Sosyal Psikoloji
Ersin Aslıtürk
Sosyal psikoloji kitapları Amerikalı laboratuar deneklerinin yaşantı
biçimini, içine düştükleri çelişkili durumları tarif eder. İnsanin aklına
meşhur “Friends” dizisindeki gençlerin hayati gelir. Toplumsal sorunlar,
dünyanın fena hali bir yana, Amerika bir yana. Zira sosyal psikolojinin uzun
zamandır temel ilgi odağı insanin içsel-bilişsel (intrapersonal-cognitive)
süreçleridir. Diğer yandan başka insanların da içsel süreçleri
bulunmaktadır. Bu durumda sosyal psikoloji bu insanlar arasında basitçe bir
karşıtlık kurgulamaktadır. Misal olarak, bir Amerikalı hapse düşerse, sosyal
psikolojiye göre oyun teorisinin paradigmaları ile düşünmesi uygundur. Bu
oyunun iki tarafı bulunmaktadır. Eğer birinci kişi arkadaşına güvenir ve
sessiz kalırsa, ve arkadaşı da onunla dayanışma içinde ayni şekilde sessiz
kalırsa ikisi de 6’sar ay yatıp çıkarlar. Ama böyle bir dünyada insanlara
güvenmek zor olabilir; arkadaşının sucu onun üzerine atması durumunda
birinci kişi 20 yıl içerde yatabilir. İnsanların arasındaki ilişkinin bu
hali alttan alta karşılıklı hesapçılığı ya da gerçek hayatta görmekte
zorlanacağınız biçimlerle bir tur rasyonel zihin tarifini barındırır. Bunu
söylerken insanların rasyonel olmadıklarını savunuyor değilim ama altta
yatan vurgu çok acık: “Basının çaresine bak, dünya kotu, kolla kendini…” Ya
da “insanların çıkarcılığı ve bencilliği evrenseldir” vs.
Buna benzer bir şekilde insan davranışlarının rasyonel temellerini resmetmek
için insanin aklını zorlayan baksa örnekler bulmak da mümkün: Bakın, Carla
Cumartesi günleri patenle kaymaya bayılmaktadır, ama Tommy’i orada görmek
istememektedir. Eğer Tommy de oraya kaymaya gelirse ve Carla da giderse,
Carla'nin –85 puanı olacak (nasıl olacaksa) ve sıfırın altına inecektir! Ama
buna karşılık karla evde çalışarak zaman geçirebilir ve bu ona +20’de tutar.
Eğer Tommy kaymaya gitmez de, Carla giderse, bu Carla’yı +75 puan gibi süper
bir noktaya çıkaracaktır. Tommy’nin kaymaya gitmemesine rağmen eğer Carla da
gitmeyip evde çalışırsa sadece +5 puanı olacaktır[2]… Uzatmaya gerek yok,
bunlar bir üniversite kitabinin içerisinde yer alıyor (Brewer & Crano, 1994,
s. 242-243) ve psikolog olmaya çalısan insanlar bunları da okuyorlar. Eğer
bu insanın bilgi dağarcığına bir katmıyorsa, cidden ne işe yarıyor?
İlginç bir örnek de gruplar arası ilişkilere dair. Muzafer Sherif’in meşhur
gruplar arası çatışma ve dayanışma üzerine yaptığı alan çalışmaları daha çok
gruplarüstü hedeflerin mucizevi birleştiriciliği üzerinden, mutlu sonla
tarif edilir. Oysa Sherif’in kimi deneyleri her vakit bu sonuçları vermez ve
o çalışmaları da sosyal psikoloji kitaplarına aktarılmaz (Cherry, 1995).
“Nice person” (hoş-cazip kişi) ve onun arkadaşları ile ilgilenen sosyal
psikoloji (Moscovici’den aktaran Ian Lubek, 1997) onların diğer gruplara
mutlu bir sona ulaşmalarını da sağlıyor. Son bir örnek daha vermek
gerekirse, mesela sosyal psikoloji literatüründe agresyon kavramı son derece
dar bir çerçevede ele alınmakta ve “kavga eden iki adama” indirgenmektedir.
Doğal olarak araştırmalarda kadınlar kullanılmamakta, agresyonun
siyasal-toplumsal ve antropolojik temelleri göz ardı edilmektedir (Lubek,
1997). Bu esnada dünyada askeri ve etnik katliamlar devam etmekte, kadınlar
kitlesel olarak tecavüze uğramakta ve hatta öldürülmektedir. Diğer yandan,
sosyal psikolojinin agresyon kavramı git gide homojenleşen ve steril deney
ortamlarına sabitlenen, bir kaç kişinin arasında gecen bir hususa
dönüşmektedir, tabii ki bilimsel olmak adına. Daha fazla örnekler
verilebilir ama kısaca sorun sosyal psikolojinin gayet güdük, miyop bir
disiplin olmasında düğümlenmektedir[i].
Sorunlar: Kral çıplak ve çirkin
Tarihsel arka plan
Bu durumda, sosyal psikolojinin bu derece sığ bir disiplin olmasının
arkasındaki kimi tarihsel nedenlere değinmek bir zorunluluk[3]. Sosyal
psikolojinin tarihini doğal olarak psikolojinin tarihi içerisinde
değerlendirmek ve evrensel birey algısının aydınlanma tarihi ile ilişkisini
ortaya koymak gerekiyor. Sosyal psikolojinin görgül (ampirik) bir alan
olması ve doğa bilimi olarak evirilmesi, insani özneyi evrensel ve natürel
bir varlık olarak görmesi, nesnel ölçümlerle insan zihnini ve ilişkilerini
keşfetmeye çalışmasının arkasında yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmiş var
(eleştirel bir giriş için bkz. Collier, Minton ve Reynolds, 1991).
Her ne kadar sosyal psikolojik bilginin kaynakları felsefe tarihinin
uzandığı noktalara kadar gidebilse de, modern bir olgu olarak sosyal
psikoloji Kuzey Amerika’daki kısa tarihinin köklerini 19.yy Avrupa
psikolojisinde bulan bir deneyselci paradigmaya borçludur. 19.yy Batılı
ülkelerde sanayileşmenin hızla geliştiği, toplumsal dönüşümlerin büyük bir
hız kazandığı yüzyıl. Bunların yanında toplumsal teoride İngiltere,
Darwin’nin doğal secilim üzerinden organizmik bakış acısını geliştirmesine
tanık olmuştur. Burada asil önemli olan ise Spencer’in Darwin’in doğal
secilim teorisini sosyal seçilim kuramına doğru genişletmesidir. Spencer’a
göre doğal şartlar, giderek gelişen toplum ve tarih üzerinde etkili olmuş ve
“doğal kanunlar” toplumsal evrimi şekillendirmiştir. İnsanların eylemleri ve
iradeleri ise bu süreçte belirleyici olamaz, çünkü onlar sadece kendi
hayatları üzerinde etkili olabilirler ve toplumsal evrim ise kendi “doğal”
yasalarıyla ilerler. Bu insani ilişkilerin oldukça bireyci bir şekilde
algılandığı bir toplum anlayışı ortaya koymaktadır. Spencer’in bu görüşleri
İngiltere’de bilimsel çevrelerde o kadar da popülerlik kazanamamıştır.
Diğer yandan İngiltere’de Darwin’nin kuzeni Galton görgül yöntemlerle
öjeniye alan açmıştır. Galton zihinsel özelliklerin de fiziksel özellikler
gibi genler yoluyla aktarıldığını savunmuş, hatta buna bir örnek olarak ta
“şöhret”in kimi ailelerde yaygın (kendisininki de dahil), kimilerinde yaygın
olmadığını göstermiştir. Yani “şöhret” genetik olarak aile içinde erkekler
arasında aktarılmaktadır. Galton “zeka” olcum testleri geliştirmiş, beyaz
ırkın üstünlüğünü savunmuş, toplumsal sınıflar arasındaki farkların da
doğuştan gelen farklar yoluyla oluştuğunu savunmuştur[4].
Bütün bunlarla tutarlı bir şekilde, William McDougall yine organizmik bir
bakış açısıyla “sosyal içgüdüler” üzerinden bir sosyal psikoloji tarif
etmiştir. Bu içgüdüler eslik eden kimi duygularla da tanımlanmıştır: Bunlar
kaçış (korku), iğrenme, merak, kavgacılık, kendini aşağılama (negatif
duygular), iddialı olma (pozitif duygular) ve ana-babalık (şefkat)
içgüdüleridir. Daha sonra Amerika’ya gelen McDougall, kendi sosyal
psikolojik anlayışını ırkçı düşüncelerin yaygın olduğu 1908 yılında
ırkçılıktan uzak tutmuş olmasına rağmen, 1921’de öjeni ile
ilişkilendirmiştir. Fakat bu yıllarda Amerika’daki ekonomik ilerlemeci
düşünceler ve bireyselliğe olan vurgu; psikolojide davranışçılığın
gelişmesi; Floyd Allport’un içgüdü kuramını eleştirmesi, öjeniyle
ilişkilendirilmiş sosyal içgüdüler kuramını iyice gündemden düşürmüştür.
Bunlar kapitalizmin ruhuna uygun bir dünya görüsü yaratırken, Fransa’da
Compte pozitivizmin temellerini atmış, Durkheim donemin ruhunun aksine
bireyi toplumsal faktörlerin ışığında ele almış, Tarde ve özellikle Le Bon
da kalabalıkların davranışlarını (ör: Paris Komünü) irrasyonel ve
bilinçdışından kaynaklanan nedenlerle açıklamıştır (Le Bon’un Kalabalık
isimli çalışması ilk 1895’te yayınlanır). 19. yy. boyunca Fransa toplumsal
hareketlerin hakim olduğu büyük siyasal çalkantılardan geçerken, ardından
gelişen Le Bon’un “kalabalıklar psikolojisi” bu hareketlerin kendi kimliğini
kalabalık içinde kaybeden veya hipnotize olan insanlar tarafından
oluşturulduğunu; insanların tek başlarınayken ortaya çıkmayan özelliklerinin
kalabalık içinde ortaya çıktığını söylemiştir.
Almanya ise (18.yy’da) Herder’in bireyin oluşumunu açıklamadaki tarihsel,
toplumsal ve dilsel noktalara referans vermesine; insan bilincine ve
toplumsal gelişime diyalektik bir yöntemle eğilen Hegel’e; tabii ki Marx’in
yine diyalektik üzerinden bireyi toplumsallığı içerisinde tanımlamasına; son
olarak da Wundt’un deneysel-doğal ve diğer yandan da oldukça sosyal bir
sosyal psikolojiyi (Farr, 1996) geliştirmesine tanık olmuştur[5]. Amerika’ya
gelince, bu dönemde Spencer’in sosyal Darwinizm'i İngiltere’de olduğundan
daha fazla ilgi görmektedir[6]. Asil önemlisi ise Amerikan pragmatiklerinin,
Peirce, William James, John Dewey ve George Herbert Mead’in ortaya
çıkısıdır. Pragmatizm rasyonel bir birey tarif eden, fakat dilin düşünceyi
yaratmadaki önemini ihmal etmeyen ve döneminin içerisinde ilerici, örneğin
laissez faire doktrinine karşı çıkan bir felsefi bakışı ortaya koyuyordu.
1900’lerin başında Kuzey Amerika birisi Ross tarafından Fransız toplumsal
kuram geleneğine yaslanan ve psikososyolojik bir içeriği olan, diğeri de
McDaugall’ın psikolojik-organizmik bir sosyal psikolojiyi sosyal içgüdülerle
tanımladığı iki sosyal psikoloji giriş kitabına tanık olur. 1908 ve 1929
yılları arasında psikolojinin alt alanı olarak sosyal psikoloji kitaplarında
en çok referans verilen isimler arasında McDougall, William James, Floyd
Allport ve hatta dördüncü olarak Darwin vardır. Bunların arasında Amerikan
bireyciliğine katkısı en tartışılmaz olanı Floyd Allport’dur. Allport
örneğin 1924 yılında yayınladığı metninde tarihsel bir not düşmüş ve “sosyal
psikoloji bireyin psikolojisiyle zıtlık içerisinde yerleştirilmemelidir;
sosyal psikoloji birey psikolojisinin bir parçasıdır” (Allport, 1924, vurgu
orijinal) seklinde bir yargıda bulunmuştur.
Bu noktadan sonra sosyal psikoloji bireyci ama ayni zamanda davranışçı
öğretinin geliştiği, deneysel paradigmanın daha da önem kazandığı bir doneme
giriyor. Watson artık psikolojinin yeni hedefinin “davranışın tahmini ve
kontrolü” olduğunu belirtiyordu. açık davranışların
niceliklendirilebilirliği ölçüm ve deney imkanları sağlamış ve “sosyal
kontrol” yoluyla toplumsal alanda her şeyin başarılabileceği düşüncesine yol
açmıştı. Artık insan davranışlarını değerlendirmek bir masanın kenarının
uzunluğunu ölçmek gibi bir şey olmaya başlamıştı ve bu “gerçek bilim” olarak
algılanıyordu. Bu esnada Floyd Allport’un kardeşi Gordon Allport da
deneyselci paradigmayı desteklemiş ve modern sosyal psikolojinin temel
yöntemini belirlemesinde önemli bir etkisi olmuştur.
1930 ve 40’larda ise büyük Ekonomik Depresyon’un, İspanya İç Savaşı’nın,
Hitler'in Almanya’daki tehlikeli yükselişinin etkisiyle deneysel
araştırmalar biraz geriye çekilmiş, Kurt Lewin’in toplumsal sorunlara
odaklanan grup dinamikleri ve alan teorisi üzerine kurduğu çalışmaları
dikkat çekmeye başlamıştır. Bu yıllar Marksizmin Amerikan sosyal psikolojisi
üzerinde en etkili olduğu yıllardır. Muzafer Sherif’in Toplumsal Normların
Psikolojisi (1936) isimli kitabi oldukça sosyolojik ve ilerici bir deneysel
perspektif ortaya koymuş hatta ayni yıl J. F. Brown Psikoloji ve Toplumsal
Düzen isminde son derece Marksist bir sosyal psikoloji kitabi yayınlamıştır.
Ayrıca Frankfurt okulundan da Fromm Marksizm ile psikanaliz arasında bağları
sosyal psikolojik bir perspektife yakın olacak şekilde kurmaya çalışmıştır.
Diğer yandan, yine bu yıllarda kapitalizmin ideolojisi doğrultusunda is
yerinde verimliliğin artırılması için Hawthorn (Mayo) deneyleri de
gerçekleştirilmiştir.
Bütün bunların arasında modern sosyal-bilişsel psikolojinin kurulusunda en
çok etkisi olan kişi Kurt Lewin’dir. Sosyal-biliş insanların kaotik sosyal
dünyayı zihinlerinde nasıl temsil ettikleriyle; nasıl bir takım şemalar,
kategoriler ve çıkarsamalarla onu yönetilebilir hale getirdikleriyle
ilgilenmektedir. Lewin ortaya koyduğu alan teorisi ile insan davranışını
kişinin ve çevrenin bir fonksiyonu olarak görmüş; o donem için önemli
sayılabilecek bir kavram olan psikolojik cevre kavramını ortaya koymuş;
kişinin objektif gerçekliği farklı farklı değerlendirebileceği görüsünü
savunmuştur. Lewin matematikteki topoloji kuramından etkilenerek oluşturduğu
alan teorisinde bireylerin sosyal çevrelerini semalarla resmetmiş, bunu
yaparken de vektörler (içgüdüler), kuvvetler (içgüdünün şiddeti), sınırlar
(içgüdünün nesnesinin bulunduğu sınırlar) ve bölgeler kullanmıştır. Örneğin
küçük dairelerle kişileri, büyük daire ile küçük daireler arasındaki bölge
ile de psikolojik çevreyi resmetmiştir. Bu psikolojik cevre, fiziksel-gerçek
çevrenin birebir karşılığı olmayıp, kişinin algıladığı cevre olmaktadır.
Dolayısıyla kişi sadece içsel özellikleri ile değil, ayni zamanda kendi
dışındaki algıladığı dünyayla beraber ele alınmıştır.
Açık davranışlardan çok davranışın altında yatan bilişsel süreçlere ve
bütünlüklere (Geştalt) deneysel yolla eğilen ve sosyal (tarihsel) sureci
değil de sadece verili (tarihsel olmayan) sosyal durumu göz önüne alan
Lewin, özellikle öğrencisi Festinger’in çalışmalarıyla deneysel
bilişsel-sosyal psikolojinin temellerini oluşmasında en önemli rolü
oynamıştır. 1950’lerden sonra, anti-komünist histeri ve soğuk savaş tehdidin
de altında, Kuzey Amerika’ya bilişsel sosyal psikoloji ve ampirik-pozitivist
bir yöntemsel yönelim hakim olmuştur. Bu halen bu topraklardaki en baskın
sosyal psikolojik yönelimdir.
Egemen paradigma: Deneyselcilik ve bazı kişisel deneyimler
1950’ler McCarthy’nin akademik komünistlerin üzerindeki baskısının hakim
olduğu yıllardır. Bu yıllardan itibaren bilişsel sosyal psikoloji yavaş
yavaş güç kazanmaya başlamış, daha çok insanların kafalarının içindekiler
çalışılmaya başlanmıştır. Tutumlarla ilgili çalışmalar, bilişsel çelişki
teorisi, denge teorisi, sosyal öğrenme teorisi bu yıllardan sonra serpilmiş
ve açıkça Geştalt psikolojisinin ve davranışçılığın izleri bu teorilerde
hissedilir olmuştur. Bu yıllarda yükselen bireycilik, büyüyen Amerikan
ekonomisi ve anti-komünist histeri buna toplumsal bir altyapı oluşturmuştur.
Türkiye’de bilişsel sosyal psikoloji oldukça güçlü bir şekilde kendini
hissettirmektedir. Tamamen kişisel bir not düşmem gerekirse, bütün bu
bilişselci birikim halen Türkiye’de sosyal psikoloji lisansüstü
programlarında etkili olup, bu programlara katılan öğrencilerin entelektüel
bütünlüklerine kanımca pek de belirgin bir artı değer getirmemektedir (bir
okuma denemesi için Fiske & Taylor, 1991).
Sosyal bilişsel psikolojinin belki de en önemli hayati sorunu
kuramsızlığıdır. Yukarıda verilen gecen yüzyıl içinde çalışılmış ve halen
çalışılan mini teoriler ve yüzlerce havada asili kalan makaleden örnekler
okunduğunda kişide bütünlüklü bir insan anlayışı bırakmamaktadır. Sosyal
biliş literatürü insanin kafasındaki şemalardan, kategorilerden, farklı
benlik konseptlerinden, bir sürü çelişki ve tutarsızlıklardan bahseder.
Bunların her birini bir araya getirip bir “Geştalt” oluşturmak ise maalesef
mümkün görünmemektedir. Yeni yeni gelişen kimi geniş teoriler ise
bireyciliği desteklemeye devam etmektedirler, çünkü laboratuar ve “nesnel
bilim” meraki yalıtık özne algısını kolayca beslemektedir.
Paralel olarak, bireyi laboratuara sokmanın kendisi ciddi bir yapaylık
getirmekte, ve deneylerdeki ölçme ve niceliklendirme sorunu çok fena
lisansüstü tezlerin yayınlanmasına ve garip bir takım “data”nın toplanmasına
neden olmaktadır. Buna hemen bir örnek vermek isterim: Bir grup arkadaşımla
yürüttüğümüz bir deneyde gelen katılımcıya 5 dolar verip, bu paranın
dilediği kadar ki kısmini karşıdaki yine 5 doları bulunan bir başka
katılımcıya vermesini istemiştik. Kural oydu ki biz onun verdiği parayı üçe
katlayıp, karşıdaki katılımcıya veriyorduk. Tabii karşıdaki katılımcının da
bir dayanışma içerisine girip elinde bulunan hem kendisine ait hem de
gönderen katılımcıdan bizim katlayarak gönderdiğimiz paranın bir kısmını
geri yollaması bekleniyordu. Düşünün ki, tam bir güven durumunda gönderen 5
doların tamamını gönderir, biz onu üçe katlarız, 15 eder, karsıdaki
katılımcının da bu durumda kendisine ait 5 doları ile birlikte toplam 20
doları olurdu. Eğer bu ikinci katılımcı tam bir dayanışma içerisinde girerse
10 doları geri yollar ve ilk para gönderen katılımcının güvenine tam bir
“dayanışma” ile karşılık vermiş olur. Bu esnada deneyde insanlara kimlik
kategorilerini, ve karsı tarafın kimlik kategorisinin ne olduğunu da
hatırlattık. Şimdi bu deneysel kurguyla sunu açıklamaya çalışıyorduk:
İnsanlar kendi kimlik grubundan insanlara daha fazla “güvenirler” (çok para
gönderirler) ve onlarla daha fazla “dayanışma” içerisine girerler (geriye
çok para gönderirler). Hepsi bu. “Significant” sonuçlarımız oldu[7][ii].
Deney esnasında hesap makinesi kullananları gördük, herhalde Habermas’ın
“hesapçı zihniyet” dediği rasyonaliste biçimine tanık olduk. Simdi asıl soru
su: Ne gerek vardı?[8]
Başka toplantılarda başka deneylerin de sonuçlarını izleme şansım oldu.
örneğin pişmanlık gibi olguyu deneysel düzleme getiren ve üniversiteye is
başvurusu yapan bir arkadaşa, niçin bu olguyu on dakikalık karikatür gibi
bir deneye sıkıştırdığını; pişmanlığın iki kişinin arasında bir olay
olmasına rağmen, iki kişinin arasında bunun devinen ve değişen bir
hikayesinin de olduğunu; iki kişinin ifadelerine eğilen niteliksel bir
çalışmanın daha uygun olabileceğini ifade etmeye çalıştım. Cevabi basitti:
“Niteliksel bir çalışmayla mezun olmak zor” dedi[9]… Kuzey Amerika psikolog
doktorları su gibi mezun ediyor, buna araç olan şey ise Newtoncu mantıkla
çalışılan, rakamlara dökülen, istatistiğe boğulmuş bir “bilgi” toplama
sureci. Son bir örneği de yine bir is başvurunda bulunan arkadaşın
sunusundan verelim. Bu arkadaş hızlı master-doktora bitişik programların
birinden yeni çıkmış birisiydi ve çalıştığı konunun baslığı suydu: “Medya
imajları kadınların yeme davranışını etkiliyor mu?” Doğal olarak kafamızda
bir “evet” ile gittik sunuşa. Tahmin edileceği gibi, deneysel kontrolün ve
kimi hoş istatistik analizlerin dışında çok bir şey yoktu sunuşta, zaman
geçirdik, geldik (bu hususlara dair, kimilerinin 2004 Türk Psikoloji
Kongresi’nden hatırlayacağı müstehcen bir hikayeyi ve onun düşündürdüklerini
de yazının sonundaki notlarda bulabilirsiniz[iii]).
Deneysel sosyal psikolojinin sıkıntılarını tartıştıkları bir makalede, Stam,
Radtke ve Lubek (2000) bu paradigmanın kendi kendine asmaya çalıştığı dört
temel sorundan bahsederler. Bunların arasında örneğin deneyi yapan kişinin
bilimsel olmak adına oldukça rasyonel olması gerektiği düşüncesiyle sezgisel
ve “artistik” olması gerektiği düşüncesi kimi tartışmalara yol açmıştır.
çünkü deneyi yapan kişinin gerekli olan “artistik” becerilerini ya da
manipulasyonlarını makalelerin “yöntem” bölümlerinde rapor etmek oldukça zor
bir is. Diğer bir sıkıntı örneğin bilimsel olmak adına deney yapmak
durumunda olmakla bu durumun getirdiği yapaylıktan dolayı özür dilemek
durumunda olmak. Bir başka sıkıntı da araştırmalara katılan “deneklerin”
uyumlu ama el altından araştırmacıya yalan yanlış bilgiler veren kişiler
olma ihtimali üzerine: Örneğin “denek” deneyi anlamamış olabilir ama anlamış
gibi yapabilir; gerçekten deney hakkında ne hissettiklerini saklayabilir;
anketleri hızla cevaplayabilir vs. Son olarak deney yaparken araştırmacı
dengeli ve olculu bir kişi olmak zorundadır ama deney çoğu zaman içinde bir
“oyun” düzeneği barındırmaktadır bu da “komik” bir hava yarattığından ortaya
bir ciddiyet sorunu çıkarmaktadır. İşte bütün bu sıkıntılar deneysel sosyal
psikolojinin yöntem kitaplarında ve el kitaplarının yöntem bölümlerinde
tartışılmıştır. Deneysel sosyal psikolojinin bu o kadar da bilinmeyen bu
mini iç “krizi”nin en çok da Aronson ve Carlsmith’in 1968’deki metninde
kendini gösterdiği belirtiliyor (Stam, Radtke ve Lubek, 2000).
Sosyal psikolojinin bilimselliği tartışılır (p<.05) 1970’lerin basında
“post-McCarthy-doğru” sosyal psikoloji (Lubek & Apfelbaum, 2000) bunalıma
girer. Aslında Amerika da bu süreçte bunalıma girmektedir. Vietnam savaşının
acı sonuçları, 60’larin sonundan itibaren yükselen savaş karşıtı
hareketlenmeler, Ortadoğu'daki gelişmeler, petrol krizi ve ekonomik
büyümenin ilelebet süremeyeceğine dair düşüncelerin yaygınlaşması ve
Watergate skandalı siyasal atmosferi 70’ler boyunca germiştir. Buna paralel
olarak sosyal alanda “kendini gerçekleştirme” kültürünün insanlarda
yarattığı narsistik sorunlar, self-help kitaplarının ortaya çıkması, ve
giderek artan bütün bir topluluk olma ihtiyacı kendini bu donemde gösterdi.
Bütün ekonomik-politik-kültürel-insansal sarsıntılar sosyal psikolojinin de
kendini sorgulaması için önemli bir bağlam oluşturdu. Bu bağlamda bunalımı
başlatan kişi Kenneth Gergen (1973), tarihselci bir tezle bilimsellik
düşüncesinin karsına bir makale ile çıkar[10]. Bu kriz esnasında deneysel
paradigmanın yukarıdaki sorunlarının yanında, etik sorunlar ve sosyal
psikolojinin yaşamla ne derece ilişkili olduğu sorununu, alternatif olarak
diyalektik ve etnik yöntemleri, ampirik gözlemin doğası üzerine
tartışmaları, ideolojik yönelimin deşifrasyonunu ve de bilimsellik
tartışmasını getirir.
Gergen (1973) derginin sonuna yerleştirilmiş yazısında sosyal psikolojinin
fizik bilimlerinde olduğu gibi evrensel ve genel yasalar pesinde koşmasını;
matematiksel yöntemlerle tahminde bulunmasını; ve tarihsel göreliliğin ihmal
edilmesini; tarih ustu bir sosyal psikolojik araştırma çabasını eleştirir.
Sosyal psikolojik bilginin değer yöneliminin kaçınılmaz olması bilimsellik
tezinin sarsmakta, bu da “değerlerden bağımsızlık” iddiasında olan
Festinger’in aslında tam da belirli bir değer yönelimine (bireyciliğe)
girdiğini ve nesnellik iddiasının sadece yüz maskesi olduğunu göstermektedir
örneğin. Bunun yanında sosyal psikoloji bize reçeteler sunmakta, kendimize
güvenmemizi, geniş fikirli olmamızı, başkalarının onayından bağımsız
yaşamamız gerektiğini, anal bağımlılıklarımızdan kaçınmamızı, otoriteryan
olmamamız gerektiğini öğütlemektedir. Bu yönelimlerin bir çoğu Hitler
zamanında olumlu ve gerekli nitelikler idi. Dolayısıyla ortadaki evrensel
birey algısı aslında tarihsel bir algi. Dolayısıyla sosyal psikolojideki bir
çok olgu tarihsel değişime çok duyarlı, fakat bazı fizyolojik olgular ise
doğal olarak tarihsel değişimden etkilenmeyebilirler Gergen’e göre.
Bütün bunlara karşılık Barry Schlenker 1974’te ayni dergide giriş yazısı
olarak bir cevap yazar ama genel ideolojik yönelimiyle beni alerjik
reaksiyona sokan bu yazı bilimsellik tezini kimi ölçülerde önemli olabilecek
şekilde savunurken, sosyal bilimlerdeki ve felsefedeki inanılmaz
potansiyelin yanından gedmez. Disiplinin varlık zeminini korumak üzere
gösterdiği bir reaksiyondur bu. Fakat Alan Elms (1975) yine içerden ama
sosyal psikolojinin hastalığının tedavisi için çok daha uygun bir bütünlük
ortaya koyar. Elms kuramsal bütünlüğün önemini ve hatta kişilik
psikolojisinde daha fazla hissedilen kuramsal emperyalizm tehlikesini (uzun
bir suredir 5 faktör kuramı), yöntemsel çoğulculuğu, kültürel bağlamın
değerini, en sonunda da sosyal psikologların öz-güven sorunlarını asmaları
için kendilerine düsen sorumlulukları not eder. Bunları yaparken çok hakli
olarak Serge Moscovici, Henry Murray, Brewester Smith gibi sosyal ve kişilik
psikolojisinin en değerli isimlerine göndermelerde bulunur. Bu yazı Amerikan
Psikologlar Birliği’nin merkezi yayın organında yayınlanır.
Kısaca burada bilimsellik tartışmasına bir yer açıp sosyal psikoloji sosyal
bir bilim olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Sosyal psikolojinin
bilimsel olup olmadığı sorusunun sosyolojinin ya da sosyal antropolojinin
bilimsel olup olmadığı sorusundan daha farklı olduğunu düşünmek biraz zor.
Ancak yazının gelişinden de anlaşılacağı gibi Kuzey Amerika bazlı, İkinci
dünya Savaşı sonrasında anti-komünist histeriyle ve bireyci bir bağlamda
gelişen, kişinin kafasının içinden dış dünyaya doğru “nedensel” zincirler
kurmaya çalışan, ilişkilere ve süreçlere odaklanmayan, sıkı bir şekilde
ampirik, deneysel, pozitivist, “data” üretmeye meraklı bu “sosyal
psikoloji”yi sosyal bilimin bir parçası olarak görmek de çok mümkün değil.
Ancak bunu burada bırakmak istemiyorum çünkü bu sosyal psikolojinin kendi
içinde ciddi farklılaşmaları var. Genel olarak psikolojinin bütün
açılımlarıyla bilimsel olmadığı tezinin ise savunulması son derece güç bir
tez olduğunu, çünkü beden-zihin bütünlüğü düşüncesinin
analitik-bilimsel-ampirik gözlemleri gerekli kıldığı kanaatindeyim. Bu
sosyal psikoloji için de geçerli. Bunun yanında pozitif bilimlerindeki
gelişmelerinde tarihsel bağlamda ciddi dönüşümler geçirdiğini (Elms, 1975),
sosyal psikolojinin de geçirdiği dönüşümlerin tarihsel bir değeri ve önemi
olduğu düşünülebilir.
Sosyal psikolojinin tarihsel sorunları ve ideolojik yönelimlerini en açık
şekilde deşifre eden psikologlar sosyal psikolojinin bir sosyal bilim olma
özelliğini anlayabildiğim kadarıyla tartışmamaktadırlar (örnekler için
Samelson, 1974, 1986; Sampson, 1977, 1981; Sarason, 1981; Tolman, 1998).
Örneğin Franz Samelson (1974, 1986) son derece yetkin bir şekilde sosyal
psikolojinin “orijin mitini” tartışırken; ve Compteçu pozitivizmin bir
siyasal doktrin olduğunu ortaya koyarken; Compte’un toplumsal devrimlerin
olmaması ve isçi sınıfının devrimci fikirlerini bırakması için Pozitivizm’i
önerdiğini yazarken; ve Allport’un Compte’u kutlayarak liberalist (whiggish)
bir tarih yazımına giriştiğini ileri sürerken; sosyal psikolojinin sosyal
bilimsel değerini tartışmaması önemlidir. Ya da tarih tezinin en büyük
savunucusu Gergen (2001) “postmodern bir bağlamda psikoloji bilimi” derken
ve artık anaakımla bir uzlaşma arayışına girerken, sadece kendisinin
postmodernist olmasından kaynaklanan kimi tutarsızlıklarla mi malul? Açıkça,
bunlar bir gösterge sayılmayabilir ve sosyal bilimin ne olup olmadığı sorunu
gündemimizi işgal etmesi gerekebilir. Öyle görünüyor ki bilimsellik sorunu
mutlaka bütünlüklü bir bilim felsefesi tartışması içinde yer almalı ve
sosyal psikolojinin bilimselliği diğer sosyal alanlarla beraber
değerlendirilmelidir. Örneğin sağlık ile psikoloji arasındaki bağlar
psikolojinin ve sosyal psikolojinin kimi yönlerinin ampirik-analitik
düşünceye ne derece açık olması gerektiğini göstermektedir. Fakat diğer
yandan da insanin organizmik bir varlık olmasına yapılan aşırı vurgunun da
günümüzde ideolojik bir değeri olduğunu teslim etmek gerekir. Bilim
felsefesinin bu anlamda genel olarak psikolojiyi masaya yatırması
gerekmektedir.
Sosyal psikolojik bilginin ve “sosyal psikolojiklerin” sosyolojisi
Kralın çıplaklığını ve çirkinliğini açıklarken bir daha vurgulanması gereken
en önemli nokta Amerikalı sosyal psikolojinin bir bu haliyle bir ciddi bir
politik aktivite olduğudur. Çok önemli görülen zihinsel yükleme ve çelişki
kuramları Amerika’daki tuzu kuru orta sınıfın ya da “Carla”nin yaşamının bir
sorunudur (Israel, 1979; Sampson, 1977). Ya da Türkiye’de Kürtler üzerine
yapılan bir çalışmaya dair ortalıklarda sözü edilen trajik-komik hikayeler
boşuna olmasa gerek. Bir profesörün Kürtleri Müslüman oldukları için bir
Türk grubu olarak görmesini nasıl değerlendirelim? Kürtlüğü inkar etme
noktasına gelebilen bir cehaleti, bir sosyal psikoloji profesörünü,
neo-liberal söylem içinde bir sosyal psikoloji eğitimi almış birisi
anlayabilir, ama bu cehaleti affedemez.
Psikolojik bilginin de bir sosyolojisi olduğunu söylemek sanırım bilgi
sosyolojisi için olağan, ama bundan yaklaşık 30 yıl önceki sosyal
psikologlar için yeni bir şeydi (Buss, 1975). Ek olarak Türkiye’de kimi
sosyal psikologların çok iyi standartlarda hayatlar sürdürdüklerini,
liberalizmlerini açıktan deklare ettiklerini ve gerektiğinde “bir
Amerikali'dan daha Amerikalı” (Gergen, Gülerce, Lock, & Misra 1996, s. 501)
olduklarını ifade etmekte yarar var. En azından biliyoruz ki önemli bir
kısım sosyal psikologun “sosyal psikolojik” birer hayatları var. Yani
amerikan sosyal psikolojisi kişisel anlam evrenlerinin ayrılmaz bir parçası.
Sosyolojiden nefret eden sosyal psikologları ağırlayan ülkemizin sosyolojisi
değiştiğinde, nefretin de sona ereceğini ve disiplinlerarasi bir sosyal
psikolojinin daha da gelişeceğini düşünüyorum.
Farklı ve/veya yeni yönelimlerin sorunları ve sınırları
Bütün bunlara rağmen sosyal psikolojide ihmal edilemeyecek derecede önemli
bir potansiyel bulunmaktadır. Bu potansiyel parçalara ayrılmış ampirik
araştırmalardan ziyade kuramsal yönelimlerin, geniş teorilerin varlığından
ileri gelmektedir. İyi bir kuramsal çerçeve değişik alanlardaki farklı
odakları olan çalışmaları bir araya getirip ortaya bir “Geştalt”
çıkarabilir. Odak noktası Amerika olduğu için, Avrupa’daki çalışmaları,
örneğin sosyal temsiller kuramını dışarıda bırakıyorum.
Bütünlüklü-kapsayıcı anaakım kuramlar
Bu yaklaşımlardan en önemli gördüğüm Kuzey Amerika bazlı iki tanesini örnek
vermek istiyorum. Bunlar bağlanma teorisi (Hazan & Shaver, 1994) ve deneysel
varoluşçuluk (Pyszczynski, Greenberg, & Solomon, 1997). Bağlanma teorisi
temel olarak psikanalitik gelenekten İngiliz John Bowlby’nin bağlanma ve
nesne ilişkileri kuramına dayanmaktadır. Bağlanma teorisi anne-çocuk
arasındaki bağlanma ilişkisine ve bununla ilişkili olarak genellikle çiftler
arasındaki ilişkilerin doğasına eğilir. Örneğin, evrimsel adaptasyon
açısından tartışılmaz bir önemi olan çocukluktaki bağlanma sisteminin temel
özelliklerinin yetişkin ilişkilerinde de sürdüğünü gösteren çalışmalar
bulunmaktadır (Hazan & Shaver, 1987). Bunun yanında “bağlanma stili” kavramı
ile yürütülen araştırmalar insanların duygularını nasıl düzenlediklerine,
stresle nasıl basa çıktıklarına, ilişki tatminine ve depresyona kadar bu çok
konuda anlamlı mesajlar vermektedir (ör: Lopez & Brennan, 2000). En önemlisi
bu teori içerisinde kişi ya da birey diğer kişilerle beraber ilişki bağlamı
içerisinde değerlendirilmektedir (ör: Pietromonaco & Barett, 2000). Her ne
kadar bu ilişki bağlamı içerisindeki kişi algısı dilsel bağlama oturmasa da,
çok daha uygun bir özne algısı sunmaktadır. Bu konuda ayrıca Amerika bazlı
sosyal psikolojinin Bolwby’nin teorisini iğdiş ettiğini yazan Avrupalı
araştırmacılar da bulunmaktadır[11].
Diğer kuram, bağlanma teorisiyle karşılaştırıldığında daha zayıf olduğunu
düşündüğüm ama “felsefi” bir zemine oturduğu için ilgi çeken, deneysel
varoluşçuluk (Terror Management Theory). Bu kuramın üzerine oturduğu temel
varsayım şudur ki, insanlar olumlu birer varlık olmalarının bilgisiyle
yasamaya çalıştıkları su çaresiz hayatlarını anlamlandırmak zorundadırlar.
Dolayısıyla bu teori içerisinde anlam ihtiyacı ve anlamlılık duygusunun
verdiği güven hissi önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlamlılığa ve güven
hissine olan ihtiyaç kendini en çok olum tehdidi altında hissettirmektedir.
Dolayısıyla olumlu oldukları hatırlatıldığında insanlar kendi sembolik
varlık zeminlerini ya da dünya görüşlerini aktive etmekte ve kendilerine
güven veren ne varsa harekete geçirmektedirler. Bu siyasal davranış ta
olabilir, sevgilinin yanında olmasını istemek te olabilir, bedenini süslemek
te, bir şeyler satın almak ta…(toplu sonuçlar için, Pyszczynski, Greenberg,
& Goldenberg, 2004). Bu kuram deneysel olarak göstermeyi başarmıştır ki
Bush’un tekrar seçilmesinin altında biraz da bu korku ve güvenlik ihtiyacı
bulunmaktadır (Landau ve ark, 2004). Kuramın malum sıkıntılı yani deneysel
olmak durumunda olması, hipotez bazlı araştırma surecinin içine sıkışmış
olması ve tabii bir de en kötüsü, içsel nitelikleri itibariyle 90’ların
başında gelişen neo-liberal bir tez olması. Yani ortada Sartre’ın
siyasallığından, hatta varoluşçuluk bir Humanizmadir adli denemesinden
(1948) kalıntı yok. Sadece varoluculuktaki birey vurgusunun kapitalizmin
ihtiyaçlarına göre yorumlanmış bir sekli var. O haliyle bile ilgi çekici
olabilen, çünkü gücünü Amerika’nın (Bati’nin) inkar ettiği “ölümden” alan
bir kuram[12]. Bu çerçeveye uygun şekilde Türkiye’de de örneğin Victor
Frankl’ın bazı kitapları çevrilmiş, geçtiğimiz yüzyılın en büyük
sorunlarından birisi olan varoluşsal anlam sosyal psikolojik literatüre
kazandırılmıştır.
Postmodernizm
1980’lerin başından itibaren diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi
postmodernizm psikolojiyi ve ilk önce de sosyal psikolojiyi etkilemeye
başladı. Yine Kenneth Gergen’nin başrolde olduğu postmodernizm
tartışmalarının temel ekseninde modernist psikolojiye dair bir kaç temel
eleştiri bulunuyor. Gergen’e (1994, 2001) göre aydınlanma etkisi altındaki
modern psikolojinin en önemli vurgularından birisi bireysel bilginin ve
bireyin zihninin içinin önemi. Modern psikolojide insan zihninin sistematik
araştırmayla keşfedilebileceğine dair bir vurgu, dünyanın ve insan zihninin
nesnelliğinin verili olduğu, nesnel gözlemlerle, sebep sonuç ilişkileriyle
ve dolayısıyla deneysel gözlemlerle bu keşfin gerçekleştirilebileceğine dair
bir inanç bulunmaktadır. Bu bağlamda dil büyük harflerle yazılan
“Gerçekliğin” sadece taşıyıcısıdır.
Buna karşılık postmodernizm dilin toplumsal olarak inşa edilmiş ve hiç bir
şekilde nesnel olmayan bilgiyi taşıdığını, dolayısıyla “mahrem bir dil”in
mümkün olmadığını, “gerçeğin” insanların etkileşimi sonucu ortaya çıktığını,
dilin etkileşim içinde anlam kazandığını ve dolayısıyla “dil oyunlarının”
kaçınılmaz olduğunu iddia etmektedir (Gergen, 2001)[13]. Buna paralel olarak
postmodernizmdeki birey algısı modern birey algısından epey bir farklılık
gösterir. Kaba hatlarıyla vermek gerekirse, postmodern birey bir merkezi
olmayan (decentered); imajinatif; bir özü olmayan; bir çok alternatif hayat
hikayesiyle beraber adeta bir çoklu “metin” olarak varolan; toplumsal olarak
inşa olmuş çoklu bir benlik yapısına sahip; çoğul ilişkileri ve parçalı
kimlikleri beraber yasayan; dolayısıyla parçalı bilince sahip; teknoloji
tarafından sarmalanmış; yasamı teatral bir havada rol gereği oynayan; tercih
ettiğini düşünen ama hiç bir şekilde tercih edemeyen; silinmiş ve erimiş bir
varlık (ör: eleştiriler için Dowd, 1991; Smith, 1994). Bu tanımlara uygun
şekilde Dowd (1991), postmodern donemde sosyal psikolojinin öznesi olmayan
bir bilim olmaya doğru gittiğini ileri sürmüştür. Öznesi olmayan bir sosyal
psikoloji, araştırma nesnesi olmayan bir “bilimdir”, yani bir hiçtir.
Doğal olarak, postmodernizme karsı ciddi modernist eleştiriler var ve öyle
görünüyor ki bu eleştiriler postmodernizmi daha “uzlaşmacı” bir zemine
çekmektedir (Friedman, 2002). Modernist eleştirilerin basında
postmodernizmin bütün değerlerin eşit olduğuna yani ahlaki göreliliğe dair
yaptığı aşırı vurgu gelmektedir. İyi toplum, iyi yaşam gibi hedefleri çokça
sorgulayan postmodernler, farklı anlam sistemleri arasındaki diyaloğu ve
dolayısıyla diyalojik bir uzlaşmayı savunuyorlar ama politik bir
paralizasyonu da yaşıyorlar (Prilleltensky, 1997). Postmodernizmle
gelişeceği düşünülen kimi potansiyellerin, mesela pragmatiklik,
kültürler-arası diyalog, ya da niteliksel çalışmaların zaten psikolojide var
olan ya da çok önceleri tartışılan hususlar olduğunu dile getirenler
bulunmaktadır. Örneğin Teo ve Febbraro (2002) psikolojinin kimi
sorunlarından örneğin romantizmi değil de modernizmi sorumlu tutmanın
kendisinin bir postmodern “yükleme hatası”[14] olduğunu, baskının sadece
dilde gizli bir şey olmadığını, toplumsal gerçekliğin bir parçası olduğunu,
ve postmodernizmin kendisiyle çelişerek Avrupa-merkezli bir “dil oyunu”
olduğunu söylüyorlar. Hatta tartışmalar esnasında postmodernizmin bütün
psikolojiyi sardığı bir hipotetik durumda psikolojinin değişik “seslerden”
oluşan bir kakofoniye dönüşebileceğini iddia edenler bulunmaktadır. Benzer
şekilde Locke (2002), “gerçeklikten özgürleştirilecek olan psikolojinin” ölü
bir fantezi dünyasından ibaret olacağını, dolayısıyla en iyisinin
postmodernizmi ihmal etmek olduğunu, zaten sonunda postmodernizmin de kendi
kendini bir fantezi dünyası içerisinde yok edeceğini yazmıştır[15].
Bütün bunlar postmodernizmi kurtuluşçu bir psikolojinin çerçevesinde
değerlendirdiğimizde sorunlu kılmakta ancak postmodernizmle daha da önem
kazanan niteliksel çalışmalar hakkında bizleri uyarmaktadır. Postmodernizm
entelektüel olarak uyarıcı bir etkisi olan ama en önemlisi insani varoluşun
anlatısal yanına yaptığı vurguyla önem kazanan bir akim. Fakat bir yöntemsel
yönelim olarak niteliksel çalışmalar sadece postmodern bir çerçevede
gerçekleştirilmemektedir, eleştirel-kurtuluşçu bir psikolojinin da ayrılmaz
bir parçası olarak değerlendirilmektedir ve anlaşılan bu eleştirel
psikolojiye sırf postmodernizmin hediyesi değildir.
Niteliksel çalışmalar
Psikolojide yaklaşık son yirmi yılda yükselen bir yöntem olarak “anlatı” bir
çok acıdan yukarıda bahsedilen bilimsel paradigmanın sıkıntıların kimilerine
bir cevap niteliği de taşımaktadır. Avrupalı ve daha koklu bir teori olduğu
için sosyal temsiller kuramını bir kenara bırakırsak, niteliksel yöntemler
temel olarak söylem ve içerik analizi, görüşme analizlerini, otobiyografik
analiz ve hayat hikayesi analizlerini içeriyor, ancak bunlarla sinirli
görünmeyen bir yöntemsel yönelim. Altında kuvvetli bir felsefi zemin (ör:
Paul Ricoeur) bulunan bu yönelimin öznellik algısı da farklı tabii ki.
Pozitivist psikoloji, yani insanların neye “sahip olduğu” ve ne “yaptığıyla”
fazlaca uğrasan ve niceliksel yöntemlerle çalışan psikoloji, insanların ne
“söylediklerini” ihmal etmekte, insanların içinde yaşadıkları ve diğer
insanlarla siyasal bir atmosferin içinde oluşturdukları anlam evrenini
görememektedir. Niteliksel çalışmalar sosyal psikolojiyi felsefe, sosyoloji,
dahası eleştirel kuramla buluşturmakta ve daha sosyal bir sosyal
psikolojinin oluşmasına bir zemin sağlamaktadır.
Ian Parker (2004) gibi Marksist eleştirel psikologlar ise “söylem analizi”
tekniğini psikolojide ideoloji hususunu çalışmak için en önemli araç olarak
görüyorlar. Söylem analizi insanların farklı “seslerinin” ideolojik
yansımalarını düzeni teshir edecek şekilde ortaya çıkarabilecek bir araç
iken, genel olarak niteliksel analiz eleştirel ve kurtuluşçu düşünceye
önemli araçlar sağlamaktadır. Örneğin, geleneksel yöntemlerde araştırmacı
“deneklerine” yabancı iken, niteliksel araştırmalarda bu yabancılık minimuma
inmekte ve insanla, kişiyle, kişilerin biricikliğiyle, mahrem yaşamlarıyla
ve ayni zamanda kültürün ve toplumsal düzenin insan üzerindeki etkileriyle
temas sağlamaktadır. Kültürel sembolizmin sosyal psikolojik anlatının
içerisine girmesi “evrenselci” vurgunun açıklayıcı gücünü sarsmakta ve
sosyal psikolojinin kendi temellerini sorgulanmasını getirmektedir.
Niteliksel calışmalarda insan kişisel-kültürel-politik anlamlar üreten ya da
inşa eden bir özne olarak algılanmakta ve bu da diyalektik yaklaşımlarla bir
ölçüde uyumu berberinde getirmektedir. Zira diyalektik yaklaşımlardaki
toplumsal insanin toplumsal bütünlüğü içerisinde değerlendirilmesi gerektiği
tezi, sosyal inşacılıkla bir ölçüde kuramsal bütünlük göstermektedir. Bu
noktada, sorunsallaştırdığımız psikolojinin içerisindeki kurtuluşçu
canlanmalara kısaca değinmek gerekiyor.
Kurtuluşçu ve komünüteryan sosyal psikoloji: “Sumus, ergo sum”[16]
Doğal olarak pozitivizm ve postmodernizmle hem büyümüş hem de hastalanmış
bulunan sosyal psikolojiye verilebilecek en iyi reçetelerden birisi tarihsel
ve eleştirel bir bilim pratiğidir. Bu konuda kuramsal yaklaşımlardan kriz
döneminin tesiri ile çıkanlar diyalektik, ideoloji, bilgi sosyolojisi,
hümanizm gibi kavramların sosyal psikolojinin ve sosyal bireyin durumunu
anlamaktaki önemine işaret ederken, yeni yönelimler komünüteryan-eleştirel
bir felsefe içerisinde daha zengin bir kavram setini gündeme getirmeye
çalışmakta, örneğin açıktan küreselleşme ve yoksulluğu tartışmakta ya da
farklı kimliklerin “seslilik” sorununa ve etik problemlere el atmakta,
farklı yöntemleri bünyesine barındırmaktadır.
Okuyucunun Marksist bir psikolojinin ana hatlarının neler olabileceğini
merak edeceğinden, bunu ortaya koymak gerekir. Ancak kanaatim odur ki
psikoloji ile uğrasan Marksistler, insanların sosyal psikolojik süreçlerine
dair doğrudan tarif eden kavramlar ve konseptler üretmektense, daha çok
Marksizm’i temel bir kuramsal (ör: Tolman, 1995) ve etik (Prilleltensky,
1997) bir çerçeve olarak görüyorlar. Yani kuramsal bazda Marksist
yaklaşımlar bir yandan oldukça ön açıcı gibi görünürken, bir yandan bu
kuramsal çerçeve içerisinde insani varoluşun çeşitli yanlarını tanımlayan
kavramların üretiminde kimi sıkıntılar var gibi görünmektedir. Örneğin,
kuramsal bir bütünlük içerisinde Amerikalı Marksist sosyal psikologlar
diyalektik bir psikoloji üzerine eğilmiş (ör: Smith, 1977) ve egemen
psikolojiyi yetkin bir şekilde eleştirmişlerdir. Fakat, örneğin diyalektik
yöntem ile, kavram yaratmak konusunda (ör: Prilleltensky & Gonick, 1996) o
kadar başarılı görünmemektedirler. Dolayısıyla sürekli olgu üreten ve
kuramsal bir bütünlükten yoksun egemen psikolojinin tersi bir durum ortaya
çıkmaktadır.
Bu konudaki Holzkamp ve Alman Eleştirel Psikolojisi’ni (Teo, 1998;
Osterkamp, 1999) ve politik psikolojiyi Marksizm çerçevesinde okuyan
araştırmaları (ör: Prilleltensky & Gonick, 1996; R. J. Smith, 1985) bir
kenara ayırmak gerekiyor. Teo’nun (1998) Holzkamp yorumlarından anlaşıldığı
kadarıyla Eleştirel Psikoloji içerisinde öznellik hakkında yeni
olgular-kavramlar (ör: eylem potansiyeli gibi, Tolman, 1998) ve yaklaşımlar
da inşa edilmeye çalışılmış, ancak Holzkamp’ın “bütün psikolojiyi yeni bir
bilimsel temele” oturtmadaki “haddini bilmez” tavrı diğer eleştirel
psikologlar tarafından eleştirilmiştir[17]. Bunun yanında Holzkamp’ın
Leninist bir Marksizm’i savunarak diğer Marksistlerle tartışmaya girmesi
“sistemik bir bilim modeli” oluşturma sürecini zedelemiş gibi görünmektedir.
Bütün bunlara rağmen Alman eleştirel Psikolojisi Marksizm’in psikoloji
alanındaki en bütünlüklü projesi olmayı sürdürmekte, günümüz psikolojisinin
güdüklüğünü, ufuksuzluğunu bir ölçüde kırmaktadır.
Marksizm’in Sosyetik yorumları, eleştirel teorinin ve dolayısıyla eleştirel
psikolojinin kaynaklarından birisi olan Frankfurt Okulu tarafından da
eleştirilmiş (ör: Marcuse, 1954)[18], hatta özellikle sosyal psikoloji
içerisinde Marksizm’in tutunamayışının nedenlerinden birisi olarak
görülmüştür (Minton, 1988). Bu konuda en çarpıcı örnek J. F. Brown ve 1936
yılında yazdığı Psikoloji ve Toplumsal Düzen isimli kitabidir. Kitapta
açıktan ekonomik determinizmi savunan, daha doğrusu Marx’in tarihsel
materyalizmini tamamen ekonomik süreçler üzerinden okuyan Brown, üzerinde
çalıştığı insani öznelliğinin diyalektik doğasını kavramakta sıkıntı
çekmiştir. Fakat paralel olarak gelişen Frankfurt Okulu insani öznelliği
kavrarken Hegel’e, Hegelyen Marx’a, yani Marx’in ilk donem yazılarına
odaklanmış, bilinç sorununa ve bilincin diyalektiğine eğilmiş, Freud ve
Marx’i birleştirmekte çok daha basarili olmuştur.
Benzer şekilde Muzafer Sherif, 1936 yılında doktora tezi olan Sosyal
Normların Psikolojisi’ni yayınlamış ve Frankfurt ve Geştalt okullarının açık
etkisiyle bütünlüklü Marksist nosyonlarını ortaya koymuştur. Hatta
Türkiye’den tamamen ayrıldıktan sonra, Cantril ile beraber 1947 yılında
kaleme aldığı Ego İlgileri Psikolojisi kitabında Sovyet sistemine ve
Marksizm’ine olan sempatisini hakli olarak ortaya koymuş, ancak daha sonra
Sherif bu kitabi ile pek de anılmamıştır. Günümüzde Sherif’in 1936’daki
kitabına verilen bir dolu referans ise kitabin içinde çeşitli noktalarda
gecen politik bağlamın öneminden tamamen koparılmıştır. Kavramsal bazda bir
değerlendirme yapmak gerekirse, Sovyet Marksizmi’nin kavramsal yapısı,
Frankfurt Okulu’nun ya da neo-Marksizmin kavramsal yapısıyla
karşılaştırıldığında sosyal psikolojiye daha uygun bir zemin
sağlayamamaktadır. Bu değerlendirme ise şüphesiz daha ayrıntılı bir
çalışmayı gerektirmektedir.
Sosyal psikoloji içerisinde Marksizme olan ilgi kriz donemi ile ateşlenmiş,
bu konudaki en açık yayın ise 1984 yılında Psikoloji’de Diyalektik ve
İdeoloji ismiyle Larsen (1984) tarafından toplanmıştır. Az sayıdaki Marksist
psikologları bir araya getiren kitap bir çok acıdan önemli bir kaynak
durumundadır. Bunun dışında Tolman’in (1994) Alman eleştirel Psikolojisinin
ana hatlarını ortaya koyduğu bir kitabi ve Eleştirel Sosyal Psikoloji
(Ibanez & Iniguez, 1997) alanındaki ilk derleme de okuyucu için kaynak
teşkil etmektedir. Türkçe’de ise tartışmasız en önemli kaynak su anda Parker
ve Spears (1996) tarafından toparlanmış, Kemal Sayar’ın çevirisi olan
Psikoloji ve Toplum: Radikal Teori ve Pratik isimli kitaptır. Bütün bu
yayınlar şüphesiz ki dünyanın 80’ler sonrasında içine düştüğü politik
durumdan açıkça etkilenerek oluştular.
Kendi içindeki gerginlikleri ne olursa olsun, psikolojinin “öznesinin”
doğasına ya da kurulusuna dair Marksizm çok önemli kuramsal araçlar
sunmakta, uygun bir eleştirel zemin sağlamaktadır. Bu kuramsal çerçeve
içerisinde yapılması gereken ise olan görgül, yorumsamalı, anlatısal ve
katılımcı çalışmalar ortaya koymak ve yeni kavramlar, olgular üretmektir.
Ayrıca, Marksist bir eleştirel psikolojinin ne derece anaakım psikoloji ile
bir evlilik içerisinde olacağı bir soru işaretidir. Kanımca tam bir kopuş ve
reddi miras kolay kolay mümkün olmayacak, ancak dönüştürücü bir psikoloji
pratiği dönüşümün ruhuna uygun bir şekilde süregelen kavramları yeniden
yorumlayabilecektir. Bu hususta Teo’nun (1999) psikolojinin üç ayrı ama
birebiriyle ilişkili fonksiyonuna dair koyduğu çerçeveyi anlamlı buluyorum.
Teo (1999) psikolojide “bilim”, “kültür” ve “eleştiri” olmak üzere üç
fonksiyondan bahsetmekte ve bilimin analitik değerlendirmeler; kültürün
olguları anlamlandırma; ve eleştirinin de psikolojik bilginin oluşumu,
yeniden oluşumu ve yapısökümü gibi fonksiyonlarının olduğunu tartışmaktadır.
Bu çerçevede üzerinden değerlendirildiğinde, eleştirel psikolojinin egemen
psikolojiden koparak varolabilmesi için kendi bilimsel ve kültürel pratiğini
yaratması gerektiğini görüyoruz. Ancak bugüne kadar bilimsel ve kültürel
alanda oluşan bilgiyi tamamen reddetmenin getirileri ve götürüleri iyi
değerlendirilmeli ve eleştirel psikolojinin nasıl bir epistemolojik yapısı
olacağı tartışılmalıdır. Bütün bunlar başka bir yazının konusu olmayı
beklemektedir.
Sonuç: Türkiye’de eleştirel psikoloji olanakları ve toplumsal kader
Türkiye’nin her zaman için yeniliklere ve yeni dönüşümlere gebe bir ülke
olduğunu düşünebileceğimizden, Carla’nın hayatına alternatif bir anlayış
getirme görevini, ya da Carla’yı farklı okuma yollarını da (Zeynep olarak
mesela) Türkiye’de yaratmak gerekiyor. Türkiye’de genel olarak psikolojinin
ve özel olarak sosyal psikolojinin durumunun iyileşmesi, felsefe ve
sosyolojiyle buluşması için hem psikoloji içinde hem de ayrı olarak
konferanslar düzenlenebilir, yaz okulları açılabilir ve sonunda bir yüksek
lisans programı oluşturulabilir. Güney Afrika, Avustralya gibi ülkelerde
bunların örnekleri mevcut. Bu çalışmalar için canlanmalar geçtiğimiz yaz
düzenlenen (2004) Ulusal Psikoloji Konferansı’nda Psikoloji ve İdeoloji
isimli bir panel ve eleştirel içerikli sunuşlarda çekirdek olarak kendini
göstermiş ve bu derleme ile iyi bir başlangıç yapmıştır.
Her ne kadar komünüteryan bir psikolojik yaklaşımın avantajlarının yanında
olası sorunları bulunsa da, iddiamız odur ki kurtuluşçu komünüteryanizm
alternatifleri arasında günümüz dünyasının toplumsal ve dolayısıyla bireysel
sorunlarına en bütünlüklü biçimde yaklaşandır. Türkiye’de ve dünyada baskı
altında, etnik ve dinsel gruplar, tabii ki kadınlar, eşcinseller, engelliler
ve başkaları bulunmaktadır. Bir de bütün bunları ortaklayan, neo-liberal
ekonomik politikaların azdırdığı bir yoksulluk olgusu ve büyük bir
ahlaksızlık olarak eşitsizlik var önümüzde. Bütün bunları aynı anda önüne
koyacak olan psikoloji kurtuluşçu ve komünüteryan tezlere gebedir.
Son olarak eklemek gerekir ki bir sosyal bilim olarak psikolojik bilginin
üretiminde bulunan insanlar kişisel kaderleriyle toplumsal kaderi, kişisel
gelişimleriyle toplumsal gelişimi buluşturmak zorundadırlar. Bu duygu
kişisel gündemimizi meşgul etmediği surece içinde yasadığımız dünyaya
yabancılaşan bir varoluşun içerisine gireceğimizi ve bu yabancılığın er geç
insanlık tarihine bir trajedi olarak geri döneceğini ya da dönüyor olduğunu
ifade etmek isterim.