Ölüm Anksiyetesi ve Psikopatolojik Gelişimi
Ölüm, insanın bildiği ve bildiği için de başa çıkmak için sürekli savunma
mekanizmaları geliştirdiği en büyük hayal kırıklıklarından biridir. Yalom da
ölüm anksiyetelerini ve onunla başa çıkmak için yaratılmış savunma
mekanizmalarını incelemiştir.
Ölümle başa çıkmanın öncelikli yöntemlerinden biri “kültür” kavramının
oluşturulmasıdır. Heidegger’in metinlerinde sürekli dile getirdiği ve
“yaşamın saçmalığının” unutulmasının önemli silahlarından biri olarak
görülür kültür. Kültür kavramı ve ölüm karşısındaki anlamı “kalıcılığın
fabrikası olarak kültür” bölümünde daha ayrıntılı bir şekilde
anlatılacaktır. Bu bölüm, daha çok bireysel olarak ölümle başa çıkma
yöntemlerini ve oluşturulan savunma mekanizmalarını konu alır.
Yalom, “Bütün bireyler ölüm anksiyetesiyle karşılaşırlar” der. Ölüm
anksiyetesiyle karşılaşan bireylerin çoğu, uyuma yönelik başa çıkma tarzları
– bastırma, yer değiştirme, kişisel güce inanma, ölümün etkisini azaltan
toplumsal olarak onaylanan dinsel inançların kabulü gibi inkâr temelli
stratejilerinden ya da sembolik ölümsüzlüğü başarmayı hedefleyen çok çeşitli
stratejiler yoluyla ölümün üstesinden gelmeye yönelik kişisel çabalardan
oluşan tarzlar-geliştirir.
Yalom’a göre olağandışı stres ya da mevcut savunma mekanizmalarının
yetersizliği nedeniyle hastalık adı verilen bölgeye giren birey, ölümle baş
etmekteki evrensel tarzların yetersizliğini görerek aşırı savunma şekilleri
göstermeye yönelir. Çoğu kez korkuyla başa çıkmanın beceriksiz şekilleri
olan bu savunma manevraları, mevcut klinik tabloyu oluşturur. [Yalom, 1999,
180-185]
Psikopatoloji, yapısı gereği etkin olmayan bir savunma şeklidir.2 Bir çok
varoluşçu kuramcı, ölüm anksiyetesi üzerine düşünmüştür. Mesela Kierkegaard,
hemen yanda bekleyen korku, harap olma ve yok olmanın algılanmasından kaçmak
için insanın kendisini sınırladığını ve küçülttüğünü söylemiştir.
[Kierkegaard, 1973, sf.70]
Yalom’a göre, başlangıçta çocuğun ölümün farkında oluşuyla baş etme tarzı
inkâra dayanır. Bu inkâr sisteminin iki önemli siperi, insanın ya kişisel
dokunulmazlığı olduğuna ya da nihai koruyucu tarafından sonsuza kadar
korunacağına dair inancıdır.
Bu iki inanç da çok güçlüdür. Çünkü iki kaynaktan destek alırlar: erken
hayat şartlarından ve ölümsüzlük sistemlerini ve kişisel, gözleyen bir
Tanrı’nın varlığını içeren kültürel olarak kabul edilmiş mitlerden. [Yalom,
1999, sf. 180-188]
Yalom, hastalarında incelediği kadarıyla ölüme karşı iki temel savunma
yöntemi bulur; ilk olarak kendi özel oluşuna ve kişisel dokunulmazlığına
derinden inanmak; ikincisi ise nihai kurtarıcının varlığına inanmaktır. Bu
iki tarz aslında birbirine taban tabana zıttır ve hiçbir şekilde kişiye özel
olmamalarına rağmen, yararlı bir diyalektik oluştururlar. [Yalom, 1999, sf.
192]
Ölümle başa çıkma yöntemlerinden bir diğeri de, inkâr etme yöntemidir ki, bu
çağlar boyunca tercih edilen yegâne metottur. Karşılaşana kadar insan,
ölümlü olduğuna inanmaz ve hatta insan ölünceye kadar öleceğini inkâr ederek
yaşar ki, hayat yaşamaya dair bir anlama sahip olsun. Tolstoy, özel
olduğumuza dair inancımızı Ivan Ilyich’in ağzından çok başarılı bir şekilde
anlatır:
“Caius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Caius da ölümlüdür,”
Caius’a uygulandığında hep doğru gibi görünüyordu, ama kendisine
uygulandığında kesinlikle hep doğru gibi görünmüyordu. Caius’un ölümlü
olması tamamen doğruydu, ama o Caius değildi, genel bir insan değildi o,
diğerlerinden oldukça, oldukça ayrı bir yaratık. O bir zamanlar küçük Vanya
olmuştu, annesi, babası, Mitya ve Voldoya ile, oyuncakları, arabacısı ve
dadısı ve daha sonra da Katenka’yla çocukluğun, delikanlılığın ve gençliğin
bütün o neşeleri, üzüntüleri ve keyiflerini yaşamıştı. Caius, Vanya’nın çok
sevdiği çizgili deri topun kokusu hakkında ne bilirdi ki? Caius annesinin
elini öyle öpmüş müydü hiç, elbisesinin ipeği onun için de böyle hışırdamış
mıydı? Okuldaki pasta kötü olunca o da kendisi gibi isyan çıkarmış mıydı?
Caius öyle aşık olmuş muydu? Caius kendisi gibi oturumlara başkanlık etmiş
miydi? Caius gerçekte ölümlüydü ve onun ölmesi doğruydu; ama benim, bütün o
düşüncelerim ve duygularımla küçük Vanya’nın, Ivan Ilyich’in ölümü, tamamen
farklı bir konu. Ben ölemem. Bu korkunç olurdu.” 14
İşte Ivan Ilyich de inkâr etme yoluna başvurmuş ve kendisinin özel olduğunu
düşünmüştür. Ölüm anksiyetesiyle başa çıkmanın en kolay ve belki de en
sağlam yoludur inkâr etme. Bu inkâr aslında öyle bir şeydir ki, bilinç
düzeyinde gerçekleşmez. Çünkü kimse bilinçli olarak ölümü inkâr etmez ama
tüm hayatın anlamının ardında, aslında bilinç dışında ölümün inkâr edilmesi
vardır. Ivan Ilyich gibi, ölümü başkalarının yaşadığına, bizim hiç
yaşamayacağımıza inanırız.
Yalom’a göre inkâr, hayat tehdidiyle bağlantılı olan anksiyeteyle başa çıkma
çabasıdır. Fakat aynı zamanda kişinin kendi dokunulmazlığına olan derin
inancın da bir işlevidir. İnsanın hayatı boyunca varsayıma dayanan
dünyasının yeniden yapılanması için, birçok psikolojik çalışmanın yapılması
gerektiğini savunur Yalom. Çünkü savuma bir kez çöktü mü, insan öleceği
gerçeğini bir kez kavradı mı, garip bir şekilde aldatıldığını hissedebilir.
[Yalom, 1999, sf. 196]
Tolstoy’un da hikâyesinde değindiği üzere insanların kendilerinin özel
olduğuna inanması, daha çok “uyum”a yönelik bir davranıştır. Bizim doğadan
çıkmamıza ve eşlik eden sıkıntı durumuna katlanmamıza izin verir. Yalom için
birey, yalıtım içindedir. Küçüklüğümüzün ve dış dünyanın dehşetinin, anne
babalarımızın yetersizliklerinin, yaratılmışlığımızın, bizi doğaya bağlayan
bedensel işlevimizin farkında olmak ve hepsinden önemlisi ölümün farkında
olmak.
Doğanın yasalarından bağışık olma inancımız, bir çok davranışımızın altında
yatan nedendir. Kişisel yok olma tehdidinin etkisi altında kalmaksızın
tehlikeyle karşılaşma cesaretimizi arttırır. Yalom için, insanın güce
ulaşması ölüm korkusunu da hafifletir. 15 Çünkü insanın özel olduğuna dair
inancı güçlenir. İlerlemek, başarılı olmak, maddi zenginliğe kavuşmak,
geride ölmez eserler bırakmak, ölümle ilgili soruları gizler ve onunla baş
etme yolları haline gelirler. Bu konu ile ilgili ayrıntılar bir sonraki
bölümde incelenecektir.
Kalıcılığın Fabrikası Olarak Kültür
Ölüm endişesi insana özgü evrensel bir özelliktir; aslında özellikle de
insan varoluşunun tamamlayıcı bir özelliğidir. Ama ölüm endişesi neyle
ilgili bir endişedir? Ölümümüzün bizi neden yoksun bırakacağından korkarız?
Hayata en büyük anlamını veren olgunun ölüm olduğunu, ölüm bilgisinin insan
beynini ve algısını ne oranda etkilediği ilk bölümde anlatıldı. Bu bölümde
ölümle başa çıkma yollarından biri olarak görülen “kültür ve ölümsüzlük
vaadi” üzerine tartışılacak.
Bauman’a göre yalnızca insana özgü başka bir nitelik olan kültür,
başlangıcından bu yana bir tür bastırma aracıdır. Bauman, kültürün sadece
ölümün bir sonucu olduğunu söylemez. Ona göre kültür, aşkınlık ile
ilgilidir; “İşlerlik kazandırılacak kültürün yaratıcı imgeleminden önce
saptanmış ve bulunmuş olanın ötesine geçmekle ilgilidir; kültür yaşamın
kendi başına şiddetli ölçüde özlediği kalıcılığın ve kalımlılığın
peşindedir.”16 Bu noktada “kalıcılık” kavramı, kültürün yegâne amacı olmasa
da, önemli bir noktasıdır ve bu kitapta de kültürün kalıcılık üzerinden
ölümlülük ile bağlantısı önem kazanmaktadır.
“Ölüm (daha doğrusu ölümlülüğün farkındalığı) kültürel yaratıcılığın başlıca
koşuludur. Kalıcılığı göreve, yüce bir göreve dönüştürür ve öylece kültürü;
yani kalıcılığın o devasa ve durmak bilmeyen fabrikasını oluşturur.”
[Bauman, 1992, 50]
Kültürün Ölümsüzlük Vaadi
Sadece kültür değil, medeniyetin oluşumu için de ölüm kavramının önemli bir
rolü olduğunu görürüz. İnsanların hayvanlardan farklı olarak hayatlarını
sürdürmesi, toplum haline gelmeleri ve bir arada yaşayarak medeniyet
oluşturmaları tamamıyla kültürel süreçlerin bir sonucudur. Bu kitapta,
kültürün, medeniyetin ve hatta toplumun oluşmasının en önemli nedenlerinden
birinin insanının varoluş aşamasında ölüm bilgisine sahip olması olduğu
savunulmaktadır. Yani, insanların ölümden biraz daha uzaklaşmak için bir
arada yaşadıkları, hayvanları birlikte avladıkları ve işbirliği yaparak
onları öldürmek isteyen doğa karşısında savunmaya geçtiği düşünülmektedir.
Bauman, Heidegger’in düşüncelerini incelerken, insanın hayatı boyunca
yaptığı bir çok etkinliğin ölüm bilgisini bir kenara atmak, onu bastırmak,
ona meydan okumak amaçlı olduğu sonucuna varır. Bauman, “zamanımızın çoğunu
alan şeylerin (başka bir deyişle, hayvansal gereksinimlerimizi karşıladıktan
sonra zaman kalırsa yaptığımız şeylerin), yaşamda en önemli ve değerli
şeyler olduğunu düşünmemiz üzerine bize öğretilenlerin, metabolizmamız yavaş
yavaş durma noktasına ilerlerken, bir sonraki gün hiç durması gerekmez,”
der. Ona göre, tüm bu etkinliklerin sürmesini sağlamak; durmasını, ‘bizimle
birlikte mezara girmesini’ engellemek, kültürün bizim sorumluluğumuza
verdiği görevdir. Kültürün aşırıya kaçması her gün bizim bireysel
yetersizliklerimiz olarak geri döner. Ölüm geldiğinde, işimizi bitirmeden,
görevimizi tamamlayamadan acımasızca bizi yarıda kesecektir. Şimdiden, henüz
sağken ve ölüm uzak ve soyut bir olasılık olarak kalıyorken, ölüm hakkında
bu denli endişe duymamızın nedeni
budur.17
Bauman, soyağaçlarının yaratılmasının bile ölüme kültür aracılığıyla meydan
okuma olduğunu söyler. “Sonunda rakiplere karşı güvenli olduğunu ya da artık
daha fazla büyümesine gerek olmadığını hiçbir zaman söyleyemeyeceğimiz işler
kurarız. Para kazanırız ve ne kadar para kazanırsak, o ölçüde daha çok para
kazanmaya zorlanırız. Duygularımızı ve çabalarımızı, şimdi ve gelecekte
yazgısını izlemeyi dilediğimiz ve hiç bitmeyen başarı zincirleri olması
umuduyla yardım etmeyi istediğimiz kurumlara ve gruplara adarız.
Koleksiyonculuk yaparız, bunu yaparken koleksiyonumuzun hiçbir zaman
eksiksiz olmayacağını ve bitmeyeceğini, eksikliğinin, getirdiği en heyecan
verici tatmin duygusu olduğunu gayet iyi biliriz.” 18
Bilgi elde etmeye, tüketmeye, yeni bilgi eklemeye karşı bir tutku
geliştiririz; ama her yeni keşif yalnızca daha öğrenilecek ne çok şey
olduğunu gösterir. Sıkı sıkıya sarıldığımız görev ne olursa olsun, aynı can
sıkıcı niteliğe sahip gibidir: Biyolojik yaşamlarımızın çok uzağında bir
yere yapışıp kalır. Durumu biraz daha kötüye götürürsek, yaşamımıza “tam bir
hoşnutluk” katan görevlerin bu rahatsız edici özelliği iyileştirilemez.
Sonuçta, tam olarak bu özelliklerinden dolayı söz konusu görevler, yaşamdan
zevk almamıza, yaşamı yine de son derece eğlenceli kılmak için sınırlarımızı
zorlamamıza olanak tanır ve yaşamımıza bir anlam katma yetkinliğine
sahiptir. Şu ya da bu nedenle, kültürün sundukları, niteliğinin birazını ya
da tümünü kaybeder ya da bu niteliği kaybetmese bile geçerli önerilen
olmaktan çıkarsa, yaşam anlamını yitirir ve ölüm, en baştan kendisinin neden
olduğu acı ve mutsuzluğu giderek tek çare haline gelir. Kültür insanı
cezbedemez ve kandıramaz duruma geldiğinde, Durkheim’ın “ümitsizlikten doğan
intiharı” söz konusu olur.
Bauman kültürün iki görevi olduğunu söyler. Bunlardan ilki hayatta kalma ile
ilgilidir- ölüm anını geriye çekme, yaşam süresini uzatma, yaşam
beklentisini ve böylece yaşamın hoşnutluğu kapasitesini artırma; ölümü bir
ilgi konusu, önemli bir olay haline getirme- ölüm olgusunu dünyevi, sıradan,
doğal düzeyinden yukarı çıkarma; ölümü doğrudan ya da dolaylı yoldan
zorlaştırma. Kültürün diğer etkinliği ise bu bölümün ana başlığını
açıklamaktadır. Kültürün bu ölümsüzlük etkinliği, ölümden daha uzun süre
hayatta kalmak, ölüm anına son söz hakkını vermemek, böylece ölümün uğursuz
ve korkutucu önemini bir ölçüde azaltmaktır. “O öldü ama eseri yaşıyor.”
“Onu sonsuza dek hatırlayacağız.” Ayrı gibi gözükse de iki etkinlik
birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Görünüşe göre, hayatta kalışla ilgili
herhangi bir güvensizlik durumu söz konusu değilse, ölümsüzlük hayal bile
edilemez. Ama, öte yandan, “yaşamın genişleme” olasılığını doğuran şey,
belirli insan davranışları ve becerileri karşısındaki yaşamı aşan ve ölümsüz
değerin kültür tarafından onaylanan görevidir. 20
Bauman, araştırmalarında biraz daha ileriye giderek ölümlülük yoksa, tarih,
insanlık ve kültür de yoktur sonucuna şöyle varır: “Ölümlülük acısı
insanları Tanrı’ya benzetir. Yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamızın
nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir. Geçmişi korumamızın ve geleceği
yaratmamızın nedeni ölümlülüğün farkında olmamızdır. Ölümlülük en başından
itibaren bizimdir; ama ölümsüzlük bizim kendimizin oluşturması gereken bir
şeydir. Ölümsüzlük yalnızca ölümün yokluğu değildir; ölüme karşı koymak ve
onu yadsımaktır. Yalnızca ölüm, karşı koyulması gereken o amansız gerçeklik
var olduğu için anlamlıdır. Ölümlülük olmadan ölümsüzlük de olmaz. Ölümlülük
yoksa, tarih, kültür - insanlık-da yoktur. Olanağı ölümlülük yaratmıştır:
Bunun dışındaki her şey ölümlü olduklarının farkında olan insanlar
tarafından yaratılmıştır. Şansı ölümlülük tanımıştır; insana özgü yaşam
biçimi, bu şansın var olmasının ve kullanılmış olmasının sonucudur.” 21
Sonuç olarak Bauman, kültürün varoluşunu insanların ölümlü olmalarına
bağlamaktadır. Bu anlamda Bauman, kültürün tanımını şöyle yapar: “Kültür,
insanların farkında oldukları şeyi unutturmaya yönelik incelikli,
karşı-anımsatıcı teknik bir aygıttır. Yiyip bitirici unutma gereksinimi
olmasaydı, kültür gereksiz olurdu; aşılması gereken hiçbir şey olmasaydı,
aşma da olmazdı.” 22
Hanna Arendt de ölümlülük üzerine akıl yormuş ve Bauman gibi kültürün
kökeninde ölümlülüğün büyük bir payı olduğu sonucunda varmıştır. Arendt,
kültür ve ölümlülük-ölümsüzlük ilişkilerini mitoloji ve eski Yunan
filozofları üzerinden açıklar. Arendt’e göre ölümlülerin görevi ve gizil
büyüklükleri, var olmalarını hak ettirecek, bu sonsuzluk içinde hiç olmazsa
bir ölçüde kendilerini evlerinde duyumsayacakları bir şeyler ortaya
koyabilme yeteneklerinde yatar. Ölümlülerin, kendileri dışında her şeyin
ölümsüz olduğunu düşündüğü bir kozmosta Arendt’in “insanların ürettikleri”
diye bahsettiği aslında kültürün bir diğer tanımına da denk düşer. Eğer
insanın yapıp ettiği ve ürettiği her şey kültürün bir parçasıysa, Arendt’e
göre de ölümsüzlüğe uzanan yol da yalnızca kültürden geçer.23
“Ölümsüz edimlerde bulunma kapasiteleri ve arkalarında silinmez izler
bırakma yetenekleri ile insanlar, bireysel olarak ölümlü olmalarına rağmen
kendilerini ölümsüz kılabilir, ilahi bir doğadan olduklarını gösterebilir,
kanıtlayabilirlerdi. İnsan ile hayvan arasındaki ayrım, bir tür olarak
insanın kendi içinden kurulur; yalnızca en iyi olan, sürekli olarak en iyi
olmak olduğunu kanıtlayan ve ‘ölümsüz bir anı, fani işlere yeğleyendir
gerçek anlamda insan; doğanın onlara vereceği zevklerle yetinenler hayvanlar
gibi yaşar ve ölürler.” 24
Sonuç olarak ölümlülüğün; insanlığın, kültürün, medeniyetin ve hatta
toplumun oluşmasında temel bir görevi olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Bu
noktada, yapay zekânın ölüm algısının henüz var olmaması, ölümün
kodlanamaması, onun insanlık gibi kültürel bir yapı içerisine giremeyeceği
düşüncesini de destekler ve onu insansı zekâ olmanın dışında bir amaca
taşır. Peki tüm bunların ışığında kültür ölümsüzlük vaadini nasıl
sunmaktadır? Her şeyden önce felsefede ölümsüzlüğün tanımını yapmak yerinde
olacaktır:
Ölümsüzlük
“Yaşamın hiç sona ermeyen sürekli varoluşu, ölümden sonra söz konusu olan
kişisel hayat.”
Hayatın ölümden sonra da devam etmesi durumu, ölümden sonra da var
olacağımıza duyulan inanç olarak ölümsüzlük, ölümün biz insanlar için son
durak olmadığı, fakat yeni bir seyahatin başlangıcı olduğu görüşünü; ruhun
ya da insan kişiliğinin, ölümden sonra belli bir biçimde var olduğunu, var
olmaya devam ettiğini öne süren öğretiyi tanımlar .
Beden ve ruh gibi iki öğeden meydana gelen insan varlığının özsel
bileşeninin ruh olduğunu, ölüm geldiğinde, ölenin yalnızca beden olduğunu
öne süren bir inanç ya da anlayış çerçevesi içinde ifadesini bulan
ölümsüzlük, ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi ruhun, beden öldükten sonra
var olmaya devam etmesinden oluşan “zamansal ölümsüzlük”tür. Buna karşın
ikincisi, ruhun, bedenin ölümünden sonra, zaman dışı bir varlık statüsü
kazanıp, daha yüksek bir düzeyde var olmasından oluşan “ebediyete göçüş”tür.
Ölümsüzlüğü temellendirmek için metafizik, ahlaki ve bilimsel ya da ampirik
kanıtlar getirilmiştir. Metafizik kanıtlar, ölümsüzlüğü ruhun kendi
yapısından, yani onun basitliğinden ve bedenden bağımsızlığından ileri
geldiğini dile getirir. Aynı çerçeve içinde, ruhun ezeli ebedi doğrulara
ilişkin bilgisinin, onun ölümsüzlüğü için bir kanıt oluşturduğuna işaret
edilmiştir. Birtakım filozoflar ise, ruhun bedenden bağımsız, kendinden-kaim
bir töz olduğunu, onun özünü yaratıcıdan aldığını ve ruhun basit, yüce,
yetkin ve ölümsüz olduğunu dile getirmişlerdir.
Ruhun ölümsüzlüğü için getirilen ahlaki kanıtlar ise, dünyada iyi ve kötü
insanların bulunduğunu; dürüst davranmak, adil olmak için her türlü zorluğu,
sıkıntıyı göze alan ahlaklı insanlar yanında, değer bilincinden yoksun kötü
insanların da varolduğunu; ölümle her şeyin mutlak bir sona ulaşması
durumunda, adaletli ile adaletsiz arasında hiçbir fark kalmayacağını; bundan
dolayı, ölümsüzlüğün iyi ve ahlaklı bir yaşamın ödülü olarak söz konusu
olduğunu ifade eder.
Ölümsüzlükle ilgili ampirik ya da bilimsel kanıtlar ise, telepati, ruh
çağırma, içe doğma, gözle görünür bir kaynak olmamasına rağmen sesler duyma,
gelecekten haber verme ve parapsikoloji ile ilgili verilerden hareket eder.
Bununla birlikte, son zamanlarda hem bedenli bir ölümsüzlük öğretisine, hem
de bireysel ruhun ölümsüzlüğü öğretisine karşı çıkılmış ve ölümsüzlüğün
yalnızca Tanrı’ya özgü olduğu öne sürülmüştür. 25
Ölümsüzlük denilince çoğu zaman aklımıza ya dini açıdan öteki dünya inancına
bağlı bir ebedi yaşam düşüncesi ya da film dünyasının yarattığı ölümsüz
karakterler gelir aklımıza.
Fakat bizim asıl ilgilendiğimiz, varoluşçuluk düşüncesi altında bir
ölümsüzlük düşüncesidir. İnsanların ölümsüzlük fikrini nasıl algıladıkları,
ölümsüzlüğün ölüm karşısında bir zafer olup olmadığı, ölümsüzlük uğruna
gelişen teknoloji bu kitabın ilgilendiği noktalardır. Bu bölümde ise
kültürün ölüm karşısında bir ölümsüzlük vaadi sunup sunmadığı önem
kazanmaktadır.
Arendt, Yunan mitolojisinde “ölümsüzlük” düşüncesini şöyle açıklar:
Ölümsüzlük, zaman içinde kaim olmaktır; bu yeryüzü üzerinde ve bu dünya
içinde, Yunanlılar’ın anlayışına göre doğaya ve Olimpos’un tanrılarına
tanınmış, fani olmayan hayattır. Sürekli yinelenerek gelen doğa yaşamı ile
tanrıların yaşlanmayan ve bitmeyen hayatlarının oluşturduğu bu fonun önünde
duran fani (ölümlü) insanlar, ölümsüz ama ebedi olmayan evrenin yegâne
ölümlüleri, tanrıların ölümsüz hayatlarıyla, ama ebedi bir tanrının
hükmünden yoksun, yüz yüze geldiler.
Yunanlılar’ın ölümsüzlüğe duyduğu ilgi, ölümlü insanların bireysel
hayatlarını tamamen kuşatmış olan ölümsüz bir doğa ve ölümsüz tanrılarla
ilgili deneyimlerinden ileri gelmekteydi. Her şeyin ölümsüz olduğu bir
kozmosa kakılmış, gömülmüş olan ölümlülük hali, insani varoluşun ayırıcı
özelliği olmuştur. İnsanlar ölümlüdürler, varlıktaki yegâne ölümlü
şeydirler; çünkü hayvanlardan farklı olarak mevcudiyetleri, ölümsüzlükleri
sadece döllenme yoluyla garantilenmiş bir türün fertleri olmalarına
dayanmaz. İnsanların ölümlülüğü, doğumdan ölüme anlaşılır bir hayat hikâyesi
olan bireysel bir yaşamın, biyolojik hayatın bir neticesi olmasında yatar.
Bu bireysel yaşamı diğer bütün şeylerden ayıran, tam söylersek biyolojik
yaşamın dairesel hareketini içinden kesen doğrusal bir hareket çizgisidir.
26
İnsan, ölümlü olması ve bu bilginin farkında olan bir canlı olması
nedeniyle, ölüme karşı koymak için “kültür”ü alet eder. Kültür kalımlıdır ve
toplumlar var olduğu sürece hep var olacaktır. İnsan da, kendi ölümünü
kültür içerisinde ebedi bir yaşama ulaşarak yenmeye çalışır; yani kültür
sayesinde ölümsüzlüğe kavuşmayı hedefler ve bir anlamda başarır da.
Bauman, kalımlı şeylerin tüketilmeye uygun olmadığını söyler. Ona göre
bunların gösteri ya da salt temsili, simgesel eğlence dışında bir amaçla
kullanılmaları, yok olmaları olarak algılanır ve başka nesnelerin yok
edilmesindekinin tersine suç kabul edilir. Kalımlı maddeler sonsuza dek
dayanır. Dolayısıyla bunlar aslında, şeylerin ölümsüz olabileceği ölçüde
ölümsüzdür; ölümsüzlüğü temsil eder. 27
Tarih Yazımı ve Ölümsüzlük
Ölümle başa çıkma yollarından biri olarak kültür kavramını öne çıkardıktan
sonra, bir sonraki aşama elbette ki “insanın yapıp ettikleri”nin kaydını
tutanlar, tarih yazanlar ve yazdıranlar üzerine olacaktır. Ölümsüzlüğe
uzanan en önemli yol, tarih içerisinde bir yere sahip olmakla başlar.
Ölümsüz olmak için kahramanlıklar yapılır veya sanat eserleri yaratılır.
Ölümsüzlük için Sokrates zehir içer, ölümsüzlük için imparatorluklar yıkılır
yerlerine yenileri doğar. Bir anlamda tarih ölümsüzlerin hikâyelerini
anlatır. Fakat kimler yazar tarihi ya da kimler yapar?
Bauman, “Ölümsüz olan nedir ve kimdir, ne yapmalıdır?” sorusunun yanıtını
şöyle verir: “Ölümsüzlük çabası için bir araç olarak önem kazanması amacıyla
eski çağdan kalma yapıtların öncelikle kutsallaştırılması gerekir.
Prensleri, komutanları, başbakanları ölümsüz olduklarına inandırmak için,
tarih öncelikle hanedanlıklara, savaşlara ve yasalara göre yazılmak
zorundadır. Gelecekteki ölümsüzlük bugünün kayıtlarından çıkıp gelişecektir.
Geleceğin ölümsüzleri önce bugünün arşivlerini ele geçirmelidir.”28
Bugün toplum, nitelikleri kalımlı ya da kalımsız olarak onaylamaktadır.
Bauman, insanın ölümden sonraki varlığını henüz hayattayken bilme
gereksinimi duyduğunu belirtir. Bu gereksinim için çağdaşlarının verdiği
güvenceye sahip olmak ister. Güvenceler ancak iki temel türden birinin
otoritesiyle desteklendiği zaman bu özellikleri taşır. Bu toplum tarafından
geleceği gören ya da genellikle tarihin nasıl işlediğini bilen uzmanlar
olarak adlandırılan kaynakların verdiği söz de olabilir.
Bauman tarihi “ölümden sonra yaşamın gerçekleştiği yer” 29 olarak tanımlar.
Her savaş komutanı ya da başbakan tarih yazar. Bugün bir çok başbakanda
olduğunun tersine, bir başbakan örneğin hükümetin en uzun süre hizmet veren
başı olur ya da özellikle büyük bolluğun ya da korkunç ekonomik çöküntünün
olduğu dönemlerde başkanlık yaparsa, tarihe daha etkileyici biçimde geçmeyi
umabilir. Farklı bir biçimde, ama aynı kurallara göre tarih, futbolcular,
tenis oyuncuları, pop şarkıcıları, katiller, ressamlar, şarap üreticileri,
mucitler, film yıldızları, bilim adamları tarafından da yazılır.
Bu, tarih yazımı için öncelikle etkinliğin kendisine kalımlı bir anlam ve
tarihte bir yer verilmesi gerekir. Bundan sonra ölümsüzlüğü güçlendirmek
için etkinliğin belirli bir mükemmelliğe ulaşması zorunludur. Böylece
olimpiyatlar ya da rekor kırma kurumları ölümsüzler unvanını bağışlayan
kurumlar olurlar.
Sadece kişiler değil, düşünceler de ölümsüzleşir. Marx, yönetici sınıfın
fikirlerinin, yönetici fikirler olduğunu söyler. “Yöneticilerin yaşam
öyküleri tarih olur. Tarihe, yapabilirlerse, istatistik bağlamda giren
sıradan ölümlülerin yaşamlarının tersine onlar, dikkatlice kaydedilmeye,
hakkında çalışılmaya, yazılmaya ve düşünülmeye, yorumlanmaya, yeniden
yorumlanmaya değer görüleceklerdir.” Bu noktada, tarih içerisinde
ölümsüz olarak var olmanın da bir hiyerarşisi söz konusudur. “Bir zaman
kullanılıp tüketildikten sonra gözden kaybolan ve belki de sonsuza dek
belirsizliğin biçimsizliğine ayrışan birçok kalımsız nesneden
kurtulacaklardır.”
Şövalyeler, kişisel kahramanlıkları için birbirleriyle yarışırlar. Ama
Bauman’a göre gelecek kuşakların ölümsüz belleğinde yer edinme şansı onların
elinde değildir. Onların bireysel eylemleriyle ölümsüzlükleri arasındaki
bağa tek başına değil, toplu olarak ulaşılabilir. Hatta, tarih savaşçı
sınıfın fikirlerini egemen fikirler olarak kabul ettiği sürece, söz konusu
bağ kopmayacaktır.
Pascal, yalnızca yaşam savaşı vermeyen, günlük ekmeğini kazanmak için ter
dökmeyen, çocuklarını yetiştirmek için uğraşmayan insanların ölüm ve
ölümsüzlük üzerine uzun uzun düşünmeye eğilimli olduklarını gözlemlemiştir.
Dolayısıyla, geleceğin ölümsüzleri, boş zamanı olan sınıfın üyeleridir.
Ölümsüzlük umudu dünyevi ayrıcalığın ardından gelir ve bu ayrıcalığa
bağlıdır. Ayrıcalık sürdürülmezse, ölümsüzlük umudu da korunamaz.
Bauman, sanat eserlerine ölümsüzlüğü veren zanaatkârlar ve tarihi yazanlar
arasında şöyle bir bağ kurar: Yazıcı da ölümlü yaşamlara ölümsüzlük dağıtır,
olayları ve eylemleri unutulmaz ve anımsanan geleneklerin kalıcı
özellikleriyle donatır.
Tarih içerisine insan bedeniyle girilemez; bu imkânsızdır. Düşünürler
ölümsüz değildir ama düşüncelerini ölümsüz kılabilirler. Dolayısıyla
düşünceleri ölümsüz yapan metindir ve kalımsızı kalımlıya dönüştüren de
metin yazarlarıdır.
Tabii ki tarih yazımı da zaman içerisinde bir çok değişikliğe uğramıştır.
Önceden ölümsüzlük sadece yöneticilerin elindeyken bugün yöneticiler meydan
okumayla karşı karşıyadır. Ölümsüzlüklerini doğrulatmak için kanıt göstermek
zorundadırlar. Tarih yazımı modeli çağlar boyunca değişime uğramıştır.
Bauman’a göre modern çağı dolduran ulusal ayrıcalık elde etme mücadelesi,
ayrıcalığa sahip tarih anlatma hakkını da elde etme mücadelesidir. 35 Yani
tarih yazmak için mücadeleler, savaşlar, kahramanlıklar yapılır ve egemenlik
kimin elindeyse tarihi o yazar.Tarihi anlatma hakkını elde etmek için
savaşılan isteğin şiddeti, grubun geçmişteki varoluşunun uzunluğu ve
ağırlığının, grubun gelecekte hayatta kalmasını garanti etmek, başka bir
deyişle her zaman ölümsüzlük konusunda grubun ayrıcalığını korumak üzere
kullanılan kaynaklar arasında oynadığı çok önemli rolden türemiştir.
İşte oluşturulan bu model sürekli olarak farklı çağlarda ama benzer
şekillerde yinelenip durur. Hatta Bauman, artık bir yeri ele geçirenlerin
ele geçirdikleri grupların kimliğini yok etme ve kendi baskıcı
hükümdarlıklarını zorla uygulayarak onu daha kalıcı kılma girişimlerinin,
kural gereği, en ivedi ve inatla ardından koşulan bir önlem olarak alt
edilen grupların tarihsel anlatılarını yasak koymayı da kapsadığı bir
dönemin varlığından söz eder. Böylece yenilen gruplar ayartma ya da tehdit
yoluyla tarihlerini unutmaya, unutmasalar bile ondan utanmaya ve böylece ulu
orta söz etmekten kaçınmaya zorlanırlar.
Kısacası güç dengesindeki her değişiklikte tarih anlatımı yeniden başlatır
ve sürdürür. Ama tarihin güçlüler tarafından yazıldığı anlayışı 21.yy’da da
varlığını sürdürmektedir.