Her toplum, hangi düşünce ve duyguların farkındalık düzeyine varacağını,
hangilerininse bilinçdışı kalacağını belirler. Eric Fromm’a göre, sosyal bir
karakter olduğu gibi, ‘‘sosyal bilinçdışı” da vardır. Anne-baba, eğitim
görülen okullar, sinema, televizyon, gazeteler, çocukluktan itibaren kişiye
ideolojileri telkin eder ve kişi bunları sanki kendi görüşüymüşçesine
benimser. Bu işlem bizimkine zıt toplumlarda vuku bulursa adı “beyin
yıkama”, bilemediniz “propaganda” veya “endoktrinasyon”dur. Kendi
toplumumuzda ise biz buna “eğitim” ve “bilgi” deriz (Fromm, 1962). Earl
Hopper (2003) kişinin farkına varamadığı sosyal, kültürel, iletişimsel
düzenlemelerin varlığına ve onların kişiye getirdiği sınırlamalara “sosyal
bilinçdışı" adını veriyor. Bu düzenlemeler algılanmaz (“bilinemez”),
algılandığında tanınmaz (“inkar edilir”), tanındığında sorun kabul edilmez
(“verilidir”) ve sorun sayıldığında uygun bir uzaklık ve nesnellikle
değerlendirilemez. Bu kısıtlamaları tam olarak öğrenemeyiz çünkü onlar
tarafından yapılmış, dünyayı onların gözüyle göre gelmişizdir. Kişisel ve
sosyal anlamda güçsüzlük hissine mağlup olmamak adına, onları bilmeye
direniriz. Bu durum terapi için önemlidir; zira, “sosyal olgu ve kuvvetlerin
etkisinden bihaber bir terapist, hastalarına, kimliklerinin belirli tarihsel
ve politik kavşaklarda nasıl şekillendiğini hayal edebilecekleri bir fırsat
sunamaz”. Böyle bir analist bu sosyal olgu ve kuvvetlerin terapötik durum
içinde yeniden bilinçdışı yaratımına duyarlılık gösteremez (Hopper, 2003).
Zizek’in kelimeleriyle söylenirse “onu bilmiyoruz, ama onu yapıyoruz."
(aktaran Guttvvill ve Hollander, 2006). Earl Hopper’a göre ideoloji;
eşitliksiz güç yapısı ve kaynaklara erişimi gizlemeye yarar. Herhangi bir
toplumsal düzende ideolojinin gizlediği hakikati bulmak zordur; çünkü
hakikatle yüzleşmek, iktidarsızlığımızı da fark etmek demektir. Bu da
narsistik bir yaralanma yaratır (Hopper, 1996; Hopper, 2003).
Kültürel normlar konuştuklarımıza, hissettiklerimize ve konuşmalarımızla neyi söylediğimize duvarlar örer. Kimileyin terapistler ve danışanları, hakim ideolojileri el üstünde tutmaya yarayan “normatif” bir bilinçdışı süreç yaşar. Bu süreç, süregelen ruhsal acının kaynağı dahi olsa el üstünde tutulur. Kişi, yakınlarının sevgisini ve sosyal dünyanın onayını yitirmemek için ruhsal acıya katlanır. Normatif bilinçdışı süreçler cinsiyeti, ırkçı ve diğer güç hiyerarşilerinin yarattığı narsistik yaralarla oluşturur. Güç hiyerarşilerinin telkin ettiği normlar, bir grup insanın diğerlerine göre daha aşağıda yer aldığını söyler. Benlik, narsistik yaralamanın ürünü olan normatif bilinçdışı süreçlerle bu yaraları iyileştirmek isteyen bilinçli/bilinçdışı süreçlerin çatışmasıyla şekillenir (Layton, 2004). Şehirleşme ve endüstrileşmenin emek ayrımı, kamusal ve özel alanlar arasında kesin bir farklılaşmaya yol açmıştır. Pederşahi normlar iki alanı bölmüş ve onlara cinsiyete dayalı anlamlar yüklemiştir. Kamusal erkek ve özel kadın alanları, başat cinsiyet konumlarını belirleyen bir bölünme yaratmış, faillik/etkenlik erkeklere, ilişkisel özellik de kadınlara has kılınmıştır. Duygusal bağlılıklar sadece özel alanda değerlidir artık, kapitalizmin “it dalaşı” dünyasında değil. Aile değerlerine dönük kamusal retoriğe karşın, günümüzde ordu veya şirket sizi ülkenin veya dünyanın öbür tarafına gönderdiğinde, karşılaşacağınız güçlükleri bilseniz de buna boyun eğersiniz. Kamusal/özel ayrışmasını meşrulaştıran liberal ideoloji, akıl ve iradeye dayalı bir özerk erkek öznelliğini yüceltir. Özgür birey ideolojisi, özellikle ABD bağlamında, her türlü bağlantıyı reddeden, kendine yeterli ve aşırı bireycilikle yakından ilişkilidir. “Özgür birey” ideolojisini sürdüren şey etkin ve sürekli bir bağımsızlaştırma ameliyesidir. Kişi bağlamdan, tarihten, kültürden, sosyal sorunlardan, politikadan kopuk bir biçimde; tek başına bir insan olarak değerlendirilir.
Başat ideoloji, birkaç cephede her türlü eşitsizliği gizlemek için çalışır ve bireyin sorunlarının sadece bireyle ilgili olduğunu söyler. Liberal ideoloji, gruplar ve onların öfke, sevgi gibi tutkuları, kamusal alanda dışa vurmaları hususunda şüphecidir. Kuvvetli bağlılıklar tehlikeli addedilir. Bağlılıklar özel ve bireysel alana has kılınmalıdır. Gruplar rasyonel bireylerin çocuksulaştığı, ilkelleştiği, bireyliklerinden feragat ettiği yerlerdir. Buradan hareketle liberal ideoloji, kimliğin din ve kültür gibi grup veçhesine arka planda bir rol verir. Bu arka plandaki yerin öznelliği belirlediği düşünülmez. Girişimci kapitalizm tüketim kapitalizmini doğururken, liberal bireyci ideoloji yerini sağlamlaştırır. Liberal söylemde bir zamanlar kamusal yurttaş olan özerk birey, şimdi medyada ve başka yerlerde özel tüketici olarak resmedilmektedir. İnsan varoluşu ve ahlakı, pazar yerinin gerçeklerine ve teknik rasyonaliteye boyun eğdirilir. Bu durum bireylerin kendi arasındaki ilişkilerini zedeler, araçsallaştırır ve metalaştırır. Bütün bu süreçlerde bireyler birbirinden, sosyal ve doğal dünyalarından kopar (Layton, 2006). Kapitalist kültürün bütün aygıtları, özgür bireyi sosyal bağlamından koparmaya hizmet eder. Oysa sosyal bağlam vücudumuzu nasıl kullandığımızdan, bağımlılığı nasıl tanımladığımıza, aldığımız tatlardan nezaket kaidelerine dek ruhsal dokumuza işlemiştir. Bir kültürün güç yapısı neyi bağımlılık sayıyor, neyi faillik olarak değerlendiriyor? Bu tür tercihler o kültürün ruhsal çatışmalarını da büyük oranda belirler. Sadede geliyoruz: Hastanın çatışmalarını sadece aileye hasretmek suretiyle psikanalitik terapi, ruhsal alanı sosyal alandan koparan normu kuvvetlendirmiştir. Böylece ruh sağlığı, hedefleyebileceğinden çok daha düşük bir sonuca odaklanmaktadır. Bu şekilde hastalarımızın imkanlarını kısıtlamış olmaktayız. Eğer kişinin sosyal bir birey olduğuna inanırsak, eğer onun mutluluğunun benliğinin ve yakın ilişkilerinin ötesinde yattığına inanırsak, yaptığımız işin, narsisizmin daha mutlu ve daha sağlıklı biçimlerini ürettiğini görmek bizi afallatabilir. Bireyi sosyal alandan soyutlayan, burjuva ideolojisi, bireyselliği yoksullaştırmakta, bağımlılığı inkar etmekte, farklılığı hoş görmemektedir. Bu dinamik, pek çoğumuzu medya, iktidar, reklamcılık ve halkla ilişkiler manipülasyonlarına karşı hassas kılar. Kendi özerklik ve bireyselliğimizi sonuna dek savunsak da gizli baştan çıkarma düzenekleriyle güdülen, yönlendirilen kitlelere dönüşebiliriz. Klinik kuram ve uygulama, insanlara hayatlarını “özgür bireyler” olarak nasıl daha mutlu yaşayacaklarını öğretmektense ruhsal ve sosyal olan arasındaki irtibatı nasıl yeniden sağlayabileceklerinin bilgisini sunabilir. Böylece başkalarına hizmet etmek de sevmek ve çalışmak kadar değerli bir edim olarak ruh dünyamızdaki yerini alabilir.