Tüketirken Tükenmek: Sevgi Ve Özenin Yok Oluşu

Yavuz Odabaşı


Bir toplumda yaşayan tüm insanlar, doğumdan ölüme kadar tüketicidir. O halde, insanın yaşamı boyunca kendisi için, çevresi için, toplumu için ve insanlık için en iyi olabilecek tüketim olayını gerçekleştirmeye çalışması ve bunu da istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Hızla artan bir tüketim çılgınlığı içerisinde, çevremizde neler olduğunu çoğu zaman görememekteyiz.

• Unicef’e göre, her yıl 7 milyon çocuk, en çoğu Güney Asya’da olmak üzere, yetersiz beslenmeden ölüyor.

• Tipik bir Amerikalı tüketici, bir Meksikalı’dan 17 kere daha fazla, bir Etoyopyalı’dan yüzlerce kat daha fazla tüketmektedir.

• Ülkemizde her yıl 500 milyon ton verimli toprak denizlere akıp gitmektedir.

• Dünyamızda her gün 1 milyon tondan daha fazla zehirli atık, çevreye atılmaktadır.

• Dünyada kullanılan kimyasalların büyük bir oranı Çukurova ve civarındaki tarım üretiminde kullanılıyor. Ürünü korumak ve daha verimli, kaliteli sonuç olmak için kullanılan tarımsal ilaçlar ve kontrolsüz gübreleme hem bizim hem de çevrenin sağlığını, geleceğini tehdit ediyor.

Bu ve buna benzer somut örnekleri çoğaltmak olanaklıdır. Dünyamız neden böyle bir durumla karşı karşıyadır? Sorunun cevabı konusunda oldukça güçlü açıklamalar yapılabiliyor. Alternatif Nobel adıyla tanınan “The Right Livelihood / Doğru Yaşam” ödülünü alan A.B.D. Maryland Üniversitesi Profesörlerinden Herman Daily, Milliyet gazetesinde 15 Mart 1997’de yaptığı söyleşide şunları ileri sürmekteydi:

“Aklımızı başımıza toplayıp, gelişmekte olan ülkelerde nüfusu, gelişmiş ülkelerde de tüketimi denetim altına almalıyız. Modern ekonomilerin doğal çevreyi tahrip etme pahasına büyüdüklerini ve ekonomiye bakışta doğanın en temel ama en sınırlı sermaye olduğunu unutmamalıyız.”

Alternatif Nobel Ödülü 1980’de hem İsveç hem de Alman vatandaşı olan Jacob von Uexkull tarafından oluşturulmuştur. Aristokrat bir aileden gelen ve Avrupa Parlamentosu’nda Yeşillerin temsilcisi olan Uexkull’un önerdiği “Doğru Yaşam” dünyaya yük olmadan, kaynakları israf etmeden yaşamak anlamına gelen eski bir kavram. 9 Aralık 1997 tarihli Milliyet gazetesinde yaptığı söyleşide düşüncelerini şöyle aktarmaktadır:

“1960’ların gündemi, refahın nasıl adil bir şekilde paylaştırılacağı idi. Kimse gelişmenin ne kadar devam edeceğini sorgulamıyordu. Ortaya çıkan problemler endüstri ve teknoloji sayesinde çözülecekti. Bugün ise böyle olmadığını biliyoruz.

Durumu gözden geçirip yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerek. İlerisi için, tek şansımız anormal bir devirde normal yaşanamayacağını anlayan insanların sayısının artmasıdır.”

Ülkemizde benzer konuları gündeme getiren ve kendini erozyonla mücadeleye adayan Hayrettin Karaca, İstanbul’da yapılan 1997 Kalite Kongresi’nde dikkatimizi nelere çekmektedir:

“Sanayi ülkeleri, hem üretim sürecinde bütün dünyaya ait olan doğal varlıkları tüketerek, hem de bu üretim ve tüketim sonucu meydana gelen zehirli atıkları ihraç ederek gelişmekte olan ülkeleri de kirletmekte ve o ülke çalışanlarının yaşama hakkını tahrip etmektedirler... Eğer üretim, tüketim ve dolayısıyla kirlenme bu düzeyde devam ederse Mavi Gezegen’deki bütün canlılar için yaşam koşulları sürdürülebilir düzeyde devam etmeyecektir.”

Karaca, tüketim bolluğu içerisindeki gelişmiş Batı toplumlarına yönelttiği eleştirisini, insanın refahı ve mutluluğu için daha fazla tüketerek, daha çoğa sahip olamayacağı görüşüyle pekiştirmektedir. Gelecekteki nesillere pay ayıracak, “sürdürülebilir bir yaşam” biçiminin çözüm olabileceğini öne sürmektedir.

Önerilen konular arasında, çevreye duyarlı bir yaşam biçimi ve sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir tüketim dikkat çekmektedir. Batı toplumlarının aşırı tüketim biçimi, diğer ülkelere örnek olmaktan çok uzak görünmektedir. Dünyamız kaynağı ve gücü açısından yeni A.B.D.’leri yaratmakta çaresiz durumdadır. Gelişmekte olan ülkelerin aşın tüketimi taklit etmelerinin ötesinde akıllı ve sorumlu tüketim kalıplarını benimsemeleri zorunlu gibi görünüyor. İnsanlık için aşırı tüketim ne kadar zararlı ise, yetersiz tüketim de en az onun kadar zararlıdır. Yoksulluk sınırları içerisinde olan ve bu sınırın biraz üstüne çıkan ülkeler için acaba böyle bir öneri, gelişmiş ülkelerin yeni bir oyunu mudur?

Çevreyi, ekolojiyi, emperyalizmin aracı olarak gelişmekte olan ve yakın geleceğin gelişmiş ülke adayları önüne yeni standartlar sunma olasılığı hiç göz ardı edilemeyecek bir durumdur.

•  Tüketimin ne kadarı yeterlidir?

•  Dünyamız hangi düzeyde tüketimi kaldırabilir?

•  Aşırı ya da yeterli, sürdürülebilir tüketimin evrensel kabul gören tanımları yapılabilir mi?

Bunların cevaplarını net olarak verebilmek şimdilik olanaksız görünüyor. Ancak, en azından cevapların aranması ve yeni yaşam biçimlerinin oluşturulup kabullenilmesine çalışılmalıdır. Bunları yaparken de, ulusal çıkarlarımızın ve gelişmişliğimizin çevreyi bozmadan, engellemeden yapılmasına özen gösterebilmeliyiz. Önümüzde açık ve basit bir gerçek var. İhtiyaçlarımızı tatmin ederken gelecek nesillerin ihtiyaçlarını tatmin edebilme yeteneklerini yok ediyoruz. Gelişmekte olan ülkeler, Batının gelişmesindeki hataları yapmaya katlanamaz. Aşırı tüketimden sürdürülebilir bir tüketime geçişin gerçekleştirilmesi için ekonomik, politik, teknolojik, sosyo-psikolojik, kültürel ve manevi dünyamızdaki yapıların tümünün görülebilmesi ve anlaşılması kaçınılmazdır.

Hemen hemen 30 yıl önce, Paul Ehrlich ve Barry Commoner sürdürülebilir tüketimin üst yapısını oluşturan sürdürülebilir kalkınma hakkında çok güçlü, ancak oldukça basit bir gözlemde bulunmuşlardır. İnsan faaliyetleri tarafından yaratılan “Toplam Çevresel Yük” üç faktörün bir fonksiyonu olarak açıklanabilmektedir.[84]

TÇY = N(Nüfus) x Z(Zenginlik) x T(Teknoloji)

Sürdürülebilirliğe ulaşma, Toplam Çevresel Yükün istikrara kavuşturulması ya da azaltılması yoluyla gerçekleşebilmektedir. Bu ise; nüfusun azaltılmasına, zenginliğin (tüketimin) düşürülmesine ya da zenginliği, açıkça tüketimi yaratmada kullanılan teknolojinin temelden değiştirilmesine bağlıdır. Bunlardan birinci seçenek uygulanabilirliği olmayan bir seçenektir. Politika ve kamu sağlığı, inançların ve geleneklerin ağırlık kazandığı alanlar olduğu için, uygulanması oldukça zor karar alanlarıdır, ikinci seçenek, sorunu daha da zor ve karmaşık biçime getirebilmektedir. Fakirlik ile nüfus artışının yan yana gittiğini herkes bilir. Doğum oranlarını belli bir oranda istikrarda tutmak ya da düşürebilmek için eğitimin geliştirilmesi ve özellikle doğum yaşındaki fakir kadınların ekonomik olarak ayağa kaldırılması gerekmektedir. Bu durum ise, ancak geniş bir ölçekte zenginliğin yaratılmasına bağlıdır. Sonuçta üçüncü seçeneğe gelinir. Zenginliği yaratmaya katkıda bulunan ürün ve hizmetlerin yaratılmasını gerçekleştiren teknolojinin yaratılması. Genel olarak söylemek gerekirse, nüfus ve tüketim toplumsal konular olmasına karşın, teknoloji bir ticari olay, bir işletmecilik olayıdır. Sürdürülebilir kalkınma, yeni işletmecilik anlayışı ve stratejileri ile yeni olanaklar sunabilmektedir. Bugüne kadar, işletmeler parça parça kirlenmeyi kontrol etmeye ya da önlemeye yönelik projelerle uğraşmışlardır. “Kirleten Öder” ilkesi çerçevesinde, işletmeler ve ürünler çevreye verdikleri zararlar çerçevesinde sorumlu olabilmektedir. Kirletildikten sonra temizlemek anlamına gelen kontrol ile atıkların yaratılmadan önce en aza indirilmesine odaklanan “kirliliği önleme”, yeni bir vizyon ve teknoloji gerektiren “sürdürülebilir kalkınma”yı işletmelerde stratejik boyuta getirmektedir.

Sürdürülebilir kalkınma, farklı kesimler ve kişiler için farklı anlamlara gelebilmektedir. Sürdürülebilir bir çevre kalitesi ile kar amaçlı şirket düşüncesi birleştirilmeye çalışılmaktadır. Ekonomi ve ekonominin bir birimi olarak işletmeler, ihtiyaçları tatmin etmenin açıklamasını yapabildikleri gibi, nesiller arasındaki ihtiyaçların dengelenmesi ile de uğraşmışlardır. İşletmeleri ve tüketicileri ilgilendiren yeni kavramlar, yeni yaklaşımlar bu anlayış üzerine geliştirilmiştir. Çevre Bilinçli Tüketici, Çevre Dostu Şirketler, Yeşil Pazarlama ve Yeşil Tüketici, Sürdürülebilir Tüketim, yeni yaklaşımların isimleridir. Sürdürülebilirlik, sosyal bir amaç olarak, üreticilerin ve tüketicilerin isteyerek ya da istemeyerek herkesin davranışında önemli değişikliği şart koymaktadır.[85] Sürdürülebilir tüketim, ihtiyaçlarımızı ve yaşam kalitemizi arttırmayı sağlayan ürün ve hizmetleri kullanırken gelecek nesillerin ihtiyacını tehlikeye atmamak, onların ihtiyaçlarına da duyarlı davranmak demektir. Bu nasıl gerçekleşebilir sorusunun yanıtı, doğal kaynakların kullanımını, atık ve kirletici gibi doğaya zarar vericileri en aza indirmektir. Çevre Bilinçli Tüketici, sorumlu tüketimi tercih eden ve gerek üretici gerekse hükümet politikaları ve uygulamaları ile bu yönde bilgilendirilip eğitilen, teşvik edilen tüketicidir. Yeşil Pazarlama, daha çok tüketici talebinin çevre dostu ürünlere yöneltilmesine ağırlık vermektedir. Tüketicilerin çevreye duyarlı ürünleri tercih ederek çevre bilincinin gereğini yerine getirmelerinde yeşil pazarlama uygulamaları önemli rol oynamaktadır. “Doğal yolla yok olabilir,” “doğal yollardan çözülebilir,” “doğa dostu,” “çevre dostu,” “yeniden değerlendirilebilir,” “ozon dostu” gibi mesajları ürünlerin ambalajlarında çok sık görebilmekteyiz.

Bunların bazıları, söz konusu eğilimden fırsatlar yakalamak çizerine oturtulmuş görsel tatmine yöneliktir. Aslında, çevre bilincine uyum sağlamaya çalışan şirketler gerekli düzenlemeleri yapma konusunda iki gruba ayrılabilirler.[86] Birinci grup, gelişmeleri olumlu sayan ancak pazarlama uygulamalarında stratejik değişiklikler yapmadan tüketicilerin bu konudaki taleplerini yumuşatmaya çalışanlardan oluşmaktadır. Örneğin; ambalajda ufak değişmeler, reklam mesajlarında duyarlılıklarını vurgulamak gibi uygulamalara başlayan şirketler, yeşil yalanları kullanmaktan kaçınmayacak durumda da kalabilmektedirler, ikinci grup ise, çevreye duyarlı tüketicilerin isteklerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilmek için yeni ürün geliştirmeden, tüm pazarlama uygulamalarına kadar yeniden yapılanmayı göze alan şirketlerden oluşmaktadır. Ürün ve hizmetlerin üretilmesindeki teknolojinin de dahil olduğu büyük değişimi, anlayışı ve uygulamayı gerçekleştirmeye çakşırlar.

Çevrenin ya da doğanın korunmasında gönüllü ve aktif rol alan tüketicilere aynı zamanda “yeşil tüketici” de deniliyor. Bugünün tüketicisi, serbest pazar koşullan içerisinde seçim hakkını, kolayca tüketebileceği, ancak çevreyi koruyan ve kirletmeyen ürünlere yöneltiyor. Yeşil tüketiciler eğitimlerini günlük satın almalarında ürün tercihleri yoluyla ortaya koyarak gerçekleştirmektedirler. Böylece, çevreye duyarlı olmayan ürünlerden vazgeçerek, “raflardaki yeşil devrim”i gerçekleştirebilmek olanaklı olmaktadır. Özet olarak yeşil tüketici, hem üretim ve tüketime yön verebilmekte, hem de çevreye sahip çıkarak sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmaktadır. Günlük hayatımızdaki her satın almanın aynı zamanda çevre için bir oylama olduğu düşüncesindedir, yeşil tüketici.[4] Çevre konusunda daha duyarlı olan ve etkin satın alma davranışları gösteren yeşil tüketicilerin bu davranışı, her gün tükettiğiniz ürünlerin çevreye daha uyumlu, daha az enerji tüketen ve paketleme malzemeleri yeniden değerlendirilebilir şekilde üretilmesini sağlayan düzenlemeleri gündeme getirmektedir. Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde düzenlenen Dünya Çevre Zirvesi’nde benimsenen kararlardan biri de kirleten öder ilkesidir. Bu ilke üreticilere, ürünlerinin çevre için neye mal olduğunu tüketicilere bildirme zorunluluğunu getirebilmektedir. Bu bilgilere göre yeşil tüketici, bir ürünün nasıl üretildiğini ve çevreye etkilerini şu konularda değerlendirebilecektir:

•  Ürünün üretim aşamasında,

•  Ürün tüketilirken,

•  Ürün tüketildikten sonra, atıklarıyla çevreye zararlı olup olmadığı.

Görüldüğü gibi, tüketicinin çevreye duyarlı ve bu konuda bilinçli olması için bazı düzenlemelerin yapıldığı açık. Ancak, dikkatle incelendiğinde hemen hemen hepsinin bir tutum geliştirme olduğu açıkça görülebilmektedir. Günlük yaşantımızda da çevreye olumlu tutum geliştirebilenlerin, yaşamlarında aşırı tüketime devam ettiklerini gözlemlemek ve çelişkileri yakalayabilmek, sık rastlanılan bir durumdur. Daha çok görsel kirlilikten rahatsız olabilen birey, bunun gerçek nedeninin bir yaşam biçimi olduğundan habersiz görünüyor. Yoldaki sigara izmaritlerinden ya da kağıtlardan çevre adına endişe eden bazı sözüm ona çevrecilerin, bir çevre katliamı sonucu elde edilen kürkleri giymekten hiç rahatsız olmadıkları gözlenebilmektedir.

Çevreci kimliği ile Porsuk nehrinin kirliliğinden büyük bir huzursuzluk duyabilen birinin, yaşam biçimini “daha fazlaya sahip olma" üzerine oturtması sorgulanmamaktadır. İlkokul çocuklarına çevre bilinci vermek için pet şişe toplatan, böylece onlara çevre duyarlılığını verebileceğini düşünen eğitim sistemi, yaşamda paranın ve gücün elde edilmesi ve etkin kullanmayı, gördüğü her şeye sahip olmayı koşullandırmaktan geri kalmamaktadır. Bugün, dünden daha fazla şeye sahipsem, elde edebildimse başarılı ve mutluyum diyebilen genç bir neslin, tüketirken tükendiğinin farkına varması için acaba ne gereklidir? Bu sorunun cevabı, kolay olmasa bile üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Tüketim kültürünün pompaladığı aşırı tüketime yönelik bu yaşam biçimi değiştirilmeden sorunun çözümü yok gibi. O halde, sadece görünüşte bir özellik kazandıracağına ve entelektüel sorumluluğumuzu kent kültürü içinde yerine getirebileceğimize inandığımız sınırlı tutum geliştirme yerine, tüketime yönelik yeni bir anlayışı gerektiren yaşam biçimini geliştirebilmek zorunlu gibi gözüküyor.

Duygusal ve romantik bir öneri midir yaşam biçimini değiştirmek? Batının takip ettiği ekonomik sistem içerisinde tüketimin azaltılmadan devam edilebileceğine inanılır. Eğer ekonomik mutluluk, bireyin yaşamında, arzu edilen bir hoşnutluk durumu olarak kabul görüyorsa ve ben merkezli aşırı tüketime endekslenmişse, doğru olduğu söylenebilir. Bu duruma sınırsız isteklerimizi daha ve daha fazla tatmin edecek yeterli gelire sahip olarak mı, yoksa isteklerimizi sınırlayarak onları gelirimizle tatmin ederek mi ulaşılacaktır sorusu önem kazanıyor.[5] Birinci yöntem materyalist bir felsefeyi gerektirirken en büyük değer olarak, maddi bakımdan üst düzeyde olmayı önermektedir. Böyle bir yolu seçmek, sürekli bir artış hızını içeren ürün ve hizmet miktarına sahip olmayı ve tüketmeyi 20. yüzyılın tatmin unsuru olarak görmek ve kabullenmektir. Batı medeniyeti, materyalist felsefe ile temel güdüsünü bulmuştur. Gelişmeyi ve refahı ölçmek için kullanılan ölçütlerin yanlış olduğu kadar koşullandırıcı olduğu fark edildikten sonra sorgulanmaya başlandı. Akılcı sistemlerin kaçınılmaz olarak akıldışı sonuçlar üretmesi “akılcılığın akıldışılığı” olarak adlandırılabilir.[6] [7] En saf ve üstün ırkı yaratma düşüncesi Yahudi soykırımının oluşmasının temel nedenidir. En iyi kızartmalık patates türünün yaratılması için kullanılan suni gübrelerin yarattığı ise bir çevre kıyımıdır diyebiliriz. Akılcılığa dayanan verimlilik ve miktar ekonomisi, tanın alanlarının yerleşme ve sanayileşme yerleri olarak kullanıma açılması, akılcılığın akıldışılığına verilebilecek binlerce örnekten birkaçıdır.

Genelde oluşturulan kültür ve değerler, yaşamak için tüketmekten daha çok, tüketmek için yaşama biçiminde olagelmiştir. Çoğu zaman yaşam kalitesi ile tüketim, eş anlamlı olarak kullanılmış ve böyle kabul edilmiştir. Tüketimi arttırmanın, yaşam kalitesini artırdığını söylemek en azından gelişmiş ülkelerde olanaksız gibi görülmektedir. Kaynaklan sınırlı bir dünyada tüketimin sınırsız biçimde artamayacağı açık biçimde kendini ortaya koyuyor. Öte yandan, “mutluluğun kesin ve tek yolu tüketimden geçer, yaşam kalitesi tüketim düzeyinin artışı ile olanaklıdır” düşüncesinin de çok doğru olmadığı araştırmalarla desteklenmekte. Bir çok psikolojik araştırma, yaşamdaki mutluluğun ana belirleyicilerinin tüketimle hiçbir ilgisi olmadığını ortaya koymaktadır.9" Ailedeki ve evlilikteki doyum, çalışma yaşamında elde edilen tatmin, dostluk ve arkadaşlık mutluluğun gerçek kaynakları olarak görülmektedir. Bolluk içinde ve aşırı tüketim kalıpları ile yaşamlarını sürdüren ancak mutlu olamayan insanların sorması ve yanıtlaması gereken sorular nelerdir?

•  Hayattan ne bekliyoruz?

•  İnsanları gerçekten mutlu eden şey nedir?

•  Eğer mutluluğu tüketim ile sağlamak olanaksız ise, bizi daha fazla satın almaya teşvik eden güç nedir?

Bu ve benzeri soruların cevaplarını öncelikle kendi içimizde aramalıyız. Doymak bilmeyen açgözlülük, yedikçe acıkan toklar haline gelmemiz, mutluluğumuzu sağlamak için tüketimi arttırma alışkanlığımızdandır. Yaşamımızı metalaştırmak, daha fazlasına sahip olmak daha iyidir düşüncemizden kaynaklanıyor. Yaşamımızdaki her şeyi sayısal olarak belirlemeye başladığımızda, “şimdi alın, daha çok alın, hemen alın, durmadan alın, her çeşitten alın” türündeki uyarıcıların etkisi altında büyük bir koşuşturma içinde yaşantımızın her kesitini benzer değerlendirdiğimiz şüphe götürmez. Bireyin yaşam anlayışı; fiziksel, psikolojik ve sosyal isteklerinin tatmininden elde edeceği mutluluk düzeyini belirlemede yol gösterici olmaktadır. İnsanların bazıları, isteklerin doyurulmasında para ve eşyadan uzaklaşmayla mutlu olabileceklerine inanırlar. En uç noktada olanlar arasında dini esasi tarikatlar, manastırlar gösterilebilir. Fiziksel doyumlardan ve dünyanın maddi nimetlerinden uzaklaşmanın gerçek fazilet ve meziyet olduğunu kabul ederler. Bunun tam zıtü olan uçta ise, her şeyini metaya bağlamış insanlar ve topluluklar bulunmaktadır. Kısaca, her birey paraya ve ürünlere sahip olmaya ne kadar önem vereceğine kendi karar verebilmektir. Birey, yaşamın nihai amacını, daima daha fazla eşyaya sahip olabilmek, onları tüketebilmektir diye düşünebilir. Başka bir birey ise, yaşamın ana amacının parayı, dolayısıyla onun getirebileceği tüketimi yüceltmek değil, Tanrıya tapmak olduğu kanısında olabilir. Her iki noktanın arasında uyumlu bir dengenin kurulması zor ama arzu edilen durum olmalıdır.

Bireyin olduğu gibi toplumun da refahı ve mutluluğu, yalnızca sahip olunan maddi zenginliklerle ölçülüp değerlendirilemez. Böyle bir ölçüm ve değerlendirme sonuçlarından kimse memnun kalmamaktadır. Rekabetçi ve sürekli artan verimliliğe dayalı bir sistemin tutsağı oluyoruz ve bu sistemin göstergeleri olan miktar ve paraya tapar duruma geliyoruz. Yok eden, tahrip eden ve bunu yapmak için paraya tapan insanların varlığı ve onların yaşam biçimleri umutsuzluk yaratabilir. Tüketim gücünün ölçüsü olan ve ne kadar tüketirsen o kadar güçlü görünürsün düşüncesinin tanrısı para ile ilgili çok güzel ve etkili bir yorumu O.D.T.Ü. öğretim üyesi Çetin Göksu yapmıştır:[8]

“Para, insanın en önemli öğesi haline gelmiştir. İnsan her an, her saniye para ile iş yapmak, işlem yapmak durumundadır. Adeta para ile yatıp kalkmakta, her an onu düşünmek zorundadır. Para elbette ki, ortak toplumsal yaşam için gerekli bir araçtır, ancak artık bir araç olmaktan çıkmış bir amaç haline gelmiştir ve inanılması güç olan şey paranın bütün değerlerin tek ve vazgeçilmez ölçüsü haline gelmiş olmasıdır. Tek kelime ile para her şeydir. Meslektir, arkadaştır, hatta sevgidir, aşktır...”

Böyle bir duruma ve gerçeğe insanların direnç göstermesi, toplumsal ve tarihsel refleksle karşı koymaya çalışması kaçınılmazdır. Varlığımızın temel nedenlerini anlamaya yönelik uğraşlar ve düşüncelerle çözüm yollan arayabilmeliyiz. Önce duygularımızı, sonra kendimizi tükettiğimizin farkında olabilmemiz gerekiyor. Tüketirken tükendiğinin farkına varmaya başlayan ve bu konuda bilgilenen insanoğlunun temel değerleri, tüketim kültürünün ve yaşam biçiminin taarruzu altındadır. Böyle bir çatışma, hippi akımının nedeni olabildiği gibi, uyuşturucu kullanımının, kent terörünün nedenleri de olabilmektedir. Hatta daha ileri giderek, radikal din akımlarının temel dayanak noktasının da bu kültürel çatışma noktası olduğu söylenebilir. Geleneksel başarı ölçütleri olan; kimlik, dürüstlük, çalışma, paylaşım, tutumluluk, sabır, dayanışma gibi değerler önemlerini kaybedip kaybolma ile karşı karşıya kalmaktadır. Bunların yerini, evrensel olarak herkes tarafından görülebilir başarı göstergesi olan para almaktadır. Para ise güç ifadesini daha açık ve daha aşırı tüketimle ilişkilendirdiğinde anlam ifade edebilmektedir. Sonuçta, tüketim insanlar arasında, bölgeler arasında ve toplumlar arasında kimin önde olduğunun, kimden geri kalındığının göstergesi olabilmektedir. Bu durumda ve bu değerlerle yeterli olmanın bir anlamı kalmamaktadır. Daha da ötesinde, geride bıraktıklarımızdan korkan ancak bizi geride bırakanlara karşı da hırçınlaşan, düşmanlık duygulan taşıyan nevrotikler haline gelmekteyiz. Eşitsizlik, korku, endişe ve güvensizlik sonucu ortaya çıkan doyumsuzluk, kendimizi tükenmiş olma durumuna götüren faktörler olmaktadır. Böyle bir yaşam biçiminde doğaldır ki, sevgi ve hoşgörüye pek fazla yer verilemez. Bu konuda, belki de en çarpıcı açıklamalardan birini Erich Fromm yapmıştır:[9]

“Günümüzde insanların mutluluğu eğlenmektir. Eğlenmek, yutmanın, çalmanın verdiği doygunluğu getirir güzel şeyler, güzel yerler, yiyecek, içecek, sigara, insanlar, konferanslar, kitaplar, filmler bütün bunlar yoğaltılır, yutulur. Dünya bizim açlığımızı doyuracak kocaman bir elma, kocaman bir şişe, şişkin bir memedir; biz emeriz, hiç durmadan bir şeyler bekleriz, bir şeyler umarız ve hiç durmadan umut kırıklığına uğrarız. Kişiliğimiz almak, değiş tokuş etmek, tüketmek üzerine kurulmuştur; ruhsal olsun, nesnel olsun her şey değiş tokuş edilecek, yoğaltılacak bir nesnedir.”

Günümüzde bile, komşusuna ektiklerinden “komşu hakkı”; aşından “misafir hakkı” ayıran ve tohumu toprağa atarken “bereketi Allahtan, kuşun kurdun hakkı için” diyerek diğer canlıların da hakkını veren bir davranış gösteren insanlar bulunabiliyorsa, henüz çok geç kalmış sayılmayız. Böyle ulvi bir düşünce ve uygulamaya • sahip insanları gereğinden fazla suni gübreye, hormon kullanmaya, verimli arazilere inşaat yapmaya zorlayan güdü nedir sorusunu sormamız gerekir. Denilebilir ki, ekonomik koşullar insanları böyle davranmaya zorlamaktadır. Hangi ekonomik koşullar? “Daha fazla, daha fazla” düşüncesini hepimizin umutlarını pompalayan duruma getiren koşullar. Belki, gelişme ve çalışma arzusunu yaratmada bir etken olabilir. Ancak, beraberinde aşırı tüketimi getirdiğini ve sevgiyi, özeni yok ettiğini de unutmamak gerekir. Bencillik, çıkarcılık, yarış üzerine oturtulmuş doyumsuz bir tüketim anlayışıyla sevgiyi yok ediyoruz. Bu konuda ders almamız gereken sözü Yunus Emre’nin söylediğini kim yadsıyabilir?

“Ben gelmedim dava için Benim işim sevi için Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim ”

İnsan ilişkilerinin oluşturduğu bir dünya yerine, ürünlerin ve sembollerin oluşturduğu ilişkileri yerleştirmenin bireyi mutlu edemeyeceği açık. Tüketim kültürünün egemen kılmaya çalıştığı “tüket ya da kaybet” anlayışı yerine, tüketimin aşırılığını düşürmeyi hedefleyen “devamlılık ekonomisi” düşüncesini, “yeterlilik felsefesi” ve “istikrar kültürü” kavramlarını öne süren Alan Durning çözüm için, Ne Kadarı Yeterli? adlı kitabında şu yorumu getirmektedir:[10]

“Aşırılık yerine yeterliliği kabul edip bu şekilde yaşamak, kültürel anlamda insanın yuvası olan yere dönüş olanağını sunmaktadır. Erki aile, toplum, iyi çalışma ve yaşam düzenine dönüşü; yeteneğe, yaratıcılığa ve yaratılışa gösterilen hürmete dönüş, günbatımını izlemeye ve su kenarında yürüyüş yapmaya olanak verecek kadar yavaş bir günlük ritme dönüş; içinde bir yaşam geçirmeye değecek toplumlara ve nesillerin anılarıyla dolu olan yerel mekanlara dönüş.”


[84] Stuart L. Hart, “Beyond Greening: Strategies For a Sustainable World,” Harvard Business Review, (Ocak/Şubat 1997), s.70.

1,5 Ynte K. Yan Dam ve Paul A.C. Apeldoom, “Sustainable Maıketing,” Journal of Macromarketing, Yol.16, No.2, (Güz 1996), s.52

K6 Yavuz Odabaşı, “Yeşil Pazarlama: Kavram ve Gelişmeler,” Pazarlama Dünyası, Y.6, S.36, (Kasım/Aıalık 1992), s.9.

1,7 Yavuz Odabaşı, “Yeşil Tüketici Ülkemizde de Yeşerebilecek mi?,” Milliyet Gazetesi, (28.9.1991)

[5]  Stewaıt M. Lee ve Mel J. Zelenak, Consumer Economics, 10. Baskı, (Columbus, Oh.: Pub. Horizons, 1990), s.32.

[6]  George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, (Çev. Şen Süer Kaya), (İstanbul: Ayrıntı Yayınlan, 1998), s.40.

[7]  Alan Durning, “Limiting Consumtion: Toward a Sustainable Cultuıe,” The Futurist, (Temmuz/Ağustos 1991), s.12.

[8]  Çetin Göksü, “Paranın Kirli Yüzü,” Milliyet Gazetesi, (23.5.1994).

[9]  Erich Fromm, Sevme Sanatı, (Çev. Yurdanur Salman), 7. Baskı, (1984), s.85.

[10]      Alan Durning, s. 141.

 

 

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült