Tarde’ın sosyal psikolojinin oluşumuna katkısı, haksızlığa uğrayarak
büyük ölçüde unutulmuştur. Çalışmasına Etudes des psychologie sociale
[Sosyal Psikoloji Çalışmaları] (1898) başlığını ilk verenlerden biri
olan Tarde, göreceğimiz gibi, Amerika’da sosyal psikolojinin doğmasında
güçlü bir etkiye sahiptir. Büyük ölçüde fizyoloji yönelimli bireysel
psikoloji ile Durkheim’in benimsediği, bireyden soyutlanmış sosyoloji
arasındaki ikiliğin ötesine geçen Tarde, ikisi arasındaki geçişte önemli
bir rol oynamıştır. Kendisinin de belirttiği gibi, Comte’unki “sosyal
fizik”, Spencerinmki ise “sosyal biyoloji” idi ve “sosyal psikoloji”ye
ihtiyaç duyulmaktaydı.
Gabriel Tarde (1843-1904) aristokratik geçmişiyle ilişkisini kesmiş bir aileden geliyordu, babası yargıçtı. Cizvitler tarafından idare edilen bir okulda klasik bir eğitim almış, burada maruz kaldığı katı disipline içerlemişti. Hukuk öğrenimi gördü, ama aynı zamanda felsefe, matematik ve (Spencer ve J.S. Mill’in eserlerini de içerecek şekilde) sosyal bilimlerle ilgili pek çok eser okudu. İktisatçı ve matematikçi Cournot’dan, özellikle de Cournot’nun (1861) bilginin aktarıldığı kalıpları incelediği, bilimin ve tarihin temel düşünceleri arasındaki ilişkiyi ele aldığı kitabından belirgin bir şekilde etkilenmişti. “Taklit” [imitasyon] kavramım kendi kuramsal öğretisinin köşe taşı olarak benimsemesinin esin kaynağı da bu kitaptı. Hakimlik yapması nedeniyle aynı zamanda kriminolojiyle de ilgileniyordu; Lombroso’nun kurduğu “İtalyan ekolü”nü eleştirmiş, istatistik ile sosyolojide olduğu gibi kriminoloji alanında da geniş çaplı yayınlar yapmıştı. Sık sık çeşitli enstitülere giderek bu konularla ilgili dersler veriyordu; 1899’da seçkin bir okul olan College de France’a modern felsefe profesörü olarak atandı.
Tarde: Toplumsal Yaşamın Anahtarı Olarak Taklit Üzerine
Durkheim’la karşılaştırıldığında, Tarde sosyolojinin sınırlı hedeflerinin çok ötesine geçen geniş bir kuramsal çerçeveyi ayrıntılı olarak inceliyordu ve bu çerçevenin kapsamı Spencer’ın çok geniş kapsamlı şemasının boyutları ile benzerlik taşıyordu. Bu çerçevenin merkezinde, birbirleriyle ilişkilendirilmiş bir grup bireyin zihinlerarası etkinlik adı verilebilecek etkinlikleri temelinde çözümlenen sosyal süreçler yer alıyordu. Bu tarz etkinliklerin üç ana biçimi vardı; tekrarlama, karşı çıkma ve uyum sağlama. Ona göre bunlar sadece sosyolojinin değil, bir çeşit kozmik felsefenin de temelini oluşturuyordu. Bu üçleme büyük ihtimalle Hegel’den türetilmişti, ama daha önemlisi,çağdaşı pek çok kitap gibi Darwinciliğin de etkisini taşımaktaydı. Ancak, Darwin’in temel görüşlerini anlamakta başarısız olmuş gibi görünmektedir ve ondan aldığı “karşı çıkma” ve “uyum sağlama” kavramlarını Darwin’inkinden çok farklı bir anlamda kullanmıştır. Doğal seçilim kavramının öneminin farkındadır, ancak şunları söylemekten de geri durmaz: “[Kavram] özünde olumsuzdur; zararlı türleri ortadan kaldırma konusundaki erdemine ... artık itiraz edilmiyor, ama gerçek bir yaratıcı güce sahip olduğu çok daha az kabul görüyor.” Aynı zamanda “evrim” yerine “dönüşüm” terimini tercih etmiştir.
Elbette Tarde’ın büyük şemasının ayrıntılarına girmek burada hem gereksiz hem de olanaksızdır ve son kavramı olan “uyum sağlama”dan başlayarak birkaç noktaya kısaca değinmek yeterli olacaktır. Tarde tarihsel manzarayı, uyum sağlamanın ve toplumsal uyumun daima daha etkili bir hal aldığı yavaş bir değişim olarak görüyordu. Dolayısıyla, kaba çatışmadan yumuşayarak rekabete, oradan da tartışmaya dönüşen “karşı çıkma” giderek daha insancıl bir hal alır. Bu, Aydınlanma’dan bu yana süregelen, ancak Birinci Dünya Savaşı’yla aniden sona eren iyimserliğin tipik bir örneğidir. Karşı çıkma birey açısından içsel bir süreç de olabilir; bu durumda Festinger’in “uyumsuzluk” adını verdiği, çelişen fikirlerin, inançların ve isteklerin neden olduğu bir durum ortaya çıkacaktır. Tarde için bu katışıksız bir içsel süreç değildir, aksine daima bireyin toplumsal çevresiyle ilişkilidir ve üç farklı biçimde çözüme kavuşturulabilir: Toplumsal modelin reddedilmesi, kabul edilip çelişkili öğelerin terk edilmesi ya da bir çeşit tavizkar uzlaşma.
Tarde’ın en uzun soluklu katkısı, “taklit”in özünü oluşturan üçüncü ilke, yani “tekrarlama” ilkesi olmuştur. Bu, toplumsal yaşamda güçlü bir etken olarak “taklit”in yepyeni bir kavram olduğunu ileri sürmek anlamına gelmez kavramın yaygın olarak kullanıldığı daha önce de belirtilmişti. Tarde’ın yaptığı, “taklit”in toplumda nasıl işlediğini ve etki alanı geniş sonuçlarının neler olduğunu ayrıntılı olarak göstermekti. Bu noktada, herhangi bir olası yanlış anlamaya meydan vermemek amacıyla, Tarde’ın aslında ikiz kavramlar olan icat ve taklit’in her ikisini de kullandığı belirtilmelidir, çünkü birincisi olmadan hiçbir değişim ya da dönüşüm gerçekleşemez. Dolayısıyla, icat, taklitten önce gelmek zorundadır ve ikisi bir arada bütün toplumsal eylemlerin kökeninde yatan temel toplumsal olguyu oluştururlar.
Tarde, 1890’da yayımlanan en ünlü çalışması The Laws oflmitation’da ikiz kavramların hayvanlar dünyasında, böcekler düzeyinde bile, halihazırda farkına varılabileceğini ileri sürmüştü. Bunu desteklemek için Espinas’ın karıncaların hareketleriyle ilgili gözlemlerini alıntıladı. Espinas’a göre, karınca göçleri bir tür kolektif içgüdünün sonucu değildir. Daha çok, tek bir karınca gruptan ayrılır ve antenini takip edilmesi gereken bir davet gibi sallayarak komşularıyla bağlantı kurar. Kolektif bir hareketlenme başlatacak olan taklit bundan sonra devreye girer. Tarde, bu açıdan karıncaları doğrudan doğruya insanlarla karşılaştırmakta tereddüt etmemişti: “Bay Espinas açıkça karıncaların yaptıklarının, ‘taklit edilerek sürdürülen bireysel inisiyatif’ açısından gayet güzel açıklanabileceğini söylemişti. Bu inisiyatif daima yeniliktir, bizim kendi ruhumuzun cesurluğu ile eşdeğer bir icat.” Ne var ki, insanlar söz konusu olduğunda meselenin bundan daha karmaşık olduğu açıktır; “taklit”le başlayarak bu konuyu daha ayrıntılı biçimde gözden geçireceğiz.
Tarde’a göre, taklit bilinçli ya da bilinçsiz, düşünce ürünü ya da kendiliğinden, gönüllü ya da zorlamayla gerçekleşebilir. Sözgelimi bir fikir, bir gelenek ya da herhangi bir şey akla geldiğinde ve kabul edildiğinde taklidin başlangıcı içseldir kabul edilmesinin koşullarım aşağıda ele alacağız. Bundan sonra, kişinin davranış repertuarıyla bütünleşen davranışla sözcükler ve/veya eylemler açısından yavaş yavaş dış tezahürler gelecektir. Toplumun içinde, taklit, toplumsal statüsü yüksek olanlardan aşağıya doğru ilerleme eğilimindedir. “Geometrik dizi yasası”, çeşitli türlerden modaların, söylentilerin ve buna benzer şeylerin, gittikçe genişleyen “tekrarlama” dalgaları aracılığıyla çarpıcı bir hızla yayılmasına atıfta bulunur. Aynı zamanda “egzotik olana karşı içsel olan” yasası vardır; bu yasa, tanıdık olanın yabancı olandan çok daha çabuk taklit edildiğini ileri sürer. “Taklit yasaları” bizzat burada yaptığımız gibi en yalın hallerine indirgendiğinde, hiç de heyecan verici görünmezler. Ancak, yaşadığı zamana göre Tarde’ın düşüncesinin asıl yenilikçi yönü, taklidin kişiler arasında iletişim kurulmasını gerektiren bireyler arası bir süreç olduğu anlayışıdır. Bu sürecin en basit biçimi ikili biçimdir ve muazzam bir ağa kadar gidebilir. Tarde, sosyal grubu “ya birbirini taklit eden ya da taklit etmeksizin birbirlerine benzeyen ve ortak özellikleri aynı modelin birer eski kopyası olmak olan varlıklar topluluğu” olarak tarif eder. Böyle bir kavrayışın ne kadar yenilikçi olduğunu takdir edebilmek için, Tarde’dan öncekilere bakmak gereklidir Condorcet’nin (grup kararlan konusunda) ve Adam Smith’in (sempati konusundaki) yazdıklarından sonra, daha önceki bölümlerde tartıştığımız bilim insanlarının hiçbiri bireyler arasındaki etkileşime pek önem vermemiştir. Buna karşılık, Tarde için birbirini taklit etmenin gerektirdiği kişisel ilişkiler toplumun temel ilkesini oluşturmaktadır. Şimdi, anahtar kavramlardan İkincisine, yani Tarde’ın fikirleri, uygulamaları, teknik yenilikleri ve buna benzer başka şeyleri kapsayacak genişlikte kullandığı “icat”a geri dönelim. Bir icat, genel olarak, var olan düşüncelerin yeni bir biçimde bir araya getirilmesinden oluşur ve toplumun fikir havuzu ne kadar genişse yeni bir şeyin ortaya çıkma şansı o kadar artar. Bir “mucit” yeni bir şey ortaya koyabilir, ama elbette bunun illa ki taklit ya da kabul edilmesi gerekmez. Aksine, neredeyse her zaman yerleşmiş fikirlerin ve tarzların terk edilmesi karşısında engeller ortaya çıkacaktır. Dahası, yenilikler arasında rekabet vardır:
Bir keşif, bir icat ortaya çıkar. Dikkat edilmesi gereken iki olgu vardır: Bir kişinin diğerine propaganda yapması yoluyla kabullenmenin giderek artması ve aynı amaca yönelik ya da karsı karşıya olunan aynı ihtiyaçları karşılayan yeni bir keşif ya da icat ortaya çıktığında kabullenmenin giderek azalması. Bu karşılaşma, mantıksal bir düelloya yol açar. (Tarde 1890/1895, s. 167)
Elbette, Tarde’m yazdığı dönemde kitle iletişim araçlarının ve yaygın reklamcılığın henüz gelişmemiş olduğu hatırlanmalıdır ancak temel ilke açıktır. “Mantıksal düello”nun, öncelikle (bireyin zihninin içindeki fikirler arasında cereyan eden çatışmalar anlamında) birey içi düzeyde ortaya çıktığı ve daha sonra toplumsal düzeylere genişlediği söylenmektedir.
Kısacası, taklit ve icat Tarde açısından toplumsal davranışı, böylelikle de toplumu anlamanın anahtarlarıydı. Taklidin toplumda, organizmalarda kalıtımın oynadığı rolle karşılaştırılabileceğini ileri sürüyor ve içgüdüsel olduğunu savunuyordu. Son tahlilde taklidin icattan daha temel olduğunu düşünüyordu, çünkü “bütün icatlar ve keşifler, öğeleri olarak daha önceki taklitleri barındıran bileşimlerdir.” Tarde’ın çalışması, göstereceğimiz gibi, oluşum sürecindeki Amerikan sosyal psikolojisini çok etkilemişti. Tarde’ın kullandığı anlamda taklit 20. yüzyıl sosyal psikolojinde pek fazla kullanılmamışsa da, evrimsel psikolojide son zamanlarda ön plana çıkarılmıştır.
Tarde’dan daha uzun ömürlü bir üne sahip olan Durkheim, toplumsal kuramla ilgili tamamen farklı bir yaklaşım geliştirmişti. Bir zamanlar İngiliz toplumsal antropolojisine Durkheimci çözümlemeler egemen olmuştu ve Piaget’nin çocuklarda ahlaki kavramların oluşumu ile ilgili çalışmaları kısmen Durkheim’ın ahlakla ilgili tezini sorgulamak için tasarlanmıştı. Buna karşılık, Durkheim, Espinas’ın hayvanların toplumsal davranışları konusundaki, Danvinci kuramın etkisini taşıyan yazılarına çok şey borçluydu.
Hayvan Toplumları Üzerine Espinas
VictorAlfred Espinas (1844-1922) taşralı bir küçük burjuva ailesinin oğluydu. Yerel okuldan sonra Paris’teki ünlü Lycee LouisleGrand’a devam etti ve burada sıra dışı yetenekleri fark edildi. Buradan sonra, bazı profesörler tarafından çok beğenildiği, ama maceracı fikirleri yüzünden, bazılarını uzun yıllar boyunca mezun olmasına izin vermemelerine neden olacak kadar rahatsız ettiği Ecole Normale Superieure’e kaydoldu. 1867’den itibaren on yıl Fransa’nın çeşitli bölgelerinde öğretmenlik yaptı. Boş vakitlerinde hayvanları gözlemleyip davranışları hakkında notlar alıyordu. Evrime derin bir ilgi duyan Espinas, daha sonra Darvvin ile mektuplaşmaya başladı.
Ulusal Muhafızlara katıldığı FransaPrusya Savaşı’nın başlaması kariyerinin dönüm noktası oldu. Sıkı bir disipline tabi olduğu askeri yaşama eşlik eden travmatik yenilgi, Espinas’ı insan toplumlarının doğası ve hayvanların dünyasıyla ilişkileri hakkında spekülasyon yapmaya yöneltti. Spencer’ı okudu ve seçkin psikolog Theodule Ribot ile birlikte Spencer’ın Principles of Psychology adlı yapıtını çevirdi. Spencer’ın organik benzetmesinden çok etkilendi ve Sorborne’un felsefe fakültesinde verdiği tezde bu kavramı kapsamlı olarak kullandı. Hayvan ve insan toplumları arasında bir süreklilik ilişkisi olduğunu ileri süren temel görüşü pek kabul görmedi. Sınavı yapanlar, Espinas’ın cesaretini oldukça kıracak biçimde, tezinin karşılaştırmalı psikoloji ile ilgili olduğunu düşündüler; ancak onun asıl yapmak istediği, biyolojiyi, bireylerin psikolojisi yerine sosyoloji ile ilişkilendiren bir yaklaşım ortaya koymaktı. Sonunda çalışma 1877’de Des societes animales (Hayvan Toplumları) başlığıyla yayımlandı ve 1878’de ikinci baskısı yapıldı.
Espinas, Darvvinciliğin ortodoks öğretisinin ileri sürdüğü gibi, hayvan ve insan toplumları arasında bir süreklilik olduğunu söylemekle kalmıyor, bunun kolektif, bireyüstü bir bilinç gerektirdiğini de ileri yürüyordu. Espinas, Comte’un toplumu “dev bir organizma” gibi görmesine ve Spencer ile Schaffle’nin tamamlayıcı düşünceleri adını verdiği görüşlere atıfta bulunarak, bu bilim insanlarının kendi argümanlarını yeterince derinlemesine incelemediklerini iddia ediyordu. Biyologların her zaman organizmalarla toplumlar arasında, böceklerle insanların toplumsal örgütlenmeleri arasında bir yakınlık olduğunu fark ettiklerini gözlemlemişti. Organik eğretilemesi Spencer’ınkiyle yakın bir koşutluk taşıyan büyük fizyolog Claude Bemard’dan (187-378) ya da aşağıya alıntılanan pasajın yazarı Emst Haeckel’den yaptığı alıntılar gibi daha pek çok örnek veriyordu. Haeckel şöyle yazıyordu:
Böylece, canlı bir organı oluşturan hücreler, devletin $u veya bu işlevini yerine getiren vatandaşlar ile karşılaştırılabilir. Bu işbölümü ve bunun sonucunda ortaya çıkan organik mükemmellik, devletin, bireylerin tek başına gerçekleştiremeyeceği belli görevleri yerine getirmesini sağlamaktadır, (alıntılayan Espinas 1878, s. 93)
Bu türden karşılaştırmaların o dönemde sık sık yapıldığına ve bunun herhangi bir kolektif zihnin varlığını ima etmesi gerekmediğine dikkat çekilmelidir. Ne var ki, kısaca özetlenmesi olanaksız olan uzun bir tartışma boyunca Espinas bu sıçramayı gerçekleştiriyordu. Burada, çoğunlukla hayvan toplumlarıyla ilgili olan bazı argümanlarından kısaca bahsedebileceğiz. Ona göre, hayvan toplumlarının olduğu gibi insan toplumlarının da toplumsal ilişkileri, düşünceyi ima eden, bunun sonucunda da bilinci ima eden temsilleri varsayar.
Kolektif eylemler, artık farkındalık gerektirmeyen birer alışkanlığa dönüşebilir. Hayvanlarda ve insanlarda toplumsal eylemler kısmen niyete bağlı, kısmen de kendiliğindendir ve bu ikisi arasında yalnızca bir derece farkı vardır. Hem hayvan hem de insan toplulukları, “biyolojik evrimin değişmeyen yasalarının idare ettiği tek bir birim oluştururlar.” Toplum, bazıları tarafından iddia edildiği gibi, bir mekanizma değil, bir organizmadır. Daha gelişmiş memelilerin toplumları da “en aşağı düzeydeki insan toplumları”na yakından benzerler: Her ikisi de kolektif bir bilince sahiptir. Bu gözlem o dönemlerde hala yaygın olan “aşağı ırklar”ın maymunlara medeni insanlardan daha yakın olduğu biçimindeki inancın ışığında anlaşılabilir. Her halükarda, Espinas’a göre, her bireysel bilinç daha yüksek bir bilincin parçasıdır. “Toplum gerçekten de bir canlı varlıktı ancak her şeyden önce bilinçle kurulduğu için diğer canlılardan farklıdır. Toplum, yaşayan bir bilinçtir ya da düşüncelerden oluşan bir organizmadır” (Espinas 1878, s. 530). Espinas başka bir yerde, bütün canlıların aynı türün diğer üyeleriyle bir arada olmak biçiminde içkin bir tercih yaptığım ileri sürmektedir. Daha gelişmiş olanlarda bu sempati şeklini alır ve Adam Smith gibi o da, ailenin ötesinde toplumu bir arada tutan şeyin sempati olduğunu savunmuştur.
Diğer kolektif zeka kuramcıları gibi Espinas da, bilinç atfettiği birimin kesin doğası meselesine değinmekten kaçınır. Ayrıca, ortak bilinç sahibi toplumsal gruplan, ortak bilinci olmayanlardan ayırt etmek için kullanılabilecek hiçbir ölçüt de geliştirmemiştir. Benzer bir sorun, Espinas’ın çalışmalarının sosyoloji için temel olduğunu belirten Durkheim’ın kuramlarında da ortaya çıkmaktadır.
Espinas, argümanlarını geliştirirken kalabalık kuramcıları için cephane işlevi gören hayvan gözlemciliğine atıfta bulunmuştur. Karıncaların göçleriyle ilgili daha önce alıntıladığımız pasaj bunun iyi bir örneğidir. Kalabalık kuramcıları aynı süreçlerin kalabalıklarda ortaya çıktığını savunuyorlardı: Kalabalıklara liderlik edenle eyleme geçmek için inisiyatif üstlenirler ve geri kalanlar onları takip eder.
Espinas’ın, duygunun topluluğun bir ucundan diğerine yayılmasıyla ilgili açıklaması hayvan gözlemciliği ile daha da yakından ilgilidir. Aralarında gözlemlenebilecek hiçbir iletişim olmaksızın saldırgana topluca hücum eden yaban ve eşek anları örneğinden bahseder. Başkalarının duygusal bir durumunun herhangi bir gözlemcinin zihninde aynı durumu yaratmasının genel bir yasa olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Bu, yalnızca böcekler için değil, çocuklardan yetişkinlere kadar tüm insanları da kapsayan daha gelişmiş memeliler için de geçerlidir. Daha gelişmiş memeliler ve insanlar göz önüne alındığında, son yıllardaki nörofizyoloji çalışmaları Espinas’m önsezisini bir dereceye kadar desteklemektedir. Ona göre, bu tarz bir duygusal sirayetin yoğunluğu, o anda orada bulunanların sayısı ile doğrudan orantılı olarak artar ve duygusal uyarılmayı ölçecek bir formül bile önerir. Bu sürecin insanlar arasındaki örnekleri olarak, tiyatroya gidenlerin kolektif hareket etmesinden ve bir hatibi izleyenlerin nasıl coşturulduğundan söz eder. Bu “duygusal yayılma” kavramı kalabalık kuramcıları açısından büyük bir öneme sahiptir ve Espinas sayesinde çok derin biyolojik kökleri olduğunu iddia edebilmektedirler. Bu iddia tamamen temelsiz olmasa da, biraz fazla ileri götürülmüştür.
Durkheim: Tarde’ın Güçlü Rakibi
Daha önce belirtildiği gibi, Espinas aynı zamanda, sosyal bilimlerin önde gelen şahsiyetlerinden biri olarak hala büyük bir saygı gören Emile Durkheim’ın (1858-1917) çalışmalarına da esin kaynağı olmuştur. Durkheim, Espinas’tan başka Comte ve Spencer’dan da etkilenmiş ve Schaffle’hin çalışmalarından övgüyle bahsetmiştir. Bu, onun organik benzetmeyi kullanışlı bulduğunu göstermektedir. Ancak, biyolojik organizmalar ile toplumlar arasında kesin bir ayrım yapmayı isterken, bu benzetmeyi Spencer ve Espinas kadar ileri götürmeye hazırlıklı değildi.
Durkheim, mütevazı bir yaşam süren Ortodoks Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Epinapde (Lorrain’de) dünyaya geldi. Dedesi ve büyük büyük babası gibi babası da bir hahamdı, dolayısıyla ondan da aile geleneğini sürdürmesinin beklenmesi şaşırtıcı değildi. Bir süre hahamlık okuluna gitti ama kısa zaman sonra bunun ona göre olmadığını anladı. Yine de, bütün yaşamını dine genel bir hayranlık duyarak geçirdi. Çocukluğunu çevreleyen katı ve bağnaz arka plan şüphesiz güçlü bir görev duygusu aşılayarak karakterini etkilemişti. On iki yaşında Fransa'nın Prusya savaşındaki yenilgisine tanık oldu ve bu yenilgi onun vatanseverliğine katkıda bulunmuş olmalıydı.
Ecole Normale Superieure’a kabul edilince Paris’e taşındı. Burada geçirdiği üç yıl boyunca şöhretten nasibini alacak olan başka öğrencilerle tanıştı; bunların arasında gelecekte önde gelen bir Fransız psikologu olacak Pierre Janet de vardı. Durkheim’ı sonunda Yahudilikten vazgeçmeye yönlendirmiş olan, belki de burada tanıştığı arkadaşlarının etkisidir. Mezun olduktan sonra Alman üniversitelerini ziyaret etmesini sağlayacak bir burs kazandı. Oradayken, sonradan Völkerpsychologie olacak şeyi büyük ölçüde öngördüğü, etik üzerine bir kitap hazırlamakta olan Wilhelm Wundt ile tanıştı. Durkheim, eleştirilerde bulunsa da, Wundt’un çalışmalarından çok etkilenmişti. Geri döndüğünde önce Bordeaux Üniversitesi’nde öğretmenlik görevine başladı, daha sonra 1902’de hayatının geri kalan kısmında çalışacağı Sorborne’a davet edildi.
Durkheim’ın Bilimsel Sosyolojisi
Durkheim’ın amacı bilimsel bir sosyolojinin kurulmasına katkıda bulunmaktı ve bu bilimin özgül alanını, yani “toplumsaF’ı şekillendirmekti. Ona göre toplum, kendisini oluşturan bireylerin üzerinde sui generis [kendine özgü] bir gerçeklikti. Nasıl ki bir hücrenin özellikleri, kendisini oluşturan kimyasal elementlerden türetilemezse, bir toplumunkiler de bireylerden türetilemezdi. Toplumun belirleyici özelliğini oluşturan, geçmişteki toplumsal etkileşimlerden kaynaklanan ve ortaklaşa kabul edilen bir dizi fikir, inançtan oluşan ve bireylerden bağımsız olarak tutarlı bir sistem teşkil eden bir kolektif bilinçti [conscierıce coilective]. Demek ki, “kolektif bilinç” bir toplumsal olgu idi; bireysel bilinçlerin dışında kendine ait bir gerçekliğe sahipti ve dolayısıyla bireyleri baskı altında tutmaya muktedirdi. Espinas’tan kolektif bilincin paylaşılan öğelerini özgül olarak belirten “kolektif temsiller” kavramını almış ve çarpıcı biçimde geliştirmişti. Kolektif temsillerin bireyleri etkilediğini, onların düşüncelerini, inançlarını, toplumsal davranışlarını idare ettiğini düşünüyordu. Bu formülasyon sosyal bilimler üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Bu formülasyon, daha eski nesil sosyal antropologlar tarafından benimsenmiştir alaycı insanlar bunun emekten tasarruf edilmesini sağlayan değerli bir araç olduğunu söyleyebilirler. “Toplum”, bütün üyelerine aynı fikirleri, inançları ve gelenekleri dayattığından, o toplumun üyelerinden herhangi biri toplumun karakterini belirleyen egemen değerleri, inançları ve gelenekleri ortaya çıkarmak için eşit derecede bilgi kaynağı olabilir. Homojenlikle ilgili bu varsayımın asılsız olduğu gösterilmiştir (örneğin Wasmam 1995). Öte yandan, Durkheim, Moscovici’nin (1984) bu varsayımdan vazgeçerek kuranım güncellenmiş bir uyarlamasını üretmesinde esin kaynağı olmuştur; bu uyarlama sayesinde “sosyal temsiller” esasen Avrupa’da sosyal psikolojinin gelişmeye açık bir çalışma alanı haline gelmiştir. Böylece Moscovici sosyal psikoloji konusunda, sosyolojiye ana akım deneysel sosyal psikolojiden daha yakın bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşım aynı zamanda Durkheim’ın psikolojinin büyük ölçüde sosyolojinin ayrılmaz bir parçası olduğu görüşünden de ayrılmaktadır. Bunun değerini takdir edebilmek için, Durkheim’ın psikolojiyi nasıl kavradığını anlamak gereklidir.
Durkheim’ın, toplumsal gerçekliğin, toplumsal düşünceleri, inançları ve eylemleri neredeyse tek başına belirleyen bir çeşit kolektif zihinden oluşan bireyüstü bir düzeye sahip olduğu biçimindeki varsayımı, “organik-psişik” adı verilen etkenlere göre belirlenen tamamen bireysel işleyişle sınırlandırdığı psikolojiye çok az yer bırakıyordu. Burada Durkheim’ın döneminde “bilimsel” psikolojinin, büyük ölçüde deneysel ve fizyolojik olduğunu ve bireylere odaklandığını anımsamak gerekir. Bu tarzdaki bir sosyal psikoloji, onun “tanımlanmış bir nesneye sahip olmaksızın, her türden belirsiz ve kesinlikten uzak genellemeye işaret etmekten başka bir şey yapmadığı”nı ileri sürdüğü şeydir (Durkheim 1901/1947, s. xviiixix). Dolayısıyla, psikolojinin toplumsal yönlerini sosyolojinin içinde eritmiş ve daha sonra gösterileceği gibi, bunu sosyal psikolojinin tam olarak nereye ait olduğuyla ilgili uzun bir tartışma izlemiştir.
Durkheim’ın, sadece sosyal psikolojiyi sosyolojiye devretmeyi öneren bir kuramcı olduğu izlenimini uyandırmak yanlış olacaktır. İntiharla ilgili klasik deneysel çalışmasında Durkheim (1897/1952), Mill’in savunduğu “birlikte olan değişimler yöntemi”ni kullanmış, dolayısıyla, şimdi çok değişkenli analiz adı verilen yönteminin ilk uygulamasını muhtemelen o gerçekleştirmiştir. Şöyle diyordu Durkheim:
Toplumun her yerinde ortaya çıkan, ancak coğrafi konuma, mesleğe, dine ve benzeri şeylere göre çeşitli biçimler alan bir toplumsal görüngü yığını vardır. Değişimleri bu biçimde saptanacak toplumsal görüngüler arasında örneğin suç, intihar, doğum oranı, evlilik oranı, tasarruf oranı vardır. {Durkheim 1901/1947, s. 133)
Değişimlere kaza eseri ortaya çıkmış gözüyle bakarak esasen düzenlilikler üzerine odaklanan Quetelet’nin tersine, Durkheim farklılıkları nedensel olarak açıklamaya çalışmıştı. İntihar oranlarındaki değişimleri anomie kavramını (yani toplumu bir arada tutarak hayata anlam kazandıran bağların kopması) kullanarak yorumluyordu. Aynı zamanda, bütün toplumun sosyal koşullarının intihar oranını belli bir düzeyde tutmaya meyilli olduğuna inansa da, anomie'nin egemenliğini yukarıda belirtilen değişkenlerin bir işlevi olarak görüyordu. Bu, tamamen sosyolojik olması amaçlanan karmaşık bir argümanın kaba bir özetidir. Ancak, Lukes’in (1973, s. 215) de yerinde bir şekilde yorumladığı gibi, Durkheim, “dolaylı olarak, bireysel psikolojik sağlığın toplumsal koşulları hakkında sosyal-psikolojik bir kuram öneriyordu.” Bu doğru olsa da, Durkheim’ın aynı zamanda “her insan, kolektif olarak intihar etme eğilimi gösterir” (Durkheim 1897/1952, s. 305, vurgu bana ait) dediği de unutulmamalıdır.
Durkheim’ın toplumsal olguların bireysel psikoloji açısından açıklanmasına radikal bir şekilde karşı çıkması, materyalizmin, indirgemeciliğin ve psikoloji karşıtı önyargıları olduğu suçlamalarına yol açmıştı. Görüşlerinin yanlış sunulduğundan şikayet eden Durkheim, intiharla ilgili kitabının gözden geçirilmiş baskısında bu tarz ithamları çürütmeye çalıştı:
toplumsal yasamı bireysel yasamdan ayırarak, toplumsal yasamın psikolojik bir yönünün olmadığını kesinlikle iddia etmiyoruz. Tam tersine, özünde temsillerden oluştuğu açıkça ortadadır. Sadece kolektif temsiller bireysel olanlardan tamamen farklı bir doğaya sahiptir. Sosyolojinin bir tür psikoloji olduğunun söylenmesine, sosyal psikolojinin, bireysel psikolojinin yasalarından farklı, kendine özgü yasaları olduğu da belirtildiği sürece, hiçbir itirazımız yok. (Durkheim 1897/1952, s. 352)
Böylece Durkheim sosyolojisinin, sosyal psikolojinin bir biçimi olduğunu kabul etmeye hazırlanmıştı, çünkü kolektif temsiller zihinsel bir nitelikteydi. Ne var ki, onun için bunlar temelde bireysel temsillerden farklıydı; bir anlamda tek tek kişilerin ötesine geçerek onların toplumsal davranışlarını idare ediyorlardı. Bu, Durkheim’ın kuramsal duruşu ile çağdaşı Gabriel Tarde’ınki arasında bir çatışmayla sonuçlanmıştı:
Zihinsel olarak biri diğerinin üzerinden eyleme geçen, iki kişiden oluşan basit toplumsal İkiliye geri dönelim. Bu iki kişi arasındaki ilişkinin essiz ve toplumsal yasamın gerekli bir öğesi olduğunu ve başlangıçta, daima birinin diğerini taklit etmesini içerdiğini savunuyorum. (Tarde 1898/1999, cilt 4, s. 59)
Böylesi bir görüş, bir dizi kuşatıcı kolektif temsille bireyleri etkileyen toplumsal olguların kolektif bir nitelikte olduğunu düşünen Durkheim’ınkine tamamen karşıttır. Ona göre, bireysel zihinlerin toplanması ve bir araya gelmesi “yeni bir tür psişik varlığın” oluşmasına neden olur ve bu varlığın incelenmesi gerekir. Bunun sonucunda, “bir toplumsal olguyu belirleyen neden, bireysel zihne ait durumlarda değil, daha önceki toplumsal olguların arasında aranmalıdır” biçimindeki ünlü kuralını ortaya koymuştur (Durkheim 1901/1947, s. 109).
Durkheim ve Tarde on yıl kadar kimi zaman hastalıklı bir hal alan bir tartışmaya tutuştular. Bu tartışma, toplumsal olgulara nasıl yaklaşılması gerektiği biçimindeki temel soruya yönelik bir ilgi uyandırdı. Comte ya da Spencer gibi ünlü şahsiyetler sosyoloji ile bireysel psikolojiyi kesin bir biçimde ayıran sınırları korurlarken, Herbart ve onun pek çok takipçisi gibi diğer şahsiyetler de bireysel psikoloji ile toplumun işleyişi arasında bir koşutluk olduğunu varsaydılar. Ne var ki, hiçbiri bireylerin toplumsal davranışlarını idare eden ilkelerle pek ilgilenmedi. Bu, Wundt için de geçerliydi. Sosyoloji ile psikoloji arasındaki sınırların henüz tam belirlenmemiş olması ve Tarde’ın kendini bir sosyolog olarak görmesi yüzünden, Tarde ile Durkheim arasındaki çekişmenin, sosyoloji ile psikoloji arasında bir çekişme olmadığına dikkat çekilmelidir. Yeri gelince her iki düşünürün de iddia edeceği gibi, sosyal psikoloji henüz ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmamıştı.
Hamon: Dışlanan Bir Garip Adam
Son olarak, 19. yüzyıl sonu Fransız yazarları arasında, seçkin çağdaşlarıyla çok az ilişkili görünen ve tek başına arkasında bir iz bırakan biri vardı. Şimdi onun ilginç fikirlerini kısaca özetleyeceğiz. Auguste Hamon (1862-1945), pozitivist gelenek içinde kendini bilim adamı sayan renkli bir şahsiyetti. Politik olarak aşırı solda olması nedeniyle sık sık polisle başı derde giriyordu. Geride çok sayıda eser bırakmıştır; Psycbology oftbe Professional Soldier: Studies of Social Psycbology (1894) da bunların önemli bir örneğidir. Bu eserinde, profesyonel ordudaki hayatın hem subayların hem de (ezilen) askerlerin zihniyetleri üzerindeki etkilerini incelemiştir. Ona göre, sıradan askerler, sorgusuz sualsiz itaat etmeyi gerektiren bir “köle zihniyeti” ediniyorlardı. Kendilerine itaat edilmesine alışkın olan subaylar; otoritelerinin sınırlarının farkına varmakta zorlanıyor, fülen suç teşkil eden bir tarzda davranıyorlardı. Lubek ve Apfelbaum (1989), Hamon’un renkli kişiliğine büyüleyici bir şekilde ışık tutan aydınlatıcı makalelerinde, Hamon’un bazı modern fikirleri önceden sezmiş olduğunu ileri sürüyorlar. Hamon’un askeri yaşamın etkileriyle ilgili yorumları, Goffman’ın “total kurumlar”la ilgili çözümlemesini ve Zimbordo’nun anonimleşmenin ve kişiliğini kaybetmenin davranış üzerindeki etkileri hakkında ulaştığı sonuçları anımsatmaktadır. Dahası, Hamon’un bilimsel çalışmasını politik görüşlerinden ayırmayı reddetmesi, onu “eleştirel sosyal psikolojinin öncülerinden biri haline getirmektedir. Hamon “sosyolojik bilimler”i toplumsal hastalıklar, özellikle o dönemin dikkat çekici meşguliyet alanı olan suç konusunda bir çare olarak görüyordu.
Yukarıda anlatılanlardan Fransa’da sosyal-psikolojik fikirlerin sosyolojik fikirlerle birleştiği ve her ikisinin de toplumsal ve politik radikal değişimlerin yaşandığı bir arka planda ele alınması gerektiği açıkça anlaşılacaktır. Bir sonraki bölümde görüleceği gibi, Almanya’da durum biraz daha farklıdır.