İktidar Ve Özne: Michel Foucault Ve Judith Butler

Aydın Çam


Yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden ikisini, Michel Foucault ve Judith Butler’ı, iktidar, özne, kimlik ve direniş bağlamlarında karşılaştırmak aslında farklılıklardan çok benzerlikleri ve kırılmalardan çok süreklilikleri açığa çıkarmaktadır. Her ne kadar yapılan bu karşılaştırmada ağırlıklı olarak Foucault’nun çalışmaları (1987; 1993; 1995; 2000; 2007 ve 2011) temel alınmış ve Butler’ın sadece iki çalışması (2005 ve 2007) ve bir röportajına (Pages ve Trachman; 29 Kasım 2012) yer verilmiş de olsa benzerlik ve süreklilik içeren temalarla sıklıkla karşılaşılmıştır. Yapılan okumalardan sonra görülmüştür ki hem Foucault hem de Butler, Catherine Mills’in (2003) de dikkat çektiği şu ortak önermeleri ileri sürmektedirler: (1) iktidar üretici bir güçtür; (2) özne yapılandırılmaktan / tesis edilmekten ziyade atanmaktadır ve (3) direniş asla iktidarın dışında değildir ve iktidarın yıkım sürecinin daha başında normları yeniden oluşturmaktadır. Ancak diğer taraftan çalışmalarındaki bu görünür benzerlikler Butler ve Foucault’nun kuramsallaştırmalarındaki bazı önemli farklılıkları da gizlemektedir. Butler, ilk çalışmalarında Foucault’nunkilere benzer bir kuramsallaştırmayı takip etmesine karşın, daha geç çalışmalarının kuramsal bağlılıkları bu arzusunu zayıflatacak ve onu tamamıyla farklı bir yöne sürükleyecektir (Mills; 2003:253). Ya da 2012 yılının Kasım ayında kendisiyle yapılan bir röportajda dediği gibi; Foucault her zaman onun kuramlarının bir parçası olmuştur ancak asla onun kuramlarını bir kutsal kelam gibi görmemiştir. Butler, Foucault’nun kuramlarını yeni bir amaç için kullanmıştır ve bunu da tıpkı Foucault’nun diğer düşünürlerin kuramlarını kullandığı biçimde yapmıştır (Pages ve Trachman; 29 Kasım 2012).

İktidar ve Özne

En baştan şunu belirtmek gerekir ki iktidar kavramı Foucault’un çalışmalarında statik değil, dinamik bir kavramdır ve bu kavramın Foucault tarafından ele alınışı süreç içinde değişkenlik göstermektedir. 1961 yılında yayımladığı, Akıl ve Akıl Bozukluğu: Klasik Çağda Deliliğin Tarihi (kısaca Deliliğin Tarihi, 1995) adlı çalışmasında iktidar kavramı, dışlayan, bastıran, sansürleyen, tecrit eden, maskeleyen ve gizleyen bir olumsuzluk olarak ele alınmaktadır. Klasik Çağ’dan çıkışla birlikte iktidar, toplumdışı kabul ettiği ve daha önce aralarında hiçbir benzerlik kurulmayan grupları delilik çatısı altında toplamış ve delileri çeşitli mekanizmalar ile normalleştirmeye çalışmıştır. Deliliğin Tarihinde bu uygulamanın olumlu örgütlenme rolüne de dikkat çekilmiş olmasına karşın (Foucault; 1995:130), iktidarın ve onun düzenleyici mekanizmalarının olumlu bir olgu olarak merkeze alınması ancak 1970'lerden sonraki çalışmalarında, örneğin 1975 yılında yayımladığı Hapishanenin Doğuşu: Gözaltında Tutmak ve Cezalandırmak (kısaca Hapishanenin Doğuşu, 2000) adlı çalışmasında iktidar artık üretken bir aygıt olarak burjuva toplumuna hakim devasa bir denetim ve disiplin mekanizması inşa edilmesine gerekçe hazırlamıştır. Hapishanenin Doğuşu’nun giriş bölümünde Foucault çalışmasının amaçlarından birinin “cezai tedbirlerin yalnızca bastırmaya, engellemeye, dışlamaya, yok etmeye olanak veren ‘olumsuz' mekanizmalar olmadıklarını; bunları desteklemekle yükümlü oldukları koskoca bir dizi olumlu ve yararlı dizgeye bağlı olduklarını göstermek (Foucault; 2000:61)” olduğunu söyler. Son çalışması Cinselliğin Tarihinde (1993) onun iktidara dair tutumu artık son derece olumludur:

Batı, Klasik Çağ'dan bu yana iktidar mekanizmalarında gerçekleşen derin bir dönüşüme tanık oldu. Tasarruf hakkı, bu mekanizmaların en önemli biçimi olmaktan çıkıp, boyun eğdirdiği güçleri kışkırtma, güçlendirme, denetleme, gözetleme, çoğaltma ve düzenleme işlevlerine sahip olan parçalar içinde bir parça haline dönüşür. İktidar; artık silmek, eğmek ya da yok etmek yerine üreten, güçlendiren ve düzenleyen bir iktidar olma eğilimindedir (Foucault; 1993:140).

Foucault'nun çalışma hayatı boyunca iktidar kavramı hakkında yaptığı bu yenileme sonraları Butler tarafından daha da ilerletilecektir. Temelde her ikisi de iktidarı üretici bir güç olarak kabul etmektedirler ve dahası iktidar ve direnişin iç içe geçmiş olduğunda hemfikirdirler. Bu tespit Foucault tarafından çok erken bir çalışmada, Deliliğin Tarihinde yapılmıştır. Ona göre akıl ve delilik iç içe geçmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini önceleyen ve gerçekleştiren kavramlardır:

[Klasik Çağ'dan çıkış evresinde] delilik akla ilişkin bir biçim haline gelmekte veya daha doğrusu, delilik ile akıl sürekli olarak tersine dönebilen bir ilişki haline girmektedirler, bu da deliliği onu yargılayan ve ona egemen olan kendi aklına sahip; her aklı da onda gülünç gerçeğini bulduğu kendi deliliğine sahip hale getirmektedir. Her biri diğerinin ölçüsüdür ve bu karşılıklı atıf hareketi içinde bunların ikisi de birbirlerini reddetmekte, ama her biri diğerinin üzerine yaslanmaktadır (Foucault; 1995:58).

Sonuçta iktidar ve direnişin iç içe geçtiği kabulü her ikisinin de tahakküm altındaki kimliklerin oluşumuna benzer açılardan bakmalarına neden olmuştur. Foucault'ya göre kimlikler (bir iktidar mekanizması olmaları / iktidar tarafından üretilmeleri nedeniyle) tanımlayan, sınıflandıran, biçimlendiren ve sınırlandıran kurumlar ve pratiklerdir. Bu iktidar, modernite öncesinde kralın, kilisenin ve aristokrasinin merkezinde olduğu bir sistemi işaret ederken, modemiteyle beraber bunun karşısına kurumlardan oluşan bir yapı çıkarılmış ve bu yapı genellikle ekonomi-politik ile açıklanmaya çalışılmıştır. Oysa iktidar, genel ve incelikli stratejileriyle, mekanizmalarıyla ve kendisine sürekli eklemlenen bilgi ile karmaşık bir yapıdır ve bu yapının detaylı olarak incelenmesi gerekmektedir (Foucault; 2007:35). Düşünüldüğünden ve hayal edildiğinden çok daha güçlü olan bu iktidar, akıl hastaneleri, askeri kışlalar, okullar, hapishaneler, delilik ve cinsellik gibi kurumlar aracılığıyla bedeni çalıştırmakta, davranışlara sızmakta ve arzu ve zevklerle iç içe girmektedir. Örneğin hapishaneler, aslında sadece yasadışılıklarla mücadele etmek için ceza hukukunun sağladığı bir araç değildir:

Hapishane, yasadışılıklar alanını yeniden düzenlemenin, yasadışılıklar ekonomisinin dağılımını yeniden yapmanın, belli bir profesyonel yasadışılık biçimini -suça eğilimliliği- yaratmanın aracıydı; bu profesyonel yasadışılık biçimi bir yandan halka özgü yasadışılıkları hedef alacak ve onları azaltacak, diğer yandan ise sanayi tarzı bir ekonomiye sahip olunduğu andan itibaren “ahlaklı” olması kesinlikle gerekli olan işçi karşısında iktidardaki sınıfın yasadışılığına hizmet edecektir (Foucault; 2007:83-84).

Ancak tekrar etmek gerekirse, tüm bunlardan iktidarın salt despotik ve totaliter olduğu sonucunu çıkartmak yanlıştır. Foucault’ya göre iktidarı güçlü kılan şey, işleyişinin sadece olumsuz düzlemde gerçekleşmemesidir. “İktidarın olumlu etkileri vardır”, der Foucault: “bilgi üretir, zevk yaratır. İktidar sevimlidir. Eğer yalnızca baskıcı olsaydı, ya yasağın içselleştirilmesini ya da öznenin mazoşizmini (sonuçta ikisi de aynı şeydir) kabul etmemiz gerekirdi” (2007:74). Bununla birlikte iktidar; Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan çıkan bir bakış gibi, toplumun ve bireylerin adeta kılcal damarlarına sızarak tüm ilişkileri biçimlendirir hale gelmiştir. Foucault da bu iktidar ilişkilerinin nasıl olup da bedenlerin derinliğine nüfuz edebildiğini anlamaya çalışmaktadır. İktidar bedene ulaşıyorsa, bu öncelikle insanların bilincinde içselleştiği için değildir. Bir biyo-iktidar, bedensel-iktidar ağı vardır. Foucault’nun bu önermesine göre, beden siyasal bir alanın içine doğmuş durumdadır ve iktidar ilişkileri onun üzerinde doğrudan bir müdahale meydana getirmektedirler; onu kuşatmakta, damgalamakta, terbiye etmekte, ona azap çektirmekte, onu işe koşmakta, törenlere zorlamakta, ondan işaretler talep etmektedir:

Bedenin bu siyasal olarak kuşatılması, karmaşık ve karşılıklı ilişkilere göre, onun ekonomik kullanımına bağlıdır; bedenin iktidar ve egemenlik ilişkileri tarafından kuşatılmasının nedeni büyük ölçüde, üretim gücü olmasından kaynaklanmaktadır, fakat buna karşılık bedenin işgücü olarak oluşması ancak, onun bir tabiyet ilişkisi içine alınması halinde mümkündür (Foucault; 2000:63).

Tabiyet ve özneleşme süreci Foucault’nun tüm çalışmalarının arka alanını oluşturan temalardan biridir. Daha önce de belirtildiği gibi iktidar bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale etmektedir. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Foucalt’ya göre özne sözcüğünün iki anlamı vardır: denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Foucault “sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimini telkin ediyor” demektedir (2011:63). Butler işte tam da bu bağlamda, yani iktidarın öznenin aynı zamanda varoluş koşulunu oluşturması bağlamında, iktidarı özneye dışardan baskı kuran, özneyi madun eden, özneyi aşağı bir düzeye indirip daha düşük bir düzene yerleştiren bir şey gibi düşünmemek gerektiğini söyler. Ona göre bu iktidarın bir kısmının ne yaptığının adil bir tarifidir. Oysa iktidarı öznenin kurucusu, varoluş koşulu ve onun arzusunun yörüngesi olarak anlarsak, o zaman iktidar yalnızca karşı koyduğumuz değil, aynı zamanda varoluşumuz için güçlü bir şekilde bağlı olduğumuz, varlığımızın içinde barındırdığımız ve sakladığımız bir şey olacaktır (Butler; 2005:9-10). Dolayısıyla bu noktada tabiyet de yalnızca iktidar tarafından madun bırakılma sürecini değil, aynı zamanda özne olma sürecini de ifade etmektedir. Butler’a göre gerek Althusser’ci anlamda bir çağırmayla, gerekse Foucault’cu anlamda söylemsel bir üretkenlik dolayımıyla özne, iktidara ilksel bir boyun eğişle yaşama başlamaktadır. Foucault bu açıdan oldukça önemli bir önermede bulunur ancak Butler bu önermenin eksik olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Foucault böylesi bir formülasyondaki ikiliği tespit etmekle birlikte, öznenin nasıl boyun eğerek oluştuğuna ilişkin özel mekanizmaları açıklayacak ayrıntılara girmez. Bu nedenle Foucault’nun teorisinde bütün bir psişe alanına büyük ölçüde değinilmemiş olur ve iktidarın madun kılma ve üretme biçimindeki çifte değeri açıklanmaz (Butler; 2005:10). Butler özellikle İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler (2005) adlı çalışmasında Foucault’nun değinmediği bu alana yoğunlaşır.

İktidar ve Kimlik

Foucault çalışmalarında kimlikleri, tanımlayan, sınıflandıran, biçimlendiren ve sınırlandıran kurumlar ve pratikler kuşkusuz belli bir tür kimliği taşıyanları denetleme ve manipüle etmenin araçları olarak tanımlar. Kimlikler baskıcı, düzenleyici ve dışlayıcı mekanizmalarıyla birlikte iktidar bağlamında düşünüldüğünde, bu iktidara karşı da belirli bir kimliğin her zaman direnişin bir öğesi olarak yeni iktidar yapıları üretme riski olduğu da görülmektedir. Kuşkusuz, kimlikler çoğu zaman iktidar ile direnişin karşılaştığı noktalarda meydana gelme ve ayrımlar koyma eğilimindedirler. Dolayısıyla bir noktadan sonra belli bir kimliğin kabul edilmesi, o kimliğin oluşturduğu ayrımın dışında kalan ya da tümden o ayrımın karşısında yer alan diğer kimliklerin reddedilmesi riskini de taşımaktadır. Tüm bu döngü Foucault’ya göre hali hazırda bulunan iktidar ilişkilerini yeniden üretmektir. Foucault bu durumu homoseksüellerin kimliklerini toplumsal alanda sahiplenmeleriyle ilgili bir soruya yanıt verirken şöyle açıklar:

Taktik açıdan “ben homoseksüelim” demek belirli bir anda önem taşısa da, bence, uzun vadede ve daha geniş bir strateji çerçevesinde, cinsel kimlikler üzerine sorular sormamak gerekiyor. Söz konusu durumda, cinsel kimliğini onaylatmak değil, cinsellikle, farklı cinsellik biçimleriyle özdeşleşme buyruğunu reddetmektir önemli olan. Belirli bir cinsellik biçimi yardımıyla ve aracılığıyla kimlik edinme zorunluluğunu yerine getirmeyi reddetmek gerekir (Foucault; 2007:271).

Görüldüğü gibi, tahakküm altındaki toplumsal grupların kimlikleri üzerinden bir politika oluşturmaları belli bir noktaya kadar kabul edilir nedenlere dayanmaktadır ancak uzun vadede kimlik politikaları yeni iktidar alanları üretmek gibi bir potansiyeli de her zaman taşımaktadırlar. Kimliklerin iktidar karşısındaki durumları ve yeni iktidar biçimleri oluşturma riskleri ile ilgili olarak Butler da Foucault’nun izinden giderek benzer eleştirileri yapar (2007:4): kimlik kategorileri ister baskıcı yapıların normalleştirici kategorileri, isterse bu baskıyı özgürleştirici bir damarla tanımamanın odaklaşma noktaları olsunlar, düzenleyici rejimlerin enstrümanları olmaya eğimlidirler. Tam da bu nedenle Butler, kimliklerin tam olarak neye işaret ettiği konusunda bir belirsizlik kalmasından yanadır (2007:4). Buna karşın bir direniş aracı olarak kimliğin öne sürülmesini de reddetmez ama bu direnişin de belirsizlik üzerinden kurulmasını amaçlar. Örneğin, heteroseksüel kimlik hegemonyasına karşı son derece belirsiz oluşu ile homoseksüelliğin yine bu “belirsizliği” nedeniyle bir direniş potansiyeli taşıdığını söyler:

Eğer ‘lezbiyen kadınlar’ın ve ‘gey erkekler’in geleneksel olarak gerçek olması imkansız kimlikler, sınıflandırma hataları, hukuksal-tıbbi söylemler içindeki doğal olmayan felaketler ya da -muhtemelen aynı kapıya çıkmak üzere- sınıflandırılması, düzenlenmesi ve kontrol altına alınması gereken paradigma olarak adlandırılmış oldukları zaten doğruysa, öyleyse bu hata, karışıklık ve dert yuvalarının, sınıflandırmaya ve genel haliyle kimliğe karşı belli bir direnişin sergileneceği buluşma noktaları olmaları da pekala mümkündür (Butler, 2007:11).

Butler için homoseksüellik bir direniş noktası olmasına karşın heteroseksüel paradigmanın dışında düşünülemez. Bu önermesi, Foucault’nun kimlikler için söylediklerine de uygundur. Bu noktada Butler’ın toplumsal cinsiyet ile ilgili temel önermeleri de ortaya konulmaktadır: (1) temsil edilenden önce gelen bir öz yoktur, (2) temsil uygulamaya dayalıdır ve (3) uygulamanın sonunda ve etkisi olarak bir ‘özne’ görünümü oluşmaktadır (2007:32).

Michel Foucault ve Psikanaliz

Butler’a göre Foucault psişe konusundaki suskunluğuyla ün salmıştır (2005:25), ki bu Foucault’nun çalışmalarına psikanalizi dahil etmediği anlamında söylendiyse doğru bir önermedir. Ancak, Foucault’nun psikanaliz ve psikiyatrlar hakkında sessiz kaldığını söylemek çok da mümkün değildir. Foucault daha ilk çalışması Deliliğin TarihVnde akıl hastanelerinin ve psikiyatrların iktidar mekanizmalarına dahil olduklarına değinmektedir. Üstelik daha sonraki çalışmalarında da bu yaklaşımını korur. Akıl hastaneleri ve akıl hastanelerinin işleyişini ayakta tutan psikanaliz temel olarak iktidar ilişkilerini üretmek, yeniden üretmek ve sürdürmek işlevlerini yerine getirmektedirler:

Benim söylediğim şey, Freud’un ve psikanalizin, cinsellikten söz ederken, teknikleri sayesinde öznenin cinselliğini ortaya çıkartırken, su götürmez bir biçimde özgürleşme eseri gerçekleştirdiğini varsaymanın tehlikeli olduğudur. [Psikanalize göre] sevmeyen ya da çalışmayan kişi hastadır; tüm bunlar psikanalitik pratikte mevcuttur ve bu pratik üzerinde etkilidir. Psikanalitik pratiğin sorgulamadan yönettiği bir iktidar mekanizması söz konusudur (Foucault; 2007:71,72).

Kuşkusuz uzun bir süre boyunca Foucault’nun psikanalizden ve psikiyatrlardan -en hafif tabiriyle- haz etmediğini söylemek mümkündür. Hapishanenin Doğuşu ’nda psikiyatrlar yine iktidar mekanizmalarından biri olarak Foucault tarafından eleştirilmektedir. Tıpkı Deliliğin TarihVnde olduğu gibi bu çalışmasında da psikiyatrlar gerektiğinde bir insanın cezai ehliyeti olup olmadığına karar verdiklerinden dolayı iktidar mekanizmalarından yargılama ve cezalandırma pratiklerine eklemlenmiş durumdadırlar:

Psikiyatri uzmanlarına gelince, bunlar yargıda bulunmayı istedikleri kadar yasaklasınlar, 1958 genelgesinden beri cevap vermek zorunda oldukları üç soru bir incelensin: sanık tehlikeli bir durum arz etmekte midir? Cezai yaptırım uygulanabilecek durumda mıdır? Tedavi edilebilir ve uyum sağlayabilir durumda mıdır? (Foucault; 2000:57).

Foucault, 1976 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda psikiyatriye karşı bu olumsuz tutumunu devam ettirmektedir. “Deli, büyücünün oğlu değildir” der Foucault ve devam eder: “ama psikiyatr engizisyoncunun soyundan gelir” (2007:77). Psikiyatrlara ve psikiyatriye karşı bu son derece olumsuz tutumu son çalışması Cinselliğin TarihVnde biraz yumuşayacak ve cinselliğin iki yüzyıl boyunca iktidar mekanizmaları ve söylemi tarafından bastırılmasında sadece Freud’un çalışmaları aracılığıyla bir gedik açılmış olduğunu belirtecektir (Foucault; 1993:11). Ancak onun psikiyatriye ve psikiyatrlara yönelik tüm bu olumsuz tutumuna karşın, çalışmalarında insan ruhuna değinmediği söylenemez.

İktidar, Özne ve Psikanaliz

Foucault, Hapishanenin Doğuşu’nda bireylerin arasındaki en ufak ilişkiye kadar işlemiş olan iktidar biçimlerini ve mekanizmalarını ele alır. Ona göre beden üzerinde tahakküm kuran iktidar ve yargı mekanizması zaman içinde insan bedenine yönelik cezalandırma sistemini ve kanunları değiştirerek bedensel yaptırımları terk etmiştir. İktidarın nüfuz ettiği ve cezalandırmanın konusu artık insan bedeni değil ruhudur. Panopticon’la beraber kurulan sistemle insan ruhu artık bedenin denetleyicisidir ve bir bakıma onu hapseden hücre olmaktadır. Foucault, bu çalışmasının merkezine aldığı insanı ve onun ruhunu şöyle tanımlar:

Bize sözü edilen ve özgürleştirmeye davet edilen insan, çoktan beri bizatihi kendinden daha derin bir tabi kılmanın sonucudur. Bir “ruh” onda ikamet etmekte ve onu, kendi de bizatihi iktidarın beden üzerinde uyguladığı egemenlik içinde bir parça olan varoluşa taşımaktadır. Bir siyasal anatominin sonucu ve aleti olan ruh; bedenin hapishanesi olan ruh (2000:68).

Foucault özetle ruhun, bedenin terbiye edildiği, şekillendirildiği, işlendiği ve üzerine yatırım yapıldığı normatif ve normalleştirici bir ideal halini aldığını, altında bedenin maddileştiği tarihsel olarak özel bir imgesel ideal olduğunu ileri sürmektedir. Butler, Foucault’yu bu bağlamda derinlemesine ele aldığı çalışması İktidarın Psişik Yaşamı’nda (2005), onun “ruhun bedeni hapsettiği ve biçimlendirdiği” önermesine konu olan “ruh”un psişe olduğunu ileri sürer. Bir anlamda ruh, bedeni üretip gerçekleştiren iktidar yüklü bir şema gibi faaliyet göstermektedir (Butler; 2005:89). Ve yine ona göre, ruhun bu derece önemli olduğu bir durumda, özneleşme ve özellikle kişinin kendi tabiyetinin ilkesi haline gelişi, kısıtlama ya da yasaklamanın biçimlendirici ya da üretici etkilerinin psikanalitik açıklamasına başvurmadan anlaşılamaz (Butler; 2005:85). Butler bu noktada Foucault’nun çalışmalarına büyük katkı yapacak şu soruları sorar:

Eğer Foucault psişeyi, normalleştirmenin hizmetindeki hapsedici etki biçiminde anlıyorsa, normalleştirmeye karşı psişik direnişi nasıl anlayabilir? Ve ikinci soru: Psikanalizin bazı savunucuları normalleştirmeye direnmenin bilinçdışının işlevi olduğunda ısrar ettiklerinde, psişik direnmeye dair bu güvence yalnızca bir kurnazlık, bir aldatmaca mıdır? Daha doğrusu psikanalizin ısrar ettiği direnme toplumsal ve söylemsel bir üretim midir, yoksa genelde toplumsal ve söylemsel üretime karşı geliştirilen, onun altını oyan türde bir direnme midir? (Butler; 2005:86).

Butler’a göre tabiyet sorununa ve öznenin boyun eğmekle oluştuğu düşüncesine Freud ya da Foucault’dan çok daha önce Hegel’de rastlanır. Hegel, Tinin Görüngübilimi adlı eserinde kölelik sorununa değinirken, başlangıçta köleye “dışsal” gibi görünen efendinin, kölenin kendi vicdanı olarak yeniden ortaya çıktığını söyler. Ortaya çıkan bu mutsuz bilinç, kölenin kendi kendini suçlaması ve efendinin şekil değiştirip psişik gerçekliğe bürünmesinin sonucudur. Butler’a göre ise bu durum, yani özbilincin ısrarcı gövdeselliğini ıslah etme arayışında olan kendini aşağılamalar, kara vicdanın tesis edilmesini sağlamaktadır. Butler, Hegel’in “kara vicdan” kavramsallaştırmasını Nietzsche’nin ele alarak, kara vicdanı öznenin oluşum, kalıcılık ve süreğenliğine temel teşkil ettiği saptamasına dikkat çeker. Böylece, bu durumların her birinde, başlangıçta özneye dışsal gibi görünen, baskı yapan ve onu boyun eğmeye zorlayan iktidar, öznenin özkimliğini kuran psişik bir biçim kazanmaktadır (2005:11). Bu noktada Butler’a göre iktidar basit bir tahakküm, kabullenme ve içselleştirme ilişkisinden ibaret değildir ve tabiyete ilişkin bir açıklamanın izleri psişik yaşamın dönüşlerinde sürülmelidir. Daha özelde bu izler, öznenin kendisine karşı döndüğü, toplumsal düzenleme süreçleri ile birlikte işleyen kendini küçümseme, vicdan ve melankoli edimlerinde sürülmek zorundadır (Butler; 2005:25). Buradan yola çıkan Butler, Hegel, Nietzche, Freud ve Althusser’in çalışmalarını ele alarak iktidarın ve özne ilişkisini “mutsuz bilinç”, “kara vicdan”, “çağırma”, “özdeşleşme” ve “melankoli” kavramları etrafında inceler. Kısaca denilebilir ki tabiyet, Foucault’da bir dayatma sonucu ortaya çıkarken Butler’da arzu edilen bir şeydir ve Butler bu arzuyu doğuran psişeyi inceler.

Söylem Olarak Özne / Söylemin Düzeninde Özne

Foucault, Söylemin Düzeni (1987) adlı çalışmasında söylemin üçlü bir yasayla; yasaklama, var saymama ve suskunluk ile bir norm oluşturduğunu ve bu sayede iktidarın işlediğini ileri sürer. Buna göre söylem, sadece dışlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal bağları da oluşturur. “Bireyler, sayılarını ne denli kalabalık düşünürsek düşünelim bir tek ve aynı zamanda bütünün ortaklaştırılması yoluyla karşılıklı bağlılıklarını tamamlarlar” demektedir Foucault (1987:44). Söylem, onun daha sonraki çalışmalarının da odak noktasında yer alır. Örneğin Cinselliğin Tarihi’nde, cinselliğin bir suskunluk ile söylemin dışına itildiğini söylemektedir ve dahası bu tahakküme direnmek de dil ile, söyleme dahil olmayla mümkün olabilmektedir:

Eğer cinsellik bastırılıyor, yani yasak, varolmama ve suskunluğa itiliyorsa, salt onun ve bastırılmasının sözünü etme olgusu bile gönüllü bir karşı çıkma havası taşır. Bu dili konuşan, belli bir noktaya değin iktidar dışında kalır, yasayı iter, biraz olsun gelecekteki özgürlüğü müjdeler (Foucault; 1993:12).

Hiçbir şey söylememe, yani suskunluk hali de Foucault tarafından yine söylem bağlamında açıklanmaktadır:

Suskunluğun kendisi, söylemenin reddedildiği ya da adını koymanın yasaklandığı şeylerin tümü, söylemin mutlak sınırı, yani bu söylemin kesin bir sınırla ayrılmış olduğu öbür taraf olmaktan çok, söylenmiş şeylerin yanında onlarla birlikte ve bütünsel stratejiler içinde onlara oranla işleyen öğelerdir. Söylenenle söylenmeyen arasında ikili bir bölüştürme yapmak gereksizdir; onları söylememenin farklı yöntemleri, onların sözünü edebilecek ve edemeyecek kişilerin dağılımının nasıl olduğu ya da onlar veya bunlar için ne tür bir ölçülülük gerektiğini belirlemeye çalışmak gerekmektedir. Suskunluk değil suskunluklar vardır ve bunlar, söylemlere temel oluşturan ya da söylemlerin içinden geçen stratejilerin bütünleyici bölümleridir (Foucault; 1993:33-34).

Benzer bir önermeyi Butler da ileri sürer. Ona göre de iktidar ve söylem iç içe geçmiş iki öğedir ve direniş de söylemin içinde yer almaktadır. Ancak tam da bu nedenle gerçek bir direniş için söylemin dışına çıkmak ve orada bir belirsizlik hali içinde kalmak son derece önemlidir (Butler; 2007). Mevcut iktidar söylemine göre iktidarın dışında bir beden yoktur ve dolayısıyla direniş sadece söylemin dışına çıkmakla mümkün olacaktır.

Sonuç: Bir Direniş (Eğer Mümkünse) Nasıl Olacak?

Foucault ve Butler kuramlarının tüm çığır açıcı özelliklerine karşın bir belirsizlik içinde kalma eğilimindedirler. Bu da genel olarak “ne yapmalı?” sorusunu cevapsız bırakan bir durumdur. Buna karşın Foucault, halihazırda yürütülmekte ve gelecekte de yürütülecek olan üç tip mücadele tanımlar: (1) tahakküm biçimlerine (etnik, toplumsal ve dinsel) karşı yürütülen mücadeleler, (2) bireyleri ürettikleri ürünlerden ayıran sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadeleler ve (3) bireyi kendisine bağlayan ve bu şekilde diğerlerine tabi kılan duruma karşı yürütülen mücadeleler (tabi kılmaya karşı, öznellik ve boyun eğdirme biçimlerine karşı mücadeleler) (Foucault; 2011:63). Bu sınıflandırma bir bakıma mücadelenin nerelerde yürütülmesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Diğer taraftan Butler’ın çalışmalarından da bir direniş olarak akademik yazın bağlamında şu eleştirel tabiyet analizi yöntemi örnek alınabilir. Butler’a göre eleştirel bir tabiyet analizi, (1) düzenleyici iktidarın öznelerin devamlılık, görünürlük ve mekan taleplerini sömürüp üreterek onları maduniyet içinde tutma biçimlerini açıklamayı; (2) süreğen, görünür ve yerleşmiş olarak üretilmiş durumdaki özneye, her şeye rağmen, asimile edilmez bir artığın, özneleşmenin sınırlarım gösteren bir melankolinin musallat olduğunun farkında olmayı; (3) failliğin nasıl olup da kendini doğuran toplumsal kiplere basbayağı karşı koyabileceği ya da onlara dönüşebileceğini gösteren şeyin, yani öznenin yenilenebilirliğinin bir izahını içermektedir (Butler; 2005:35).

 

KAYNAKÇA:

BUTLER, Judith. (2005). İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler. F. Tütüncü (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1997).

BUTLER, Judith. (2007). Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma. O. Akınhay (çev.), İstanbul: Agora Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1989).

FOUCAULT, Michel. (1987). Söylemin Düzeni. T. Ilgaz (çev.), İstanbul: Hil Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1970).

FOUCAULT, Michel. (1993). Cinselliğin Tarihi I. Cilt. H. Tufan (çev ), 2. Basım, İstanbul: AFA Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1984).

FOUCAULT, Michel. (1995). Akıl ve Akıl Bozukluğu: Klasik Çağda Deliliğin Tarihi. M.

A. Kılıçbay (çev.), 2. Basım, Ankara: İmge Kitabevi (orijinal baskı tarihi: 1961).

FOUCAULT, Michel. (2000). Hapishanenin Doğuşu: Gözaltında Tutmak ve Cezalandırmak. M. A. Kılıçbay (çev.), 2. Basım, Ankara: İmge Kitabevi (orijinal baskı tarihi: 1975).

FOUCAULT, Michel. (2007). İktidarın Gözü: Seçme Yazılar 4. I. Ergüden (çev), 2. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1994).

FOUCAULT, Michel. (2011). Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2. I. Ergüden ve O. Akınhay (çev), 3. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları (orijinal baskı tarihi: 1994).

MILLS, Catherine. (2003). Contesting the Political: Butler and Foucault on Power and Resistance. The Journal of Political Philosophy. Volume 11. Number 3, pp. 253272.

PAGES, Claire ve Mathieu TRACHMAN. (29 Kasım 2012). Analytics of Power: An Interview With Judith Butler

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült