Günümüzde yetişkinliğin diğer dönemlerinde olduğu gibi yaşlılık dönemine de ilgi gittikçe artmaktadır. Gerontoloji yaşlılığın bütün yönlerini inceleyen bilim dalıdır; 1960'lara kadar akademik bir disiplin olarak var olmakla birlikte asıl günümüzde hızla gelişen bir alandır ve psikoloji, biyoloji, sosyoloji ve kent planlamasıyla yakından ilişkilidir. Geriyatri ise yaşlıların sağlık sorunlarını açıklamaya ve tedavi etmeye yönelik etkinlikleri içerir.
:::::::::::::::::
1. Yaşlılığa Genel Bakış
Yaşlılık konusuna bilimsel açıdan yaklaşırken yapılacak ilk iş birtakım söylencelerle gerçekleri birbirinden ayırt etmek olmalıdır. Bunlardan birkaçı aşağıda incelenmektedir.
Söylence: Yaşlıların çoğu hastanelerde, bakımevlerinde, yaşlılar yurdunda ya da diğer kurumlarda yaşamaktadır. Gerçek: 65-74 yaş grubundaki 1000 kişiden sadece 12'si şifa yurtlarında yaşamaktadır.
Söylence: Yaşlıların çoğu çeşitli hastalıklar nedeniyle yetersizdir ve zamanının çoğunu yatakta geçirir. Gerçek: Evde yaşayan yaşlıların sadece % 8'i yatağa bağlıdır, % 5'i ciddi biçimde yetersizdir ve % 11-16'sı hareket bakımından sınırlıdır.
Söylence: Yaşlıların çoğunun sağlığı kötüdür ve kolayca bulaşıcı hastalığa yakalanır. Gerçek: Akut hastalıklar yaşlılar arasında nüfusun diğer kesimlerindekinden daha azdır. Kronik hastalıklar ise yaş ilerledikçe düzenli olarak artmaktadır. Kronik sağlık sorunlarının bu artışına karşın, yaşlı kişilerin çoğu kendilerini günlük etkinliklerini yürütemeyecek durumda görmemektedir.
Söylence: İnsanların yaşamları ve ilgileri ileri yaşlarda köklü biçimde değişir. Gerçek: Yaşlı kişilerin boş zaman ilgilerinin üniversite öğrencilerininkiyle aynı olduğu görülmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlı kişilerin oranı gittikçe artmaktadır. 1860 yılında 37 kişiden sadece biri 65 ya da daha ileri yaştaydı. 1960'da bu oran yaklaşık altıda bir olmuştur. Bu değişimin nedenleri olarak şunlar sayılmaktadır: Toplumun ve yöneticilerin yaşlılıkla ve özellikle yaşlıların sağlık ve gelir sorunlarıyla daha fazla ilgilenmesi, yaşlıların çeşitli kaynaklardan (toplumsal güvenlik, refah, tıbbi hizmetler, dinlenme merkezleri, vb.) yararlanma isteminin artması, yaşlı kişilerin siyasal bir güç ve toplumsal hareket olarak ortaya çıkması.
Yaşam beklentisi (life expectancy) kavramı, bir bireyin doğumundan itibaren ne kadar yaşayacağına ilişkin beklentiyi dile getirmektedir. Bu beklenti gelişmiş ülkelerde uzundur, yani bu ülkelerde insanlar ortalama olarak diğer ülkelerdekinden daha fazla yaşamaktadırlar; dolayısıyla, yine bu ülkelerde 65 yaş ve daha üstündeki insanların oranı diğer ülkelerdekinden daha fazladır. Örneğin, 65 ve üstündekilerin oranı Kenya'da % 3.6, Meksikada 3.7, Arjantin'de 7.5 iken, Hollanda'da 10.3, Macaristan'da 11.4, Danimarkada 12.1, İngiltere'de 13.1, Fransada 13.4, İsveç'te 13.7'dir (Demographic Yearbook, 1975, Birleşmiş Milletler).
Çeşitli ülkelerdeki yaşam beklentilerinin cinsiyete göre dağılımı Tablo 19'da, yaşlıların genel nüfus içindeki oranı Tablo 20'de gösterilmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşam beklentileri erkekler için 67, kadınlar için 75'tir (1975 verileri). Erkek ve kadınların yaşam beklentileri arasındaki fark 1920'den beri artmaktadır. 65 ve daha yaşlı her 100 kadına karşılık 69 erkek vardır. Doğumda her 100 kadına karşılık 105 erkek vardır, erkek ölüm oranı sürekli artmakta, 19 yaşından itibaren kadınların sayısı erkekleri geçmektedir. Genellikle erkeklerin daha az yaşaması daha ağır çalışmasına bağlanmaktadır, ama yeni doğmuş ve bebek oğlanlar kızlardan daha ağır çalışıyor değillerdir. Asıl neden belki kadınların daha kararlı bir organizmaya sahip olmasıdır. Ayrıca çevresel etkenlerin de payı vardır (erkeklerin daha fazla sigara içmesi gibi).
Amerika Birleşik Devletleri'nde 22 milyon kişi 65 yaşında ya da üstündedir. Bu grubun yaklaşık yarısı 73 yaşın üstünde, bir milyon kişi de 85 yaşında ya da üstündedir. Bütün bu toplamlar bu yüzyıl boyunca artış göstermiştir. 1900 yılında yaşam beklentisi sadece 47 yıl idi ve nüfusun sadece % 4'ü 65 yaşını aşıyordu. 1977 verilerine göre yaşam beklentisi yaklaşık 72.5 yıla ulaşmıştır. Bu gelişme temelde çocuk ölümlerinin azalmasına ve halk sağlığı önlemlerinin yaygınlaşmasına bağlanmaktadır. Aşağıdaki tablo ABD'de 100 kadına karşılık erkek sayısının yaşlara göre dağılımım göstermektedir (Tablo 21).
Kadınların erkeklerden daha uzun yaşaması kuşkusuz yaşlı yetişkinlerin evlilik statüsünü de etkilemektedir. Yaşlı kadınların çoğu duldur, öte yandan çoğu yaşlı erkekler de evlidir, çünkü yaşlı bir erkeğin evlenmesi yaşlı bir kadının evlenmesinden çok daha kolaydır.
Tablo 19
Dünyada Doğumdan İtibaren Yaşam Beklentileri
Ülke - Erkek - Kadın
İsveç - 72,1 - 77,5
Norveç - 71,3 - 77,6
Japonya - 71,2 - 76,3
Hollanda - 71,2 - 77,2
Danimarka - 70,8 - 76,3
İsviçre - 70,3 - 76,2
Kanada - 69,3 - 76,4
İtalya - 69,0 - 74,9
Doğu Almanya - 68,9 - 74,2
İngiltere - 68,9 - 75,1
Fransa - 68,6 - 76,4
Belçika - 67,8 - 74,2
Batı Almanya - 67,6 - 74,1
Avusturya - 67,6 - 74,2
Yunanistan - 67,5 - 70,7
İskoçya - 67,2 - 73,6
Polonya - 66,8 - 73,8
SSCB - 64,0 - 74,0
Meksika - 62,8 - 66,6
Çin - 59,9 - 63,3
Brezilya - 57,6 - 61,1
İran - 50,7 - 51,3
Kenya - 46,9 - 51,2
Hindistan - 41,9 - 40,6
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 1977.
Tablo 20
Dünya Nüfusunda Yaşlıların Oranı
Tablo 21
ABD'de Kadın ve Erkek Sayısının Yaşlara Göre Dağılımı
Yaşlar - 100 kadına göre erkek sayısı
15'in altı - 104.1
15-24 - 102,2
25-44 - 97,3
45-54 - 93,6
55-64 - 89,6
65-74 - 76,8
75-85 - 61,5
85 ve üstü - 48,5
Kaynak: Birleşik Devletler Nüfus Bürosu, Current Population Reports, 1976.
:::::::::::::::::
2. Yaşlılık Kuramları
Tıbbın bütün alanlarında yüzyılımızda ortaya çıkan ilerlemelere karşın maksimum insan ömrünün daha fazla artmadığı bilinmektedir. Genel olarak insanın yaşam uzunluğu organizmanın yaşına bağlı etkenlerle belirlenmektedir. Ancak, bu ilişkinin doğası yani biyolojik yaşlanmanın nedenleri henüz açıklanabilmiş değildir. Aşağıda, biyolojik yaşlanma konusundaki çeşitli görüşler aktarılmaktadır.
Biyologlar tarafından belirlenen çok çeşitli yaşlanma türleri vardır. Bakteriler yeterli gıda ve fiziksel ortam buldukları sürece yaşayabilirler. Ağaçlar köklerindeki suyu yukarıya çekemez ve güneş ışığını kullanamaz duruma gelinceye kadar yaşarlar. Vahşi hayvanlar genellikle yaşlanmadan çetin doğa koşulları altında ölürler. Çeşitli memeliler de üreme işlevlerini bitirdikten sonra yaşamdan çekilirler. Filler üretkenliklerini yitirdikten sonra yavrularını yetiştirmek için yaşayabilen nadir memelilerdendir. İnsan ırkı da üreme yeteneğini yitirdikten sonra yaşamayı sürdürür. (Bir kadın menopozdan sonra 20 yıl, son çocuğunun doğumundan sonra 35-40 yıl yaşayabilir.)
Gerontoloji, yaşlanmanın, ırkların var olmasına ilişkin evrimsel bir süreç sonucu mu, yıpranmanın birikmiş etkisi sonucu mu, yoksa doğal fizyolojik değişim süreci sonucu mu ortaya çıktığını saptayamamıştır. Yaşlanma genel olarak organizmanın çevreye uyumunda gitgide artan bir yetersizlikle ortaya çıkar.
Belirli ırkların yaşam uzunluklarında kalıtsal özelliklerin rol oynadığı açıktır. Türlerin yaşam süresi, genetik ve kalıtsal özelliklerinin yüzyıllar boyunca evrimiyle ortaya çıkmıştır. Ancak üretimden sonra yaşamanın ne tür bir evrimsel katkısı olduğu tartışmalıdır. Weisman, insanın üretkenlikten sonra yaşamasının insan türünün yaşam değerini "toplumsal" olarak arttırdığını ileri sürmüştür. Şu halde yaşlanma süreci çocukların yaşamını iyileştirmek için ortaya çıkmış olabilir. Çünkü yaşlılar birtakım güçlükleri aşmayı bilirler, örneğin kıtlık yıllarında yiyecek ve suyun nerede bulunduğunu anımsayabilirler. Öte yandan, yaşlılığın evrim sonucu olmadığını, genetik programın sona ermesinden kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. İnsanın düşünme yeteneği onun daha uzun yaşamasını sağlamış olabilir, yaşlanma bir bakıma "programın tükenmesi" anlamına gelebilir. Böylece insanın ileri yaşları, bir görev için uzaya gönderilen roketin görevini bitirdikten sonra yörüngede kalmayı sürdürmesine benzetilebilir. Bir başka evrimsel yaşlanma modeline göre, insanın yaşlanması, daha önce birincil önem taşıyan uyum özelliklerinin ileri yıllarda olumsuz özelliklere dönüşmesidir. Örneğin, insanın sinir sistemi hücrelerinin yenilenmemesi, bellek ve öğrenme yeteneklerini arttırması açısından türün sürmesi için çok uygundur, ama yaşamın sonsuza dek işlemesini de engeller. Böylece insanın uzun yaşamasının ve sonuç olarak yaşlanmasının, türünün varoluşu için gerekli olduğundan mı ortaya çıktığı (doğrudan evrimin sonucu olarak), yoksa evrimleşmiş bir tür olarak çevresiyle başaçıkmada ve yaşamını uzatmadaki başarısına mı bağlı olduğu (gelişmiş zihin yapılarının sonucu olarak) henüz belli değildir.
Kalıtsal özellikler özel çevre koşullarında en üst düzeyde gerçekleşebilecek gizilgüçlerdir. Kaza, hastalık, açlık gibi olaylar insanın genetik özelliği ne olursa olsun yaşamına son verebilir. Jones, kır yaşamı ve evlilik gibi etkenlerin yaşamı 5 yıl uzatığını, şişmanlığın ise 4-15 yıl kısalttığını belirtmektedir. Ayrıca, çocukluk yıllarının ve bulaşıcı hastalıkların denetime alınması ortalama yaşam süresini 15 yıl uzatmıştır. Dış etkenler arasında radyasyon da yaşlılığın olası nedeni olarak ilgi çekmiştir. Hemen herkes günde bir miktar kozmik radyasyona maruz kalmaktadır. Yüksek miktarda radyasyon hücre çekirdeğini tahrip ettiği gibi, daha alt düzeylerdeki radyasyonun da yaşam süresini kısalttığı belirlenmiştir. Radyasyon ile yaşam süresinin azalması arasındaki ilişki birçok araştırmada ortaya konmuştur. Radyasyona maruz kalanlar daha fazla kromozom yitimine uğramaktadırlar, böylece yaşlanmanın hızlanması söz konusu olmaktadır. Ancak, hücrenin kendi kendini onarması gerçeği bu ilişkinin kesinliğini azaltmaktadır.
Hem kalıtsal, hemde dış etkenler (hastalık, radyasyon, virüs vb.) yaşam uzunluğuyla ilgili bulunmakta, ancak yine de bu etkenler yaşlanma olgusunu açıklayamamaktadır. Böylece fizyolojik yaşlanma kuramlarına gerek duyulmaktadır. Yaşlanmanın biyolojik sürecini açıklayan pek çok kuram vardır, fakat hiçbiri tümüyle kabul edilmiş değildir. Bu yaşlanma kuramları birincil yaşlanma süreçlerini tanımlayan kuramlardır. Birincil yaşlanma, bir türün bütün üyelerinde ortaya çıkan aşamalı, kaçınılmaz, yaşa bağlı değişimleri içerir. Kuşkusuz bu tür yaşlanma tamamen normaldir. Birincil yaşlanmanın nedenleri konusunda çeşitli kuramlar vardır; bunlardan ilk üçü genetik denetimle ilgilidir.
a) Genetik programlama. Bu kurama göre düzenleyici genler gelişim sırasında harekete geçerler ve dururlar. Orta yaşlara yaklaşırken ya gençlik genleri durur ya da yaşlanma genleri harekete geçer. Şu halde bedenin bozulması ve ölümü genlerin önceden programlanmış olmasıyla düzenlenmektedir; başka bir deyişle, genler elden çıkarılabilecek bedenler üretmektedirler.
b) Zaman ayarlama. Bu kurama göre yaşlanma çeşitli organların derece derece bozulması olarak görülebilir. Hipotalamusun içindeki biyolojik saat pitüiter bezine gönderdiği sinyalleri azaltmaya başladığında bedenin hormon dengesi bozulmakta ve yaşlanma başlamaktadır.
c) Bağışıklık mekanizması. Bu kurama göre yaşlanma bağışıklık sisteminin olanaklarının azalmasıyla başlar. Yaşlanmayla birlikte bedenin doğal savunmaları normal hücrelere yönelmektedir; yani bağışıklık sistemi artık yabancı maddeleri ve anormal hücreleri tanımakta güçlük çekerek bedene saldırmaya başlamaktadır.
Diğer yaşlanma kuramları ise insan bedeninde, özellikle hücrelerde biriken yıkımla ilgilidir; burada temel görüş biyolojik sistemin aşınmasıdır.
d) DNA'nın onarımı. Bu kuram bedenin DNA'yı onarma yeteneğinin, metabolizma sırasında ya da kirlenme ve radyasyonla temas sonucunda ortaya çıkan yıkımla başedemediğini varsaymaktadır. Böylece yaşlanma DNA'nın biriktirdiği yıkımların depolanması olarak ortaya çıkıyor demektir.
e) Kopye yanlışlarının birikmesi. Bu kuram biyolojik yıkımın hücredeki protein sentezi sırasında yapılan yanlışların sonucu olduğunu varsaymaktadır. Genetik mesajın tekrar tekrar kopyelenmesi sırasında yanlışlar yıkıma yol açacak oranlarda birikmekte ve sonuçta hücreler normal olarak işleyememektedir.
f) Metabolik artıklar. Organizmalar yaşlanırlar, çünkü hücreleri metabolizmanın artık ürünleriyle yavaş yavaş zehirlenir ya da işlevleri bozulur. Metabolizma sırasında değişimler beden hücrelerindeki protein moleküllerinin doğasını sürekli olarak değiştirirler. Kalıcı bağlar oluşturan moleküller gitgide katılaşırlar, dolayısıyla uygun işlev yapamaz olurlar ve onarılamazlar (Hoffman ve ark., 1994).
Perlmutter ve Hall'a (1992) göre, yaşlanma sürecini incelerken birincil, ikincil ve üçüncül yaşlanma arasında ayırım yapmak önemlidir. Birincil yaşlanma, yukarıda da belirtildiği gibi, herkeste ortaya çıkan, evrensel, kaçınılmaz yaşlanmadır ve genetik programın sonucu olabilir. Birincil yaşlanma (ya da "normal yaşlanma"), izleri yıllarca ortaya çıkmasa bile yaşamda erkenden başlar. Bazı belirtileri görünürdedir (saçların ağarması, hareketlerin yavaşlaması, görmenin zayıflaması gibi); görünür olmayan belirtiler bedenin uyum sağlama yeteneğini azaltan özelliklerdir (ısıya tepkinin değişmesi gibi). Hücre içinde DNA'nın onarım yetisi derece derece azalır. Yaşlanma bedenin bütün düzeylerinde (yani hücreden organa, organdan sisteme) sürer. Bütün beden sistemleri yaşlanır, ama bütün organlar ya da sistemler aynı oranda yaşlanmaz. İkincil yaşlanma insanların çoğunda ortaya çıkar, ama evrensel ya da kaçınılmaz değildir. Bu tür yaşlanma, hastalığı, kullanımı bırakmayı ya da kötü kullanımı içeren yaşamboyu bir sürecin sonucudur. İkincil yaşlanmaya bağlı değişimler yaşla ilişkili olduğu için çoğu zaman birincil yaşlanmayla karıştırılırlar. Söz gelimi, ciltteki buruşukluklar geçmişte birincil yaşlanmanın belirtisi sayılırken, günümüzde (güneş ışınlarından gelen radyasyonun birikmesi ile) ikincil yaşlanmanın sonucu olarak değerlendirilmektedir. Birçok hastalık yaşlanmanın sonucu değildir; normal yaşlanma bile hastalığa yol açmadığı halde yaşlanan bedenin azalan direnci yaşlıları hastalığa daha yatkın yapmaktadır. Hastalık yaşla gitgide daha bağlantılı hale geldiği için genellikle yaşla ilişkili sayılan değişimlere katkıda bulunmaktadır. Kullanımı bırakma da bütün beden sistemlerinde ikincil yaşlanmaya neden olabilir. Örneğin, egzersiz yokluğu kaslarda zayıflamaya (atrofi) ve mafsallarda sertleşmeye yol açabilir. Birçok yaşlı insan sırf artık yeteneği olmadığına ya da kendisine iyi gelmeyeceğine inandığı için egzersizi bırakmaktadır. Gerçekte ise bedenlerini kullanmadıkları için ikincil yaşlanmanın etkilerini çabuklaştırmaktadırlar. İkincil yaşlanmanın bir başka nedeni olan kötü kullanımın en açık örnekleri sigara, alkol, aşırı şişmanlık ve kötü beslenmedir. Kötü kullanımın bu derece açık olmayan biçimleri de vardır. Örneğin, belirli bir derece işitme yitimi birincil yaşlanmayla birlikte görülür; ama çalışırken ya da müzik dinlerkenki yüksek sesler de işitmeyi sınırlayabilir. Birincil yaşlanmanın etkileri konusunda bugünkü koşullarda hiçbir şey yapılamamaktadır; ama ikincil yaşlanmanın etkileri geciktirilebilir, yavaşlatılabilir, hatta durdurulabilir. Üçüncül yaşlanma yaşamın sonunu haber veren hızlı, sonul bozulmadır. Sağlıkta, toplumsal yaşamda, bilişsel işleyişte yaygın değişimlerle kendini belli eder; bu değişimler normal yaşlanmadaki değişimlerden hem nicelik hem nitelik açısından farklıdır. Yaşamın büyük bölümü artık uykuda geçmektedir, ölümün gelmesi yakındır (Perlmutter ve Hall, 1992).
Timiras yaşlanmayı, "kaza, hastalık ve diğer çevresel baskıların kaçınılmaz bir biçimde artmasına neden olan fizyolojik yeterlilik azalması" olarak tanımlamaktadır. Zamanın geçmesi ile ölme olasılığı da böylece artmakta (Gompertz'in 1825'de ortaya koyduğu matematiksel olasılık eğrisi) ve bireyin doğal nedenlerle ölmesi önemli yaşamsal süreçlerin gerilediğini ve sonucun ölüm olduğunu ortaya koymaktadır.
Henüz yaşlanmanın belirli bir nedene bağlı olarak açıklanması olanaklı görünmemektedir. Birden fazla gizil neden bir arada yaşlanmaya neden oluyor ya da sadece fizyolojik noksanların birikmesi yaşlanmayı yaratıyor olabilir. Dolayısıyla, teknoloji yaşlanmanın nedenini bulamadan yaşam süresini uzatacağa benzemektedir.
Aşınma kuramı sağduyuya en yakın kuram gibi görünmektedir. Buna göre, organizma tıpkı makinada olduğu gibi eskimektedir. Ancak, yaşam süresini yalnız çok çalışmanın ya da stresin kısalttığına ilişkin kesin bulgular yoktur. Organların zamanla aşınması "organ nakli"ni ortaya çıkarmıştır, ama eskiyen organları yenileyerek yaşam süresini uzatmak olanaklı değildir, çünkü karmaşık homeostatik mekanizmanın gerilemesini ve hücre yaşlanmasını önlemek olanaksız görünmektedir.
Bedende yaşamsal fizyolojik dengeyi sağlayan homeostatik mekanizmalar yaşlanmada da rol oynamaktadır. Bu görüşe göre yaşlanma, homeostatik kusurların artışı sonucu ortaya çıkmaktadır. Dinlenme durumunda mekanizmaların kendilerini düzenlemelerinde yaşlılarla gençler arasında fark yoktur; ama, stres sonrasında normal dengeye dönmenin yaşlı deneklerde daha yavaş olduğu ortaya konmuştur. Böbreklerin dengeyi yeniden bulması, beden ısısının normale dönmesi, kandaki şeker oranının dengelenmesi yaşlılarda daha zor olmaktadır. Yaşlı organizmanın kendi kendisini düzenleyen geribildirimi (feedback) azalmakta, gerekli dengeyi koruyamayınca da organizma ölmektedir. Homeostatik mekanizmada gençlerin kolayca dayanabildiği baskılar yaşlıların yaşamını tehdit edebilmektedir. Bu baskılar fiziksel olabildiği gibi, fiziksel ve toplumsal çevrede değişimler biçiminde de olabilir. Yaşlılıkta ortaya çıkan duygusal baskılar da yaşlıyı tehdit edebilir.
Strese fizyolojik tepkinin azalan yeterliliği kuramı en geniş yaşlanma kuramıdır, çünkü yaşlanmanın fizyolojik, toplumsal ve psikolojik yönlerini bir arada açıklayabilmektedir. Yaşlanmayı metabolik artıkların birikmesiyle açıklayan kuram ise, bu artıkların yaşlılık nedeni olmaktan çok belirtisi olduğu biçiminde eleştirilmektedir. Ancak, biriken artık maddelerin yaşla ortaya çıkan değişimlerde önemli bir rol oynadığı da açıktır. Öz-bağışıklık kuramı, damar hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, romatizma, kanser gibi sorunları açıklamada yararlı olmaktadır. Hücresel yaşlanma kuramı ise bedendeki hücre oluşumundan çok tükenmesine dayandığı için yanılmaktadır. Bazı hücrelerin çok ender olarak yenilendiği ya da hiç yenilenmediği doğrudur, ama hücrelerin büyük bir bölümü üremeyi sürdürür ve kuramsal olarak sonsuza dek yaşar. Ancak bu üreme yaşla kusurlu olabilmekte ya da mutasyona uğrayabilmektedir. Hayflick ise, hücrelerin sonsuz üreme gizilgüçlerinin aslında yaşlanma mekanizması olabileceğini ileri sürmektedir; hücreler çoğaldıkça bozulma olasılıkları da artmaktadır. Bu kuramların hepsi insanın doğal bir yaşam uzunluğuna sahip olduğu sayıltısına dayanmaktadır. Araştırmacılar insan ömrünün en fazla 110 yıl dolaylarında olduğunu kestirmektedirler. Kuşkusuz yaşlanma derecesinde bireysel farklılıklar vardır, ama yaşlanmanın tipik değişimleri herkeste ortaya çıkar. Bu değişimler bir sonraki bölümde incelenmektedir.
:::::::::::::::::
İİ. YAŞLILIKTA BİREYSEL GELİŞİM
Bu bölümde yaşlılık yıllarının fiziksel ve zihinsel değişimleri ve kişilik özellikleri incelenecektir. Yaşlılığın bir yitirme ve zarara uğrama dönemi olduğu yadsınamaz, ama yaşlılık sürecindeki değişimlerin çoğunun "anormallik" olarak nitelenemeyeceği de açıktır. Aslında yaşlılığa bağlı değişimlerle hastalığa bağlı değişimler arasında bir ayırım yapmak çoğu zaman güçtür ve insanlar genellikle bu iki etken grubunun birleşmesi nedeniyle tedavi peşinde koşarlar.
:::::::::::::::::
1. Fiziksel Değişimler
Orta yetişkinlikten ileri yetişkinliğe doğru genel fiziksel sağlık'ta önemli değişimler görülür. Örneğin, kalp hastalıkları ve yüksek tansiyon artar, buna karşılık kansere bağlı ölümler azalır. Tablo 22'de orta ve ileri yaşlarda görülen yaygın ölüm nedenlerinin dağılımı gösterilmektedir.
Hemen hemen bütün duyularda yaşla birlikte bir düşüş görülür. Koku ve tat duyularındaki azalma beslenmeyi de bozar. Mekan algısındaki azalma bireyin dengesini ve eşgüdümünü etkileyebilir. Uzağı görme yeteneği genellikle diğer duyulardan daha önce bozulur. Görme alanında ve karanlığa uyumda da azalma vardır. Görmedeki bu değişimler etkinliği sınırlar ve uyum güçlükleri yaratır. İşitme duyusu genellikle yaşla azalır, bu da konuşmayı etkiler, toplumsal ilişkiyi sınırlar. İşitme yitimi çoğu zaman karışıklık, şaşkınlık ve güvensizlik duygularıyla bir aradadır, çünkü çevrede bir "durgunluk" izlenimi yaratabilmektedir.
Tablo 22
Orta ve İleri Yaşlarda Yaygın Ölüm Nedenleri
Hareket ve motor beceriler alanında, yaşlı kişilerin harekete geçmede çok zaman harcadıkları ve daha az kas gücüne sahip oldukları bilinmektedir. İleri yaşlarda kemik yapısında da oldukça büyük bir düşüş vardır ve bu da kırılma olasılığını arttırmaktadır. Ayrıca yetişkinlerin çoğunda kıkırdak ve eklemlerde kireçlenme görülmekte, esneklik azalmaktadır. Yaşla birlikte kas boyu ve gücü de azalmaktadır. Sinir sistemi değişimleri hareket becerisindeki azalmanın da en önemli nedenlerinden biridir. Merkezi sinir sisteminin aracılık ettiği her davranış organizmanın yaşlanmasıyla yavaşlar, böylece refleksler ve tepkiler daha yavaş ve daha az etkili olur.
Kalp-damar sisteminde yaşlanmaya bağlı değişimlerle hastalığa bağlı değişimleri ayırt etmek çoğu zaman güçtür. Sistolik kan basıncı artışına doğru bir eğilim, strese karşılık verme yeteneğinde bir azalma, kalpten çıkan kan miktarında bir düşüş vardır.
Yaşlılığa bağlı fiziksel değişimlerin psikososyal uyumu büyük ölçüde etkilediği bilinmektedir. Özellikle görme ve işitme duyusundaki azalmalar başka insanlarla etkileşimi ve iletişimi etkiler ve duygusal güçlüklere yol açabilir. Fiziksel bozulmaların kabul edilmemesi, reddedilmesi, özellikle yaşlılara özgü paranoid düşüncelerde kendini gösterir.
:::::::::::::::::
2. Bilişsel İşlevler
a) Zeka
Zekanın değerlendirilmesi ve ölçülmesi en iyi koşullarda bile belirsiz ve kesin olmayan bir süreçtir. Bu güçlüğün bir bölümü zekanın tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Zeka, zeka testlerinde başarılı olmak mıdır? Zeka, insanlarla iyi ilişkiler kurmak, birçok arkadaşı olmak mıdır? Zeka, çok para kazanmak mıdır? Tanımı kimin yaptığına bağlı olarak zekanın aslında hiçbir anlamı olmadığı bile söylenebilir.
Yaşlılıktaki bilişsel işlevler konusundaki araştırmalar birçok değişim yönü olduğunu göstermektedir. Gelişim psikolojisinde uzun yıllar boyunca zekanın yaşlılıkta azaldığı görüşü benimsenmiştir. Ancak bugün bu görüşün tümüyle doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Özellikle boylamsal araştırmaların kesitsel araştırma bulgularını tam anlamıyla doğrulamadığı görülmektedir. Zihinsel işlevlerin yetişkinlikte azalmaya başladığı inancı kesitsel araştırmalardan kaynaklanmıştır. Boylamsal yöntemi kullanan Blum, Jarvik ve Clark gibi araştırmacılar ZB'nin ancak 65-85 yaşları arasındaki bireylerde değiştiğini saptadılar. Zeka testi puanlarında 55-73 yaşları arasında sadece küçük bir azalma olduğunu, daha fazla azalmanın ancak 73-85 yaşları arasında olduğunu buldular. Green gibi onlar da değişim derecesinin zeka testinin farklı bölümlerinde sabit olmadığını gördüler. Sözcük dağarcığı gibi bilgi testlerinde 85 yaşlarında bile azalma olmadığını, buna karşılık hız gerektiren testlerde azalmanın 65-73 yaşları arasında oldukça fazla olduğunu saptadılar.
Geçmişte psikologların ileri yetişkinlikteki zeka konusunda olumsuz bir sörüş geliştirmelerine yol açan kesitsel araştırmalar bireyleri "farklı" yaşlarda testten geçiriyor ve sonuçları karşılaştırıyordu. Oysa boylamsal araştırmalar daha çok vaka öyküleri gibidir, "bazı" bireyleri yıllar boyunca yeniden testten geçirmektedir. Yaşlılara ilişkin kesitsel araştırmaların, zeka testlerindeki başarıda kuşak farklılıklarını dikkate almadıkları görülmektedir. Eğitim olanaklarının artması ve diğer toplumsal değişimler, birbirini izleyen kuşakların gitgide daha yüksek düzeyde başarı göstermesini sağlamaktadır. Dolayısıyla halkın ölçülen zekası (ZB) da yükselmektedir. 1963 yılında 50 yaşında olanlar 1956'da 50 yaşında olanlarla karşılaştırıldığında ölçümlerin yükseldiği görülmektedir. Fakat 1963'te 50 yaşında olanlar 1956'da 43 yaşında olduklarına göre, 1956'da yapılan bir kesitsel araştırma, onların 1956'da 50 yaşında olanlardan daha başarılı olduklarını yanlış bir biçimde telkin edebilecektir. Böylece zekanın yaşla azaldığı sonucuna yanlış olarak ulaşılacaktır. Sonuç olarak, kesitsel araştırmalar kuşak (bölük) farklılıklarını kronolojik yaş farklılıklarıyla karıştırıyorlar demektir. Öte yandan, boylamsal araştırmaların da zekanın yaşla azalmasını çok az değerlendirdiği ya da en aza indirdiği söylenebilir.
Araştırmaların gözden geçirilmesi, zihinsel yeteneklerde özellikle ileri yıllarda yaşla birlikte bir düşüşün ortaya çıktığını göstermektedir. Zekanın bazı yönleri, özellikle performans testleriyle ölçülenler ve akıcı zeka, diğerlerinden daha fazla yaştan etkilenmektedir. Buna karşılık zekanın bazı yönleri de -özellikle birikimli zeka- ileri yaşlara kadar artmaktadır. Daha önce de sözü edilen akıcı ve birikimli zeka ayrımı kimi psikologlar için çok önemlidir. Akıcı zeka "kültürden bağımsız"dır ve organizmanın fizyolojik yapısına dayanır; buna karşılık birikimli zeka toplumsal deneyimler sırasında kazanılır. Birikimli zeka testlerindeki dereceler. akıcı zeka testlerindekinden daha fazla resmi eğitimden etkilenirler. Genellikle birikimli zeka yaşla birlikte artış gösterir ya da en azından azalmaz; oysa akıcı zeka ileri yaşlarda yaşla birlikte düşüş göstermektedir.
Zekada yaşam süresinde ortaya çıkan gelişimsel değişimlerle ilgilenen en önemli araştırmalardan biri K.Warner Schaie'nin 1956'daki araştırmasıdır. 21-70 yaşları arasındaki yaklaşık 500 kişi belirli bir sayıda zeka testinden geçirilmiş, yedi yıl sonra ilk örneklemdeki deneklerin % 61'i yeniden teste almmıştır. Schaie'nin bulgularına göre zeka iki boyutta yaşla artmaktadır: 1) "Birikimli zeka", yani sözel anlama, sayısal beceri, tümevarımsal akıl yürütme gibi bireyin eğitimle ve kitle iletişim araçlarıyla kazandığı beceriler; 2) "Görselleşme", yani resimli malzemeyi işleme ve düzenleme.
Neugarten yaşlılık ve zeka konusunda şu sonuçlara varmaktadır:
(a) Kronolojik yaş başarıyı kestirmede iyi bir etken değildir.
(b) Eğitim düzeyi yaşlılıktaki başarıyı kestirmede etkendir, eğitim düzeyi yükseldikçe başarı da yükselmektedir.
(c) Tepki hızı yaşla azalır. Bunun sonucu olarak yaşlı kişi hızlı koşullarda verilen bir testte özellikle zayıf bir başarı gösterir.
(d) Fiziksel ve zihinsel bakımdan aktif olan bir yaşlı aktif olmayandan daha başarılıdır.
(e) Zihinsel gerileme uzun ömürlülükle ters orantılı görünmektedir; daha az parlak olanlar erken ölürler.
(f) Zihinsel gerileme yaşlı erkeklerde yaşlı kadınlardakinden daha fazladır.
Sonuç alarak, hız, fiziksel etkinlik ya da kısa süreli bellek gerektiren yeteneklerin, zamana bağlı olmayan ya da deneyimden kaynaklanan yeteneklerden daha fazla düşüş gösterdikleri söylenebilir. Bu bulgu yaşlı kişilerin gençlerden ya da orta yaşlılardan daha az zeki oldukları anlamına gelmez. Tepkinin yavaşlaması zeka ölçümlerinin gençlerinkinden daha düşük olmasına yol açmaktadır. Yaşlı kişilerin görsel ve devinimsel eşgüdüm gerektiren görevlerde birtakım özel güçlükleri olduğu da açıktır.
b. Bellek
Piaget bilişin yapılarını vurgulamaktaydı, buna karşılık öğrenme kuramcıları özel becerilerin ve olguların öğrenilmesini vurgulamışlardır. Yeni bir bilişsel araştırma grubu ise, bu iki yaklaşımı birleştirmeye çalışmaktadır. Bu grup insanın öğrenmesinde bilgi-işlem süreçlerini esas almaktadır, çünkü insanın düşünmesinin bazı yönlerinin bilgisayarın işleyişine benzediği gözlemlenmiştir. Bu araştırmacıların en çok araştırdıkları konu bellektir. Gelişimciler, belleğin birbirinden ayrı olarak ele alınabilecek iki yönü olduğunu kabul ederler: Beynin ne kadar bilgiyi alabileceğini, işleyebileceğini ve saklayabileceğini belirleyen bellek kapasitesi (memory capacity); bilgilerin zihinde tutulmasını sağlayan çeşitli bellek tekniklerinin anlaşılmasını ve kullanılmasını içeren üst-bellek (metamemory).
Bellek kapasitesi bilgiyi depolamanın üç düzeyini içerir: Birincisi, duyusal bilgiyi alındığı gibi geçici olarak depolayan bellek kaydı (sensory register)'dir. Duyusal kayıta giren malzeme çok kısa süre (bir saniyeden az) tutulur. Duyusal kayıt kapasitesinin çocuklarda ve yetişkinlerde hemen hemen aynı olduğu söylenebilir. Duyusal kayıta giren malzeme yaklaşık bir dakika süreyle kalacağı kısa süreli bellek'e (shortterm memory), oradan da daha fazla işlem göreceği ve günlerce, aylarca, yıllarca kalacağı uzun süreli bellek'e (long-term memory) aktarılır.
Yetişkinlerin çocuklardan, büyük çocukların küçük çocuklardan daha iyi anımsamasının genel nedeni üst-bellek farkıdır. Üst-belleği oluşturan ögeler, seçici dikkat (selective attention) ve çeşitli bellek teknikleri (memory techniques)'dir. Üst-bellek araştırmalar bilgi-işlem araştırmacılarının genel öğrenmenin aşamalarını daha yakından görmelerini de sağlamıştır. Yaşlı kişilerin bellek stratejilerini kullanmayı başaramamalarının nedeni temel bellek süreçlerini bilmemeleri değildir. Yaşlı yetişkinler karmaşık bellek stratejilerinin etkili olduğunu bildiklerinde bile bunları çok az kullanmakta, basit ya da kolay dışsal stratejileri yeğlemektedirler. Bu farkın yaşam üslubuyla ilgili olabileceği düşünülmektedir.
Öğrenme ve bellek birbirleriyle çok yakından ilişkilidir, dolayısıyla birindeki yaşa bağlı değişim diğerini de etkiler. Bellekte genellikle iki tür ayırt edilir: "Kısa süreli bellek" (örneğin, yeni bir telefon numarasını telefonu çevirişten hemen önce anımsamak) ve "uzun süreli bellek" (örneğin, bir yetişkinin çocukluk yaşantılarını anımsaması). Uzun süreli bellek yaşa bağlı etkenlere direnç gösterebilmektedir. Sözel beceriler, önceki deneyimlerden kaynaklanan bilgi ve kişisel geçmişe ilişkin bilgi genellikle yaşla azalmamaktadır. Aslında insanlar yaşlandıkça bellek sisteminin bütün bölümleri aynı biçimde değişmemektedir. Yaşlanma duyusal belleği (görme ya da ses belleği) pek etkilememektedir; belleğin içeriği de yaşlanmadan etkilenmemektedir; uzun süreli belleğe depolanan bilgi sabit kalmakta ve yaşla birlikte artabilmektedir. Bu tür bilgiler geçici olarak kullanımdan çıkmakta, ama yitip gitmemektedir. Bir bilgi bir kez uzun süreli belleğe aktarıldı mı orada tutulması yaşa bağlı değildir. Yaşlı kişilerin sorunu bilgiyi geri getirecek ipuçlarını bulma konusunda ortaya çıkmaktadır.
Kısa süreli belleğin bazı kişilerde yaşla azalması konusunda çeşitli açıklamalar denenmiştir: Kullanmayışa bağlı bellek yitimi, bilgilerin birbirine karışmasına bağlı bellek yitimi, sinirsel-kimyasal değişime bağlı bellek yitimi. Kimmel özellikle son iki nedeni daha açıklayıcı bulmaktadır. Ancak, ilerleyen yaşla birlikte bellek yitiminin de ilerleyeceğini düşünmek yanlıştır. Araştırmalar, yalnızca bazı yaşlı kişilerin bellek yitimine uğradığını ve öğrenmeyi gençler kadar sürdürebildiğini göstermektedir. Yaşlıların bir bölümü yaşa bağlı olmayan ses belleğini korumaktadır. Ayrıca, belleğin bütün yönleri yaştan aynı derecede etkilenmemektedir. Yaşa bağlı düşüşler, anımsama görevleri için tanıma görevleri için olduğundan daha fazla olmaktadır.
Yaşlılardaki bellek yitiminin pek çok nedenleri vardır; bazıları yeni bilgi edinmeye, bazıları bilginin korunmasına, bazıları da bilginin anımsanmasına ilişkindir. Örneğin, yaşlı kişiler yeni bilgiyi gençliklerinde yaptıkları kadar iyi ve tam olarak örgütleyemezler. Bellek yitimini açıklayan "bozulma" kuramına göre, unutma beyindeki bellek izlerindeki bozulmaya bağlıdır. "Karışma" kuramına göre ise, geri getirici işaret gitgide daha az etkili olmaktadır. Bilginin geri getirilmesi kusuru bellek yitiminin en büyük nedenlerinden biridir. Yaşlı kişiler, birikmiş bilginin geri çağrıldığı mekanizma ve stratejilerde bozulmaya uğrarlar. Ayrıca, yaş ilerledikçe geri getirme süresi de daha uzun olmaktadır.
Çeşitli bilişsel yeteneklerin azalış oranlarının karşılaştırılması, belleği ve soyut akıl yürütmeyi içeren akıcı zekanın birikimli zekadan daha çabuk çöktüğünü göstermektedir. Bu bulgu bilişsel işleyişteki düşüşlerin bilgi-işlemin temel ögeleriyle bağlantılı olduğunu düşündürmektedir. Bu ögeler şunlardır: Girdi (bilginin beyne aktarılması), depolama (bilginin belleğe yerleştirilmesi), program (bilginin örgütlenmesi ve yorumlanması). Bilgiyi beyne getiren yollar açısından genç ve yaşlı kişiler arasında farklılık vardır. Yaşlı kişilerin bilgi alıcıları, özellikle gözler ve kulaklar duyusal uyaranı almakta daha az beceriklidir. Ayrıca, algı süreçleri yaşla birlikte yavaşlamaktadır. Çünkü yaşlılıkta beynin yeni bilgiyi kaydetme hızı azalmaktadır. Bir başka etken de, seçici dikkatteki azalmadır. Özellikle, birçok şeye aynı anda dikkat etmesi gerektiğinde yaşlı kişi genç birinden daha fazla ilişkisiz uyaranlar yüzünden dikkatini yitirebilir. Şu halde, yaşla birlikte girdi daha yavaş gelmekte ve daha az etkili olmaktadır. Algılanan bilginin bellekte depolanması gerekir. Bilgi depolamanın da yaşlılıkta daha az etkili olduğunu araştırmalar göstermektedir. Ancak, azalma belleğin bütün yönlerinde aynı değildir. Kısa süreli bellek, özellikle kişi için anlamlı ve ilginç olmayan konularda önemli bir düşüş göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri bilgi işlemenin yaş arttıkça daha fazla zaman alması, bunun da bilgiyi belleklerine almayı yaşlı kişiler için daha güç yapmasıdır. Buna karşılık, uzun süreli bellek yaşla birlikte çok az azalıyor görünmektedir. Bir bilgi bellek bankasına bir kez güvenli biçimde yerleştirildikten sonra orada kalma eğilimi göstermektedir. Yaşlılıkta herkesin bilgiye yaklaşma ve bilgiyi özümleme süreçleri ya da programları vardır. Bu zihinsel stratejiler gençlerde ve yaşlılarda farklı olabilmektedir. Bu farklılıklar sorun çözme alanında da söz konusudur. Yaşlılar soyut sorunları çözmede ilişkisiz bilgilerden daha fazla etkileniyor ya da mantıksal teknikler kullanmaktan çok kendi bildiklerini izliyor görünmektedirler.
Bunama (dementia), gitgide ilerleyen zihinsel bozulma, bellek yitimi, zaman ve mekan yönelimi bozukluğu ile belirlenen bir durumdur. Geriyatri uzmanları, 65-75 yaşlarındakilerin yaklaşık % 15'inin ve 75 yaşın üstündekilerin % 25'inin değişik derecelerde bunamaya uğradıklarını belirtmektedirler. Genellikle bu bozukluk beş yıl içinde ölümle sonuçlanmaktadır.
Bunama orta yaşlı kişilerde ortaya çıktığı zaman, Alzheimer ya da Pick hastalığıyla bağlantılı olması koşuluyla, "presenile dementia" söz konusudur. Alzheimer hastalığında beyinde büzülme ortaya çıkar, Pick hastalığında ise değişimler lokalizedir. Anatomik bakımdan Alzheimer hastalarının beyni bunamaya uğramış kişilerin beyninden ayırt edilemez.
Alzheimer hastalığı bir yaşlılık ya da erken yaşlılık dönemi hastalığıdır. Beyindeki sinir hücrelerinin yıkımıyla ilerleyen bu hastalık bütün beyin işlevlerinin derece derece yitirilmesine yol açar. Nedeni tam olarak bilinmeyen, tedavisi de şimdilik olanaksız olan bu hastalıkla ilgili araştırmalar son yıllarda hızla artmıştır. Hastalığın nedeni günümüzde bir yandan genetik etkenlerle (beyin dokusunda amiloid maddesinin birikmesi), öbür yandan çevresel etkenlerle (beyin hücrelerinde alüminyum miktarının artması) açıklanmak istenmektedir; ancak kesin bir sonuca ulaşılabilmiş değildir.
Araştırmalar, bunamanın bir hastalık olduğunu, kaçınılmaz bir zihinsel bozulma ve düşüş ürünü olmadığını ortaya koymaktadır. "Senile dementia"ya benzeyen semptomlar, alkolizmden, başa sürekli ağır darbeden (örneğin boksta) ya da felçlerden (beyine kan götüren damarların tıkanması) kaynaklanan beyin hasarlarının ardından da ortaya çıkabilir. Bunamanın en yaygın belirtileri, bellekte zayıflama, unutkanlık, dikkat azlığı, dikkatini yoğunlaştıramama, zihinsel algı azlığı, duygusal tepki azlığıdır. Bunamaya ve damar sertliğine bağlı değişimler birlikte ya da birbirinden ayrı olarak ortaya çıkabilir. Sağlıklı yaşlıların incelenmesi yaşlanma ile hastalık arasındaki ayrımın vurgulanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla, bunama, yaşın ilerlemesiyle ortaya çıkabilecek ya da çıkmayabilecek bir hastalıktır.
c. Düşünme ve yaratıcılık
Öğrenme ya da bellek alanında ortaya çıkan bozuklukların düşünme ya da yaratma yeteneğini etkileyeceği açıktır. Bununla birlikte, yaşlı kişilerin hafif bellek yitimine ya da öğrenme güçlüğüne karşı birtakım yollar geliştirebildikleri bilinmektedir. Laboratuvar araştırmaları zihinsel süreçlerdeki yaşa bağlı değişimleri açıklamada daha yararlı olmaktadır. Örneğin, yaşlı kişilerde sorun çözme yeteneğinin azaldığı bulunmuştur. Yeni kavramlar elde etme güçlüğü ve sorun çözmede etkili stratejiler kullanma yeteneksizliği yaşlı deneklerin özellikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Yaşlıların düşünme süreçlerinin diğer iki özelliğini (katılık ve somutluk) laboratuvarda gözlemlemek daha güçtür.
Kavram geliştirme yeteneği yaratıcılıkla yakından ilişkilidir, dolayısıyla kavramlaştırma yaşlılıkta azalınca yaratıcılığın da azalması beklenir. Yaratıcılığın ne olduğu, nasıl ölçülebileceği, yaratıcı ürünlerin çoğunun yaşamın ileri yıllarında verilip verilmediği gibi sorunları yanıtlamak çok zordur. Lehman'a göre filozoflar yaratıcılıklarının tepe noktasına ortalama olarak 60-64 yaşları arasında çıkmaktadırlar. Einstein'inki gibi diğer yaratıcılık türleri, yeni bir kavramlaştırmanın ya da eski bir sorunu yeni bir bakışla görmenin keşfedilmesi sonucudur. Ayrıca yaratıcı kişiler sıradan işlerinde de çoğumuzun en büyük işimizde olduğumuzdan daha yaratıcıdırlar.
Yaratıcılık sorununa iki farklı yaklaşım vardır ve bu farklı tanımlar yaratıcılıktaki yaşa bağlı değişimleri de açıklayabilir. Lehman yaratıcılığı bir büyük adamın yaşamının her yılında ürettiği "yüksek nitelikte ürün"lerin yüzdesiyle ölçmektedir. Buna göre, birçok alanda yüksek çalışma ürünlerinin oranı otuzlu yaşlar sırasında fazladır, sonra derece derece azalmaktadır. Yüksek ürünlerin yaklaşık % 80'i elli yaşında tamamlanmaktadır, elli yaşından sonra gerçekleştirilenlerin oranı % 20'dir. Lehman, çeşitli bilim alanlarında (tıp, atom enerjisi, astronomi, botanik, matematik) yüksek nitelikli ürünlerdeki yaratıcılık oranlarını incelemiş ve benzer sonuçlara ulaşmıştır: Başlangıçtaki doruk noktasını yaşla gelen bir düşüş izlemektedir. Bu düşüş birbirini etkileyen çeşitli etkenlerin sonucudur: Bedensel dinçlikte ve duyusal kapasitede azalma, hastalığın artması, salgıların değişmesi, pratik sorunlarla daha fazla uğraşma, yoğunlaşmaya uygun olmayan koşullar, entelektüel merakın zayıflaması, zihinsel bozuklukların artması, kötü alışkanlıkların birikmesi, vb.
Dennis ise, karşıt bir yol izleyerek, sadece "yüksek nitelikli" işleri değil, "toplam üretkenlik" olgusunu incelemiştir. Böylece kırklı yaşların yaşamın en üretken dönemi olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan bilimlerinde çalışanlar yetmişli yaşlarda kırklı yaşlardaki kadar üretkendirler. Müsbet bilimciler 20-29 yaşlarında en az üretkendirler, yetmiş yaşlarında önemli bir düşüş göstermektedirler. Sanatçılar için düşüş daha da keskindir, sadece bu grupta yirmili yaşlar yetmişli yaşlardan daha üretkendir. Bu çizgiyi zihinsel yetenekler dışında başka üretkenlerin belirlediği açıktır.
Her iki yaklaşımın bulguları dikkate alınarak, yaratıcılık çizgisinin önemli değişimler gösterdiği, ayrıca alanlara göre yaratıcılıkta doruk noktalarının farklılaştığı söylenebilir. Örneğin, Manniche ve Falk'ın Nobel ödülünü kazananların (1901-1950) çalışmaları üzerinde yaptığı araştırma fizikte ve kimyada Lehman'ınkine benzer bulgular vermiş, tıpta ortalamanın kırk yaşlarında olduğunu ortaya koymuştur.
Yaratıcılığı tanımlama biçimine bakılmaksızın, yükselişlerin ve düşüşlerin, zihinsel değişimlerden çok zihinsel olmayan etkenlere bağlı olduğu da söylenebilir. Bu açıdan sağlık belki en önemli etkendir. Sağlık engeli dışında, insanların yaratıcılığı için hiçbir yaş sınırının olmadığı belirtilebilir. Bazı üreticilik türleri -yaratıcı katkılar ya da başarılar biçiminde olsun- uzun bir yaşamın sonlarına dek sürmektedir. Bischof aşağıdaki örneklerin bunu kanıtladığını söylemektedir (1969):
- Mikelanj, St. Peter'in kubbesini 70 yaşında bitirmiştir.
- Sofokles, Kral Oedipus'u 80 yaşında yazmıştır.
- Goethe, Faust'u 80'inden sonra tamamlamıştır.
- Gladstone, 84 yaşında dördüncü kez başbakan olmuştur.
- Hendel, Haydn ve Verdi ölümsüz melodilerini 70 yaşından sonra yaratmışlardır.
- Hobbes, 91 yaşına dek yazmayı sürdürmüştür.
- Franklin, 81 yaşında Anayasa Kurulu'nun etkin bir üyesi olarak çalışmıştır.
- Jefferson, 83 yaşındaki ölümüne dek yaratıcı ve etkin olmuştur.
- Tennyson, 80 yaşından sonrasına dek şiir yazmayı sürdürmüştür.
- Churchill, 77 yaşında başbakan olmuştur.
Daha yakın tarihlere gelindiğinde de pek çok ilginç örneğe rastlanmaktadır: Oyun yazarı ve yöneticisi George Abbot 92 yaşında kitap yazmış, 100 yaşında müzikal oyun yönetmiştir; George Burns 80 yaşında en iyi yardımcı aktör Oscarını kazanmış, 88 yaşında film çevirmiştir; Ruth Gordon 83 yaşında Emmy ödülünü kazanmış, 85 yaşında kitap yayınlamıştır; Harry Lieberman 80 yaşında resme başlamış, 106 yaşındaki ölümüne kadar bunu sürdürmüştür; ressam ve heykelci Georgia O'Keffe 90 yaşında Başkanlık Onur Madalyası'nı kazanmış, 95 yaşında sergi açmıştır; Pablo Picasso resim çalışmalarını 90 yaşına kadar sürdürmüştür; Scott O'Dell çocuk kitapları yazmaya 61 yaşında başlamış, 90 yaşında bile bunu bırakmamıştır; Erik Erikson 80 yaşında gelişim psikolojisi kitabı yayınlamış, 84 yaşında yaşlılık araştırmalarına katılmıştır.
Bilişsel işlevlere genel bakış
Bu bölümde yetişkinlikteki bilişsel işlevler konusunda daha önce aktarılan bilgiler topluca değerlendirilecektir. Bu bağlamda özellikle zeka ve bellek ele alınacak, daha sonra bilişi etkileyen etkenler gözden geçirilecektir.
Bilindiği gibi, zeka konusunda süregelen en önemli tartışma zekanın genel bir yetenekten mi, yoksa bir dizi süreçten mi ibaret olduğu sorunu çevresinde döner. Kimi araştırmacılar zekanın akıcı zeka (temel bilişsel süreçler) ve birikimli zeka (kazanılmış bilgiler ve gelişen zihinsel beceriler) olarak ikiye ayrılabileceğini savunurlar. Aynı bağlamda, zekanın mekanik zeka (temel süreçler) ve pragmatik zeka (sözcük bilgisi, uzmanlık, üst-biliş) olarak ayrılabileceğini ileri sürenler de vardır. Piaget'in organizmik yaklaşımında zekanın gelişimi ergenlik döneminde en üst düzeyine çıkar (soyut işlem düşüncesi). Yaşlı kişilerin Piaget'ci görevlerdeki başarısı daha genç yetişkinlerinkinden genellikle daha düşüktür; ama bu, yaşlı yetişkinlerin çevresel koşullarıyla ya da bu görevlerin nitelikleriyle açıklanabilmektedir. Zekanın, işleme, bilme, düşünme düzeylerinin bileşimi olduğunu ileri süren üç katlı model'e göre, temel bilişsel süreçler (1. kat) yaşamın sonuna doğru bozulabilir; sözcük bilgisi (2. kat) ve yüksek zihinsel işlevler (3. kat) ise sürekli gelişim gösterebilir. Soyut-sonrası düşünce'ye (3. kat süreci) ulaşan kişiler görelilik düşüncesini sergilerler, çelişkinin gerçekliğin temel bir yönü olduğunu anlarlar ve çelişkileri diyalektik düşünce içinde bileştirirler. Yaratıcılık, önceden birbirine bağlı olmayan ögelerin yeni, alışılmış olmayan ve uyumsal bir tarzda bir araya getirilmesini içerir. Yaratıcılıkta en üst düzeye ulaşılması, daha önce verilen örneklerde görüldüğü gibi, kronolojik yaşla değil meslek yaşıyla ilişkilidir.
Genellikle bellek sistemindeki değişimlerin yaşlanmaya eşlik ettiği herkesçe bilinir. Ancak, sistemin bütün bölümlerinin aynı biçimde değişmediği de bir gerçektir. Bellekteki değişimleri daha iyi anlamak için sistemi "kapasiteler" ve "içerikler" olarak ayırmakta yarar vardır. Bellek kapasiteleri temel mekanizmalardan ve stratejilerden oluşur ve düşüş gösterebilir; buna karşılık depolanan bilgiden oluşan bellek içerikleri artış gösterebilir. Bellek sisteminin en sığ düzeyinde, çevresel bilgiyi (sesler, görüntüler, kokular, vb.) alan temel mekanizma olan duyusal bellek yer alır. Bu bilgi bir-iki saniye kalır, sonra zayıflar, eğer kullanılacaksa daha derin bir düzeyde işlem görmesi gerekir. Yaşlanmanın duyusal bellek üzerinde çok az etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Bellekte iki temel sistem daha vardır. İşte, yaşlanmanın etkisi bu iki sistemde çok farklıdır. Kısa süreli bellek bilgiyi bilinçte tutan sınırlı kapasiteli sistemdir. Burada bilgi genellikle yaklaşık 15 saniye içinde yitirilir. Bilginin sürekli kodlama için örgütlendiği kısa süreli bellekte hız ve esneklik yaşla birlikte azalmaktadır. Uzun süreli bellek geçmiş deneyimlerin, dünyaya ilişkin bilgilerin depolandığı, bellek içeriklerini tutan, sınırsız kapasitesi olan bir sistemdir. Kodlanan bilgi uzun süreli belleğe aktarılır ve yeniden gereksinme duyuluncaya kadar orada tutulur. Geri çağırma sırasında bilgi yeniden kısa süreli belleğe aktarılır ve orada bilinçli olarak işlenir. Yaşın bilginin zihinde tutulmasına etkisi yoktur; bilgi uzun süreli bellekte bir kez depolandığında orada tutulması her yaşta aynıdır. Kişi bilgiyi geri getirmeye yeterli olmadığında bile bilgi depolanmış ama kullanılmıyor demektir. O halde, doğru durumda doğru ipucu verildiğinde bilginin geri getirilebileceği söylenebilir. Yaşlı yetişkinler kodlama ya da geri getirme stratejilerini kendiliğinden kullanmada genellikle başarısızdırlar. Bellek sisteminin nasıl işlediğini anlamak olarak tanımlanan üst-bellek konusunda yaşlı yetişkinlerin durumu araştırılmaktadır. Yaşlıların bellek sistemine ilişkin bilgileri gençlerinkinden farklı olmadığı halde, yaşlı yetişkinler bilgiyi gençlerden daha az özel ve ayırt edici bir biçimde kodlamaktadırlar, bu da bilgiyi geri getirmeyi güçleştirmektedir (Perlmutter ve Hall, 1992).
Daha önce de belirtildiği gibi, araştırmacılar yetişkinlikte bilişi etkileyen etkenlerin neler olduğu sorusunu sık sık ele almışlardır. Eğitim bu tür etkenlerin başında gelmektedir; diğer etkenler arasında kişilik, yaşam üslubu, kronik hastalıklar sayılabilir. Kişilik örüntüleri bilişin işleyişini özellikle yüksek derecede stresli durumlarda etkileyebilmektedir. Yetişkinler emekli oldukları ve toplumsal yaşamdan uzaklaştıkları zaman da bilişsel yeteneklerinde düşüş görülebilmektedir. Zeka düzeyindeki düşüşler yoksul olmakla, toplumdan uzaklaşmakla, çalışmayı kesmekle, dul kalmakla ya da boşanmakla ilişkili olabilmektedir. Etkin bir yaşam üslubuna sahip olan, toplumsal ve entellektüel etkinliklere tam olarak katılan yetişkinler zeka testlerinde en iyi sonuçları almaktadırlar. Düzenli beden egzersizlerinin de bilişsel başarı üzerinde etkili olduğu görülmektedir (tepki zamanı hızlanmakta, bellek daha iyi çalışmakta, akılyürütme daha kusursuz olmaktadır). Düzenli egzersiz kaygıyı ve gerilimi de azaltmaktadır. Egzersizin dolaşım sistemi ve kan basıncı üzerindeki olumlu etkisi zaten bilinmektedir; öte yandan, kalp-damar hastalığının belirtisi olan yüksek tansiyon bilişsel işlevlerdeki yaşa bağlı düşüşü kısmen açıklayabilmektedir (tansiyon ile akıcı zeka testi puanları arasında olumsuz korelasyon vardır). Kalp-damar hastalığı ile sorun çözme yeteneğindeki düşüş arasında da ilişki olduğu saptanmaktadır. Orta yaşlı ve yaşlı kişilere Piaget'in soyut akılyürütme testleri verildiğinde puanlar üzerinde yaşın değil sağlık durumunun etkili olduğu görülmektedir.
:::::::::::::::::
3. Kişilik Özellikleri
Kişiliğin ele alınışında her insanın tek ve biricik olduğu gerçeğini her zaman akılda tutmak gerekir. Bununla birlikte, bir kişilik tipolojisi yapmak da olanaklıdır. Nitekim, yaşlı kişileri inceleyen gerontologlar belirli kişilik tipleri saptamaktadırlar.
Reichard, Livson ve Peterson 55-84 yaşları arasındaki 87 erkeği inceleyerek belli başlı kişilik tiplerini ortaya çıkarmışlardır. İyi uyum sağlamış olanlar "olgun", "salıncaklı sandalyeli" ve "zırhlı" kategorilerinde, daha az uyum sağlamış olanlar ise "kızgın" ve "kendinden nefret eden" kategorilerinde sınırlanmışlardır. "Olgun" tip yaşamdan zevk alır, kendini kabul eder, etkinliklerinde ve başkalarıyla ilişkilerinde doyum arar, geçmişte olanlara yazıklanmadan içinde bulunduğu durumda en iyisini yapmaya çalışır. "Salıncaklı sandalyeli" tip de yaşlılık yıllarında başarılıdır, ancak yaşama olgun gruptan daha edilgin bir biçimde yaklaşır, emekli olduğuna ve sorumluluktan kurtulduğuna sevinir. "Zırhlı" tip yaşlanmanın sonuçlarından korkar, bu konuyla yüzleşmekten kaçar, duygularını denetim altında tutar; mutlu göründüğü için yaşlanmada kısmen başarılı sayılır. "Kızgın" tip, kendi kendisiyle barışık olmayan, yaşlandığına kızan ve ölümden korkan tiptir. "Kendinden nefret eden" tip yaşlanmanın sonuçlarına bozulan, gündelik sorunlarda kendini kınayan, ölümü kendi sefilliğinden kurtuluş gibi gören tiptir.
Yaşlılıktaki kişilik tiplerini açıklayan bir başka araştırmada yukardakilere benzer dört yaşlı tipi bulunmuştur. Neugarten'in bu araştırması kişiliği "yaşam doyumu" ve "etkinlik düzeyi" ile ilişkisi içinde ele almaktadır. Denekler 70-79 yaşlarında 59 erkek ve kadından oluşmaktadır. Tipler, "bütünleşmiş", "zırhlı-savunmacı", "edilgin-bağımlı" ve "bütünleşmemiş" kategorilerinde toplanmaktadır.
Bütünleşmiş kişilikler, egoları yeterli, bilişsel yetenekleri tam, yaşam doyumları yüksek, iç yaşamları görece karmaşık kişilerdir. Bu kişiliklerde üç tip ayırt edilir: 1) "Yeniden örgütleyici"ler sürekli etkinlik içindedirler ve yaşamlarını eski etkinliklerin yerine yenilerini koyarak yeniden düzenlerler. 2) "Odaklanmış" kişiler, birincilerin aksine, enerjilerini bir ya da iki rolde yoğunlaştıran kişilerdir, 3) "Kopmuş" kişiler, düşük bir etkinlik düzeyi göstermeleriyle ilk iki kişilikten ayrılırlar ve kendi dünyalarına çekilmiş olarak yaşarlar.
Zırhlı-savunmacı kişilikler çabacı başarı güdüleriyle ve genellikle sakınımlı duygularıyla belirlenir. Bu kişilikler iki tipe ayrılırlar: 1) "Sebatlı" model, orta yaş yaşam biçimini ve etkinliklerini olanak ölçüsünde koruyan ve sürdüren tiptir. Etkinlik düzeyi yüksek ya da orta, yaşam doyumu fazladır. 2) "Daralmış" tip, yaşlılık tehdidine karşı toplumsal ilişkilerini sınırlayarak kendini savunmaya çalışır. Orta bir etkinlik düzeyinin eşlik ettiği oldukça yüksek bir yaşam doyumuna sahiptir.
Edilgin-bağımlı kişilikler: 1) "Başvurucu-arayıcı" kişiliğin yüksek düzeyde bağımlılık gereksinmesi vardır, olduğunca uzun süre bağlanacak birini bulduğunda yaşamdan daha fazla hoşnut olur. 2) "Duygusuz" kişilik görece edilgin ve kayıtsız bir yetişkinlik yaşar, yaşam doyumu ortayla düşük arasındadır.
Bütünleşmemiş kişilikler yüksek derecede çözülmüş, örgütlenmemiş bir yaşlılık örüntüsü gösterirler. Duygusal bozukluklar ve düşünce süreçlerinde genel bir gerileme içeren psikolojik sorunları vardır. Hem etkinlikleri hem de yaşam doyumları aşağı düzeydedir.
Daha önce de sözü edildiği gibi, Neugarten'e göre, insanlar yaşlandıkça içşel düşünce ve duygulara dış etkenlerden daha fazla bağımlı olmaya yönelmektedirler. Neugarten bu değişimi etkinlikten edilginliğe geçiş olarak görmektedir. Dünyayı edilgin bir açıdan görmeye başlayan yetişkinler dış dünyadan iç dünyaya geçmeye başlamaktadırlar. Yetişkinlerin kendi iç dünyalarıyla uğraşmaları gitgide artmakta, diğer insanlarla duygusal bağları da azalmaktadır. Bütün bunlara karşın, eskiden kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle görmeyi sürdürmektedirler. Dolayısıyla, ileri yetişkinlikte benlik-kavramında dramatik değişimlerden çok kararlılığın olduğu söylenebilir. Atchley'e göre benlik-kavramındaki bu kararlılığın iki nedeni vardır: 1) Yaşlılar başkalarından gelen tepkilere daha az, kendi iç ölçülerine daha fazla bağımlıdırlar. 2) Yaşlılar değişime karşın kendilerini önceki rolleriyle düşünmeyi sürdürürler (örneğin emeklilikten çok sonra da kendilerini öğretmen, avukat, mühendis olarak düşünmektedirler). Benlik kavramının kararlılığını koruma yeteneği, Liberman'a göre, ileri yetişkinlikteki rol değişimlerine olumlu uyum sağlamakla ilişkilidir (Schiamberg ve Smith, 1982).
Yaşlılıktaki kişilik konusuna gelişim görevleri açısından da bakılabilir. Erikson'a göre umutsuzluğun karşıtı olan "ego bütünlüğü" ileri yetişkinliğin olumlu niteliğidir. Başka yazarlar yaşlılığın gelişim görevi olarak, başarılı alışkanlıkların sürdürülmesini, geçmişle bütünleşmeyi, olgunluktan bilgeliğe geçişi, yaşlılıktaki olgunluk değişikliğini kabul etmeyi, yaşamın sona ermesini onaylamayı, değişmiş idealler edinmeyi vb. göstermektedirler. Önerilen görev ne olursa olsun, yaşlılık yıllarının getirdiği değişimler genellikle ölüme hazırlanma göreviyle ilgilidir. Öte yandan, yaşlılar, artan edilginliklerini ve bağımlılıklarını, artık katılmacı olmaktan çok izleyici olmalarını, azalan güçlerinin sınırlarını kabul etmek göreviyle de karşı karşıyadırlar. Dürtülerinin gücündeki değişimleri kabul etmek de bir başka gelişim görevidir. Yaşlı kişiler merkezi sinir sistemindeki bazı gerilemeleri, yeni bilgiler edinmedeki güçlükleri kabul etmek zorundadırlar.
Bazen yaşlıların bu dönemin gelişim görevlerine karşı çıktıkları da görülür. Azalan fiziksel ve zihinsel yeteneklerine karşın istemlerini değiştirmeyi reddedebilir, sınırlılıklarının artışını yadsıyabilir ve bunun için de savunma mekanizmalarına başvurabilirler. Bunun tersi bir tutumla, yaşlılığa bağlı fiziksel ve zihinsel düşüşe abartmalı bir biçimde zamanından önce teslim olma ve kendini kaptırma eğilimi de söz konusu olabilir.
Yaşlıların kişiliği konusunda merak edilen en önemli konulardan biri de, onların yaşla birlikte daha tutucu ve huysuz olup olmadıklarıdır. Bazı araştırmalar yaşlıların yaşlandıkça özsaygılarında ve yaşam doyumlarında önemli bir değişim olmadığını göstermektedir; yaşlıların özsaygısı gençlerinki kadar yüksek bulunmaktadır. Kimi gelişim psikologları, yaşın çok küçük bir etkisi olduğunu, çünkü yaşlıların kendilerini "yaşlı" hissetmediklerini düşünmektedirler. Araştırmalar, yaşlıların çoğunun kendilerini gerçek yaşlarından daha genç gördüğünü, yaklaşık üçte ikisinin kendini "orta yaşlı" ya da "genç" olarak tanımladığını ortaya koymaktadır (bk. Tablo. 23). Buna göre, orta sınıf Amerikalıların kendi öznel duygularını, görünümlerini, eylemlerini ve ilgilerini kendilerinden daha genç insanlarınkiyle bir tuttukları anlaşılmaktadır. Yaşlılar kendilerini yaşlı görmeyi reddettikçe yaşlılığa bağlanan olumsuz konumu da kabul etmek zorunda kalmamaktadırlar. Özellikle hala yaşayan bir anababası olan yaşlı kişiler kendilerini "en yaşlı" kuşaktan saymaktan kurtulmaktadırlar. Ancak, bu görüşler üzerinde kültürün, toplumsal konumun, etnik grubun etkisi olabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlıların çoğu çocuklarına bağımlı duruma gelmekten korkmakta, böyle olanların yaşam doyumu da düşme eğilimi göstermektedir. Buna karşılık, çocuklara bağımlılığın başarılı bir yaşlılığın en iyi yolu olarak görüldüğü Hindistan'da bu durum daha az önemlidir. Bununla birlikte, iki kültürde genç yetişkinlerin yaşlıları nasıl gördükleri karşılaştırılınca Amerikalıların Hintlilerden daha olumlu bir yaşlı kişi görüşüne sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Amerikalı genç yetişkinler yaşlıları Hintli genç yetişkinlerden daha fazla seviyorlar ve onları daha az eleştirici ve zorlayıcı buluyorlar (Hoffman ve ark., 1994).
Tablo 23
Yaşlı Amerikalılar Kendilerini Nasıl Görüyorlar
Gerçek Yaşlar; Öznel Yaş (yanıtlayanların yüzdesi)
60-69;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 77
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 73
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 89
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 82
70-79;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 72
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 83
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 86
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 78
80-89;
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 86
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 100
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 100
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgilerdir % 100
Kaynak: R. Goldsmith ve Helens, 1992. Aktaran Hoffman ve ark., 1994.
:::::::::::::::::
İİİ. YAŞLILIKTA TOPLUMSAL GELİŞİM
İnsanlar yaşlandıkça yaşamın anlamı, özellikleri ve biçimleri de değişmektedir. Yaşlanmanın içerdiği fiziksel, psikolojik ve toplumsal değişimler, bir yandan da onlarla başaçıkabilmek için birtakım stratejilerin geliştirilmesini, uygulanmasını, değiştirilmesini gerektirmektedir. Yaşlı kişilerin bireysel yaşamı için önemli olan değişimler aynı zamanda onların aile ve toplum yaşamını da etkilemektedir. Aile ve çevre ilişkileri ileri yaşlarda yaşanan fiziksel, psikolojik ve toplumsal değişimlerden bağışık değildir.
:::::::::::::::::
1) Aile Yaşamı
Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla başlar, karısı da çalışıyorsa o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli olacaktır. Böylece ailede en önemli değişim gelirdeki belirgin düşüştür. Gelir yitimi ailenin yaşam düzeyinde de düşüşe neden olur. Bu ekonomik güçlük çiftin sağlığı bozuldukça daha da belirginleşir. Bu durumda geniş aile örüntüleri tersine işlemeye başlar, yani daha önce büyüklerin yardım ettiği gençler şimdi büyüklerine yardım etmeye başlarlar.
Daha önce de belirtildiği gibi, sanayileşmeye ve kentleşmeye bağlı olarak ortaya çıktığı kabul edilen çekirdek aile büyük aile örüntülerini tümüyle ortadan kaldırmış değildir. Litwak ile Sussman ve Burchinal'ın çalışmaları modern toplumda değişime uğramış geniş ailenin varlığını ortaya koymaktadır. Ayrıca araştırmalar, ayrı yerlerde yaşamalarına karşın yaşlılarla akrabalarının ilişkisinin sürdüğünü, hatta, yaşlıların akraba yanına sığınmayı uzakta kalmaya yeğlediklerini göstermektedir. Yaşlılarla ilgilenen kurumların ortaya çıkması ailenin rolünü ortadan kaldırmamış, sadece değiştirmiştir. Cottrell, ailenin eğitim, eğlence, ekonomik durum, koruma gibi etkinliklerdeki dolaysız e tkisi azalsa bile sevgi rolünün derinleştiğini saptamaktadır.
a. Demografik özellikler
Ailedeki değişimler genelde nüfus yığılmalarını yansıtır niteliktedir. Nüfustaki yaş dağılımı ileri yaşlara kayınca ailenin üyelik profili de aynı özelliği gösterir olmuştur. Demografik süreçlerdeki değişimin aile yapısında yarattığı değişikliklerin sürmesi beklenmektedir. Gelişmiş ülkelerde en önemli değişim ailenin yaş kompozisyonunda ortaya çıkmıştır. Çocuklar artık ailenin küçük bir bölümünü oluşturmakta, yaşlıların oranı artmakta, genç insanlara bağımlı yaşlıların sayısı çoğalmaktadır. Büyük anababalığın orta yaşlara kaymış olması, torunların kendi çocuklarını büyük anababaların yaşam süresi içinde büyütmelerine olanak sağlamaktadır. Shanas'ın belirttiği gibi, 65 ve daha üstü yaşlara ulaşmış insanların yarısı 4 kuşaklı bir aileye sahip olabilmektedir. Evlenme ve çocuk sahibi olma yaşlarının düşmesi de kuşaklar arasındaki mesafeyi azaltmaktadır. Bu değişimler ailenin ortalama yaşını da yükseltmekte, aileyi daha yaşlı kılmaktadır. Kadınların yaşam süresindeki değişimler, anneyi yitirmenin orta yaştan emeklilik öncesine doğru kaydığını ve kadının ortak yaşama süresinin erkeğinkinden uzun olduğunu ortaya koymaktadır. Doğum oranının azalması nedeniyle yaşlılara düşen genç sayısında da önemli bir azalma olmaktadır.
Ölüm oranlarındaki düşüş ve kadınların kendilerinden büyük erkeklerle evlenmeleri, kadınların dulluk deneyimlerini kaçınılmaz kılmaktadır. ABD'nde yaşayan 65 ve daha üstü yaşlardaki kadınların sadece % 41'inin yaşayan eşi vardır, erkeklerin ise sadece % 14'ünün eşleri ölmüş durumdadır (ABD, Nüfus Bürosu, 1981). Çok genel olmamakla birlikte, yaşlı erkeklerin kadınlara oranla yeniden evlenme olasılıkları 5 kat daha fazladır. 65 yaşın üstündeki erkeklere oranla bekar kadın sayısı üç kat daha fazladır. Bu sayısal avantaj erkeklerin daha genç kadınlarla evlenmeleri gibi toplumsal bir normla da desteklenmektedir. Bütün bunlara karşın kadınların eşleriyle geçirdikleri süre artmıştır. Ortalama evlenme yaşında (kadınlar için 22, erkekler için 25) evlenenler arasında kadınların % 64'ü kocasının ölümünden önce 40 yıllık bir evlilik dönemi yaşamaktadır. Bu durumda, ilk çocuksuz yıllar da dikkate alındığında, evliliğin yaklaşık üçte biri "boş yuva"da geçmektedir.
b. Psikososyal özellikler
İnsanlar yaşlandıkça akraba oldukları insan sayısı da artmaktadır, aileye yeni üyeler ve yeni kuşaklar eklenmektedir. Ancak, üyelerdeki artış belli bir davranış örüntüsünün oluşması demek değildir. Doğum oranındaki düşüş her çocuğa verilen ilgiyi arttırmış, kardeş kavgasını azaltmıştır. Geçmişte bebek ölümleri yüksekken anababalar, çocuklarına duygusal olarak fazlaca bağlanmamaya çalışıyorlardı, aynı neden şimdi de yaşlıların yeniden evlenmelerini engelliyor olabilir. Ölüm oranındaki düşüş şimdi insanların daha köklü kuşaklararası ilişkiler kurmalarına, gelişimsel bunalımlara dayanaklı güçlü bağlar oluşturmalarına yol açmaktadır. Çoğunluk yaşlı olduğu için olgunluk farkından doğan kuşaklararası çatışma hemen hemen ortadan kalkmaktadır. Yaşlı akrabalar yaşlılıktaki toplumsallaşma yöntemleri açısından gençlere de yararlı olmaktadırlar.
Yaşam süresinin uzunluğu ve yaş farklarının azlığı nedeniyle birçok anababa çocuklarıyla birlikte yaşlanmaktadır. Emekli olan ve kendi çocuklarını evlendiren çocuklar şimdi de anababalarına bakmak durumundadırlar. Bu durumda Brody "orta kuşak sıkışması"ndan söz etmektedir. Yetişkinler hem çocuklarının hem de anababalarının istemlerini yerine getirmekte güçlük çekmektedirler. Çocukların boşalttığı yuva yaşlanan anababa ve akrabalar tarafından doldurulmaktadır. Yaşlıların ölümü de birçok insanın yuvanın boşalmasını yeniden yaşamasına neden olmaktadır. Kadınların dışarda çalışması da yaşlı anababaya bakmayı sorun haline getirmektedir (özellikle bu bakımın kadının işi olduğunu düşünen çevrelerde). Geleneksel olarak yaşlıların bakımını orta yaşlılar üstlendiğinden, bunların gitgide daha fazla dışarda çalışmalarıyla sorun daha da zorlaşmaktadır.
20'inci yüzyılda gelişmiş ülkelerde yaşam düzenlemeleri çarpıcı biçimde değişime uğramıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1900 yıllarında 65 yaşındaki nüfusun % 60'ı çocuklarının yanında barınırken, bu oran 1980'lerde % 15'e inmiştir. Bu değişimler özellikle yüzyılın ikinci yarısında hızlanmıştır. Yaşlı insanlar bağımsızlıklarını korumak istemektedirler. Yetişkin çocuklarıyla yaşayanlar kendilerine bakamayacak kadar hasta ya da yoksul olanlardır. Genel kanının aksine, geçmişte geniş ailede yaşamanın da % 10'dan fazla olmadığı ortaya çıkmıştır (en azından yaşamın kısa sürmesi nedeniyle). Çocuklarından ayrı yaşayan yaşlıların kendilerini mutlaka ihmal edilmiş hissetmedikleri de saptanmaktadır; üstelik çocuklarıyla yaşayanlardan daha fazla mutlu oldukları da söylenebilir.
Yalnız yaşama eğilimine karşın yaşlıların çoğu ilişki kurabilecekleri akrabalarına yakın yaşamayı yeğlemektedir. Çocuklarla ilişki işçi sınıfında orta sınıftan daha sık, diğer akrabalarla ilişki orta sınıfta işçi sınıfından daha sık görülmektedir. İlişkilerde cinsiyet de önemli bir etken: Kadınlar kızlarıyla ilişkilerini erkeklerden daha çok sürdürüyorlar, anne akrabaları baba akrabalarından daha yakın sayılıyor. Erkekler anababalarına ekonomik, kızlar ise toplumsal ve duygusal destek sağlıyorlar. Cinsiyete bağlı özellikler çalışan sınıfta orta sınıfa oranla daha belirgindir. Hiç evlenmemişlerin akraba ilişkileri daha zayıf; ayrılmışlar kendi ailelerinden daha fazla yardım görüyorlar; yeniden evlenme akrabalıkları genişletiyor... Araştırmalar, nesnel akraba ilişkilerinin çok anlamlı olmadığını, ilişkinin öznel olmasının istendiğini, duygusal olarak güvenebilecekleri bir dosta sahip olan yaşlıların sağlıklarının ve yaşam doyumlarının daha üst düzeyde olduğunu göstermektedir.
Çocuklar, diğer destekleme görevleri yanında, torunlarla büyük anababalar arasında köprü olma görevini de yerine getirmektedirler. Hill ve arkadaşları orta kuşağı "kuşaklararası bağın köprüsü" olarak nitelemektedir. Son araştırmalara göre dört büyük anababadan üçü torunlarını ayda en az iki kez görmektedir. Robertson, Neugarten'in daha önce sözü edilen sınıflamasından farklı bir büyükanababa tipolojisi geliştirmiştir. Robertson, özellikle büyükanababa rolünün toplumsal ve kültürel boyutlarını birbirinden ayırarak dört büyükanababa tipi saptamaktadır: 1) "Paylaşılmış" büyükannenin büyükannelik rolü konusunda yüksek kişisel ve toplumsal beklentileri vardır. Torunlarıyla çok ilgilidir, onlar için en iyi olanı yapmaya çalışır. 2) "Uzak" büyükanne tipi karşı uçta yer alır, büyükannelik konusunda düşük kişisel ve toplumsal beklentileri vardır. Bu iki tip arasında, büyükanababalığın normatif ve moral yünlerini vurgulayan "simgesel" büyük anababa ile, bu rolün kişisel yönünü vurgulayan "bireyselleşmiş" büyük anababa yer alır. Robertson deneklerinin üçte birinin büyükanababalığı anababalığın yeğlediklerini bulmuştur. Kahana ve Kahana ise, çocukların büyüdükçe kendilerine aşırı düşkün büyük anababaları daha az yeğlediklerini saptamıştır. Torunların büyükanababalarını nasıl algıladıkları konusunu Robertson da incelemiş, 18-26 yaşlarındaki işçi sınıfı deneklerinin büyük anababalar için olumlu görüşler belirttiklerini, her üç kişiden ikisinin gerektiğinde büyük-anababaya bakma sorumluluğuna inandığını görmüştür (Aizenberg ve Treas, 1985).
:::::::::::::::::
2. Toplumsal Çevre
Aile yaşamı en fazla araştırılan konulardan biri olmakla birlikte, yaşlıların yaşamında arkadaşlık ilişkileri de çok önemlidir. Ancak, bazı araştırmalar uzun süreli arkadaşlıkların korunduğunu gösterirken, bazıları da yaşla birlikte ilişkilerin zayıfladığını ortaya koymaktadır. Birçok araştırmacı kadınların erkeklerden daha anlamlı ve derin arkadaşlıklar kurabildiklerini belirtmektedir. Yaşlı erkekler eşlerine her yönden daha bağımlılar ve eş yitimine daha zor uyum sağlıyorlar, kadınlar ise ailede kopukluk olunca arkadaşlarına daha kolay dönebiliyorlar. Erkeklerin daha geniş bir arkadaş çevresi oluyor. Orta sınıf arkadaşlarını korur ve çoğaltırken, işçi sınıfı komşuları yeğliyor. Ayrıca, yaşam doyumu da arkadaşlıkla ilişkili bulunmaktadır. Blau, yaşlılıkta yeni bunalım ve rol değişimleriyle başaçıkmada arkadaşlığın önemini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, arkadaşlık aile ilişkilerinin yerini dolduramamaktadır. Doğrudan bakım olmasa bile, kurumlardaki yaşlılarla daha çok aileleri ilgilenmektedir. Kuruma gitmek çocuklarla ilişkiyi bozmamakta, hatta bazen güçlendirmektedir.
Yaşlılarla ilgili toplumsal politikaların, hizmetlerin, programların geliştirilmesine katkıda bulunan politikacılar, sosyal çalışmacılar, iktisatçılar ve gerontologlar yaşlıların bellibaşlı toplumsal sorunlarını beş kategoride toplamaktadırlar: "gelir", "sağlık", "bakımevi", "ulaşım" ve "beslenme". Bunlar kadar somut olmamakla birlikte aynı derecede önemli olan diğer sorunlar, eğitim, iş, emeklilik sonrası roller, tinsel gereksinmeler, güvenlik vb. gibi sorunlardır. Bütün bu sorunların çözümü yaşlı kişileri toplum içinde tutma amacını destekleyecektir. İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu ve insanlığını dile getirecek toplumsal araçlara gereksinmesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Yaşlanan bir kişinin yaşlılığa uyum sağlaması ile topluma uyum sağlaması arasında yakın bir bağ olduğu da söylenebilir. Uyum kuramları işte bu sorunu açıklamaya çalışmaktadır.
a) İlişki kesme kuramı (disengagement theory). Elaine Cumming ve William E. Henry'nin geliştirdiği bu kuramda, yaşlılık, fiziksel, psikolojik ve toplumsal açıdan toplumsal dünyadan derece derece geri çekilme süreci olarak görülmektedir. Fiziksel düzeyde, insanlar etkinliklerini yavaşlatır ve enerjilerini elde tutarlar. Psikolojik düzeyde, geniş dünyayla olan ilişkilerini öncelikle kendilerini ilgilendiren yaşam alanlarında odaklaştırmaya yönelirler. Dışardaki dünyaya yönelttikleri dikkatlerini kendi duygu ve düşüncelerinin iç dünyasına çevirirler. Toplumsal düzeyde, karşılıklı bir geri çekilme söz konusudur, böylece toplumun diğer üyeleriyle yaşlı kişi arasındaki etkileşim de azalır. Birey toplumdan geri çekilir, toplum da bireyden elini çeker. Cumming ve Henry'e göre ilişki kesme, toplumu ve bireyi tedavi edilemez hastalığın ve ölümün sonul ilişki kesmesine önceden hazırlayan ilerleyici ve karşılıklı doyum verici bir süreçtir. Yaşlılar için ilişki kesme, istenen ve oynanan rollerin, kurulan ilişkilerin azaltılmasıyla gerçekleştirilen bir süreçtir. Bunun sonucu olarak, yaşlılar ölümle rahatça karşı karşıya gelebilirler. Toplum da kendi yönünden ilişki kesmeyi destekler, çünkü böylece yaşlıların geliştirdiği birtakım işlevleri gençlere aktarabilir.
İlişki kesme kuramı hem çok saldırıya uğramış, hem de geniş ölçüde savunulmuştur. Her iki yönde yapılan kesitsel araştırmalar ise kuşak farklılıklarını yaş farklılıklarıyla karıştırmak açısından eleştirilmiştir. Öte yandan, en azından 75 yaşın altındakiler için yaşlılık, çeşitli örgütlere gönüllü olarak katılma düzeyinde kararlılık ve süreklilik gösteriyor görünmektedir. Ancak çok yaşlı kişilerin birçok üyeliklerini azalttıkları ve gruplarda etkin katılımdan çekildikleri söylenebilir. Sonuç olarak, ilişki kesme kuramının, yaşlı kişilerin daha önceki yaşamlarının anlamlı yönlerinden ayrılmalarını ve yalıtılmalarını abarttığı ileri sürülebilir.
b) Etkinlik kuramı (activity theory). Etkinlik kuramı, ilişki kesme kuramına alternatif olarak, sosyolog Robert J. Havighurst, Bernice L. Neugarten ve Sheldon S. Tobin tarafından geliştirilmiştir. Bu kurama göre, kaçnılmaz biyolojik ve sağlıksal değişmeler dışında, yaşlı kişiler temelde aynı olan psikolojik ve toplumsal gereksinmeleriyle orta yaşlı kişilerle aynıdırlar. Bu açıdan bakıldığında, yaşlılığı belirleyen toplumsal etkileşim azlığı toplumun yaşlı kişiden elini çekmesinden kaynaklanır. Yaşlı kişi orta yaş etkinliklerini olabildiğince uzun süre korumak ister ve terketmeye zorlandığı etkinliklerin yerine yenilerini koyar.
Etkinlik kuramcıları, ilişki kurmanın 60 ya da 55 yaşından sonra bazen azalmakta olduğu görüşüne katılırlar. Yaşlı kişilerin etkinlik düzeyinin, doyum ve mutluluğunun azalmakta olduğunu da kabul ederler. Ancak bu azalmanın istenen birşey olduğu görüşünü reddederler. Sağlıklı yaşlıların çoğu etkinlik düzeyini oldukça basit tutmaktadır. İlişki kesme ya da kurma oranı daha çok geçmişteki yaşam biçimlerine, sosyoekonomik statülere ve sağlık koşullarına bağlıdır. Ancak bütün bunlar yaşlıların mutlaka daha olumlu bir yaşam düzenlemesi yaptıkları anlamına gelmez. Ayrıca, kimi yaşlı kişiler mutluluğu kalabalıkta bulurlar, kimileri yalnızlıkta ararlar. Yaşam deneyimini kalitesinin en anlamlı ölçüsü, moral, yaşam doyumu ve düzenlemedir.
c) Rol bırakma kuramı (role exit theory). Bu kuram sosyolog Z. S. Blau tarafından önerilmiştir. Blau'ya göre; emeklilik ve dulluk yaşlı kişinin toplumun temel kuramsal yapılarına (iş ve aile) katılımını sona erdirir. Buna bağlı alarak yaşlıları toplumsal bakımdan yararlı kılan olanaklar da azalmaktadır. Blau, meslek ve evlilik statüsü yitimini özellikle yıkıcı nitelikte görmektedir. Çünkü bunlar yetişkin kimliği için demir atma noktaları olan temel rollerdir. Sosyolog Irving Rosow, benzer bir yaklaşımla, Birleşik Devletler'de insanların yaşlılığa etkili bir biçimde toplumsallaştırılmadıklarını savunmaktadır. Yaşlılıkta beklenen davranışları tanımlayan toplumsal normlar zayıf, belirsiz ve sınırlıdır. Ayrıca, yaşlılar temelde "rolsüz rol" olan rollerine toplumsal bakımdan değersizleşen statülerine uyum sağlama konusunda pek az güdülüdürler.
Rol bırakma kuramı, yaşlı kişilerin çoğunun toplumsal yitimler hissettiği konusunu abarttığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Yaşam doyumuyla ilgili boylamsal araştırmalar yaşlıların çoğunun çok az toplumsal yitim hissettiklerini ya da hiç hissetmediklerini göstermektedir. Yaşlıların çoğu, işlerini ve ana-babalık rollerini yitirmelerinin karşılığının, özgürlüğün ve eskiden beri istedikleri şeyleri yapma olanağının artması olduğunu belirtmektedir.
d) Toplumsal değiştokuş kuramı (social exchange theory). James J. Dowd gibi sosyologlar toplumsal değiştokuş kuramını yaşlılık sürecine uyguladılar. Bu kurama göre, insanlar toplumsal ilişkilere girerler, çünkü bundan birtakım ödüller çıkarırlar (ekonomik destek, tanınma, güvenlik, sevgi, vb.). Ödül elde etme sürecinde birtakım bedeller de öderler (olumsuz yaşantılar, yorgunluk, çabalama, vb.) ya da olumlu yaşantılardan ödüllendirici etkinlik uğruna vazgeçmek zorunda kalırlar. Yaşlılığa uygulandığında bu kurama göre, yaşlılar pazarlık etme güçlerindeki düşüş nedeniyle yaralanabilir oluşlarının arttığı bir konumda bulunmaktadırlar. Endüstrileşmiş toplumlarda yaşlıların daha önce sahip oldukları beceriler teknolojik gelişmeler içinde gitgide modası geçmiş kalmaktadır. Ayrıca, yaşlı bir işçi işte ne kadar uzun kalırsa genç işçilerin meslekte yükselmelerini o kadar engellemektedir. Yaşlı işçiler iş gücündeki yerlerini toplumsal güvenlik ve tıbbi hizmetle değiştokuş etmektedirler.
Toplumsal değiştokuş kuramcıları kendi görüşlerini, modernleşme ile yaşlılık statüsü arasında bulunan karşıt ilişkiye dayandırmaktadırlar. Yaşlıların endüstrileşmemiş ve geleneksel toplumlardaki konumu yüksektir, çünkü yaşlılar bilgi birikimini ve denetimini sağlamaktadırlar. Endüstrileşme ise geleneksel bilgi ve denetimin önemini azaltmaktadır doğal olarak. Ancak, modern endüstri toplumlarında yaşlıların yüksek statülerde bulunduklarını gösteren istisnalar da vardır (Rusya, Japonya gibi). Toplumsal değiştokuş kuramı yaşlıların bir toplumdaki konumunu etkileyen değiştokuş ögelerine dikkati çekse bile, tam bir açıklama getirmekten çok uzaktır (Vander Zanden, 1981).
e) Süreklilik kuramı (continuity theory). İlişki kesme ve etkinlik kuramlarının sınırlılıkları, yaşlılığın karmaşık süreçlerine daha geniş bir açıdan bakmayı gerektirmiştir. R. C. Atchley tarafından geliştirilen süreklilik kuramı, yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilmesi, bazı rollerdeki başarının sürdürülmesi bileşimine dayanmaktadır. Atchley'e göre, bireyler yetişkin olma sürecinde birtakım alışkanlıklar, bağlantılar, tercihler geliştirirler ve bunlar giderek kişiliğin bir parçası haline gelir. Birey yaşlandıkça söz konusu bu özelliklerin sürekliliğini korumaya yönelir. Süreklilik kuramı yaşlılığın karmaşıklığını vurgulayan bir kuramdır.
:::::::::::::::::
İV. YAŞLILIKTA RUH SAĞLIĞI
Daha önce de söz edildiği gibi, yaşlılık dönemiyle ilgili birtakım kalıpyargılar vardır. Butler'e göre bunlardan birincisi doğrudan doğruya yaşlılığın kendisi ile ilgilidir: Kronolojik yaşlanma, bir insanın yaşını yaşadığı yılların sayısıyla ölçme. Oysa fizyolojik, kronolojik, psikolojik ve toplumsal yaşlanma derecelerinde bireyden bireye değişen büyük farklılıklar olduğu bilinmektedir. İkinci kalıpyargı üretim dışı olmakla ilgilidir. Oysa hastalık ve toplumsal sorunlar olmadığında yaşlı kişilerin de üretken olma ve yaşama etkin olarak katılma eğiliminde oldukları görülmektedir. Önceki kalıpyargıya bağlı bir üçüncüsü, ilişkisizlik, yani yaşlı kişilerin yaşamdan kopmayı, yalnız ya da kendi yaşıtları arasında yaşamayı yeğledikleri biçimindedir. Ancak, toplumdan kopmanın yaşlılığın doğal bir yanı olduğu görüşünü destekleyen yeterli sayıda bulgu yoktur. Dördüncü kalıpyargı esnek olmama savıyla ilgilidir. Bir insanın değişme ve uyum sağlama yeteneği yaşından çok, yaşamboyu taşıdığı kişiliğiyle ilgilidir. Beşinci sorun bunaklık (kocama= senility) kavramıyla ilgilidir; bu kavram yaşlıların kaçınılmaz olarak bunayacağını ifade eder. Yaşlı kişiler de tıpkı genç kişiler gibi anksiyete, keder, depresyon ve paranoid durumlar yaşayabilirler. Benjamin Rush bunamanın yaşlanma sürecinden ayrı, farklı bir hastalık olduğunu göstermiştir. Kötü beslenme, uyuşturucu kullanımı, alkolizm, fiziksel bir hastalığın tanılanmaması gibi sorunlar bunama nedeni olabilir. Altıncı kalıpyargı huzur (serenity) kavramıyla dile gelir. Buna göre yaşlılık göreli bir barış ve huzur çağıdır. Gerçekte ise yaşlı kişiler başka herhangi bir yaş grubundakilerden daha fazla stres yaşarlar, üstelik bu stresler çoğu zaman yıkıcıdır. Yaşlının bu bunalımlara direnme gücü dikkat çekicidir; böyle durumlarda sakinlik, beklenmeyen ve uygun olmayan bir tepki olacaktır. Depresyon, anksiyete, psikosomatik hastalıklar, paranoid durumlar dış streslere karşı içsel tepkilerdir. Keder yaşlıya sık sık eşlik eden bir duygudur. Apati ve boşluk, yakınların yitirilmesini izleyen ilk şokun ortak bir kalıntısıdır. Fiziksel hastalık ve toplumsal yalıtılma yasın ardından gelebilir. Anksiyete birçok biçimde kendini gösterebilir: Düşünmede ve davranışta katılık, çaresizlik, huzursuzluk, kuşkuculuk ve bazen paranoya.
Butler, yaşlılıkla ilgili bütün kalıpyargıların ve söylencelerin kısmen bilgisizlikle, kısmen de yaşlılarla gündelik ya da profesyonel ilişkinin yetersiz olmasıyla açıklanabileceğini düşünmektedir. Butler'e göre hepimizin içinde bulunan bir başka güçlü etken de "yaş ayırımı" diye adlandırılabilecek etkendir. Irk ayırımcılığı (racism) ve cinsiyet ayırımcılığı (sexism) nasıl insanları derilerinin rengine yada cinsiyetine göre ayırıyorsa, yaş ayırımcılığı da (ageism) insanları sırf yaşlı oldukları için sistemli bir ayırıma tabi tutma ve kalıplara sokma sürecidir. Yaşlı insanlar bunak, düşüncede ve davranışta katı, ahlak ve denetim açısından eski moda gibi kategorilere konulmaktadırlar. Yaş ayırımcılığı genç kuşaklara yaşlı insanları kendilerinden farklı görme yolunu açar. Böylece üstü kapalı biçimde yaşlıları insan olarak tanımama eğilimi doğar.
Toplum daha dengeli bir yaşlılık anlayışına nasıl kavuşabilir ve ileri yaşların sorunlarını gözeterek insanlara başarlı bir yaşlılık nasıl sağlanabilir? Toplumun daha duyarlı bir yaşlılık kavramına sahip olması için alınabilecek önlemler (toplumsal refah politikalarının oluşturulması, kitle iletişim araçlarının işletilmesi, vb.) uzun erimlidir. Yaşlılara psikolojik yardım ve destek sağlamaya yönelik teknikler içinde, yaşamı gözden geçirme terapisi ve yaşam döngüsü grup terapisi sayılabilir.
Yaşamı gözden geçirme terapisi (life review therapy) yaşlı kişiden ve diğer aile üyelerinden geniş bir özyaşam öyküsü alınmasına dayanır. Yaşlı kişiler geçmiş yaşamlarına baktıklarında çoğu zaman yaptıklarından değil, yapmadıklarından esef duyarlar. Yaşlıların geçmişlerinden sık sık söz etmeleri ve geçmişteki yaşantılarını yineleyerek anlatmaları aslında geçmişi düşünme ve gözden geçirme eğiliminin dışavurması sayılabilir. Geçmişi gözden geçirme eyleminde yalnızca geçmişi anımsama değil, aynı zamanda geçmişi çözümleme boyutu da vardır; dolayısıyla geçmişi gözden geçirme amaçlı ve etkin bir süreçtir. Bu süreçte yaşantıları bütünleştirmek ve yorumlamak söz konusudur. Butler'a göre bu süreçte yaşamı gözden geçirme içsel, anımsama ise davranışsal boyutu oluşturmaktadır.
Yaşam döngüsü grup terapisi (life-cycle group therapy), tedavi gruplarına 15 yaştan 80 yaşına kadar bireyleri birlikte alma temeline dayanır. Yaş ayırımının kuşaklar arasındaki duygu, deneyim ve destek alışverişini önlediği inancı bu yaklaşımın temelidir. Bu gruplarda yalnızca içsel psikiyatrik bozuklukların tedavisi değil, yaşam döngüsündeki değişikliklerden doğan sorunların çözülmesi de amaçlanmaktadır. Gruba girmenin ölçütü, etkin bir psikozu olmamak, buna karşılık akut ya da kronik yaşam bunalımı geçiriyor olmaktır (Butler, 1977).
Günümüzde, yaşlı insanların mutlaka geçmişe bağımlı, yaşamın dışına düşmüş kişiler olduğu düşünülmemektedir artık. Tam tersine, bugün yaşlıların kendini yenileme yeteneklerine daha fazla inanç ve güven duyulmaktadır. Yaşlılar kendilerine özgü sorunlara karşın, ulaştıkları olgunluk, birikim ve doyum düzeyi ölçüsünde yaşama bağlanma şansına sahiptirler. Bunun için de yaşlıların, yaşama ve kendilerine gereken ilgiyi ve özeni göstermeleri yetmektedir. Bu açıdan, bakım kurumlarının yaşlılara verdiği edilgin destek yeterli değildir, yaşlıları edilgin bırakmayacak önlemlere gerek vardır. Bütün gün televizyon izlemek, hiç spor yapmamak, sürekli ilaç tüketmek gibi durumlar yaşlıları edilginliğe itmektedir. Oysa yaşlılara uygun spor, grup psikoterapisi gibi etkinlikler onları daha etkin kılabilmektedir: Bu düzenli destekler de yaşlıların kendini yenileme yeteneklerini harekete geçirmektedir.
Öte yandan, yaşlıların ruh sağlığıyla yakından ilgili olduğu için yaşam doyumu olgusunu da incelemekte yarar var. Neugarten'e göre yaşam doyumu (life satisfaction), kişinin yaşamda ne istediği ile ne elde ettiğinin karşılaştırılmasından elde edilen sonuçtur. Yaşam doyumu ile yaşın ilişkisini araştıran araştırmaların genel bulgusu yaş arttıkça yaşam doyumunun azaldığı biçimindedir. Başka bir deyişle, yaşlı grupta yaşam doyumunun genç gruptakine oranla daha düşük olduğu görülmektedir. Ancak, yaşlı insanların sağlık durumlarının, ekonomik koşullarının, etkinlik düzeylerinin yaşam doyumunda önemli bir belirleyici olduğu bilinmektedir. Öte yandan, yaşam doyumunun yaşla azaldığını ileri süren genel kanıyı bazı çalışmaların desteklemediği de görülmektedir. Clemente yaşlanmayla birlikte belirli bir doyumun daha yerleşik duruma geldiğini savunmaktadır. Diener, yaşam doyumunun çok genç ve çok yaşlılarda farklı olmadığını, en önemli farkın 45 yaş dolaylarında ortaya çıktığını, asıl bu yaş grubundaki insanların diğer iki gruba oranla daha doyumsuz olduğunu bildirmektedir. Sonuç ne olursa olsun, yaşam doyumu ile yaş arasındaki ilişkinin nedensel bir ilişki olmadığı söylenebilir. Yaşlı insanların yaşam doyumu düzeyi yalnızca yaşlanmalarına değil, daha çok dış koşullara bağlı görünmektedir. Örneğin Birren yaşlılığa bağlı ruhsal sorunların kentlerde kırsal kesimlerdekinden daha fazla görüldüğünü söylemektedir. Sonuç olarak, dış koşullarla daha etkin biçimde başedebilen yaşlıların yaşam doyumu düzeyinin daha yüksek olacağı düşünülebilir.
Son olarak, yaşlıların stresle başa çıkmalarında karşılaşılan sorunlardan söz etmemiz gerekmektedir. Yaşlı kişilerin karşılaştığı streslerin çoğunun (sağlığın bozulması, gelirin azalması, eşin ölümü gibi) öncelikle olumsuz olduğu bilinir. Yaşlanan bağışıklık sistemi de yaşlı kişileri stresin etkilerine daha açık duruma getirmektedir. Olaylar arttıkça ve yaşlının denetim duygusu azaldıkça stres daha da yıkıcı olmaktadır. Denetim duygusu ile sağlık durumu arasındaki ilişkinin insanlar yaşlandıkça arttığı bilinmektedir. Denetim duygusu stresin yıkıcı etkisini çeşitli yollarla azaltabilmektedir. İnsanlar çaresiz olmadıklarına, belirli bir denetime sahip olduklarına inandıklarında hoşa gitmeyen olayların yaşamları üzerindeki yıkıcı gücü azalmaktadır. Öte yandan, denetim duygusu strese karşı gösterilen fizyolojik tepkileri azaltmaktadır (denetlenemeyen stresin bağışıklık sisteminin kanserle savaşma yeteneğini zayıflattığı saptanmaktadır). Son bir nokta da, çevreleri üzerinde belirli bir denetim duygusuna sahip olan kişilerin sağlıklarını koruma konusunda daha etkin olmalarıdır; sağlıkla ilgili bilgileri daha fazla ediniyorlar, kendilerine iyi bakıyorlar, tıbbi kontrollerini yaptırıyorlar, vb.
Bilindiği gibi, stresin etkisini azaltmayı sağlayan etkenlerden biri de toplumsal destektir. Aile ve arkadaş çevresi yaşlı kişilere hem toplumsal kimliğin sürdürülmesi olanağını, hem de duygusal destek, maddi yardım, bilgi ve hizmet sağlamaktadır. Özellikle geleneksel toplumlarda bu desteğin çok güçlü olduğu, gelişmiş toplumlarda ise daha fazla kurumsallaştığı bilinmektedir. Toplumdan yalıtılmak yaşlı kişiler için son derece yıkıcı bir duygudur. Sonuç olarak denetim duygusunun ve toplumsal desteğin aynı derecede önemli olduğu söylenebilir (Hoffman ve ark., 1994).