocuğa neden ceza verildiği anlatılmalı, cezalar suçla dengeli
olmalı, geçerli nedenlere dayanmalıdır. Ceza en son başvurulacak bir yöntem
olarak düşünülmelidir, özellikle çocuğu sevgiden yoksun bırakarak ya da bu
yolla tehdit ederek cezalandırmaktan kaçınılmalıdır.
öte yandan aşırı gevşeklik ve serbestlik de aynı ölçüde zararlıdır. Çocukluk
çağında hiçbir kurala uymadan istediğini yapmaya alışanlar sorumluluk
yüklenemezler. Başkalarıyla kolay ilişki kurup sürdüremezler. Kimsenin
hakkına saygı duymaz, kimseye güven vermezler.
Görüldüğü gibi, vicdanın bütün yaşam boyu iyi bir denetim düzeni olarak
gelişebilmesi, büyük ölçüde ana baba ve yakın çevrenin tutumuna bağlıdır.
İNSAN ÇOCUKLUĞUNUN TUTSAĞIDIR
Daha ileride gözden geçirilecek olan bütün ruhbilim öğretilerinin de
vurguladığı gibi, insan çocukluğunun tutsağıdır. İnsanı bu tutsaklıktan
erken yaşta başlayan doğru ve olumlu toplumsallaşma süreci kurtarır.
Geçip giden çocukluk çağı bir daha geri gelmez. Ancak insan bütün yaşam boyu
bu çağın izlerini taşır.
Ziya Osman Saba «Çocukluğum» adlı dizelerinde çocukluk çağına özlemi şöyle
dile getiriyor:
Çocukluğum, çocukluğum...
Uzakta kalan bahçeler.
O sabahlar, o geceler,
Gelmez günler çocukluğum.
Çocukluğum, çocukluğum...
Bir çekmecede unutulmuş,
Senelerle rengi solmuş,
Bir tek resim çocukluğum...
Sabahattin Kudret Aksal «Geçmiş Zaman Kuşları» adlı dizelerinde çocukluk döneminin bütün yaşama etkisini şöyle anlatıyor:
Horoz şekeriymiş gibi emiyorum
Çocukluğumu, yastığımın altında
Gece, gündüz elimde, sokaklarda.
Göze görünmeyen dallar arasından
Avlıyorum geçmiş zaman kuşlarını.