Üretici Sevgi ve Düşünme
Erich Fromm
İnansal varoluş, insanın yalnız olduğu ve dünyadan ayırılmış bulunduğu
olgusuyla belirlenir. Bu ayrılmaya katlanma gücü olmayan insan, bağlılık ve
birliği aramaya zorlanır. Onun bu gereksinmeyi giderebileceği çeşitli yollar
vardır. Ama o bu yollardan yalnızca birinde eşsiz bir varlık ve bir bütün
olarak kalır ve kendi özgüçlerini başkalarıyla bağlantı kurma süreci içinde
gerçekleştirir. İnsan'ın hem yakınlığı hem de bağımsızlığı; başkaları ile
birlik olmayı ve aynı zamanda kendi biricikliği ile özelliğini korumayı aynı
anda aramak zorunda oluşu, insansal varoluşun aykırıkamsıdır.25 Bu
aykırıkanmın (paradoks) ve insana ilişkin ahlaksal sorunun yanıtı, göstermiş
olduğumuz gibi, üreticiliktir.
İnsan, dünya ile eylemde bulunarak ve kavrayarak üretici bir bağlantı
kurabilir. O, nesneler üretip bu yaratma süreci içinde kendi güçlerini
özdeğe uygular. İnsan dünyayı ansal ve duygusal olarak, sevgi ve us
aracılığıyla kavrar. Usunun gücü, onun yüzeyden derinlere geçebilmesini,
objesinin özünü kendisiyle etkin bir ilişki kurarak anlamasını sağlar. Sevgi
gücü ise ona kendisini bir başka insandan ayıran duvarı yıkıp aşma ve o
insanı kavrama olanağını verir. Sevgi ve us hernekadar yalnızca dünyayı
kavramanın iki ayrı biçimi iseler ve biri olmadan öteki olanaklı değilse de,
onlar değişik güçlerin, yani duygu ve düşüncenin anlatımlarıdır. Bu nedenle,
ayrı ayrı tanıtılmaları gerekmektedir.
Üretici sevgi kavramı, gerçekte, çok kez sevgi diye adlandırılan şeyden
hayli farklıdır. «Sevgi» sözcüğünden daha belirsiz ve daha kafa karıştırıcı
bir sözcük zor bulunur. O, içinde nefret ve tiksinmenin yer almadığı hemen
hemen her duyguyu göstermek için kullanılır. Dondurma sevgisinden bir
senfoniye duyulan sevgiye, hafif bir sempatiden en yeğin yakınlık duygusuna
kadar herşeyi kapsar. İnsanlar eğer «birine abayı yakmışlarsa» sevdiklerini
sanırlar. Bağımlılık ve de benimseyiciliklerini sevgi diye adlandırırlar.
Oniar, gerçekte sevmenin herşeyden daha kolay olduğuna; güçlüğün doğru
25. Yakınlık ve biricikliğin bir bireşimi olarak düşünülen bu bağlantı
kavramı, pek çok bakımlardan Charles Morris'in Paths of Life (Yaşam Yollan,
New York Harper Brothers, 1942) adlı kitabındaki «aynbağlılık» kavramına
benzemektedir. Aradaki ayrım, Morris'in ilgi alanının yaradılış,
benimkininse özyapı oluşudur.
Objeyi bulma konusunda doğduğuna ve kendilerinin aşkta mutluluğu bulma
konusundaki başarısızlıklarının doğru eş seçme yönündeki şanssızlıkları
yüzünden olduğuna inanırlar. Ama sevgi, tüm bu karmakırışık ve istekler öne
süren düşünmenin tersine, çok özgül bir duygudur. Her insanda bir sevme
yeteneği bulunduğu halde, bu yeteneğin gerçekleştirilmesi, en güç başarılan
işlerden biridir. Gerçek sevgi, üreticilikten kaynaklanır ve bu yüzden,
haklı olarak «üretici sevgi» diye adlandırılabilir. Bu sevgi, ister annenin
çocuğuna, ister insana duyduğumuz sevgi; ya da iki kişi arasındaki erotik
sevgi olsun, öz bakımından aynıdır. (Onun başkalarına duyduğumuz sevgi ve
kendimize duyduğumuz sevgi olarak da özdeş olduğu konusunu daha sonra
tartışacağız.)26 Hernekadar sevgi objeleri ve bunun sonucu olarak sevginin
kendisinin nitelik ve yeğinliği değişiyorsa da tüm üretici sevgi
biçimlerinde onlara özgü olan belli bazı temel öğeler bulunduğu
söylenebilir. Bunlar, ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgidir. İlgi ve
sorumluluk, sevginin insanın kendisine yenildiği bir tutku ya da «tarafından
etkilendiği» bir duygulanım değil, bir etkinlik olduğunu gösterir. Üretici
sevgideki ilgi ve sorumluluk öğesi, Yunus (Jonah) Kitabında hayranlık
uyandıracak bir şekilde betimlenmiştir. Tanrı, Yunus'a Nineveh'e gidip bura
sakinlerini uyarmasını, kötü yaşantı biçimlerini değiştirmezlerse
cezalandırılacaklarını söylemiştir. Yunus, bu görevden kaçar; çünkü, Nineveh
halkının tövbe edeceğinden ve Tanrı'nın da onları bağışlayacağından
korkmaktadır. Kendisi, düzen ve yasa duygusu çok güçlü ama sevgisiz biridir.
Kaçma girişiminde bulunduğunda ise, kendisini sevgi ve dayanışma duygusundan
yoksun oluşunun getirdiği bir soyutlanmışlık ve hapsedilme durumunu
simgeleyen bir balinanın karnında bulur. Tanrı Onu kurtarır ve Yunus
Nineveh'e gider. Halka Tanrı'nın kendisinden istediği biçimde öğüt verir ve
tam daha önce korkmuş olduğu şey başına gelir. Nineveh'teki insanlar
günahlarına tövbe ederler, yaşama biçimlerini düzeltirler. Tanrı onları
bağışlar ve kenti yoketmemeye karar verir. Yunus çok kızmış ve düş
kırıklığına uğramıştır. Çünkü, acıma değil, adaletin yerine getirilmesini
istemektedir. Sonunda Tanrı'nın salt Onu güneşten korumak için büyütmüş
olduğu bir ağacın gölgesinde biraz avunur. Ama, Tanrı ağacı kurutunca cam
çok sıkılıp öfkeyle Tanrı'ya yakınır. Tanrı Ona şu yanıtı verir: «Sen
kendisi için çalışmadığın, yetişmesine katkıda bulunmadığın, bir gecede
çıkıp bir gecede yokolan bir ağaca bile acıdın. Nasıl olur da ben, içinde
sağ ellerini sol ellerinden ayırdedemeyen binlerce kişinin ve bir o kadar da
sığırın bulunduğu Nineveh'e, o büyük kente kıyabilirdim?» Tanrı'nın Yunus'a
verdiği yanıtı simgesel olarak anlamak gerekir. Tanrı, Yunus'a sevginin
özünün bir şey için «emek harcama» ve «bir şeyin büyümesine katkıda bulunma»
olduğunu; yani, sevgi ile emeğin birbirinden ayrılamayacaklarını anlatıyor.
İnsan, emek harcadığı şeyi sever ve sevdiği şey için emek harcar.
Yunus'un öyküsü, sevginin sorumluluktan ayrılamayacağını gösteriyor. Yunus,
kardeşlerinin yaşamlarının sorumluluğunu duymamaktadır. O da Kabil gibi
«Ben, kardeşimin bakıcısı mıyım?» diye sorabilmektedir. Sorumluluk, insana
dışarıdan zorla yüklenen bir ödev değil, benim sorunum olduğunu düşündüğüm
bir isteğe verdiğim yanıttır. Sorumluluk (responsibility) ve yanıt
(response) sözcükleri aynı kökten (respondere: yanıt vermek) türemişlerdir.
Sorumlu olmak, yanıt vermeye hazır olmak anlamına gelir.
Anne sevgisi, üretici sevginin en sık görülen ve en kolay anlaşılan
örneğidir. Bu sevginin asıl özü, ilgi ve sorumluluktur. Çocuğun doğumu
sırasında annenin bedeni çocuk için «emek» harcar. Doğumdan sonra da anne
sevgisi, onun çocuğun büyümesini sağlamak için gösterdiği çabadan oluşur.
Anne sevgisi, çocuğun sevilmek için yerine getirmek zorunda olduğu koşullara
dayanmaz. Bu sevgi, yalnızca çocuğun isteğine ve annenin yanıtına dayanan
koşulsuz bir sevgidir.27 Bu nedenle, anne sevgisinin sanatta ve dinde
sevginin en
27. Aristoteles'in sevgiye ilişkin şu düşünceleri ile karşılaştırınız: «Ama,
dostluk, sevilmekten çok sevmekten ibaretmiş gibi görünüyor. Bunun
yüksek biçiminin bir simgesi olmuş olması doğaldır. Tanrı'mn insan ve
insan'ın komşuları (türdeşler) için duyduğu sevgiyi gösteren İbranice terim,
kökü rechem = rahim olan rac/ıam/m'dir.
Ama, ilgi ve sorumluluğun bireysel sevgi ile bağlantısı bu denli açık
değildir. Aşık olmanın sevginin doruk noktası olduğuna inanılır. Oysa o
gerçekte bir başlangıç; ve yalnızca, sevmeyi başarmak için bir olanaktır.
Aşkın, aracılığıyla iki insanın birbirlerine doğru çekildiği gizemli bir
niteliğin sonucu, çaba göstermeksizin ortaya çıkan bir olay olduğuna da
inanılır. Gerçekte, insanın yalnızlığı ve cinsel istekleri aşık olmasını
kolaylaştırır, ve bunun gizemli olan bir yanı yoktur. Ama böyle bir aşk elde
edildiği kadar çabuk yitirilen bir kazançtır. Kimse bir rastlantı sonucu
sevilmez. Sevgiyi, insanın kendi sevme gücü üretir. Tıpkı insanın bir
şeylere ilgi duymasının kendisini de ilginç kılması gibi. İnsanlar,
çekiciliğin özünün kendi sevgi yetenekleri olduğunu unuttukları zaman,
çekici olup olmadıklarını düşünmeye başlarlar. Bir başka insanı üretici
olarak sevmek, onunla ilgilenmeyi ve onun yaşamından kendini sorumlu duymayı
içerir. Bu ilgi ve sorumluluk onun yalnız fiziksel varoluşu için değil, tüm
insansal güçlerinin büyüme ve gelişmesi için de söz konusudur. Üretici
olarak sevmek, edilgin olmakla, sevilen kişinin yaşamının seyircisi olarak
kalmakla uyuşamaz. Sevilen kişinin gelişmesi için emek harcamayı, ilgi ve
sorumluluğu içerir.
Tektanrıcı Batı dinlerinin evrenselci ruhuna ve «tüm insanlar eşit
yaratılmışlardır» düşününde dile getirilen ilerici siyasal kavramlara
karşın, insanlık sevgisi ortak bir yaşantı haline gelmemiştir. İnsanlık
sevgisine en iyi şekliyle sanki o, bir bireye duyulan sevgiyi
böyle olduğunu annelerin sevmekten duydukları hazdan da anlayabiliriz.
Çünkü, anneler bazan çocuklarını yetiştirmek üzere başkalarına verirler ve
onları tanıyıp sevdikleri halde bunun karşılığını beklemezler. Onlar,
çocukları kendilerinin gerçek anneleri olduğunu bilmedikleri için, anneye
yapılması gereken hizmetleri yerine getirmediklerinde bile, çocuklarının
mutlu olduğunu görmekten ve onları karşılıksız sevmekten hoşnutturlar.»
izleyen ya da ancak gelecekte gerçekleştirilebilecek bir başarıya ilişkin
soyut bir kavrammış gibi bakılmıştır. Ama, insan sevgisi, bir tek kişiye
duyulan sevgiden ayrılamaz. Bir kişiyi üretici olarak sevmek, onun insansal
özüyle ilişki kurmak, onu insanlığı temsil eden biri olarak görmek anlamına
gelir. Bir bireye duyulan sevgi, insan sevgisinden ayrıldığı ölçüde,
yalnızca yüzeysel ve rastlantısal sevgidir ve zorunlu olarak sığ kalır.
İnsan sevgisinin anne sevgisinden değişik olduğu söylenebilir. Çünkü çocuk
güçsüzdür; ama türdeşimiz olan insanlar güçsüz değildir. Ama bu ayrımın
ancak göreli koşullarda varolduğu da dile getirilmelidir. Tüm insanlar,
yardıma gereksinme duyarlar ve birbirlerine dayanırlar. İnsansal dayanışma
her bireyin kendini ortaya koyusunun zorunlu koşuludur.
İlgi ve sorumluluk sevginin kurucu öğeleridir. Ama, sevilen insana duyulan
saygı ve ona ilişkin bilgi olmazsa sevgi, baskı ve benimsemeye dönüşerek
yozlaşır. Saygı, korku ve korkuyla karışık hayranlık değildir. O, sözcüğün
köküne uygun olarak, bir insanı olduğu gibi görmeyi, onun bireyselliğinin ve
biricikliğinin ayırdına varmayı gösterir. (İng. respect: saygı kök terim:
respicere: bakmak) Bir insanı tanımadan saymak olanaksızdır. Eğer kişinin
bireyselliğine ilişkin bilgi onlara yol göstermeseydi, ilgi ve sorumluluk
kör duygular olacaklardı.
Usla anlak (zekâ) arasındaki ayrımın incelenmesi, üretici düşünceyi anlamak
için bir başlangıç yaklaşımı olabilir. Anlak insanın nesneleri yönetmek için
zorunlu olan yönlerini bulgulamak ereğiyle ve pratik amaçlara erişmek için
kullandığı bir araçtır. Amacın kendi, ya da aynı şey olan «anlaksal»
düşünmenin üstüne dayandığı öncüller sorguya çekilmeyip gerçekmiş gibi kabul
edilirler. Bu öncüller ussal olabildikleri gibi olmayabilirler de. Anlağın
bu özel niteliği, aşırı bir örnek olan yansıtımcalı (paranoid) kişide açıkça
görülebilir. Örneğin, onun tüm insanların kendisine karşı kötü amaçla
gizlice anlaşmış olduklarına ilişkin öncülü, usdışı ve yanlıştır. Ama bu
öncül üstüne kurmuş olduğu düşünce süreçleri, kendi içlerinde şaşırtıcı
ölçüde bir anlaksal düzeyi gösterirler. Böyle biri, kendi yansıtımcalı
savını kanıtlama girişiminde gözlemleri öylesine birleştirir ve öylesine
inandırıcı mantıksal yapılar kurar ki öncülünün usdışı olduğunu kanıtlamak
genellikle çok güç olur. Kuşkusuz, salt anlağın sorunlara uygulanımı
yalnızca bu türden patolojik olaylarla sınırlandırılmış değildir.
Düşüncelerimizin çoğu, dile getirilen ereklerin ve öncülerin geçerliliği
araştınlmaksızın ve de olayların doğa ve niteliklerini anlama girişiminde
bulunmaksızın zorunlu olarak pratik sonuçların başarılmasıyla, olayların
niceliksel ve «yüzeysel» yönleriyle
ilgilidir.
Us, nesnelerin ve süreçlerin özüne ulaşan üçüncü bir boyutu, yani derinliği
işe sokar. Us, yaşamın pratik amaçlarından ayrılmadığı zaman (ben şimdi
bunun hangi anlamda doğru olduğunu göstereceğim.) doğrudan eylem için
yalnızca bir araç değildir. Usun işlevi, bilmek, anlamak, kavramak ve
nesnelerle onları kavrayarak ilgi kurmaktır. O, nesnelerin özlerini, gizli
ilişkilerini, ve daha derin anlamlarını, «nedenlerini» bulgulamak için,
yüzeylerinden içlerine doğru sızar. Sanki ikiboyutla değil de Nietzsche'nin
kullandığı bir terimi kullanacak olursak, «görünümcüdür» (perspectivistic);
yalnız pratik yönden ilgili olanları değil, tüm algılanabilen görünüm ve
boyutları kavrar. Nesnelerin özüyle ilgilenmek, onların «ardında» bulunan
bir şeyle değil, ama temel olanla, genel ve tümel olanla, olayların yüzeysel
ve rastlantısal (mantıksal bakımdan uygunsuz) yönlerinden kurtulmuş en genel
ve en yaygın özellikleriyle ilgilenmek anlamına gelir.
Artık üretici düşünmenin daha özgül bazı karakteristiklerini incelemeye
başlayabiliriz. Üretici düşünmede özne, objesine karşı kayıtsız kalamaz.
Onun tarafından etkilenir ve onunla ilgilenir. Obje, insanın kendisinden ve
yaşamından ayrılmış cansız bir şey, insanın ancak özünden soyutlanmış bir
biçimde düşündüğü bir şey olarak duyumsanmaz. Tersine özne, objesine yeğin
bir ilgi duymakta ve bu ilişki içli dışlı olduğu ölçüde, öznenin
düşünmesinin verimi giderek artmaktadır. Düşünmesini ilk elde uyaran,
kendisi ile objesi arasındaki bu sıkı ilişkidir. Onun için her insan ve her
olay bireysel yasamı ya da insansal varoluşu ile bağlantı içinde bir ilgi
objesi olduğundan, bir düşünce objesi haline gelir. Bunu gösterecek güzel
bir örnek, Buddha' nın «dörtlü doğruluğu» bulgulayışının öyküsüdür. Buddha,
ölü bir insan; hasta bir insan; ve ihtiyar bir insan görmüş o sırada genç
bir erkek olduğu için, insanın kaçınılamayan yazgısı kendisini büyük ölçüde
etkilemiştir. Buddha'nın bu gözlemlerine gösterdiği tepki, yaşamın özüne
ilişkin kuramı ve insanın kurtuluşu için önerdiği yollarla sonuçlanan
düşüncelerinin uyarıcısı olmuştur. Kuşkusuz, gösterdiği tepki, bu gibi
durumlarda gösterilebilecek biricik tepki değildi. Benzer bir durumla
karşılaşan çağdaş bir doktor, bu olaya ölümle, hastalıkla ve yaşlılıkla
nasıl savaşacağını düşünmeye başlayarak tepki gösterebilir. Ama, onun
düşünceleri de konusuna gösterdiği tepkinin tümünce belirlenecektir.
Düşünür, üretici düşünce sürecinde objesine duyduğu ilgi tarafından
güdümlenir. Objesi onu etkiler o da bu objeye tepkide bulunur, özen gösterir
ve yanıt verir. Ama, üretici düşünce aynı zamanda nesnellik tarafından;
düşünürün objesi için duyduğu saygı tarafından; objesini olmasını istediği
gibi değil de olduğu gibi görme konusundaki yeteneği tarafından da
belirlenir. Nesnellik ve öznellik arasındaki bu kutupluluk genelde
üreticiliğin olduğu kadar üretici düşüncenin de bir özelliğidir.
Nesnelci olmak (yansız davranmak) ancak gözlemlediğimiz şeylere saygı
duyduğumuzda olanaklıdır. Yani onları biriciklikleri ve karşılıklı
bağlantıları içinde görebildiğimiz zaman. Bu saygı, sevgiye ilişkin olarak
tartıştığımız saygıdan özce farklı değildir. Eğer bir şeyi çok iyi anlamak
istiyorsam onu kendi doğasına uygun varoluşu içinde, olduğu gibi görme
gücüne sahip olmam gerekir. Bu, tüm düşünce objeleri için doğru olduğu gibi,
insan doğasının incelenmesinde de özel bir sorun oluşturur.
Üretici düşünmede canlı ve cansız objelere ilişkin nesnelliğin, olayın
bütünlüğünü görme diyebileceğimiz bir başka yönünün daha bulunması gerekir.
Gözlemci, eğer bütünü görmeden, objesinin yalnız bir yönünü soyutlarsa,
incelemekte olduğu o yönü de yeterince anlayamayacaktır. Bu nokta,
Wertheimer tarafından üretici düşünmedeki en önemli öge olarak
vurgulanmıştır. O, şöyle yazmaktadır: «Üretici süreçler, çok kez böyle bir
doğaya sahiptirler. Objelerini gerçekten anlayabilme isteğiyle yeniden
sorgulama ve araştırmaya başlarlar. İnceleme alanlarında çok önem kazanmış
belli bir kesit odak olarak alınır; ama soyutlanmaz. Duruma ilişkin yeni ve
daha derin işlevsel anlamdaki değişmeleri ve maddelerin gruplandırılmasım da
içine alan yapısal bir görüş geliştirilir. Çok önemli bir alanın durumuna
ilişkin yapının gerektirdikleri ile yönlendirilen araştırıcı, dolaylı ya da
dolaysız doğrulanma gerektiren usa uygun kestirimlerde bulunur. Burada iki
yön işe karışır: Tam ve tutarlı bir tablo elde etmek ve bütünün yapısının
parçalar için ne gerektirdiğini görmek.»
Nesnellik (objectivity), yalnız objeyi olduğu gibi görmeyi değil, aynı
zamanda insanın kendisini de olduğu gibi görmesini gerektirir. Yani insan,
kendisini bir objeyi gözleyen gözlemci olarak içinde bulduğu özel koşulların
ayırdmda olmalıdır. Öyleyse, üretici düşünme, objeinin doğası ve düşünme
süreci içinde kendisiyle obje arasında bağlantı kuran öznenin doğası
tarafından belirlenir. Bu iki belirlenim, (obje ve öznenin) doğaları içinde
düşüncenin obje tarafından denetlenmediği ve bu nedenle önyargı, dilek ve
düşleme (fantasy) dönüşerek yozlaştığı yalancı öznelliğin tersine,
nesnelliği oluşturur. Ama nesnellik, çok kez yanlış bir «bilimsel» nesnellik
düşününde dile getirildiği gibi, yansızlıkla, ilgi ve özenin yokluğu ile
eşanlamlı değildir. İnsan eğer böyle güç bir işi gerçekleştirmek için
kendisini yeterince zorlayacak canlı bir ilgi duymuyorsa objelerin
maskelenmiş yüzeylerinden derinliklerine, yani onların neden ve ilişkilerine
nasıl inebilecektir? İnsanın ilgilerine başvurulmadığı takdirde, araştırma
amaçları nasıl dile getirilebilecektir? Nesnellik, yansızlık değil, saygı
anlamına gelir. Yani o, objeleri, kişileri ve kendi özünü çarpıtıp
değiştirmeme yeteneğidir. Ama gözlemcideki öznel etken (yani, ilgileri),
onun düşüncesini istenilen sonuçlara ulaşmak uğruna çarpıtmak eğilimini
göstermez mi? Bilimsel araştırmanın koşulu, kişisel ilgi yokluğu değil
midir? Doğruluğu onaylamanın koşulunun ilgi eksikliği olduğu düşünü
yanlıştır.29 Hemen hemen hiçbir önemli bulgu ya da görüş yoktur ki düşünürün
bir ilgisirice kışkırtılmamış olsun. Gerçekte, ilgiler olmaksızın düşünce
kısır ve amaçsız kalır. Önemli olan bir ilginin bulunup bulunmaması değil,
ne tür bir ilginin söz konusu olduğu ve bu ilginin doğrulukla bağlantısının
ne olacığıdır. Tüm üretici düşünceyi uyaran, gözlemcinin ilgisidir.
Düşünceleri çarpıtan hiçbir zaman kendiliğinden ilgi olmayıp yalnızca gözlem
altındaki objenin doğasının bulgulanmasıyla yani, doğrulukla uyuşmayan
ilgilerdir.
Üreticiliğin doğadan gelen bir insansal yeti olduğu önermesi, insanın
doğuştan tembel olduğu ve etkin olmak için zorlanması gerektiği düşünü ile
çelişir. Bu varsayım eski bir varsayımdır. Musa, Firavundan Yahudi halkına
gitmeleri için izin vermesini istediğinde ve onların böylece «çölde Tanrı'ya
hizmet edebileceklerini» söylediğinde Firavunun yanıtı şu olmuştur: «Siz
tembelsiniz. Yalnızca tembel!» Firavun için, köle emeği, bir şeyler yapma
anlamına gelmekteydi. Tanrı'ya tapınma, tembellikti. Aynı düşün,
başkalarının etkinliğinden yararlanmayı isteyen ve sömüremeyecekleri
üreticiliği hiç yararlı bulmayan kimselerce benimsenmiştir.
Bizim kendi kültürümüz bunun tam karşıtı olan bir görüş için kanıt verir
gibi görünmektedir. Son birkaç yüzyıldır Batılı insan, çalışma düşününü,
sürekli etkinlik gereksinmesini kendisi için bir saplantı yapmıştır.
Tembellik etmeye, ne kadar süreyle olursa olsun, hemen hemen hiç yeteneği
kalmamıştır. Ama bu çelişki yalnızca görünüştedir. Tembellik ve zorunlu
etkinlik birbirlerinin karşıtı olmayıp insana yaraşır işlevlerin bozulmuş
olduğunun iki belirtisidirler. Nevrotik bireyde çok kez ana belirti olarak
çalışma yeteneksizliği ile karşılaşıyoruz. Uyarlanmış kişi diye adlandırılan
insanda ise bolluk ve dinginlikten zevk alma konusunda bir yeteneksizlik
ortaya çıkıyor. Zorunlu etkinlik, tembelliğin karşıtı değil, tamamlayıcıdır.
Her ikisi ise, üreticiliğin karşıtıdır.
Üretici etkinliğin sakatlanması ya etkinsizlikle ya da aşırı etkinlikle
sonuçlanır. Açlık ve baskı, hiçbir zaman üretici etkinliğin koşulları
olamaz. Tersine, özgürlük, ekonomik güvenlik ve içinde emeğin insanın
yetilerinin anlamlı bir dışlaşması olabildiği bir toplum düzeni, insanın
güçlerinden üretici olarak yararlanma konusundaki doğal eğilimine yardımcı
olan etkenlerdir. Üretici etkinlik, etkinlik ve dinginliğin uyumlu bir
şekilde yer değiştirmeleri aracılığıyla belirlenir. Üretici çalışma, sevgi
ve düşüncenin olanak kazanması, ancak, eğer insan gerektiğinde kendi
kendisiyle yalnız ve dingin kalabiliyorsa söz konusudur. İnsanın kendi
kendisini dinlemeye gücünün yetmesi, başkalarını dinlemeye gücünün
yetmesinin de önkoşuludur. İnsanın kendi kendisini iyi tanıması ise
başkaları ile ilişki kurmasının zorunlu koşuludur.