Psikanalizin Tarihçesi
Sigmund Freud
Freud, psikanalizin görüşlerinden sapma gösterip psiİzanalizin ilkeleriyle
bağdaşmayan düşüncelerin kendisinin bulguladığı psikanaliz adı altında
sunulmasından aleyhindeki kimselerin yararlanacağını düşünmekte ve
psikanalizin, psikanalizle uğraşanların bile üzerinde anlaşamad.ğı keyfi ve
bilimsellikten uzak bir nesne olduğunu kanıtlamaya kalkacaklarından
çekinmekteydi. DolayiSiyla, bilimsel polemiklere girmekten hoşlanmadığı
için, istemeye istemeye Psikanalizin Tarihçesi'ni yazmaya karar vermiş,
psikanalizin gelişim tarihçesinde ki güçlü mantığa dayanarak kurduğu
öğretinin ana kavramlarını bir kez daha açık seçik ortaya koymak, beri
yandan Adler ve Jung'un öğretilerini ele atıp özleri bakımından psikanalize
aykırı düştüğünü, bu yüzden psikanaliz adının bunlar için söz konusu
edilemeyeceğini göstermek istemiştir. Psikanaliz akımının örgütlenmesi
sorununa da eğildiği bu polemik yaz.nın »bütün yarımlıklara son vereceği ve
özlenen ayrılıkları gerçekleştireceğini» de ummuştur. Beri yandan
düşmanlarda, psikanalistlerin birbirine düştüğü gibi bir izlenimi uyandırmak
rizikosunu, kendi yaşamının eserini savunabilmek için göze almıştır,
ilerideki gelişim gerçekten do Freud'u nakit çıkarmıştır. Jung, daha
Psikanalizin Tarihçesi'nin yayınlanmasından önce Uluslararası Psikanalistler
Derneği başkanlığını elinden bırakmış, yazı yayınlandıktan sonra ise
dernekten ayrılmış ve kurduğu öğretiyi nüıayet Analitik Psikoloji» diye
nitelemiştir. 1914'te Psikanaliz Yılhğı'nm aynı sayısında Psikanalizin
Tarihçesi'yle birlikte, Freud'un Narsizm Kavramı Üzerine isimli bir yazısı
daha çıkmış, en önemli incelemelerden biri diye bakılacak ilgili yazıda
Freud, bir kez daha Adler ile Jung'un bazı tezleri üzerine eğilerek,
bunlarla bilimsel bir hesaplaşmaya girişmiştir. Nihayet yine 1914'te kaleme
aldığı, ama ancak 1918'de yayınlanan Çocuksal Bir Nevroz'un Öyküsü'nde çocuk
cinselliği görüşünün doğruluğunu, dolayısıyla Adler ve Jung'a yönelttiği
eleştirilerin haklılığını ortaya koyan yeni kanıtlar öne sürmüştür. Sonraki
yapıtlarında ise bu eski polemiğe ancak seyrek olarak ve şöylece değinip
geçtiği görülür.
Pluctuat nee mergitur
(Paris kentinin arenasındaki yazı)
Psikanalizin tarihçesiyle ilgili olarak sunacağım bu incelemenin özel
karakteri ve benim bu tarihçede oynadığım rolün büyüklüğü kimseyi
şaşırtmasın. Çünkü psikanaliz benim eserimdir, on yıl gibi bir zaman tek
başıma üzerinde çalıştım, bu yeni bilimin çağdaşlarımda uyandırdığı
hoşnutsuzluğun bütün tepkisi yergiler halinde benim başıma yağdı. Artık
benden başka psikanalistlerin bulunduğu günümüzde bile, psikanalizin ne
olduğunu, ruhsal yaşamın araştırılmasında başvurulan öbür yöntemlerden ne
bakımdan ayrıldığını, psikanaliz adından ne anlamak, daha yerinde bir
söyleyişle ne anlamamak gerektiğini benden iyi bilecek kimse yoktur. Bu
incelemede, başkasının malına küstahça bir el uzatış gözüyle baktığım bir
eyleme karşı çıkarken, psikanaliz yıllığının redaksiyonu ve yayınlamş
biçiminde değişikliğe yol açan olaylara ilişkin bazı bilgileri de dolaylı
yoldan okuyuculara aktarmaya çalışacağım2.
1909 yılında ilk kez bir topluluk önünde açıkça psikanaliz üzerinde konuşmak
için bir Amerikan üniversitesinin konferans salonunun kürsüsüne çıktığım
zaman3, kendimi bu anın psikanaliz araştırmalarım için taşıdığı önemin
heyecanına kaptırarak, psikanalizi yoktan varcden kişinin ben
sayılamayacağımı söylemiş, bu şerefin bir başkasına, Josef Breuer'e ait
olduğunu, ben henüz üniversitede okur ve sınavlariinı vermeye çalışırken
(18801882) Breuer'm psikanaliz konusunda gösterdiği çabalarla ilgili şerefi
hakettiğini belirtmiştim'. Ama beni seven dostlarını, sonradan, Breuer'e
karşı beslediğim şükran duygusunu adı geçen konferansta dile getirirken
fazla ileri gidip gitmediğimi düşünmemin yerinde olacağını söylediler; benim
daha önce de kimi nrsatiana aç kiad ğım gibi, Breucr'in katartüz yöntemi'i\e
psikananzin uir ön evresi gözüyle bakmam ve gerçek psikanalizi ipnotizma
tekniğine sırt çevirerek serbest çağrışımı iğin içine sokmamla başlatmamın
uygun olacağını ileri sürdüler. Doğrusu, psikanalizin tarihçesi ister
katartık yöntemle başlat ısaı, ister benim başvurduğum değişiklikler sonucu
ilgili yöntemin kazandığı yeni kimlikle, pek farketmez. Şu anda ilginçlikten
uzak bu soruna değiniyorsam, psikanalize karşı çıkan oazı kimselerin zaman
zaman kalkıp bu tekniğin nihayet benim değil, Breuer'in eseri olduğunu
söylemeierindendir. Tabii böyle bir davranışa da, toplumdaki yerleri
psikanalizde dikkate değer kimi özlerin varlığını benimsemeye izin veren
kişiler başvurmakta, ama psikanalizi yads mada bir smır tanımak gereğini
duymayanlar bu tekniği hiç kuşkusuz benim eserim diye göstermektedir. Oysa
söz konusu tekniğin doğmasında büyük katkısı bulunan Breuer' in karşısına
ilgili katkının büyüklüğüyle orantılı bir küçümseme ve suçlamayla
çıkıldığını hiç bilmiyorum. İnsanları itirazlara sürüklemenin ve
kızdırmanın, psikanalizin kaçın lmaz yazg.sı olduğunu anladıktan sonra, bu
teknikteki bütün üstünlüklere doğrusu benim uğraşlarımın ürünü diye
bakılabileceği sonucuna vardım. Şurasını memnunlukla belirteyim ki, hayli
küçümsemo konusu yapılmış psikanalizin doğusundaki katkımın ölçüsünü
küçültme çabalarından hiç biri Breuer'in adını taşımamakta ya da onun
tarafından desteklenmek şerefine sahip bulunmamaktadır.
Breuer'in bulgulamasının içyüzünü daha önce o kadar çok yerde anlattım ki,
şimdi burada ayrıntılara inmeden ilgili bulgulamayı şöylece özetleyeceğim:
Isterililerdeki belirtilerin (semptom), bir zaman yaşanıp sonradan unutulmuş
önemli olaylardan (travma) kaynaklandığı temel gerçeği. bu yaşantıları
uyutmaya (ipnotizma) başvurarak hastalara anımsatma ve yeniden yaşatma
ilkesi üzerine kurulmuş tedavi yöntemi (katarsis). söz konusu belirtilerin
bir boşalıma kavuşamamış emosyonlardaki* enerji yükünün normal dışı
alanlarda kullanılmalarından (konversiyon) doğduğu yolunda biraz kuramsal
bilgi. Breuer, isteri Üzerinde İncelemeler kitabındaki katkısında ne zaman
dönüşümden (konversiyon) söz açmışsa, sanki bu ilk kuramsal inceleme benim
kendi kafamdan çıkmış gibi her seferinde ad»mı ayraç içinde yanma eklemeyi
unutmamıştır*. Ama bana sorarsanız, bu yalnız isim yönünden böyledir;
gerçekte ise dönüşüm, Breuer'le aynı zamanda vo birlikte yaptığımız bir
bulgulamadır.
İlk tedavi denemesinden sonra Breuer'in katartik yönteme birçok yıl el
sürmediği, ancak benim Charcot'nun yanından dönüp onu bu yolda
gayretlendirmem üzerine aynı yönteme tekrar başvurduğu da yine bilinen
konulardandır. Breuer bir dahiliyeciydi ve geniş bir hasta çevresi vardı, bu
da kendisinin bilimsel çalışmalar yapmasına pek vakit bırakmıyordu. Bana
gelinco: ben istemeye istemeye hekimliği seçmiştim; ama o zamanlar
nevrozlulara yardım etmek, durumlarını hiç değilse biraz anlamak konusunda
içimde güçlü bir istek duyuyordum. Fizik tedavisine güvenle bel bağlamış,
ancak VV. Erb'in bol bol tavsiyeyi içeren vo uygulama alanı pek geniş
Elektrotcrcıpi" adındaki kitabının zamanla bende uyandırdığı düş
kırıklığıyla ne yapacağımı bilemez duruma düşmüştüm. Nevrozlularda elektrik
tedavisiyle elde edilen başarıların gerçekte telkin olayından (sugestiyon)
kaynaklandığı yolunda Möbius'un sonradan İleri sürdüğü görüşe ben kendi
çalışmalarımda ulaşamamışsam, bu hiç kuşkusuz, W. Erb'in elektroterapisiyle
umulan başarıları benim pek elde edemeyişimden ileri gelmiştir. O zamanlar,
Liebault vo Berniıcim'ın7 yanında alabildiğine ilginç örneklerini yaşadığım
uyutmayla telkin tedavisi, beni düş kırıklığına uğratan elektroterapi'yi hiç
de aratmayacak bir yöntem gibi görünmüştü. Ancak, Breuer'den öğrendiğim
uyutmayla yap'lacak araştırı ve incelemeler, otomatik olarak sonuç vermeleri
ve insandaki bilip öğrenme merakını doyurmaları bakımından,
* Metinde duygu ve heyecan karşılığı olarak kullanılmaktadır. (Ç.N.)
her türlü araştın ve incelemeye kapılan kapayan tekdüze ve zorba telkinsel
yasaklamalarla karşılaştırılamayacak kadar çekiciydi. Kısa bir süre önce
aktüel çatışmanın ve hastalık nedeninin ön plana geçirilmesi, psikanalizin
en yeni bulgulamalarından biri diye öne sürülmüştü. Bu da benim, ve
Breuer'in katartik yöntemle çalışırken en başta yaptığımız şeyin ta
kendisiydi: Hastanın dikkatim doğruca hastalık belirtisine yol açan
travmatik yaşantı üzerine çekiyor, ruhsal çatışmanın nedenini ilgili
yaşantıda arayıp bulmaya ve baskı altına alınmış içtepiyi özgürlüğüne
kavuşturmaya savaşıyorduk. Söz konusu çabalanınız sonucu gerçekleştirdiğimiz
bir bulgulama da, nevrozlulardaki ruhsal süreçlerin karakteristik özelliği
sayılan olaydı, ben sonradan geriye dönüş (regresyon) diye nitelemiştim bu
olayı. Üzerine eğildiğimiz vakalarda hastanın çağrışımları, açıklığa
kavuşturmak istediğimiz yaşantılardan kalkarak daha öncelerde kalmış
yaşantılara uzanıyor, bu ise, aktüel rahatsızlığını tedaviye çalışan bizleri
onun geçmişiyle ilgilenmeye zorluyordu. Geriye dönüş, boyuna daha gerilere
götürüyordu bizi; ilkin buluğ çağına gelip dayandığını sanmıştık. Derken
gerek tedavide karşılaştığımız başansızhklar, gerek hastalığı doğru dürüst
anlamada başgösteren boşluklar, çocukluğun daha gerilerde kalıp şimdiye
kadar hiçbir araştırmacının kapısından içeri ayak atamadığı yıllarını da
psikanaHtik inceleme kapsamına alma düşüncesini uyandırdı bizde.
Uğraşılarımızda izlediğimiz bu yöntem, psikanalizin karakteristik bir
özelliğini oluşturdu. Psikanalizin aktüel (güncel) hiç bir durumu geçmişi
dikkate almaksızın açıklayamayacağı, hatta her patojen (hastalandırıcı)
yaşantının, daha önceden kalmış kendisi patojen olmayan, ama patojen
yaşantıya ilgili özelliğini kazandıran bir başka yaşantıdan kaynaklandığı
görülmekteydi. Ama aktüel neden üzerine saplanıp kalma ayartısı o kadar
güçlüydü ki, daha sonraları başvurduğum kimi ruhçözümsel (psikanalitik)
tedavilerde söz konusu ayartıya karşı duramadığımı söylemeliyim. 1900'de
Dora7 adındaki hastamı psikanalizden geçirirken, kendisindeki rahatsızlığın
patlak vermesine yol açan nedeni biliyordum. Psikanaliz süresince sayısız
kez ilgili yaşantıyı çözümleme konusu yapmaya çalıştım, ama benim çağrı ve
isteklerime karşılık hastam her seferinde boşluklarla dolu aynı kınk dökük
bilgiden başka bir şey buyur edip çıkaramadı önüme. Ancak ilk çocukluk
yıllan üzerinden geçen dolambaçlı bir yol izledikten sonradır ki hastam bir
düş gördü, ilgili düşün yorumu sırasında hastalığını doğuran travmatik
yaşantıya ilişkin ayrıntılan anımsama olanağına kavuştu ve böylece nedenleri
anlaşılan aktüel çatışmanın ortadan kalkması sağlanabildi. Dolayısıyla, daha
önce sözü edilen psikanalitik kuralın ne kadar yanıltıcı nitelik taşıdığı ve
psikanaliz tekniğinde geriye dönüşün (regresyon) ilgili kural dolayısıyla
ihmale uğramasının bilimsel bakımdan ne büyük bir gerilemeye yol açtığı, bu
örnekten anlaşılacaktır.
Breuer'le aramdaki ilk görüş ayrılığı, isterinin gizli mekanizmasının
belirlenmesi sorununda açığa vurdu kendini. Breuer, ilgili konuda bir bakıma
hâlâ fizyolojik denebilecek bir kurama eğilim duyuyor, isterililerdeki
ruhsal bölünmeyi değişik ruhsal durumlar, o zamanki deyimiyle değişik bilinç
durumları arasındaki iletişim olanağının yitimiyle açıklamak istiyordu;
dolayısıyla «ipnoid» durumlar kuramını ortaya atmıştı ki, bu kurama göre
ipnoid bilinç durumların ürünleri tıpkı özümlenmemiş yabancı cisimler gibi
«ayık bilinç» içine uzanmaktaydı. Bense işi pek onun kadar bilimsel açıdan
ele almıyor, isterik durumlarda boyuna günlük yaşamdakine benzer eğilim ve
yönelimler buluyor, ruhsal bölünmeye ise bir itip uzaklaştırma olayının
ürünü diye bakıyordum, ilgili olaya da o zamanlar «savunu» adını vermiştim,
sonradan «geriye itim» demeye başladım. Gerek Breuer'inki, gerek benimki,
her iki görüşün de bir arada varlığını sürdürmesine ses çıkarmadım; ama bu
çabam uzun ömürlü olmadı, deneyimler hep bir tek görüşün, yani benim
görüşümün haklılığını ortaya koydu; dolayısıyla, pek k'sa bir süre sonra
Breuer'in «ipnoid» kuramıyla, benim «savunu» öğretim birbirine karşıt bir
durum aldı.
Ama aramızdaki ilişkilerin çok geçmeden kesilmesinde bu karşıtlığın bir rol
oynamadığına yüzde yüz eminim. Birbirimizden kopuşumuzun nedeni daha
derinlerde saklı yatıyordu. Gelgelelim öyle olmuştu ki, başlangıçta ilgili
kopmayı neye bağlayacağımı bilememiş, ancak sonradan elimdeki güvenilir
ipuçlanna dayanarak bunu açıklayabilmiştim. Breuer'in, o ünlü ilk hastasıyla
ilgili olarak, cinselliğin hastada şaşılacak ölçüde gelişmemiş durum
gösterdiğini ve kızın o zengin hastalık tablosuna asla bir katkıda
bulunmadığını söylediği anımsanacaktır sanırım. Her vakit hayret ettiğim bir
şey varsa, bana cephe alanların Breuer' in bu sözlerini, nevrozların cinsel
nedenlere dayandığı yolunda benim ileri sürdüğüm savın karşısına nasü olup
çıkarmadıklarıdır. Onların bu davranışını bir saygı eseri mi, yoksa bir
dikkatsizlik sonucu mu görmem gerektiğine bugün bile karar verebilmiş
değilim. Breuer'in hastasına ilişkin hastalık öyküsünü (anamnez), son yirmi
yılın kazandırdığı psikanalitik deneyimlerin ışığı altında yeniden okuyan
kimse, yılanlar, kaslarda kasılıp kalmalar, kolda felçlerle kendini açığa
vuran simge dilini anlamada yanılgıya kapılmayacak, hasta babanın yatağının
başındaki durumu dikkate alıp ilgili belirtileri gereği gibi
yorumlayabilecek ve cinselliğin kızın ruh yaşamında oynadığı role ilişkin
olarak sonunda vereceği yargı, kızı tedavi eden Breuer'in yargısına hayli
uzak düşecektir. Hastasının tedavisinde Breuer, bizim aktarım» (transfert)
diye nitelediğimiz olayın ta kendisi sayılabilecek alabildiğine yoğun
telkinsel bir rapport'a başvurmuştu. Bazı zorlayıcı nedenlerin beni
sürüklediği kanıya göre, Breuer, hastasındaki semptomları ortadan
kaldırdıktan sonra ilgili aktarımın cinsel nitelik taşıdığım, kendini bu kez
açığa vuran bazı yeni belirtiler dolayısıyla ister istemez görmüş, ancak
belirtilerdeki genellik dikkatinden kaçmış, dolayısıyla tedavi sürecinin bu
evresinde sanki bir «untoward ivent»* karşısında ne yapacağını şaşırmış gibi
araştırı ve incelemelerini yanda kesmişti. Kendisi ilgili konuda doğrudan
bir açıklamada bulunmamasına karşın, böyle bir düşünceye kapılmamı haklı
göstermeye yetecek ipuçlarını çeşitli zamanlarda vermişti bana. Sonradan
ben, nevrozların oluşumunda cinselliğin önemini daha bir kesin savunmaya
kalkınca, ilk tepkiyi Breuer gösterdi; ileride kendilerine enikonu aşinalık
kazandığım bu tepkilerin, benim artık bozulmaz bir yazgım sayılacağını henüz
o zamanlar anlayamamıştım.
Bütün nevrozların tedavisinde ne hastanın, ne'hekimin doğmasını arzuladığı
sevgi ya da düşmanlık dolu kaba cinsel
Tatsız olay. (Ç.N.)
karakterde bir «aktarım» ile karşılaşılması, bana nevrozlara yol açan
nedenlerin her vakit cinsel yaşamda aranması gerektiğinin sarsılmaz kanıtı
gibi göründü. Bu konu üzerine hâlâ yeterli bir ciddiyetle kimse eğilmiş
değildir; çünkü öyle olsa, araştırmacılar için söz konusu aktarımın
gerçekliğini benimsemekten başka çıkar yol kalmazdı. Bense aktarım'a
psikanaliz çalışmalarının özel başarıları dışında, hatta onların da üzerinde
her vakit kesin önem taşıyan bir gözle baktım.
Nevrozların cinsel nedenlere dayandığı savımın dost bildiğim üç beş kişi
arasında da iyi karşılanmamasmın —çok. geçmeden olumsuz bir hava esmeye
başlamıştı çevremde— yol açt,ğı üzüntü nedeniyle beni avutan bir şey varsa,
yeni ve özgün bir düşünce uğrunda savaşa atılmamdı. Ne var ki, günün birinde
bazı anımsamalar bir araya gelerek böyle bir avuntudan yoksun bıraktı beni;
ama buna karşılık ilgili gerçeğin nasıl bulgulandığım ve bu bilgiye nasıl
ulaşıldığını pek güzel görüp kavramamı sağladı. Varlığından sorumlu
tutulduğum düşünce asla bende doğmuş değildi;; Breuer'in kendisi, sonra
Charcot ve Viyana'daki hekimlerin belki de en üstünü sayılacak
üniversitemizin jinekologu Chrobak olmak üzere, görüşlerine alabildiğine
saygı beslediğim üç kişi tarafından bana iletilmişti. Adı geçen üç kişi beni
öylesine derin bir görüşün sahibi kılmışlardı ki, kendileri doğrusu böyle
bir görüşten yoksundu. Bunlardan ikisi, bana bir zaman söylediklerini
sonradan kendilerin© animsatmak istediğimde yadsıma yoluna saptı.
Üçüncülerine, yani Üstat Charcot'ya gelince: belki kendisini sonradan
yeniden görmem kısmet olsaydı, o da aynı yola başvuracaktı. Ama her üçünün
ağzından çıkıp benim henüz içyüzünü kavrayamadan benimsediğim birbirine
özdeş açıklamalar yıllar boyu uyuklayıp kaldı içimde ve günlerden bir gün
özgün bir düşünce kimliğiyle dünyaya gözlerini açtı. Hastanede hekimliğe
yeni başlamıştım; bir gün kentte bir gezintiye çıkıyordu, beni de yanına
aldı Breuer. Yolda giderken ileriden bir adam yaklaşarak kendisiyle konuşmak
istediğini, söyleyeceklerinin pek önem taşıdığını belirtti. Ben geride
kaldın. Adamla konuşması bitince, Breuer dönüp geldi ve kendisine özgü,o
nazik öğretici edayla, adamın bir hastasının kocası olduğunu ve karısıyla
ilgili bir haber ge
Girdiğini açıkladı. Sonra hasta kadının eş dost arasında pek acayip
davranışlarda bulunduğunu, dolayısıyla sinir haspası diye görülüp tedavi
edilmek üzere kendisine yollandığım ekledi ve *Alkoven'in sırlan* diyerek
konuşmasına son verdi. Ben şaşırmış, bununla ne anlatmak istediğini sordum.
O ise, benim bunu işitilmemiş bir şey gibi karşılamamı anlamadığı için,
Alkoven'in («evlilik döşeği») anlamına geldiğini açıkladı.
Bundan birkaç yıl sonra, Charcot'nun konuklarını kabul ettiği akşamların
birindeydi. Sayın Üstadın yakınında bulunuyordum; Brouardel'e,7 o gün
muayenehanesinde karşılaştığı pek ilginç bir olayı anlatıyordu. Başını pek
iyi duymamıştım, ama anlatılanlar giderek beni ilgilendirdi. ¦Çok uzaktan,
Ortadoğu'dan gelmiş genç bir çift söz konusuydu; kadın ağır hasta, erkek ise
iktidarsız ya da cinsel birleşmede beceriksiz biriydi. Tâchez done*
sözlerini tekrarladığını işittim Charcot'nun, arkadan şöyle dedi: Je vous
assure, vous y arriverez.»** Charcot'dan daha alçak sesle konuşan Brouardel,
söz konusu koşullarda kadında ilgili belirtilerin görülmesinden ötürü
şaşkınlığını belirtmiş olmalıydı ki, Charcot'nun dudaklarından ansızın büyük
bir canlılıkla şu sözler döküldü: *Mais dans des cas pareils e'est
toujours la chose gânitale, toufours... toujours... tou/ours.»*** Bu arada
üstat ellerini karnının önünde kenetleyip kendine özgü o zindeliğiyle birkaç
kez çabuk çabuk gidip geldi. Kâlâ anımsarım, bir an beni adeta her türlü
devinimden alıkoyan bir şaşkınlığa kapıldım, peki Üstat bunu "biliyor da
neden hiç açığa vurmuyor? diye sordum kendi : kendime. Ama ilgili olayın
bende bıraktığı izlenim çok geçmeden silinip gitti; beyin anatomisine
yönelik çalışmalar ve isteri felçlerinin' deneysel yoldan ortaya çıkarılması
konusu, bütün ilgimi üzerine çekmişti.
Bir yıl sonra sinir hastalıkları eylemsiz doçenti olarak Viyana'da hekimliğe
başladım; nevrozların oluşumu konusunda, kendisine umutla bakılan bir
akademi mensubunda
Gayret ediniz kuzum. (Ç.N.) * Sİ2i temin ederim başaracaksınız. (Ç.N.)
Ama bu gibi durumların nedeni her zaman dnsellik, her zaman... her
zaman... (Ç.N.)
aranacak bir bilgiyle donanmış değildim. Bir gün Chrobakt bana telefon edip,
bir kadın hastasının tedavisini üzerimealmamı rica etti, üniversitede
yüklendiği öğretim görevinin kendisine hasta için ayıracak zaman
bırakmadığını bildirdi. Hemen yola koyularak, Chrobak'tan önce hastanın
yanına vardım ve onun anlamsız korku nöbetleri geçirdiğini,, ancak günün her
saati hekiminin bulunduğu yer tastamam kendisine bildirildiği zaman
nöbetlerde bir yatışma sağlanabildiğini öğrendim. Daha sonra Chrobak gelince
beni bir kenara çekti ve hastasındaki korku nöbetlerine, on sekiz, yıllık
bir evliliğe karşın kadının hâlâ virgo intaçta* olmasının yol açtığını
açıkladı. Kadının kocasının tam bir cinsel iktidarsızlığından ve böylesi
durumlarda hekime kan koca. arasındaki uyumsuzluğun faturasını kendi
saygınlığıyla ödemekten ve sağda solda omuz silkilerek hakkında söylenecek:
«Onun da bir şeyden anladığı yok, anlasa kaç yıldır iyi ederdi kadıncağızı»
gibi sözleri sineye çekmekten başka yapacak şey kalmadığını belirtti. «Bu
gibi rahatsızlıklar için yazılacak reçete bizce malum ama yazılmaz», dedi,
arkadan reçeteyi söyledi:
Rp. Penis normalis dosim Repetatur!
Ben, böyle bir reçete işitmemiştim hiç. Velinimetimin buince alayına başımı
sallayıp geçmek istemiştim doğrusu.
Hani adı kötüye çıkmış cinsellik düşüncesinin yüce kaynaklarını, ilgili
düşüncenin sorumluluğunu başkalarının üzerine yıkmak istediğim için açığa
vurmuş değilim. Bu düşünceyi bir ya da birkaç kez nükteli bir söz kılığında
dile getirmekle üzerine ciddi bir tutumla eğilmenin, gereği gibi üzerinde
durmanın, onu tutup kendisine karşı çıkan tüm ayrıntılar içinden geçirmenin
ve benimsenmiş doğrular arasında onu hakettiği yere oturtmanın birbirinin
aynı şeyler sayılmayacağını biliyorum. Bütün ödev ve güçlükleriyle tam bir
evlilik ve kolayından bir flört gibi birbirinden ayrı şeylerdir her ikisi.
Hiç değilse Fransızca'da kullanılan bir deyim vardır: Epouser les idges
de...**
Bakire. (Ç.N.) — in düşüncesiyle evlilik. (Ç.N.)
Çalışmalarımın katartik yönteme eklenerek onu psikanalize dönüştüren birçok
öğesi arasında geriye itim (refoulement) ve karşıkoyma (resistance)
öğretisi, çocuk cinselliğinin benimsenmesi, bilinçdışım tanımak için
düşlerin yorumlanması başta geliyor.
Geriye itim öğretisinde kuşkusuz bağımsız bir çalışma izledim; beni ilgili
öğretiye yaklaştıran, onu bulmama yardım eden bir dış etki olmadı; geriye
itim düşüncesine uzun süre orijinal bir gözle baktım; ancak günlerden bir
gün, Otto Iiank.» bana filozof Schopenhauer'in Welt als Wille und
Volstellung adlı yapıtında cinnetin açıklanmaya çalışıldığı yeri gösterince
iş değişti. İlgili yerde gerçeğin hoşa .gitmeyen bir parçasını kabule karşı
direniş üstüne söylenenler, benim geriye itim deyimindeki içerikle o kadar
eksiksiz çakışıyordu ki, yine pek fazla okuyan bir kimse olmadığım için bir
bulgulamayı gerçekleştirebildiğimi anladım. Oysa söz konusu yeri başkaları
okumuş, üzerinde durmayıp geçmiş, böyle bir bulgulamayı
gerçekleştirememişlerdi. Önceki yıllarda felsefi yapıtları okumaktan daha
çok zevk alsaydjm, belki aynı soy benim de başıma gelecekti. Ayrıca, ileride
Nietzsche'nin yapıtlarını okumanın hazzmdan da kendimi bilerek uzak tutmuş,
kafamda birtakım önbekleyişlerin gelişerek psikanalitik gözlemlerin
değerlendirilmesinde bana ayak bağı olmasını istememiştim. Ama buna
karşılık, o zahmetli psikanaliz araştırmalarının, filozoflarca sezgisel
yoldan elo geçirilmiş gerçekleri doğrulamaktan öteye gitmediği sık görülen
durumlarda, öncelik iddiasından vazgeçmeye ister istemez hep hazırlıklı
bulundum ve bulunmaktayım.
Geriye itim öğretisi, psikanalizi taşıyan temel direktir; öte yandan
psikanalizin en önemli parçasıdır ve nevrozların ipnotizmaya
başvurulmaksızın yapılacak ruhçözümsel sağaltımında her zaman karşılaşılacak
bir durumun kuramsal yoldan dile getirilişinden başka bir şey değildir.
Nevrozlulann ipnotizmasız psikanalizinde, hastada bir karşıkoymanın kendini
açığa vurduğu görülür; karşıkoyma, psikanaliz çalışmasını engeller ve onu
başarısızlığa uğratmak için hastanın anımsama zincirinde boşluklar yaratır.
Hasta üzerinde ipnotizmanın uygulanması ise söz konusu karşıkoymayı yalnızca
maskeler; dolayısıyla, psikanalizin tarihi, nerozluların sağaltımında
uygulanan yöntemde bir değişikliğe gidilerek ipnotizmadan el çekilmesiyle
başlar. Karşıkoymanın anımsamada boşluklarla birlikte görülmesine yönelik
kuramsal çalışmalar, bizi bilinçsiz bir ruhsal yaşamın varlığı görüşünü
ister istemez benimsemeye zorlamıştır; bu görüş, psikanalize özgüdür ve
bilinçdışı üzerindeki filozofik spekülasyonlardan belirgin olarak ayrılır.
Dolayısıyla, psikanalitik kuram, nevrozlulardaki hastalık belirtilerinin
geriye doğru izlenip nedenlerinin ele geçirilmeye çalışılması sırasında
karşılaşılan beklenmedik iki olayı, aktarım ile karşıkoyma'yı açıklama
denemesidir. Bu iki olayın gerçekliğini benimseyen ve kendisine çıkış
noktası yapan her araştırmayı, benimkilerden ayrı sonuçlara varsa bile
psikanalitik diye nitelendirebiliriz. Ama bu iki önkoşuldan sapma gösterip
işin başka yanlarına el atan bir kişi kendine psikanalist demekte ayak
direrse, öykünme yoluyla yabancı bir mülke sahip çıkmak istediği
suçlamasından yakasını bir türlü kurtaramayacaktır.
Geriye itim ve karşıkoyma öğretisini psikanalizin verileri değil de
önkoşulları arasına katmak isteyenler, beni bütün .gücümle karşılarında
bulacaktır. Genel psikolojik ve biyolojik nitelikte bu gibi önkoşullar
vardır ve bir başka zaman bunlardan söz açmak daha yerinde olur. Ancak,
geriye itim öğretisi psikanaliz çalışmalarıyla elde edilmiş bir kazanç,
sayılamayacak kadar çok deneyimler sonucunda yasal yoldan ele geçirilmiş
kuramsal bir basandır.
Çok daha sonraları ele geçirilen bir başka başarı da, çocuk cinselliği
deyiminin psikanaliz tarafından ortaya atılışıdır. Psikanaliz çalışmalarının
henüz el yordamıyla ilerlemeye çabaladığı İlk yıllarda sözü edilmeyen bir
deyimdi, bu. Çocuk cinselliği konusunda ilk dikkati çeken şey, aktüel
yaşantılardaki etki gücünün geçmişe bağlanması zorunluğu olmuştu. Ancak
«arayan, bulmayı dilediğinden çokluk fazlasını ele geçirmekteydi.» Giderek
geçmişin daha çok derinliklerine dalınmış, sonunda buluğ çağına ulaşılarak
cinsel içtepilerin bu geleneksel uyanış döneminde karar kılınacağı
umulmuştu. Ama boşuna bir umuttu bu; izlenen izler daha gerilere, çocukluğa
ve çocukluğun da ilk yıllarına doğru uzanıp gitmişti. Bu yolda ilerlenirken,
psikanaliz gibi körpe bir bilimi adeta uçuruma sürükleyecek bir yanılgıdan
kurtulmak gereğiyle karşılaşılmıştı, ü zamana kadar isteri konusunda
Charcot'nun ortaya attığı travma kuramının etkisiyle hastaların
anlattıklarını gerçek sayıp etiyolojik (nedensel) bakımdan önemli görmeye
daha çok eğilim gösterilmekteydi. Hastalar ise, kendilerindeki belirtileri
ilk çocukluktaki pasif cinsel yaşantılara, yani kaba bir deyişle baştan
çıkarılıp ayartılmalara bağlıyordu. Adı geçen etiyolojik görüş pek akla
yakın gelmediği, ikincisi kesinlikle saptanan durumlara uygun düşmediği için
yıkılıp gidince, bunun yol açtığı başLca sonuç tam bir çaresizlik oldu.
Psikanaliz, gereği gibi bir yol izleyerek çocukluktaki sözü edilen
travmalara kadar uzanmış, bunların uydurma olduğunu kanıtlamıştı, yani
ayaklar altındaki gerçeklik zemini yitirilmişti. Benden önce Breuer'in o
hoşlanmadığı durumla karşılaşmasındaki gibi, içimden çalışmaları yüzüstü
bırakmak geçmemiş değildi hani. Ama direnip çalışmaları sürdürdümse, belki
de benim için yapılacak başka şey olmad ğındandı. Sonunda aklımı baş;ma
toparlayıp şöyle düşündüm: İnsan bir çalışmadan belli bazı sonuçlar bekler
de bekledikleri çıkmayıp düş kırıklığına uğrarsa, cesaretini yitirmeye hakkı
yoktur; yapacağı şey, beklediği sonuçlarda bir düzeltmeye gitmektir. Eğer
isterililer hastalık belirtilerini kafalarından uydurdukları birtakım
travmalara bağlıyorsa, buradan çıkarılacak yeni gerçek şu olabilirdi: Demek
ki söz konusu yaşantıları sayıklıyorlardı. Böyle olunca, ruhsal gerçeğe
pratikteki gerçeğin yanı sıra değer vermek, bu gerçeğin üzerine eğilmek
gerekirdi. Çok geçmeden de bir nokta açıklığa kavuştu: İlgili sayıklamaların
amacı ilk çocukluk yıllarındaki bensevisel (otoerotik) etkinliği gizlemek,
ayıp ve utancını örtmek ve ona daha bir yücelik kazandırmaktı.
Sayıklamaların ötesine geçildi mi, çocukluktaki cinsel yaşam bütün
boyutlarıyla kendini belli ediyordu.
İlk çocukluk yıllarına ilişkin cinsel yaşamda, çocukların doğarken dünyaya
birlikte getirdikleri bünyesel özellikler de rol oynamaktaydı. Bünyesel
yatkınlıklar, hiç bir olağanüstülüğü bulunmayıp genelde etkileyici bir
güçten yoksun kalacak yaşantılara fiksasyon gücünü içeren kamçılayıcı
travmalar niteliğim kazandırıyor, beri yandan bireyin yaşantıları normalde
uzun süre uyuklayıp kalacak, belki de hiç bir zaman gelişme olanağı
bulamayacak bünyesel etkenleri uykusundan uyandırıyor, böylelikle yatkınlık
ve yaşantı bir araya gelerek nedensel (etiyolojik) bakımdan kopmaz bir bütün
kimliğiyle kendini açığa vuruyordu. Baza olağanüstü yaşantıların, yani
travmaların ortaya çıkışında çocuktaki cinsel bünyenin uyarıcı rol
oynadığını ileri sürerek, travmatik etiyoloji konusundaki son sözü 1907'de
Abraham'm söylediğini burada belirtmek isterim.
Çocuk cinselliği konusunda benim ortaya attığım görüşler, hemen yalnız
erişkinler üzerinde yapılıp geriye doğru bir yön izleyerek geçmişin
derinliğine dalan psikanaliz çalış malarının verilerine dayanmaktaydı;
henüz fırsat bulup çocuklar üzerinde doğrudan gözlemleri
gerçekleştirememiştim. Bu yüzden, pek küçük çocuklar üzerinde yıllar sonra
.giriştiğim dolaysız gözlemlerin, yıllar önce büyükler üzerindeki
çalışmalarla vardığım sonuçlardan büyük bir bölümünü doğruladığını görmek,
benim için eşsiz bir zafer oldu. Ama ele geçirdiğim başarılı sonuçlardan
ötürü aslında utanmam gerekiyormuş gibi, söz konusu zafer giderek önemini
yitirdi. Çocuklar üzerindeki psikanalitik gözlemlere daldıkça, çocuk
cinselliği o kadar daha doğal nitelik kazanıyor, beri yandan bu gerçeği
görmezden gelmek için şimdiye kadar ne çok çaba harcandığım düşünmek insana
o ölçüde garip görünüyordu.
Ancak bir çocuk cinselliğinin varlığı ve önemine kesinlikle inanılmak
isteniyorsa, psikanaliz tedavisinde tutulan yolu izlemek, nevrozlardaki
belirti ve özelliklerden kalkarak geriye doğru yol almak ve en son
kaynaklara ulaşmak gerekir. Bu kaynaklar, söz konusu belirti ve
özelliklerden hangilerinin açıklığa kavuşturulabileceğini, hangilerinde bir
değişikliğe gidilebileceğini bize gösterir. Kısa bir süre önce C. G. Jung'un
yaptığı gibi, ilkin çocuktaki cinsel içgüdünün karakteriyle ilgili kuramsal
bir görüş geliştirilip ortaya konur da, bu görüşten yola çıkılarak çocuğun
cinsel yaşamı kavranılmak istenirse, daha değişik sonuçlara varılmasının
şaşılacak yanı kalmaz kuşkusuz. Önceden hazırlanan böyle bir görüş, sapa
düşünceler göz önünde tutularak ya da keyfi bir yol izlenerek belirlenmiş
olmak gibi bir nitelik taşıyacak ve uygulanmak istenilen alana uygun
düşmemek gibi bir sakıncayı içerecektir. Elbet psikanaliz de, cinsellik ve
cinselliğin kişinin tüm yaşamıyla ilişkisi bakımından henüz çözümleyemediği
birtakım sorunlarla karşı karşıyadır, birtakım karanlık noktalara gelip
dayanmıştır. Ne var ki, bunlar kurgusal düşüncelerle (spekülasyon) ortadan
silinip atılamaz; yapılacak daha başka gözlemler ya da daha başka alanlarda
girişilecek inceleme ve araştırmalarla bir çözüme ulaştırıuncaya kadar
varlıklarını sürdürmeleri yerinde olur.
Şimdi sözü uzatmadan düş yorumuna geçeceğim. İçimdeki belli belirsiz bir
sezginin ardından giderek psikanaliz tekniğinde bir değişikliğe başvurup
ipnotizmanın yerine serbest çağrışımı geçirdikten sonra, düş yorumu bu
konudaki çabalarımın ilk meyvası oldu. Hani bilip öğrenme merakun, hiç de
işin başından beri düşleri anlamaya yönelik değiidi. Beni etkileyerek ilgimi
bu alana çeken, bu alandaki çalışmalarda başarı elde edeceğim umudunu bana
veren bir şeyle karşılaşmamıştım. Breuer'le ilişkilerimizin kesilmesinden
önce, kendisine bundan böyle düşleri yorumlayabildiğimi bir tek cümleyle
açıklayabilecek zaman bulabilmiştim ancak. Yorum tekniğini ele geçirmenin
böyle bir tarihçeye dayanmasından ötürü düş dilindeki simgeler en son
kavrayabildiğim şeyler olmuştu, çünkü düşü görenin çağrışımlarının
simgelerin anlaşılmasına fazla bir yardımı dokunmamaktaydı. İlkin olayların
kendilerini incelemek, ancak sonradan kitaplara bir göz atmak alışkanlığım
elden bırakmadığım için, düş simgelerini kesinlikle ele geçirdikten sonradır
ki, Scherner'in9 bir yazısında ilgili simgelerin söz korusu edildiğini
gördüm. Düşteki simgesel dışavurumu ancak daha sonradan fırsat bulup ele
alabildim; bu da, başlangıçta pek değerli çalışmalarla kendini gösteren, ama
ileride işi büsbütün tavsatan W. Stekel'in etkisiyle oldu biraz.
Psikanalitik düş yorumuyla bir zaman pek el üstünde tutulan antik düş yorumu
arasında sıkı bir ilişkinin varlığını ancak çok yıllar sonra gördüm. Benim
düş kurammdaki kendine en özgü ve en önemli parçaya, yani düşlerdeki biçim
değişturnelerin bir iç çatışmadan kaynaklandığı, dürüstlükle bağdaşmayacak
içsel bir yönelimden ileri geldiği görüşüne, tıbba yabancı, ama felsefeye
aşina biri olan ünlü mühendis J. Popper'in Lynkeus takma adıyla 1899'da
yazdığı Phantasien eines Realisten (Bir Gerçekçinin Sayıklamaları) adlı
yapıtında yeniden rastladım.
Psikanaliz çalışmalarının o ilk çetin yıllarında nevrozların karşıma
çıkardığı hem teknik, hem klinik, hem de sağaltımsal (tedaviye yönelik)
sorunların aynı zamanda üstesinden gelmem gerekip, büsbütün tek başıma
uğraşmak zorunda kalarak güçlüklerin karmaşası içinde çokluk yolumu
şaşırmaktan ve özgüven duygumu yitirmekten korktuğum bir sıra, düş yorumu
benim için bir avuntu kaynağı ve tutunacağım bir dal olmuştur. Bir nevrozun
psikanalizle anlaşılabileceği konusunda ileri sürdüğüm varsayımın
doğruluğunu hasta üzerinde görebilmem için çok vakit, insanın sabrını
taşıracak kadar uzun süre beklemem gerekiyordu; oysa hastalık belirtilerinin
bir eşi gözüyle bakılabilecek düşlerde ilgili varsayımın hemen her vakit hiç
yaşmaksızın doğrulandığını görüyordum.
Ancak elde ettiğim bu başarılardır ki, bana yılmadan sabretme gücünü verdi,
psikoloji alanında çalışan bir araştırmacının kavrayış yeteneğini, düş
yorumuna karşı takındığı tutumla ölçmek gibi bir alışkanlığın içimde doğup
gelişmesine yol açtı; psikanalize karşı çıkanlardan çoğunun kısaca bu
bölgeye ayak atmaktan çekindiğini ya da böyle bir şeye kalkıştığında
alabildiğine beceriksiz davrandığını gözlemlemek bir memnunluk salıyordu
içime. Zorunluğuna çok geçmeden inandığım kendimi psikanalizden geçirme
işini, çocukluk yıllarımın tüm olayları içinden vurup giden bir dizi düşe
dayanarak gerçekleştirdim. Hatta bugün bile doğru dürüst düş gören ve fazla
anormalliği içermeyen kimselerde bu çeşit bir psikanalizin amaca elvereceği
kanısındayım10. Psikanalizin tarihçesini böylece alıp göz önüne sermekle,
sanıyorum onun içyüzünü sistematik anlatımlardan daha iyi ortaya koydum.
Doğrusu buluşlarımın özel bir nitelik taşıdığını ilkin farketmemiştim. Hekim
olarak çevremde yavaş yavaş uyandırdığım sempatiyi ve sinir hastalarının
muayenehaneme akın akın gelmesinin sağladığı maddi kazancı gözden çıkararak,
nevrozların cinsel kökenlerini hiç şaşmaksızm araştırıp inceliyordum. Bu
çalışmalar sonucu, kanımca cinsel etkenin pratikteki önemini kesinlikle
saptamamı sağlayan epey bilgi ve deneyim edindim. Başıma geleceklerden
habersiz V. KrafftEbing'in başkanlığındaki Nörologlar Derneği'nde bir
konuşma yaptım;11 meslekdaşlarımm konuşmamla şahsıma gösterecekleri ilgi ve
takdirin, kendi gönül rızamla üstlendiğim maddi kayıpların acısını bana
unutturacağını sanıyordum. Duygusallıktan uzak bir şekilde ele alınması
gereken bilimsel katkılar gibi söz açtım bulgulamalarımdan; karşımdakilerin
de benim gibi davranacakların umuyordum. Ne var ki, konuşmamın arkasından
başgösteren sessizlik, çevremde oluşan boşluk, şans ma karşı yöneltilen
kinayeli sözler, nevrozların etiyoloj isinde cinselliğin rolüyle ilgili
olarak öne sürülecek savların, başka bildiriler gibi karşılanmasının
umulamayacağını yavaş yavaş anlatmıştı bana. Bundan böyle, Hebbel'in bir
deyişiyle «uyuklayan dünyayı sarsıp uyand'rinaya çalışanlar» arasına
karıştığımı, dolayısıyla çevremden tarafsızlık ve hoşgörü bekleyemeyeceğimi
kavradım. Ama gözlemlerimde ve bunlardan çıkardığım sonuçlarda ortalama bir
doğruluk derecesinin varl'ğına inancım giderek sağlamlaştı. Ayrıca, kendi
yargı gücüme karşı güvenim azımsanacak gibi değildi ve moralim hayli
düzgündü. Dolayısıyla, içinde bulunduğum durumdan başarıyla sıyrılıp
çkaçağım kuşkusuzdu. Pek önemli birtakım gerçekleri bulgulama şansının
kendisine bağışlandığı bir kimse sayılacağım inancını kafama yerleştirmiştim
ve ilgili buluşların bir alınyazısı gibi karşıma çıkaracağı tatsız sonuçları
da yüklenmeye haz!rdım.
Geleceği ise şöyle tasarlıyordum: Yeni yöntemin tedavi alanında sağlayacağı
başarılarla belki kendimi ayakta tutabilecektim, ama hayattayken bilim
dünyası beni umursamayacaktı. Derken aradan birçok yıl geçip bir başkası
çıkacak, şimdiki zamanın uygun görmediği gerçekleri şaşmaz bir tutumla
bulgulayıp yeniden ortaya koyacak, bunları çevresine benimsetecek ve beni
ilgili alanda ister istemez yenilgiye uğrayan bir öncü kimliğiyle elimden
tutarak şerefli bir mevkiye oturtacaktı. Beri yandan, bir Robinson gibi
yalnız adamda günlerimi elden geldiğince rahat geçirmeye bakıyordum. Şimdi
içinde yaşadığım zamanın çapraşık sorunlan ve sıkıntılarından başımı çevirip
geriye bir göz atınca, bana öyle geliyor ki kahramanlık kokan nefis bir
dönemdi bu; splendid isolation* birtakım üstünlükler ve çekiciliklerden
yoksun değildi. Literatür izlemem, konu üzerinde doğru dürüst bilgisi
bulunmayan psikanaliz düşmanlarının söylediklerine kulak vermem gerekmiyor,
hiç bir etki altında kalmayıp beni belli bir yöne itmeye çalışacak hiç bir
gücün varlığını üzerimde hissetmiyordum. İçimdeki kurgusal eğilimleri
(spekülasyon) baskı altında tutmayı ve Üstat Charcot'nun bir öğüdüne uyarak,
kendiliklerinden bana bir şey söyleyene kadar üzerlerine eğildiğim konulan
dönüp dolaşıp gözden geçirmeyi öğreniyordum. Yayınlayacak yer bulmakta biraz
zahmet çektiğim yazılann her vakit bilgilerimin gerisinde kalmasın.n,
bunların okuyucuların önüne çıkarılmasını dilediğim bir tarihe ertelemenin
sakıncası yoktu; çünkü sağlamlığı su götürür bir «önceliği» savunma diye bir
zorunluk benim için bulunmuyordu ortada. Örneğin Düş Yorumu'nu daha 1896
yılında kafamda ana hatlarıyla geliştirmişken, ancak 1899 yılında yazmaya
başladım. Dora'nın tedavisi 1900 yılında sona ermiş, bunu izleyen iki hafta
gibi bir sürede hastalık öyküsünü kaleme almışt m; ama kaleme alman öykü
ancak 1905'te yayınlandı Bu arada tıp literatüründe yazdıklarım üzerinde pek
durulmuyor, nasılsa böyle bir yola gidildiği zaman alay ya da acmakli bir
yukarıdan bakışla yergi konusu yapılıyordu. Kimi vakit* meslekdaşlardan
biri, yayınladığı bir eleştiride kaçık, aşın, pek acayip gibi çok kısa ve
hiç. de hoşa gidecek yanı bulunmayan birkaç laf ediyordu hakk'mda Bir ara,
sömestrelerde derslerimi verdiğim klinikte çalışan bir asistan, derslere
katılmak için benden izin istedi, büyük bir dikkat ve ilgiyle dinledi
derslerimi. Son dersten sonra klinikten ç'kmış gidiyordum ki yanıma geldi,
bana yolda biraz eşlik etmek üzere müsaademi rica etti. Bu yürüyüş sırasmr
da, savunduğum öğreti aleyhinde bir kitap yazdığını, klinik direktörünün de
bundan haberi olduğunu, ancak dinlediği derslerden sonra öğretimi doğru
dürüst anlayabildiğini, dolaysıyla böyle davrandığına üzüldüğünü belirtti,
«derslerinizi dinleme fırsatını daha önce elde etseydim, kitaptaki
* Dört başı mamur yalnızlık. Ç.N.)
birçok yeri başka türlü kaleme alırdım» gibi bir açıklamada bulundu. Gerçi
kitabını yazmadan, Düş Yorumu'nu okuması gerekip gerekmediğini klinikte
soruşturmamış değildi; ama zahmete değmez diyerek kendisini bundan vazgeçir*
meye çalışmışlardı. Bir ara asistan bey benim öğretinin oluşturduğu yapıyı,
şimdi anladığı kadarınca, iç sağlamlığı bakımından Katolik kilisesine
benzetti. Hani ruhunun esenliği bakımından, bu benzetmesi dilerim biraz
takdir duygusunu içeriyor olsun. Ama sonunda iş işten geçtiğini, kitabında
artık bir değişikliğe gidemeyeceğini, çünkü çoktan basıldığını söyledi. Bu
meslekdaşım sonradan psikanaliz konusundaki düşüncesinin değiştiğini
çevresine duyurmayı gerekli bulmaması bir yana, sürekli muhabirliğini
yaptığı bir tıp dergisine psikanalizin kaydettiği ilerlemelere ilişkin hep
alaylı yazılar döşendi.
Kişisel alınganlığım, o yıllar benim yaranma körlenip keskinliğini yitirdi.
Yaİnız bırakılmış bütün kâşiflerin imdadına yetiştiği söylenemeyecek bir
durum karşıma çıkarak, ,beni bir kızgınlığa kapılmaktan da alıkoymuştu;
çünkü böyle yalnızlığa itilmiş biri genellikle kendini kahredip durarak,
çağdaşlarının şahsına ilgisizliğinin ya da şahsından yüz çevirişinin nereden
kaynaklandığını araştırır, bunu inançlarının sağlamlığına yöneltilmiş can
sıkıcı bir itiraz görür. Oysa ben böyle bir yola sapmak gereğini duymadım;
çünkü psikanalitik öğreti, bana çevrenin davranışını psikanalizin temel
varsayımlarına dayanarak açıklama olanağını veriyordu. Tarafımdan ele
geçirilen gerçeklerin birtakım duygusal karşıkoymalarla hastaların
bilinçlerinden uzakta tutulduğu varsayımı doğruysa, bilinçdışma ittikleri
nesneler getirilip gözleri önüne konduğu zaman aynı karşıkoymalara
sağlamlarda da rastlanması doğaldı. İçlerinde oluşacak duygusal
karşıkoymalan sağlamların birtakım ussal nedenlere dayandırmaya
çalışmalarında şaşılacak bir taraf yoktu. Nitekim hastaların da ayni ölçüde
sık olarak söz konusu davranışa başvurduğu görülmekteydi. İleri sürülen
nedenler de —hani Falssatff'ın* bir deyişiyle nedenler böğürtlenler gibi
harcıâlem şeylerdi— yine aynıydı, öyle parlak bir zekâ ese
I
Shakespeare'ln IV. Henry oyununun kahramanlarından. (Ç.N.) 200
ri de değillerdi. Arada bir aynm varsa, hastaların içlerindeki karşıkoymalan
görüp yenmelerini sağlayacak bazı çarelerin elde bulunması, sözde sağlıklı
kişilerde ise böyle bir şeyin söz konusu olmamasıydı. Karşılarına çıkarılan
konular üzerine bu sağlıklılann serinkanlı, bilimseltarafsız bir tutumla
eğilebilmeleri için nasıl davramlacağı henüz çözülmemiş bir sorundu;
çözümünü en iyisi zamana bırakmak gerekiyordu. Başlangıçta salt itirazlara
yol açmış bir savın bir süre sonra, yeni kanıtlar falan ileri sürülmeksizin
kendiliğinden benimsendiği bilim tarihinde sık saptanabilen bir durumdu.
Psikanalizin savunuculuğunu tek başıma yaptığım bu yıllarda, dış dünyanın
yargısına karşı bir saygının içimde uyanmış ya da düşünsel bir yumuşaklık
eğiliminin içimde gelişmiş olmasını sanmm kimse benden beklemeyecektir.
II
1902'den başlayarak çevremde bir grup genç hekim toplandı;13 psikanalizi
öğrenmek, uygulamak ve yaymak gibi açık ve belirgin bir amaçlan vardı.
Psikanaliz tedavisinin olumlu sonucunu kendi üzerinde yaşayan bir meslekdaş,
ilgili konuda öncülük etmişti. Belirli akşamlar benim evde bir araya
geliniyor, bazı kurallar çerçevesi içinde konuşulup tartışılıyor,
yadırgatıcı bir yenilik gösteren psikanaliz alanında bilgi ediniliyor ve
daha başka kişilerin de aynı konuya ilgi göstermesine çalışılıyordu. Günün
birinde, sanat okulunu bitirmiş biri elinde bir manüskriyle çıkageldi; yazı
olağanüstü bir anlayış ve sezgiyle kaleme alınmıştı. Kendisine ön ayak olup
dışandan sınavlara girerek liseyi bitirmesini, sonra da üniversiteye yazılıp
psikanalizin hekimlik öğrenimini gerektirmeyen uygulama alanında çalışmasını
sağladık. Böylece küçük derneğimiz hamarat ve güvenilir bir sekretere
kavuşmuştu; Otto Rank14 adındaki bu sekreter, zamanla benim en vefalı bir
yardımcım ve çalışma arkadaşım oldu. Dar çevremiz kısa sürede genişledi,
ilerki yıllar topluluktaki eski yüzler kaybolup yerlerini yenileri aldı,
eskileri gitti, yenileri geldi. Yetenek zenginliği ve çeşitliliği bakımından
diyebilirim ki, topluluğumuzun herhangi bir klinikteki öğretim üyesi
kadrosundan pek kalır yeri yoktu. Sonradan psikanaliz tarihinde hep hoşa
giden roller olmasa bile pek önemli roller oynayan kişiler, daha baştan bu
topluluk içinde bulunuyordu. Ancak, ilex ide böyle bir gelişimle
karşılaşılacağı o zamanlar bilinemezdi kuşkusuz. Ortada memnunluk duymamam
için bir neden yoktu ve şunu söyleyebilirim ki, bilgi ve deneyimlerimi
karşımdakilere aktarmak için elimden geleni yaptnı. Ama hiç de iyiye
yorumlanamayacak iki olay, sonunda bu çevreye karşı içimde bir
yabancılaşmanın doğmasına yol açtı. Bunlardan birincisi, aynı çetin işi
birlikte sırtlanan kimseler arasında esmesi gereken dostça anlaşma havasını
bir türlü egemen kılamayışım, ikincisi ise ortak çalınma koşuilamıda koıay
bir neden bulup patlak verebilen öncelik çekişmelerini önleyemeyisimdir.
Bugünkü ayr.lıklardaıı bırço^uııun ortaya çıkmasını hazırlayan uygulamalı
psikanaliz öğretimindeki büyük güçlükler, daha Viyana'daki üzel psikanaliz
derneğinde kendini açığa vurmuştu. Bente, gelişimim tamamlamamış bir
teknikle sürekli bir akış içindeki bir kuramı, belki birçok kişiyi yanlış
yollara sürüklenmekten ve sonunda eğri yollara sapmaktan al.koyacak gibi cir
otoriteyle karşımdakiiere sunmayı göze alamıyor, böyle bir girişimi
sakıncalı buluyordum. Mkir işçilerinin özgürlüklerine kavuşup zamanında
öğretmenlerinden bağımsız duruma ulaşması, psikolojik bakımdan memnunluk
verici bir otayehr; ancak, böyle bir bağımsızlık, söz konusu işçilerin pek
sık rastlanmayan bazı kişisel koşulları gerçekleştirebilmeleri durumunda
yarar sağlayabilir. Özellikle psikanaliz, uzun süreli sıkı bir eğitimi,
insanın öz varlığında bir disipline ulaşabilmesi için zorunlu bir eğitimi
gerektirir. Psikanaliz gibi böyle horlanan ve hayır çıkmaz bir gözle bakılan
bir alanda canla başla sürdürülen çalışmalardaki gözüpeklik dolayısıyladır
ki, normalde hoşuma gitmeyen bazı durumları dernek üyelerinde görerek ses
çıkarmadım. Ayrıca dernek yalnız hekimleri kapsamına almıyor, başka bilim
adamlarını, yazarları, sanatçıları vb. de sinesinde barındırıyordu. Düş
Yorumu ve Nükte gibi kitaplar, psikanaliz öğretilerinin yalnız tıp
çevresiyle sınırlı kalmayacağını, ilgili öğretilerin manevi bilimlerin öbür
değişik dallarına da uygulanabilirliğini daha baştan göz önüne
sermekteydi15. 1907 den başlayarak durumda bütün tahminlerin tersine ansızın
bir değişme başgösterdi. Psikanalizin büyük bir sessizlik içinde etkisini
sürdürüp birçok kişinin ilgisini kazanarak kendisine hayli dost edindiği,
hatta onu benimsemeye haz.r bilim adamlarının bulunduğu anlaşılmıştı. Daha
epey önce Bleuler10 bana bir mektup yazarak, çalşmalanmın Burghölzli'de
incelenip değerlendirilmekle olduğunu bildirmişti. 1907'de Zürih kliniğinden
ilkin bir kişi, Dr. Eitingon17 Viyana'ya geldi, çok geçmeden bunu daha başka
ziyaretler izledi ve arada yoğun bir düşünce alış verişinin gerçekleşmesi
sağlandı. Sonunda, o vakitler burghölzli'de küçük bir memur olan C. G.
Jung'un çağrısı üzerine 1908 bahannda Salzburg'ta ilk kez bir psikanalistler
kongresi toplandı; psikanaliz taraftarları viyana dan, Salih'ten ve diğer
yerlerden kalkıp gelerek kongreye katıldı, bu iik kongrenin meyvası,
Bleuler'le benim 190ı* yılında Psikanalitik ve Psikopatolojik Araştırmalar
Yıllığı, ilmiyle ç.karmaya başladığımız dergiydi; yazı işleri müdürlüğünü
Jung üstlenmişti. Böylelikle, Viyana ve Zürih arasında skı bir işbirliği
doğmuş oluyordu.
Psikanalizin yayılması uğrunda Zürih psikiyatri ekolünün, özellikle Bleuler
ve Jung'un gösterdiği büyük hizmetlerden ötürü şimdiye kadar tekrar takdir
ve teşekkürlerimi belirttim. Koşulların alabildiğine değişik olduğu bugünkü
durumda da aynı şeyi yapmaktan geri kalmak istemem O zamanlar bilim
dünyasının dikkatini psikanaliz üzerine çeken başlıca etken, Zürih ekolünün
psikanalize arka ç kmasıd r, _ diye bir şey elbet söylenemez. Gerçek etken,
kuluçka döneminin sona ermesi ve dört bir yanda psikanalize giderek artan
bir ilginin gösterilmeye başlamasıydı. Ama her yerde bu ilgi, psikanalizi
çokluk şiddetle yadsıma kılığında kendini açığa vururken, Zürih'te
psikanaliz karşısında takınılan tutumun temelini tam bir benimseme
oluşturmuştu. Ayrıca başka bir kentte Zürih'teki gibi mükemmel bir taraftar
kitlesi bir araya gelmemiş, başka hiç bir yerde resmi bir klinik psikanaliz
araştırmalarının hizmetine verilmemiş, psikanalizi bağımsız bir ünite olarak
psikiyatri öğretim kapsamına alan bir klinik hocası başka hiç bir kentte
çıkmamıştır. Dolayısıyla, Zürihliler, psikanalizin benimsenip tutunması için
uğraşan küçük topluluğun çekirdeğini oluşturdu. Ancak Zürih'te bu yeni
tekniği öğrenip uygulama olanağı vardı. Bugünkü tarat tadarımdan çoğu, hatla
bunların coğrafi bakımdan Viyana'ya isviçre'den daha yakın bölgelerde
oturanları bile Zürih üzerinden kalkıp bana geldi. Uygarlığımızın büyük
metropollerini sinesinde barındıran Batı Avrupa için eksantrik bir yeri
elinde bulunduran Viyana, birçok yıldan beri birtakım ağır önyargılarla
saygınlığına gölge düşürülmüş bir kent durumundaydı. Alabildiğine değişik
ulusların temsilcileri akın akın seğirtip düşün yaşamı pek hareketli
İsviçre'de bir araya geliyordu; Hoche'nin1* Freiburg'taki konuşmasında
kullandığı bir deyimle ruhsal salgının yayılması bakımından isviçre'de bir
enfeksiyon odağı özellikle önem taşıyacaktı.
Burghölzli'deki psikanalitik gelişim sürecine kendisi de katkıda bulunmuş
bir mesiekdaşın anlattıklarına göre, bu bilimin adı geçen kentte daha çok
erken yıllardan başlayarak ilgi uyandırdığı sonucuna varabiliriz. Jung'un
1902de gizli (okkult) olayları konu alan"1 kitabında benim Düş Yorumü'na ilk
kez dikkatin çekildiği görülür. 1903 ya da 1904 yılından bu yana, yine benim
mesiekdaşın anlattığına göre, psikanaliz yine aynı kentte ön planda ilgi
görür. Viyana ile Zürih arasında kişisel ilişkilerin kurulmasından sonra,
1907 yılının ortasında Burghölzli'de de bir dernek doğmuş, düzenli üyeler
arasında psikanalizin sorunları konuşulup tartışılmaya başlanmıştır. Viyana
ve Zürih ekolleri arasında bir birliğin sağlanmasından sonra, İsviçreliler
asla bu birliğin salt alıp kabul eden parçasını oluşturnamış, kendileri de
psikanalizin yararlandığı birtakım bilimsel çalışmalar ortaya koymuştur.
Wundt ekolünce başvurulan çağrışım deneyi, İsviçreliler tarafından
psikanalizin hizmetinde, kullanılmış ve beklenmedik değerlendirmelere konu
edilmiştir. Böylece psikanalitik bulgulamaların doğruluğu deneysel yoldan
hızla kanıtlanıp, o zamana kadar psikanalistlerin yalnız okuyup İşitmekle
yetindiği birtakım gerçekler, söz konusu bilimi öğrenenlere artık örneklerle
sunulabilmiştir. Ve bütün bu çabalar sonucu, deneysel psikolojiyle
psikanaliz arasında ilk köprü kurulmuştur.
'Çağrışım deneyi psikanalitik tedavide her ne kadar ilgili vakanın geçici
olarak niteliksel analizine imkân verirse de, psikanaliz tekniğine önemli
bir katkıda bulunmaz ve psikanaliz uygulamalarında ille de kendisine
başvurulması zorunlu değildir. Zürih ekolü ya da bu ekolün öncüleri sayılan
Bleuler ile Jung tarafından bulgulanmış bir diğer .gerçek çok daha büyük bir
önem taşır. Bleuler, o zamana kadar tamamen psikiyatri kapsamına alınan bir
sürü vakanın, psikanalizin düşlerde ve nevrozlarda varlığını kanıtladığı
mekanizmaların (Freud mekanizmaları») dikkate Alınmasıyla ancak açıklığa
kavuşturulabileceğini saptamıştı. Jung ise, psikanalitik yorum yöntemini
erken bunama (Dementia praecox) kapsamına giren en acayip ve en karanlık
vakalar üzerinde uygulamış, hastaların yaşam öyküleriyle yaşamsal
yönelimlerinden bunların nasıl doğup çıktığını açık seçik göstermeyi
başarmıştır. Dolayısıyla, psikanalizi artık daha uzun zaman göz ardı etmek
psikiyatristler için olanaksız duruma gelmiştir. 1911de şizofreni üzerine
yayınlanıp, psikanalitik gözlemi kliniksistematik gözlemle eşdeğer tutan
Bleuler'in yapıtı, bu yoldaki başarıları adeta taçlandırmıştır.
Ancak, daha o zamanlar her iki ekolün çalışma doğrultusu arasında kendini
açığa vuran bir ayrılığı burada belirtmeden geçemeyeceğim. Bir şizofreni
vakası üzerinde uyguladığım psikanaliz denemesinin başarılı sonuçlarını daha
1897'de20 yayınlamıştım; ama vaka paranoid karakter taşıyordu, dolayısıyla
Jung'un başvurduğu psikanaliz uygulamaları bakımından bir öncelik davasına
kalkışamazdım. Ayrıca, benim için söz konusu vakada önemli olan, hastalık
belirtilerinin açıklığa kavuşturulabilmesi değil, hastalığın ruhsal
mekanizması, Özellikle bu mekanizmanın o zamanlar artık bilinen isteri
mekanizmasına uygunluğu sorunuydu. Her iki hastalık mekanizması arasındaki
ayrımlara henüz o zamanlar bir açıklık getirilmemişti. Çünkü o dönemde ben,
nevrozlara ilişkin bir libido kuramını geliştirmeye yönelik çalışmalarda
bulunmaktaydım; ilgili kuram, bütün nevrotik ve psikotik olayları libidonun
normal dışı serüvenine, yani normal tüketim yollarından saptırılmasına
dayanarak açıklayacaktı. Böyle bir bakış açısı ise, İsviçreli
araştırmacılara yabancıydı. Bildiğim kadar, bugün bile
*Bleuler, erken bunama çeşitlerinin organik bir nedenden kaynaklandığı
kanısını elden bırakmamıştır. Yine aynı hastalık üzerindeki kitabı 1907'de
yayınlanan Jung ise, 1908'd? Salzburg'taki kongrede toksik bir kuramı
savunmuştu. Bu da, libido kuramını kapı dışarı etmese bile üzerinden atlayıp
geçen bir görüştü.21 İlkin başvurmaya yanaşmadığı bir malzemeden daha sonra
fazlasıyla yararlanma yoluna gittiği için, Jung, ilgili konuda bir başarı
sağlayamamıştır.
İsviçre ekolünün psikanalize yaptığı belki bütünüyle Jung'a maledilebilecek
bir üçüncü katkısına, işin uzağındaki kimseler gibi pek değerli bir gözle
bakamayacağ m. Bu katkı, 1906 ve 1910 arasında sürdürülen diagnostik
(tanısaU çağrışım deneyleri'nden doğmuş kompleksler öğretişidir. İlgili
öğretinin ne kendisi psikolojik bir kurama varılmasını sağlamış, ne
psikanalitik öğretiler bütünü içine bir zorlamaya, başvurulmaksızın
alınabilmiştir. Buna karşılık «kompleks» sözcüğü, psikolojik gerçeklerin
tanımlanmasında başvurulan rahat ve çok vakit vazgeçilmez bir deyim olarak
psikanaliz ülkesine gelip yerleşmiştir. Psikanalitik bir gereksinme
nedeniyle ortaya atılan yeni isim ve deyimlerden hiç biri kompleks kadar
geniş çapta rağbet görmemiş, kompleks kadar kötüye kullan'larak psikanalitik
terimlerin oluşturulmasına zararı dokunmamış tır. Zamanla psikanalistlerin
normal konuşmalarında «kompleks dönüşümü» diye bir söz geçmeye başlamış,
bununla «bilinçdışna itilmiş nesnenin yeniden dönüp gelişi» anlatılmak
istenmiş, doğrusu «ona karşı içimde ailerjim var» olması gerekirken, «ona.
karşı bir kompleksim var» demek yavaş yavaş alışkanlık, durumunu almıştır.
1907"den başlayarak, Viyana ve Zürih ekollerinin birleşmesini izleyen
yıllarda psikanaliz, günümüzde içinde bulunduğu bir atılımı sağlamıştr.
Gerek bu bilime ilişkin yazılardaki yaygınlıkla onu uygulayan ya da öğrenmek
isteyen hekim sayısındaki artış, gerek kongreler ve bilimsel derneklerde
psikanalize karşı yöneltilen saldırıların çoğalması bunun kesin bir
kanıtıdır. Psikanaliz alabildiğine uzak ülkelerin kapısından içeri ayak
atmış, vardığı her yerde yalnız psikiyatristleri ürkütüp uyandırmakla
kalmayarak, hekim dışı çevrelerdeki aydınlar n ve öbür bilim dallarında
çalışan kimselerin de kendisine kulak kabartmasını sağlamıştır. Hiç bir
vakit açıktan açığa psikanaliz taraftan görünmemesine karşın, bu bilimin
gelişimini sempatiyle izleyen Havelock Ellis,2 Avustralya Asya T p
Kongresi'ne sunduğu bir raporda şöyle demektedir: «Freud's , psychoanalysis
is now championed and carried out not only in Austria and Switzerland, but
in The United States, in England, in India, in Canada and, I doupt not, in
AustralaciaV* 1910 yıhnda Şili'nin Buenos Aires kentinde yapılan
uluslararası kongrede, Alman asıllı olduğunu sandığım bir Şili'li hekim,
çocuk cinselliği tezini savunmuş ve saplantı nevrozlarında psikanalitik
tedavinin başarılarını övmüştür. Merkezi Hindistan'dan BerkeleyHill4 adında
bir İngiliz sinir hekimi, Avrupa'ya gelen nazik bir meslekdaşı aracılığıyla,
psikanalitik yoldan tedavi ettiği müslüman Hindu'lardaki nevrozların t'pkı
bizim Avrupa'lı hastalardaki nevrozlar gibi bir etiyolojiye sahip olduğunu
bildirmiştir.
Psikanaliz, Kuzey Amerika'ya pek onurland rıcı bazı durumların eşliğinde
girdi. Boston yakınındaki Worcester üniversitesinin rektörü Stanley Hail
tarafından Jung'la ben, üniversitenin yirminci kuruluş yıldönümü dolayısıyla
yaP'lması planlanan törende psikanaliz üzerine Almanca konferanslar vermek
için Amerika'ya çağrılmıştık. Pedagoji ve felsefe öğretimi yapan o küçük,
ama saygınlığı yüksek üniversite camiasma mensup peşin yargılardan uzak
kişilerin, psikanaliz alanındaki bütün çalışmaları izlediklerini ve
öğrencilerine psikanaliz konusunda dersler vererek bu çalışmaların önemini
ortaya koyduklarını büyük bir hayretle gördük. Aşırı erdemli Amerika'da hiç
değilse akademik çevreler, günlük yaşamda müstehcen gözle bakılan bütün
sorunları serbestçe konuşup tartışıyor, bilimsel açıdan ele alabiliyordu.
Worcester üniversitesinde önceden hazırlıksız verdiğim beş konferans, daha
sonra American Journal of Psychologie'de (Amerikan Psikoloji Dergisi)
İngilizce yayınlandı, arası çok geçmeden aynı konferanslar Psikanaliz Üstüne
(Über Psychoanalyse) adı altında Almanca basıldı.
Freud Psikanalizi bugün artık yalnız Avusturya ve İsviçre'de değil,
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Hindistan, Kanada ve kuşkusuz
Güneydoğu Asya'da savunulup uygulanmaktadır. (Ç.N.)
Jung ise teşhiste çağrışım ve «çocuk ruhundaki çatışmalar»üzerinde konuştu.
Verdiğimiz konferanslara karşılık L.LX>. şeref payesiyle onurlandırıldık.
Worcester'deki o şenlik haftasında, psikanaliz beş kişiyle temsil edilmişti.
Jung ile benden başka. Amerika gezisinde bize eşlik eden Ferenczi, ayrıca o
zamanlar Toronto (Kanada) üniversitesinde çalışıp şimdi Londra'ya yerleşmiş
bulunan Ernest Jones ve daha o vakitler New York'ta psikanalitik
uygulamalara girişmiş A. Brill vardı.35 Worcester'deki en önemli kişisel
ilişki, Harward üniversitesinde nöropatoloji hocalığı yapan J. Putnam'la.
benim aramda kurulmuştu. Yıllar önce psikanaliz konusunda olumsuz bir
yargıyı açığa vuran J. Putnam, sonradan çarçabuk psikanalize ısınmış, onu
gerek içerik ve gerek biçim bakımından güzel konferanslarla kendi hemşeri ve
meslekdaşlanna salık vermeye başlamıştı. J. Putnam'ın yüksek ahlâk görüşü ve
gözüpek bir gerçek sevgisine dayanan karakterine karşı Amerika'da duyulan
saygı psikanalize yarar sağlamış, belki psikanalizi erkenden felce uğratacak
suçlamalara karşı Putnam bu bilimi savunmuş, ona arka çıkmıştır. Ancak
ilerde kendi mizacından kaynaklanan güçlü etik ve filozofik eğilimin
fazlasıyla etkisinde kalmış ve psikanalize kanımca gerçekleştiremeyeceği bir
istek yönelterek, onun belli bir ahlâksalfilozofik dünya görüşünün,
hizmetine girmesi gerektiği tezini savunmuştur: ama yine de Putnam'ın,
vatanı olan Amerika'da psikanalizin başlıca dayanaklarından biri olarak
kaldığını söyleyebiliriz.26
Psikanalizin yayılmasında ayrıca Brill ve Jones'in alabildiğine büyük
hizmetleri geçmiş, kendilerini hiç düşünmeden hani harıl sürdürdükleri
çalışmalarla gündelik yaşama, düşlere ve nevrozlara ilişkin kolaylıkla
gözlemlenebilecek temel gerçekleri tekrar tekrar vatandaşlarının gözleri
önüne sermişlerdir. Brill kendi uğraşılarının başarısını, hekimlik yapıp
benim yazılarımı çevirerek, Jones ise öğretici konferanslar verip,
Amerika'da yapılan kongrelerde hazırcevaplık taşan konuşmalar yaparak
pekiştirmiştir.27
Kökleşmiş bilimsel bir geleneğin eksikliği ve resmi otoritelerin gevşekliği.
Stanley Hall'in Amerika'da psikanalizi yaymak için sürdürdüğü çalışmaların
işine yaramıştır. Ayrica Amerika'da işin başından beri karakteristik olan
şey,, akıl ve ruh hastaliklanndaki yönetici ve profesörlerin bağımsız
pratisyenler gibi psikanalize ilgi göstermeleridir.. Ama işte bu yüzden,
psikanaliz çevresinde sürdürülen savaşın akıbeti, bu bilime karşı daha büyük
bir direniş gösteren eski kültür merkezlerinin barınağı Avrupa'da
belirlenecekti.
Zürih'ii A. Maeder'üı övülecek çalışmalan Fransız okuyucusu için psikanaliz
öğretilerine açılan rahat bir kapı sağlamasına karşın, Avrupa ülkeleri
arasında Fransa psikanalize en kapalı bir ülke olarak kaldı. Bu bilime karşı
ilk ilgi kıpırdanışlan Fransız taşrasında açığa vurdu kendini. Morichau
Beauchant (Poitiers) açıktan açığa psikanalizi: savunan ilk Fransız oldu.
Bordeux'dan Regis ve Hesnard ise daha bu yakınlarda (1914)28 ayrıntılı, ama
yer yer gerekli anlayıştan yoksun ve özellikle simgelere takılan2» bir
inceleme30 yayınlayarak, bu yeni öğretiye karşı kendi vatandaşlanndaki
önyargıları dağıtmaya çalışmışlardır. Paris'te hâlâ, Janet'nin 1913 Londra
Kongresi'nde ustalıkla dile getirdiği kanı, yani psikanalizde iyi ve güzel
adına ne varsa hep kendi görüşlerinin birazcık değiştirilmiş şekilleri
olduğu, bundan öte bu bilimin hiçbir işe yaramadığı kanısı, egemenliğini
sürdürüyora benzemektedir. Janet, adı geçen Londra Kongresi'nde, kendisinin
psikanalizi gerektiği gibi bilmediğini ileri sürerek bunu örnekleriyle
kanıtlamaya çalışan £. Jones'in bir dizi suçlamasını sineye çekmekten başka
çıkar yol bulamamıştı. Janet'nin savlan doğru> sayılmasa bile, onun
nevrozların psikolojisinin araştırılması, konusundaki hizmetleri yine de
unutulamaz. İtalya'ya gelince, burada çok şeyler vaat eder gibi görüneni
başlangıçtaki adımlar ileriye götürülerek daha geniş çevrelerin psikanalize
karşı ilgisi sağlanamamış, oysa kişisel, bağların yardımıyla psikanaliz
henüz erkenden Hollanda, topraklarına ayak atmıştır; van Emden'in, van
Ophuijsen'in, van Renterghem'in (Freud ve Ekolü)*1 ve Stârcke kardeşlerin
burada gerek kuramsal ve gerek pratik alanda başarıyla psikanaliz
çalışmalarında bulunduklarını görmekteyiz.*3 İngiltere'de ise bilimsel
çevrelerin psikanalize karşı. ilgisi pek ağır bir gelişim izlemiştir. Ancak,
ortadaki belirtilere bakılırsa, İngilizlerin incelmiş gerçeklik duygusu
ve.adaleti savunma tutkuları dolayısıyla, psikanalizin özellikle bu ülkede
enikonu yayılma göstereceği anlaşılmaktadır.
İsveç'te hekimlik çalışmasında Wetterstrand'in yerini alan P. Bjerre,
psikanalitik tedavilerde ipnotik telkini hiç değilse şimdilik bir kenara
bırakmıştır. İsveç in Kristiania kentinden R. Vogt, 1907'de çıkan
Psykiatriens gruntraek adlı kitabında psikanalize de yer vermiş, dolayısıyla
psikanalizin varlığını görmezlikten gelmeyen ilk psikiyatri kitabı Norveç
dilindo yaymlanm.ştır. Rusya'da ise psikanaliz hayli yayılmış olup, hemen
bütün çevrelerce bilinmektedir. ısıe;deyse benim bütün incelemelerim ve
psikanaliz taraftan daiıa başka kimselerin yazları Rusça'ya çevrilmiştir. Ne
var ki, psikanalitik öğretilerin Rusya'da henüz derinliğine bir anlayışa
konu olduğu söylenemez. Rus hekimlerinin bu > oldaki katkıları şu sıra pek
önemsenecek giui değildir. Yalnız Odesa kenti, M. Wulff un şahsında usta bir
psikanalisti sinesinde baniîdınyor. Psikanalizin Polonya bilim ve edebiyat
na girişini en başta L. Jekel'in çabalarına borçlu bulunmaktayiz.
Avusturya'ya coğrafi bakımdan pek bağlı, ancak bilimsel bak mdan ona pek
uzak Macaristan ise şimdiye kadar psikanalize bir tek kimiyi, yani S
iereaczi'yi armağan etmiştir; ancak Ierenczi'nin de bir topluluğa bedel bir
kişi sayılacağım belirtmek gerekiyor.33
Almanya'daki durum ise, psikanalizin henüz bilimsel tartışmaların odak
noktasını oluşturduğu, gerek tıp, gerek tıp dışı çevrelerde alabildiğine
kesin bir direnişin görüldüğü, bu direnişin henüz son bulmadığı, dönüp
dolaşıp yeniden tazelendiği, hatta zaman zaman güçlendiği söylenerek
özetlenebilir. Hiçbir resmi öğretim kurumu şimdiye kadar psikanalize
kapısını açmış değildir. Almanya'da. Psikanaliz uygulamasında bulunan
başarılı pratisyenler üç beş kişiyi aşmıyor. Ancak, İsviçre toprağında kalan
Kreuzling'te Biswanger'in, Holstein'da Marcinowski'nin yönettiği psikiyatri
klinikleri gibi birkaç klinik psikanalize kapılarım aralamıştır. O kritik
Berlin toprağında ise daha önce Bleuler'in asistanlığını yapan ve
psikanalizin en seçkin temsilcilerinden biri olan K. Abraham'ın başarıyla
tutunduğu görülmektedir. Şimdi burada anlattıklarımızın ancak dış görünüşü
yansıttığı bilinmese, durumun aradan bir hayli yıl
geçmesine karşın değişmeden kalmasına şaşmamak elden geimezdi. Oysa bilimin
resmi temsilcileriyle klinik yöneticilerinin ve Dunlara ister istemez
bağımlı durumdaki genç elemanların direnişlerini fazla önemsememek
gerekiyor. Psikanalize karşı olanların seslerini enikonu yükseltirken,
psikanaliz taraftarlarının ürküp sinerek seslerini çıkarmamalarının
anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Psikanaliz ça1 ^malarına olan ilk katkıları
gelecek hesabına hayli umutlar uyand ran psikanaliz taraftarlarından
birçoğu, içinde yaşad klan koşulların baskısı karşıs.nda kendilerini çekip
geriye almıştır. Ancak psikanaliz akımı önüne geçilmez bir güçie, ortalığı
velveleye vermeden ilerleyerek gerek psikiyatristler, gerek tıp dışı
çevrelerden kendisine yeni yeni dostlar edinmekte, bu konudaki yayınlar
sayısı habire artan bir okuyucu kitlesini kendisine çekmekte, dolayısıyla,
ilgili ak m karşıt gövüştekileri savunu çabalarını giderek iv. tt rmaya
zorlamaktadır. Örneğin ben, söz konusu yıllar içerLinde belli kongrelerle
bilimsel dernek oturumlarındaki tartışmalara ilişkin haberlerde veya bazı
yayınlara ilişkin eleştirilerde, psikanalizin artık öbür dünyayı boyladığı,
bundan böyle bir daha belini doğrultamayacağı, işinin bilirildı,,i giji
Gözler okumuşumdur. Bunlara verilecek en güzel yanıtın, öldüğünü yanlışl kla
ilan eden bir gazeteye^ Mark Twain'in çektiği telgraftaki şu cümle olması
gerekirdi: «Ölüm haberimde aşırı abartma vardır.» Ölümünün her ilan
edilişinden sonra psikanaliz kendisine yeni taraftarlar ve çalişma
arkadaşları kazanmış, sesini duyuracak yeni yayın organlarına kavuşmuştur.
Nihayet öldü olarak ilan edilmenin, sükûtla geçiştirilmeye yeğ tutulması
gerektiğini söyleyebiliriz.
Yukarıda anlatılan yersel yayılmaya paralel olarak, nevrozlar öğretisi ve
psikiyatriden yola koyulup öbür bilim dallarına siçramasıyla, psikanalizin
içeriğinde de bir açıl'p yayılmanın gerçekleştiği görülür. Ancak
psikanalizin gelişim tarihçesinin bu yönünü inceden inceye ele alamayacağın;
çünkü Lowenfeld'in «Sınır Sorunları» adındaki kitap dizisinde çıkan Rank ve
Sachs'ın mükemmel bir incelemesi,34 psikanalitik çalışmaların özellikle bu
bakımdan sağlad ğı başarıları ayrıntılı biçimde okuyucuya sunmaktadır. Hem
bu doğrultudaki çalışmalar başlangıç dönemindedir, ileri bir aşamaya ulaşmış
durumları yoktur, çoğu çıkış noktası oluşturacak niteliktedir henüz, bazısı
da tasarıdan başka bir şey değildir. Aklı başında bir kimsenin ilgili duruma
psikanalizi suçlamak için bir neden gözüyle bakmaması gerekir. Üstesinden
gelinmeyi bekleyen pek çok ödev var ortada, ama bu işte görev alanların
hepsi bir avuç insanı geçmiyor. Söz konusu kimselerin çoğunluğunun da asıl
mesleği hekimlik değildir; dolayısıyla, karşılarındaki yabancı bilimin
uzmanlık alanına giren sorunlarına ister istemez amatörce eğilmek zorunda
bulunuyorlar. Psikanalizden gelen bu elemanların amatörlüklerini saklayıp
gizledikleri de yok; bütün istedikleri, sonradan gelecek uzmanlar için
yolgösterici ve önceden yer tutucu bir rol oynamak, ilgili uzmanların
kendileri işe koyulmak istediklerinde gereken psikanalitik teknik ve
koşullan onlara salık verebilecek duruma gelmektir. Daha şimdiden
azımsanmayacak bilgiler ele geçirilmişse, bu bir yandan psikanalitik
yöntemin başarısından, beri yandan hekimlikle ilişkileri bulunmazken
psikanalizi manevi bilimlere uygulamayı yaşamlarının <en büyük amacı bilen
birçok araştırmacının şimdiden psikanaliz alanında çalışmaya başlamasından
kaynaklanmıştır.
Söz konusu uygulamaların çoğunluğunda, anlaşılacağı üzere, benim ilk
psikanaliz çalışmalanm ön ayak olmuştur. Nevrozluların ve normallerdeki
nevrotik belirtilerin psikanalitik yoldan incelenmesi, yalnız bu alan için
geçerli sayılamayacak ruhbilimsel birtakım gerçekleri kabul zorunda
bırakmıştır bizi. Örneğin, psikanaliz salt patolojik olaylan açıklığa
kavuşturmakla kalmayarak, bunlann normal ruhsal yaşamla ilişkisini ortaya
koymuş, psikiyatri ile ruhsal olayları konu alan pek değişik diğer bilim
dallanndaki sezilmedik ilişkilerin varlığını gün ışığına çıkarmıştır. Bunun
gibi, bazı tipik düşlerden yola koyularak kimi mitleri ve masallan anlama
olanağı sağlanmıştır. Riklin'le Abraham, «le geçirilen ipuçlannı izleyerek,
mitlere ilişkin araştırılara ¦başlangıç oluşturan çalışmalarda bulunmuşlar,
sonradan ilgili araştırmalar Rank'm35 mitoloji konusunda sürdürdüğü ve bu
alandaki bütün uzmanca araştırmaları aratmayacak nitelikteki çalışmalarla
bir mükemmelliğe ulaşmıştır. Düş simgelerinin izlenmesi, araştırmacılan
götürüp mirtoloji, folklor (Jones, Storfer) ve dinsel soyutlamalarla ilgili
jsorunlann ortasına bırakmıştır. Psikanaliz kongrelerinin birinde Jung'un
bir öğrencisinin30 çıkıp, şizofrenlerdeki sayıklamalarla ilkel çağlann ve
ilkel kabilelerin evren anlayışları arasında bir uygunluk bulunduğunu
kanıtlaması, dinleyicileri hayli etkilemiştir. Daha sonradan, nevrozlarla
dinsel ve mitolojik düşlemleri (fantazya) uzlaştırmak isteyen Jung'un
çalışmalarında mitolojik malzemenin bugün için artık kusursuz denemeyecek,
ama pek ilginç bir bircimde işlendiği görülür.
Düş araştırmalarından kalkan bir başka yol, sanat yapıtlarının ve nihayet
ozanlarla sanatçıların psikanalizine götürmüştür. Bu çalışma doğrultusundaki
ilk aşamada ozanların düşlemleriyle gerçek düşlerin çokluk bir ayrımı
içer.mediği, psikanalitik incelemeler sonucu ortaya konmuştur (Gradiva)âT.
Bilinçsiz bir ruhsal yaşam görüşü, sanatsal yaratıcılığın içyüzü konusunda
bir ilk görüşe ulaşılmasını .sağlamıştır; nevrozlarda ister istemez varlığı
benimsenen içgüdüsel kıpırtıların gereği gibi ele alınması, sanatsal
yaratıcılığın kaynaklanm tanımamıza olanak vermiş ve içinden yükselen
içgüdüsel uyarılara sanatçının nasıl bir tepki .gösterdiği, ilgili tepkiyi
ne gibi yollara başvurarak bir başka kılıkta göz önüne serdiği58 sorularının
ortaya atılmasına yol açmıştır. Psikanalizin genel olarak tüm sorunlanyla
ilgilenen psikanalistlerden çoğu, yaptıklan çalışmalarla yukandaki sorunlann
çözümüne çeşitli katkıda bulunmuştur. Kuşkusuz bu konuda da psikanalize
aşina olmayanlar tarafından itirazlara kalkışılnıakta gecikilmemiş,
itirazların tıpkı psikanalizin anayurdundaki gibi aynı yanlış anlamalar ve
şiddetli direnişlerle kendini açığa vurduğu görülanüştür. Ama her ayak
attığı yerde, psikanalizin o yerin sakinleriyle savaşa tutuşmak ve savaşı
kazanmak zorunda bulunduğu daha baştan bilinen bir şeydi. Ne var ki,
psikanalizin yayılma girişimleri henüz bütün alanlarda varlığını
hissettirmemiş, bunlann bir bölümü ileriye bırakılmıştır.
Psikanalizin tam anlamıyla edebiyata yönelik uygulamaları arasında Rank'm
yasaksevi (Inzest) üstüne pek güzel incelemesi başta gelmektedir39.
Yasaksevi'nin alabildiğine hoşnutsuzlukla karşılanacak bir konu olduğu
kesindir. Psikanalizi temel alan dilbilimsel ve tarihsel incelemeler henüz
birkaçı geçmiyor. Dinsel törelerin biçimsel yönünü nevrotik davranışlarla
karşılaştırarak, dinselpsikolojik sorunlara değinmeyi göze alan ilk kimse
1907 yılında ben oldum.40 Zürih'ten Rahip Dr. Pfister41, Kont von
Zinzendorf'un dindarl ğıyla ilgili incelemesinde ve diğer bazı
çal'şmalarında dindarl'k tutkusunun sapık sevgiden kaynaklandığını ortaya
koydu; Zürih ekolünün son çal'şmalarında ise, din konusuna psikanalizin
sızması değil de, psikanalize dinsel tasar mlann sızmasının söz konusu
olduğu görülüyor.
Totem ve Tabu12 kapsamına giren dört incelememde, psikanalizden yola
koyularak, bizi doğrudan o son derece önemli uygarlık kurumlarımızın, devlet
düzenlerimizin, ahlâk ve din duygular; m zın, ama beri yandan yasaksevinin
(iııze.ot) ve vicdanın kaynaklarına götüren kabile psikolojisinin sorunları
üzerine eğilmeyi denedim. Bu konudaki çabaların sonuçlarınn eleştiriler
karşısında ne ölçüde tutunabileceği, bugünden söylenebilecek gibi
değildir.13
Psikanalitik yöntemin estetik konulara uygulanmasında, Nükte'* üzerine
yazd'ğ m kitap ilk örnektir. Bunun dışndaki konular, henüz kendilerini ele
alacak kişileri gözlemektedir; özelikle ilgili alanda zengin bir ürüne
kavuşmayı haklı olarak bekleyebiliriz. Estetiğin çeşitli kollarında
çalışacak uzman kişiler hiç de yeteri kadar elde bulunmuyor; dolayısıyla,
söz konusu kişileri yetiştirmek için, Hans Sachs, 1912'do Rank'la beraber
Imago dergisini kurmuştur.. Dergide Hitschmann'la V. Winterstein tarafından
felsefi sistem ve filozofların kişiliklerine psikanalitik aç'dan yaklaşım
sağlama konusunda ilk adm atılmıştT. Bu durumda insana söz konusu çabaların
sürdürülmesini ve derinleştirilmesini dilemek kalıyor.
Psikanalizin çocuktaki ruhsal yaşama, cinsel işgüdülerin bu yaşamdaki rolüne
(V. HugHellmuth)45 ve üreme işlevinin hizmetinde kullanamaz duruma gelen
cinsel öğelerin akıbetine ilişkin devrimci bulgulamaları, dikkatleri henüz
çok erken bir dönemde pedagoü alanına çekmiş ve psikanalitik görüşleri bu
alanda ön plana almak için ilgilileri çaba harcamaya çağırmıştır.
Psikanalizin pedagoji «lanına uygulanması sorununa can ve yürekten el
atarak, din adamlarıyla pedagogları bunun gereğine inandırmak şerefi Rahip
Pfister'indir*8. İsviçre'de bir hayli pedagogu ikna etmiş, kendisiyle
beraber bu sorunla ilgilenmelerini sağlamıştır. Ancak, meslekdaşlan
Pfister'in görüşlerini sözde paylaşır gibi yapmış, ama ne olur ne olmaz
kendilerini geri planda tutmayı uygun bulmuşlardır. Viyana'lı
psikanalistlerden birkaçı ise geriye doğru bir yol izlemiş ve tıbbî bir
pedagojide karar kılmıştır.47
Buraya kadar olan bütünlükten uzak değinmelerimle, tıbbî psikanaliz ve diğer
bilim dalları arasında saptanmış başı sonu görülecek gibi olmayan ilişkiler
topluluğuna dikkati çekmeye çal.ştım. İlerde gelecek bir araştırmacılar
kuşamının çalışmasına yetecek malzeme bulunuyor bu konuda ve kendi ana
toprağında psikanalizin önüne çıkarılan karşıkoymalar bir kez yenilmeye
görsün, söz konusu çalışmanın da yapılacağından kuşkum yoktur.48
Bu karşıkoy maların tarihçesini yazmayı şu anda verimsiz ve zamansız
saymaktayım; çünkü günümüzdeki bilim adamlarının pek yüzünü ağartacak bir
şey olmayacakt r bu. Ama hemen şunu da ekleyeyim ki, psikanalize karşı
çıkanlara, salt bu karşı çıkışlarından ötürü asla küçümsemeyle davranmad m;
savaş zamanı, savaşa katılan iki taraıta da genellikle rastlanabilecek
fırsatçı ve yağmacı bir kaç değersiz kişi d'şında böyle bir davranışa
başvurmadım Ne de olsa psikanalize cephe alanların niçin bu yola
saptıklarını kendi kendime açıklayabilmekteydim. Beri yandan, psikanalizin
insandaki en kötü tarafları gün ışığına çıkard'ğını öğrenmiştim. Ancak,
saldırılara yanıt vermemeyi de kararlaştırmışt?m bir kez, benim gibi başka
arkadaşları da polemikten uzak tutmaya çalıştım. Psikanaliz çevresinde
sürdürülen kavganın koşullarında, dinleyici önünde ya da yayın organları
aracılığıyla yapılacak tartışmaların hiç de yarar sağlayacağı kanısında
değildim. Kongrelerde ve dernek oturumlarında ise psikanalize karşı
çıkanların, üyelerden çoğunluğunun oyunu kazanacağı kesindi; ayrıca bu
kimselerin adil ve jentilmence davranacaklarına asla pek güvenim yoktu.
Gözlemlerin ortaya koyduğuna göre, bilimsel bir tartışmada çok az kimse
centilmenliği elden bırakmamanın, hele tarafsız kalmanın üstesinden
gelebilmektedir. Dolayısıyla, bilimsel polemiklerden öteden beri ürker,
çekinirim. Sanırım bu davranışım yanlış anlaşılmış, bana aşın ölçüde çelebi
ya da sinik bir kimse gözüyle bar kılmasına yol açmış olacak ki, zamanla
beni umursamanın hiç gereği yokmuş gibi bir kanı doğmuştu. Haksız bir
kanıydı hani; çünkü ben de başkaları gibi pekâlâ hakaretlerde bulunabilir,
onlar gibi kızıp köpürebilirim; ancak beceremediğim bir şey varsa, ilgili
duyguların dışavurumlarını yazıya geçirmektir; bu yüzden de söz konusu
tartışmalardan kendimi büsbütün geride tutmaktayım.
Kendimin ve çevremdeki kişilerin duygu ve heyecanlarını dizginlemeyip
serbest bıraksaydım, kimi bakımdan belki daha iyi olurdu. Psikanalizin nasıl
olup da Viyana'da doğduğu konusundaki ilginç açıklamayı işittik hepimiz;
Janet, 1913 yılına gelinceye kadar psikanalizi küçümsemeyerek ondan
yararlanmıştır; oysa elbette Parisli olmaktan gurur duyan biriydi kendisi;
Paris'te ise Viyana'ya göre daha sert ahlâk kurallarının egemen olduğu pek
söylenemez.*» Gelgelelim, nevrozların cinsel yaşamdaki bozukluklardan ileri
geldiği gibi bir tezi ortaya atan psikanalizin ancak Viyana gibi bir kentte,
buranın başka kentlere yabancı o şehvet ve ahlâksızlık taşan atmosferinde
doğabileceği ve psikanalize düpedüz Viyana'daki durumları yansıtan bir ayna
gözüyle bakılabileceği, adeta ilgili durumların kuramsal yoldan bir dışa
yansıtılması sayılacağı parlak bir buluş gibi öne sürülmekteydi. Yerel
milliyetçilikten uzak bir kimse olmama karşın; söz konusu tezin bana her
vakit düpedüz saçma göründüğünü söylemek isterim. Hem de o kadar saçma ki,
bazan Viyanalılığımdan ötürü uğradığım suçlamanın herkes önünde açığa
vurulmak istenmeyen bir diğer tezi temsil ettiği, onun yumuşatılıp
hafifletilmiş bir biçimi diye görülebileceği sanısına kapılımşımdır. Hani
söylenildiğinin tersi olsa, o zaman değişirdi durum. Diyelim bir kent var
da, ilgili kentte oturanlar cinsel doyum bakımından özel birtakım
kısıtlamalar ortaya koymuş, bunlara uyuyor, beri yandan ağır nevrotik
hastalıklara karşı bir yatkınlık gösteriyorlar; bu durumda söz konusu kent,
kuşkusuz bir gözlemcinin aklında, iki olayı birbirine bağlamak, birini
öbürsüyle açıklamak düşüncesini uyandırabilirdi.
Gelgelelim adı geçen iki koşuldan hiç biri Viyana için söz konusu değil;
Viyanalılar başka büyük kent sakinlerine göre cinsel bakımdan ne daha
perhizkâr, ne daha nevrotik kimselerdir, tnsanlararası cinsel ilişkiler,
daha bir serbestlik gösterir burada; Viyana'da yaşayanların cinsel
konulardaki çekingenliği, bekâretleriyle bu kadar gururlanan Batı ve Kuzey
kentlerindekinden daha azdır. Viyanalılarda rastlanan özellikler, bir
gözlemciyi, nevrozların nedenleri konusunda bir açıklığa kavuşturmaktan çok,
yanlış yollara sürükleyecektir. Ne var ki, Viyanalılar da psikanalUm doğup
ortaya çıkışındaki kendi katkılarını yadsımak için ellerinden geleni
yapmaktan geri kalmamıştır. Aydın ve bilgin çevrelerde psikanalistlere karşı
düşmanca umursamazlığın Viyana'daki kadar belirginlikle kendini açığa
v.urduğu başka hiç bir kent yoktur yeryüzünde.
Geniş kitleler önüne çıkmaktan kaçınma politikamla, belki ben de böyle bir
durumun ortaya çıkmasından sorumlu bulunmaktayım. Eğer psikanalizin
Viyana'daki hekim derneklerini gürültülü oturumlarla meşgul etmesine yol
açsam ya da rıza gösterseydim, bu oturumlarda herkes içini dökse, herkes
dilinin ucunda taşıdığı ya da açığa vurmaya niyetlendiği bütün suçlama ve
küçümsemeleri açığa vursaydı, belki bugün psikanalize karşı başvurulan
afarozun önü alınabilir ve psikanaliz kendi anayurdunda bir el davranışı
görmezdi. Ama böyle bir yola sapmadığım için, VVallenstein adındaki
kahramanının ağzından şu sözleri söyleten ozana hak vermemek elde değil:
»Viyanalılar dünyada bağışlamaz beni Böyle bir curcunadan ettim kendilerini»
Psikanalizin karşısında olanların haksız ve keyfi davranışlarını yüzlerine
sauviter in modo* vurmak gibi benim üstesinden gelemediğim bir ödevi,
Bleuler, 1910'da50 yayınlanan «Freud Psikanalizi, Savunusu ve Eleştirel
Açıklamalar» adlı, kitapta yüklenmiş ve yüzünün akıyla ilgili ödevin
altından kalkmıştır. İki bakımdan önemli bu çalışmanın tarafımdan övgü
konusu yapılması o kadar doğal ki, övgüyü bir yana bırakıp, bir an önce
ilgili çalışmada bulduğum
Yakışık alır biçimde (Ç.N.)
kusurlara geçmek istiyorum. Kitap, bu durumuyla bile bana taraf tutar gibi
görünüyor; psikanaliz düşmanlarının, hastalarına karşı adeta fazlasıyla
hoşgörülü, psikanaliz dostlarının yanılmalarına karşı fazlasıyla sert. Bu
denli ünlü bir psikiyatristin, böyle kuşku götürmeyecek kadar kendi alanında
otorite sahibi ve bağımsız bir kişinin, neden meslekdaşları üzerinde fazla
bir etki yapmadığını da kitabın söz konusu özelliği bize açıklamaktadır.
Affektivitat (1906) yazarının, bir incelemenin etki gücünü içerdiği
kanıtların değerinden çok, taşıdığı duygusal havadan aldığına şaşmaması
gerekiyor. Kitabın psikanaliz taraftarları üzerindeki olumlu etkisini ise,
Bleuler, Freud Kuramlarının Eleştirisi (1913) adlı yapıtında psikanalize
karşı önceki tutumuna ters bir tutumu açığa vurarak yine ortadan kald
rmıştır. İlgili yapıtında, Bleuler, psikanalize o kadar yüklenmektedir ki,
bu bilime düşman kişilerin, kendi savunmalarım üstlenmiş Bleuler'in
yard'mından memnun kalmaması için bir neden yoktur. Ancak, Bleuler,
psikanalize ilişkin olumsuz yargılarını dile getirirken yeni kanıtlara ya da
eskisinden değerli gözlemlere başvurmaz, psikanaliz alanındaki kendi bilgi
düzeyine dayanır yalnız, ama bunun söz. konusu yargılara varmak için
yetmeyeceğini eski yazılarındaki gibi bir türlü itirafa yanaşmaz. Demek
oluyor ki, Bleuler konusunda psikanaliz acısını kolay unutamayacağı bir
kayıpla karşı karşıya kalmıştır. Ancak 1914'te yayınlanan Şizofrenilere
Eleştirel Bir Bakış adlı incelemesinde, şizofreni kitabında psikanalize yer
verdiği için uğradığı sald'rılar nedeniyle, Bleuler'in, «büyüklenme» diye
nitelediği bir davranışa başvuracak kadar derlenip toparland ğı görülür:
«Ama şimdi bir büyüklenmeyle diyeceğim ki, bugüne Kadar çeşitli psikolojik
görüşlerin psikogenetik (ruhsal kökenli) belirti ve hastalıkların aç klığa
kavuşturulmasına acınacak kadar az katkısı olmuş, derinlik psikolojisi ise
hastalarını anlamaları ve tedavi edebilmeleri için hekimlerin gereksinme
duyduğu henüz kuruluş aşamasındaki bir psikolojinin bir bölümü olarak
kendini tıbbın hizmetine sunmuştur. Hatta ben ilgili anlayış doğrultusunda
küçük de olsa bir ad m attığımı söyleyebilirim. Bu sonuncusu bir yanılgıdır
belki, ama ilk iki savın doğruluğuna kuşku yok.»
Derinlik psikoloj isiyle psikanalizden başka bir şey anlatılmadığına göre,
şimdilik Bleuler'in bu kadarcık da olsa psikanalizi savunma çabasından
memnunluk duyabiliriz.
Kısa kes kıyamette Hepsi boş bir nefes.
Goethe
Birincisinden iki yıl sonra, yani 1910 martında, bu kez Nürnberg'te
psikanalistlerin ikinci özel kongresi yapıldı. Bu arada Amerika'da
gördüğümüz iyi kabulün, Alman topraklarında ise psikanaliz düşmanlığındaki
giderek artışın, beri yandan Zürihlilerin sağladığı o beklenmedik desteğin
etkisi altında kafamda bir amaç belirmişti ve dostum S. Ferenczi'nin
yardımıyla ikinci kongrede bu amacı gerçekleştirdim. Psikanaliz akımını bir
örgüte kavuşturmak, merkezini Zürih'e taşımak ve psikanalizin geleceği
üzerine titreyecek birini örgütün başına getirmek gibi bir plan kurmuştum.
Bu planı uygulamam, psikanaliz taraftarları arasında bir hayli itiraza yol
açtı; dolayısıyla, beni böyle bir davranışa sürükleyen nedenleri burada
enine boyuna ele almak istiyorum. Akıllıca bir iş yapmadığım anlaşılsa bile,
davranışımda haklı olduğum görülecektir sanırım.
Viyana'yla bağlantısının psikanaliz gibi körpe bir akımı ileriye götürmekten
çok ona ayak bağı olduğu gibi bir yargı vardı kafamda. Bir akademi öğretim
üyesinin psikanaliz «nstitüsü açtığı Zürih gibi Avrupa'nın göbeğindeki bir
kente, psikanalizin geleceği için daha umut verici bir yer gözüyle
bakıyordum. Ayrıca psikanaliz akımının gelişimini önleyen ikinci engel
olarak kendi şahsımı görmekteyim; taraf mı tutan ve tutmayanların sevgi ve
nefreti karşısında hakkımda doğru dürüst bir yargıya varmak mümkün değildi.
Ya Kolomp, Darwin ve Kepler'le karşılaştırılıyor, ya da beyni sulanmış51 bir
kimse olduğum ileri sürülerek küçümseniyordum. Dolayısıyla, psikanalizin
doğduğu kent olan Viyana gibi kendim de arka plana çekilmek niyetindeydim.
Hem genç sayılmazdım artık; oysa önümde geride bırakılması gereken daha uzun
bir yol görüyor, ileri yaşımda başkanlık sorumluluğunu fazla ağır bir yük
gibi hissediyordum. Ama başta birinin olması gerektiğini de düşünmekteydim.
Psikanalizle uğraşanları pusuda ne gibi tehlikelerin beklediğini çok iyi
biliyor, başa bir otorite geçirilir de bu otorite gerektiği vakit yol
göstericilik ve uyarıcılık görevini yaparsa, hataların bir çoğuna düşmekten
üyelerin esirgenebileceğini umuyordum. Başkalarıyla aramda aşağı yukarı on
beş yıllık bir deneyimin oluşturduğu kapatılamayacak bir ara vardı;
dolayısıyla, böyle bir otorite rolünü oynamak o zamana kadar bana
yüklenmişti. Kuşkusuz şimdi bu görevi, başkanlıktan ayrılmadan önce yerimi
tutacak genç birisine devretmem gerekiyordu. Bu kişi de olsa olsa C. G. Jung
olabilirdi. Bleuler benim yaşıtımdı çünkü; oysa Jung üstün yetenekli
biriydi, yayınladığı yapıtlarla psikanalizin gelişimine hatırı sayılır
katkılarda bulunmuştu. Ayrıca, sosyal bakımdan bağımsızdı, insanda güven
taşan enerjik bir kişi izlenimini bırakıyordu. Üstelik benimle dostluk
ilişkileri kurmaya ve bu dostluk uğrunda, o zamana kadar içinde yer vermekte
sakınca görmediği ırksal önyargılardan vazgeçmeye hazır bir tutumu vardı.
Başkanlığa Jung'u seçmenin, bütün bu sayıp döktüğüm üstünlüklere karşın
alabildiğine isabetsiz bir davranış sayılacağını,, böylelikle bir başkasının
otoritesine katlanamadığı gibi,, kendisi de bir otorite kurmasını asla
beceremeyen ve tüm çabasını kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın çıkarlannı
savunmak uğrunda harcayan bir kimseyi başa getirdiğimizi o zamanlar
sezememiştim.
Dernekler arasında resmi bir birleşmeyi zorunlu görüyor, çünkü bir kez
popülerlik kazandıktan sonra psikanalizinbaşına musallat olacak kötü
kullanımlardan korkuyordum. Bu birleşme gerçekleştirilmeli, ortada zamanı
gelince: «Bütün bu saçmalarla psikanalizin bir ilişkisi yoktur, bunlar
psikanaliz değildir!» demeye yetkili bir organ bulunmalıydı. Uluslararası
Psikanalistler Derneği'nin yerel kolları tarafından yapılan toplantılarda
psikanalizin nasıl ele alınacağı öğretilmeli, hekimler buralarda psikanaliz
uygulamaları için yetiştirilerek psikoterapi çalışmalarında bulunabilmeleri
güven altına alınmalıydı. Ayrıca, resmen tanınmış bilimler psikanalizi
afaroz ettikten ve onu uygulayan hekimlerle klinikleri boykot konusu
yaptıktan sonra, psikanaliz taraftarlarının dostça geçinip birbirlerini
desteklemek amacıyla bir araya gelmesi, bana arzu edilmeye değer bir
davranış görünüyordu.
Uluslararası Psikanalistler Derneği'nin kurulmasıyla elde etmek
istediklerimin hepsi işte bu kadardı, bunun dışında bir şey yoktu. Galiba
elde edilebilmesi mümkün olandan fazla bir şeydi bu da. Nasıl bana cephe
alanlar psikanaliz, akımının durdurulamayacağını tecrübeyle anlamışlarsa,
ben de kendilerini istediğim tarafa çekemeyeceğimi sonunda tecrübeyle
anlamıştım. Gerçi Ferenczi'nin Nürnberg'teki kongreye sunduğu öneri kabul
edilerek Jung başkanlığa; Riklin de sekreterliğe getirildi; ayrıca merkezin
yerel derneklerle ilişkisini sağlayacak bir iletişim dergisinin çıkarılması
kararlaştırılmış, birleşme amacı olarak da şöyle bir açıklama yapılmıştı:
«Freud tarafından kurulan psikanalizin gerek yalnızca psikoloji olarak,
gerek tıp ve manevi bilimlere uygulanması bakımından ele alınıp
geliştirilmesi; psikanalitik gerçeklerin bulgulanmasmda ve yayılmasında
üyeler arasında bir dayanışmanın sağlanması.» Ancak Viyana'dakiler, öneriye
şiddetle karşı çıktı. Adler ateşli bir konuşma yaparak, «bilimsel özgürlüğe
bir sansür ve kısıtlama» getirilmek istendiğinden söz açtı. Birlik
merkezinin Zürih değil, her seferinde iki yıl için seçilecek başkanın
yaşadığı kent olmasını isteyen Viyanalılar, istediklerini kongreye kabul
ettirdikten sonradır ki, birleşme önerisine rıza gösterdi.
Kongre "de üç yerel dernek temsil edilmekteydi; Berlin'de Abraham'ın
başkanlığındaki dernek, kendi başkanları yeni kurulan Uluslararası Derneğin
başkanlığına getirilmiş Zürih'teki dernek ve bir de benim yönetimini Adler'e
bıraktığım Viyana'daki dernek. Budapeşte'deki dördüncü bir dernek ise ancak
daha ileride kuruldu. Bleuler, hastalığı nedeniyle kongreye gelemedi,
sonradan da Uluslararası Derneğe girme konusunda prensip bakımından çekimser
davrandı. Gerçi kendisiyle şahsen yaptığım bir konuşmadan sonra düşüncesini
değiştirdi ama çok geçmeden Zürih'teki tatsız olaylardan ötürü yine
dernekten ayrıldı, Zürih'teki yerel dernek ve Burghölzli Kliniği arasındaki
bağlantı da böylelikle koptu.
Nürnberg Kongresinin bir sonucu da Psikanaliz Merkez Derneği'nin CDas
Zentralblatt für Psychoanalyse) kurulması oldu ve dernek Adler'le Stekel'i
bir araya getirdi. Kuşkusuz başlangıçta muhalif bir tutumu vardı derginin,
Jung'un başkanlığa getirilmesiyle tehlikeye düşen Viyana'nın psikanaliz
alanındaki hegemonyasını yeniden ele geçirmek gibi bir amaç güdüyordu. Ancak
dergiyi çıkaran Adler'le Stekel. yayınevi bulmakta güçlükle karşılaşınca
bana geldi; barışçı amaçlar taşıdıkları konusunda güvence verip, gerçekten
böyle düşündüklerinin bir kanıtı olarak bana dergide bir veto hakkı
tanıyınca, yayın işini üzerime aldım ve ilk sayısı 1910 eylülünde çıkan
psikanalizin yeni basın organında canla başla çalışmaya koyuldum.
Biz, şimdi yine psikanaliz kongrelerinin tarihçesine dönelim. Üçüncü kongre
1911 eylülünde Weimar'da yapıldı ve kendisinden önceki kongreleri gerek
hava, gerek bilimsel çalışma bakımından geride bıraktı. Kongreye kat lan J.
Putnam, sonradan Amerika'ya döndüğünde, kongre üyelerinin mentalitesi (the
mental attitude) karşısında duyduğu memnunluğu ve saygıyı dile getirdi,
benim bu üyelerle ilgili olarak kullandığiinı söylediği bir sözü alıntıladı:
«Doğru'nun birazına katlanmasını öğrendiler».r> Gerçekte bilimsel kongrelere
katılmış bir kimsenin üzerinde psikanaliz kongresinin olumlu bir izlemin b
rakması düşünülecek gibi değildi. Daha önceki iki kongreyi de ben yönetmiş,
her konuşmacıya konuşması için yetecek zaman bırakmış ve konuşma üzerindeki
tartışmaların üyeler arasında özel bir düşünce alışverişi çerçevesi içinde
yapılmasını belirlemiştim. Weimar'da başkan olarak kongre yönetimini elinde
bulunduran Jung ise, tartışmaların konuşmaların hemen arkasından yapılması
geleneğini yeniden kurdu, ancak bu davranışının olumsuz sonuçlan Weimar'da
henüz kendini belli etmedi.
Bundan iki yıl sonra 1913 eylülünde Münih'te yapılıp, üyelerin henüz taze
olarak belleklerinde yaşayan dördüncü kongrede ise bambaşka bir görünümle
karşılaşıldı. Kongre, Jung tarafından hoşa gitmeyecek ve dürüstlükten uzak
bir biçimde yöneltildi; konuşmalar süre bakımından sınırlanıp, uzun boylu
tartışmalar tarafından geri plana itildi.
Talihin kahpe bir cilvesi olarak, kongrenin yapıldığı binaya Hoche'nin53
kötü ruhu gelip postu sermişti; başlarındaki adamın körü körüne arkasından
giden yobaz bir tarikatın mensuplarıyla ilgili olarak saptadığı
karakteristik özelliklerin bu toplantılarda ad absürdüm*
gerçekleştirildiğini, zahmetsizce görüp inanabilirdi, Iloche. Yorucu olduğu
kadar sıkıcı konuşma ve tartışmalar ardından Jung, yeniden Uluslararası
Psikanalistler Derneği başkanlığına seçildi. Kongrede hazır bulunanların
beşte ikisinin kendisinden güven oyunu esirgemesine aldırmayarak başkanlığı
kabullenmekte duraksamadı. İleride tekrar toplanarak konuşup görüşmek
gereksinmesini duymayan üyeler birbirinden ayrıldı. Uluslararası
Psikanalistler Derneği şöyle bir durum gösteriyordu o tarihte: Viyana,
Berlin ve Zürih yerel dernekleri daha Nürnberg kongresinde temsil edilmişti.
1911 mayısında Münih'te Dr. L. Seif'ınr>ı başkanlığında kurulan bir dernek
uluslararası derneğe katıldı. Gene aynı yıl A. Brill'in başkanlığında The
New York Psychoanalytic Society adı alt nda Amerika'da ilk yerci derneğin
temeli atıldı. Weimar kongresinde ise Amerika'da ikinci bir yerel derneğin
kurulması önerisi benimsendi. İçinde Kanada'dan ve bütün Amerika'dan
üyellerin yer aldğı, başkanlığına Putnam'ın, sekreterliğine ise E. Jones'in
getirildiği bu dernek, bir sonraki yıl American Psychoanalytic Association
adı altında gözlerini dünyaya açtı. 1913 Münih kongresinden az önce, S
Ferenczi'nin başkanlığında Budapeşte yerel derneği faaliyete geçti. Kısa bir
süre sonra da, Amerika'dan Londra'ya gelip yerleşen E. Jones, burada ilk
İngiliz psikanalistler derneğini kurdu. Böylece şu anda varolan derneklerin
sayısı sekize yükselmiş bulunuyor; ancak bunların toplu üye saysı,
psikanalizin örgütlenmemiş öğrencileriyle taraftarlarına sayısı konusunda
kuşkusuz bir fikir vermekten
uzaktır.
Psikanalize ilişkin süreli (periyodik) yayınlardaki gelişime de burada
kısaca değinmek yerinde olacaktır san'rım Psikanalizin ilk süreli yaym
orpanı Ruhbilimscl Uygulamalar Derneği (Schriften zur angewandten
Seelenkunde) olup, hivbir güçlükle karşılaşmaksızın 1907'den beri çıkmakta
ve
* 'I Um ayrıntılarına kadar (Ç.N.)
tşu an onbeşinci sayışma gelmiş bulunmaktadır. İlkin Viyajıa'da H. Heller
tarafından yayınlanmış, daha sonra F. Deuticke tarafından yayını
sürdürülmüştür. Bu derginin 1. ve 7. sayılarında Freud'un, daha başka
sayılarında Riklin ve Jung'un, 4. ve 11. sayılarında Abraham'ın, 5. ve 13.
sayısında Rank'm, diğer bazı sayılarında Sadger'in, Pfister'in, M. Graf'ın,
Storfer ve V. HugHellmuth'un, lö. ve 14. sayılarında Jones'in yazılan yer
alıyordu.88 İlerde sözünü edeceğimiz Jmaflfo'nun kurulması, bu yayın
organını bir ölçüde değerden düşürmüştür. 1008'de Salzburg'taki toplantıdan
sonra Psikanalitik ve Psikopatolojik Araştırılar YıllıÖı'nın (Jahrbuch für
psychoanalytische und psychopathologische Forschungen) doğması sağlanarak,
Jung yazı işleri müdürlüğüne getirilmiş, beş yıl kadar yayınlandıktan .sonra
Psikanaliz Yıllığı (Jahrbuch der Psychoanalyse) olarak adı değiştirilip,
yeni yöneticilerin elinde okuyucu karşısına çıkmıştır. Amacı da, bundan
böyle son yıllardaki gibi değerli çalışmaları sinesinde toplayan bir arşiv
rolü oynamak değil, psikanaliz alanındaki bütün olaylara ve ilgili alanda
sağlanan başarılara gereği gibi yer vermekti.86
Daha önce açıklandığı üzere, 1910'da Nürnberg'te Uluslararası Demeğin
kurulmasından sonra Adler ve Stekel tarafından tasarlanıp gerçekleştirilen
Psikanaliz Merkez Dergisi (Zentrallblatt für Psychoanalyse) kısa zamanda bir
sürü olaya sahne olmuş, daha onuncu sayısında en başta yer verilen bir
haberle Dr. Alfred Adler'in, yayımlayıcıyla arasında çıkan bilimsel görüş
ayrılıklarından ötürü dergi yönetim kurulundan kendi isteğiyle ayrıldığı
açıklanmış, o, günden, yani 1910 yılı yazından beri de Dr. Stekel dergiyi
tek başına yönetmeye başlamıştır. Weimar kongresinde57 Merkez Dergisi,
Uluslararası Derneğin resmi yayın organı yapılarak yıllık ödentilerde bir
artırmaya gidilmiş ve dergi laütün üyelere yollanmaya başlanmıştır.
Yayınlanmasının ikinci yılında58 üçüncü sayıdan, yani 1912 kışından bu yana
¦dergi içeriğinin sorumluluğunu tek başına Stekel yüklenmeye başladı. Onun
kamuoyu önünde güçlükle açıklanabilecek tutumu, beni dergiyi yayınlama
görevinden ayrılmaya ve bir an önce davranarak Hekimler İçin Uluslararası
Psikanaliz Dergisi'ndo (Internationale Zeitschrift für ârztliche
Psychoanalyse) yeni bir yayın organı bulmaya zorladı. Hemen bütün çalışma
arkadaşlarımın ve yayımlayıcı H. Heller'in yardımıyla derginin ilk sayısı
1913'de çıkabildi ve Uluslararası Psikanalistler Derneği'nin resmi yayın
or.ganı olarak Merkez Dergisinin yerini aldı. Bu arada, 1912 başında Dr.
Hans Sachs ve Dr. Ottö Rank, Heller Yayınevi tarafından yayınlanan Imago
adında yeni bir dergi kurdu; ¦dergi, yalnız psikanalizin manevi bilimler
üzerine uygulanmasını konu alan yazılara ayrılmıştı. Şu sırada yayın
hayatının üçüncü yılının ortalarında bulunup gittikçe artan bir ilgiyle
karşılanmakta, ilgi gösterenler arasında hekimsel psikanalizin uzağındaki
okuyucular da yor almaktadır.5* Ruhbilim Uygulamalar Dergisi, Yıllık,
Uluslararası Dergi ve Imago dışında Almanca olarak ya da yabancı dillerde
çıkarılan daha birçok dergi var ki, bunlarda psikanaliz literatüründe haklı
olarak yer alması gereken çalışmalar yayınlanmaktadır. Morton Prince
tarafından çıkarılan Anormal Psikoloji Dergisi'ndo .{Journal of Abnormal
Psychology) o kadar çok kaliteli psikanalitik incelemeler yer almaktadır ki,
dergiye Amerika'da psikanaliz literatürünün başlıca temsilcisi gözüyle
bnkılabilir. 1913 kışında ise Whito'la Jeliffo, New York'ta yalnız
psikanalitik yazılara yer veren Psikanalitik Panorama (The Psychoanalytic
Review) adında bir derginin doğmasını sağlamışlardır; anlaşıldığına Köre,
derginin çıkarılmasında, Amerika'da psikanalizle ilgilenen hekimlerden
çoğunun karşısına Alman dilinin bir engel olarak çıktığı gerçeğinden yola
koyulunmuşlur.*0
Sırası gelmişken psikanaliz taraftarları arasında başgösteren iki kopma
olayına da değinmek isterim. Bunlardan birincisiyle 1910"da Uluslararası
Derneğin kurulmasıyla 1011 Weimar kongresi arasındaki zaman diliminde
karşılaşılmış, ikincisi ise daha sonra kendini göstermiş, 1913'de patlak
vermiştir. Psikanaliz tedavisi için bana başvuran hastalardaki benzeri
olaylara daha çok dikkat etseydim, bu kopmalar beni belki fazla bir düş
kırıklığına uğratmayacaktı. Çünkü sevimsiz bulduğu psikanalitik gerçeklerle
ilk kez yüz yüze gelen bir kimsenin hemen kaçmaya yeltenebileceğini çok iyi
anlamaktayım ve kendim de, bir kimsedeki kavrayış gücünün o kimsedeki geriye
Kimlerle, bir başka türlü söylemek istersek, onları ayakta tutan
karşıkoymalarlu sınırlandırıldığını, dolayısıyla psikanalize karşı
ilişkilerinde o
kimsenin belli bir noktadan öteye geçemediğini hep ileri süregelmiştim.
Ancak psikanalizde belli bir derinliğe inebilen kimsenin, sonradan bu konuda
sağladığı başarılara sırt çevirip onları elden çıkarabileceğini doğrusu
beklemezdim. Ne var ki, tedavinin gayet güçlü bir direnişle karşılaşılan
ileri aşamalarının her birinde daha önce edinilmiş psikanalitik bilgilerden
düpedüz geriye dönülebileceğini her gün hastalar üzerinde görüp yaşıyorduk.
Diyelim bir hasta var da zahmetli bir çalışma sonucu psikanalitik öğretinin
kimi parçalarını öğrenip kavraması ve bunlardan kendi malı gibi yararlanması
sağlandı; bu durumda bazan içinde belirecek bir sonraki karşıkoymanın
etkisiyle öyle olur ki, bütün öğrendikleri uçup gider, hasta yine o
sırılsıklam acemilik günlerindeki gibi kendini psikanalitik gerçeklere karşı
savunmaya kalkar. Psikanalistlerde de durumun hastalardakinden başka türlü
olmadığını böylece öğrenmiştim. Adı geçen iki kopma olayının tarihçesini
yazmak hiç de kolay ve imrenilecek bir ödev değil; çünkü bir kez bunun için
gereken itici güç yok bende uğraşlarımda şimdiye kadar ne kimseden
minnettarlık bekledim, ne de kendimi büyük ölçüde öç alma duygusuna
kaptırdım; öte yandan, böyle bir şeyi yapmakla, bana karşı pek saygılı
diyemeyeceğim kişilerin aşağılayıcı sözlerine hedef olacağımı ve
«psikanalistlerin kendi aralarında birbirllerinin gırtlağına sarıldıkları»
gibi dört gözle bekledikleri bir bahaneyi psikanaliz düşmanlarının ellerine
tutuşturacağımı biliyorum. Bugüne kadar psikanaliz düşmanlarıyla kapışmamaya
enikonu çaba harcamıştım; bugün ise psikanalizin eski taraftarlarıyla ya da
kendilerini hâlâ psikanaliz taraftarı gösteren kişilerle savaşmak durumunda
bulunuyorum. Ancak benim için yapılacak başka bir şey de yok; susmam, işin
kolayına kaçmak ya da korkaklık olur, kendisine indirilen darbelerin gün
ışığına çıkarılmasından daha büyük ölçüde psikanalize zararı dokunurdu. Öbür
bilimsel akımları izleyenler, bu akımlarda da tıpkı psikanalizdekine benzer
bozgunculukların ve anlaşmazlıkların patlak verdiğini bilecektir. Ama öbür
bilimsel akımlarda daha bir titizlikle örtbas edilir bunlar; bir sürü
geleneksel ideali yadsıyan psikanaliz, bu bakımdan da daha açıkyürekli bir
davranışla ortaya çıkmaktadır.
Bana karşıt bir tutum takının her iki grup üzerine psikanalitik bir ışık
düşürmekten de büsbütün kaçınamayışım, insanı pek üzen bir diğer tatsız
durum oluşturmaktadır. Oysa psikanaliz polemik alanda uygulamaya pek
elverişli değildir; analizden geçirilecek kimsenin rızasını, yol gösterecek
bir kimseyle ona uyacak birinin varlığım gerektirir. Polemik uğrunda
psikanalize başvuracak kişi, analizden geçirilerek kimsenin aynı silahı
kendisine karşı yöneltebileceğini, dolayısıyla tartışmanın tarafsız bir
üçüncü kişide şu ya da bu türlü bir kanının uyanmasına olanak vermeyecek bir
yola sürüklenebileceğim düşünmeli ve buna göre kendisini hazırlamalıdır.
Onun için, bu konuya el atarken psikanalize, dolayısıyla bazı
mahremiyetlerin açıklanmasına ve saldırgan davranışlara elden geldiğince
başvurmaktan kaçınacak, ayrıca psikanalizden yararlanıp bilimsel bir _
eleştiride bulunmak istemediğimi belirteceğim. Karşı çıkılmasını zorunlu
saydığım öğretilerdeki gerçek olabilecek içerikleri alıp çürütmeye çalışacak
değilim. Bu, psikanaliz alanındaki diğer yetkili kimselerin yapacağı ve
şimdiye kadar biraz da yaptığı bir iştir. Ben, yalnızca, bu öğretilerin
hangi noktalarda psikanalizin ana ilkelerine aykırı düştüğünü ve psikanaliz
adı altında bunları ele almanın olanaksızlığını göstereceğim. Yani
psikanalizden sapmaların psikanalistlerde nasıl ortaya çıktığını anlaşılır
duruma sokmak için yararlanacağım psikanalizden. Ancak sapma yerlerinde
tamamen eleştirisel açıklamalara girişecek, psikanalizin düpedüz hakkı olan
bir şeyi de savunmaktan geri kalmayacağım. Nevrozların açıklığa
kavuşturulmasını ilk ödev olarak karşısında bulan psikanaliz, karşıkoyma ve
aktarım gerçeklerinden yola koyulmuş ve bir üçüncü gerçek olan amnezi
(unutma) olayını da dikkate alarak, nevrozları hazırlayan cinsel
içtepillerin geriye itimi ve bilinçdışı kuramlarını geliştirmiştir. Bunu
yapmakla, insandaki ruhsal yaşamın eksiksiz bir kuramını verdiği gibi bir
savla asla ortaya çıkmamış ve bulguladığı gerçekleri başka yollardan ele
geçirilmiş bilgilerin bütünlenmesi ve gözden geçirilmesinde kullanmaktan öte
bir amaç gütmemiştir. Oysa Alfred Adler'in kuramı bu amacın hayli dışına
taşmış, insanların davranış ve karakterlerinin nevroz ve psikozlardan yola
koyularak anlaşılabileceğini ileri sürmüştür. Oysa gerçekte hepsinden az
nevrozlara uygulanabilecek bir kuramdır bu, nevrozları oluşum sürecinden
koparıp öne alır. Uzun yıllar Dr. Adler'in inceleme ve araştırmalarını
izlemiş, özellikle kuramsal alanda güçlü bir zekâsı bulunduğunu hep
söylemişimdir. Benim tarafımdan şahsına karşı girişildiğini ileri sürdüğü
«takip» eylemlerine61 gelince, böyle bir savın yersizliğine örnek olarak,
Uluslararası Psikanalistler Derneği'nin kurulmasından sonra Viyana'daki
yerel derneğin yönetimini kendisine bıraktığımı belirtmek isterim. Ancak,
dernek üyelerinin ısrarlarına karşı duramayıp, bilimsel konular görüşülürken
başkanlığı yine üstlenmeyi kabullendim. Dr. Adler'in özellikle bilinçdışınm
değerlendirilmesinde pek yetenekli sayılamayacağını görür görmez, kendisine
beslediğim güveni bir başka alana kaydırdım, bir gün gelip psikanalizle
ruhbilim ve içgüdüsel olayların biyolojik temelleri arasındaki bağlantıları
bulgulayıp açıklığa kavuşturabileceğini ummaya başladım; çünkü organsal
yetersizlik konusunda yaptığı değerli inceleme62, bir bak: ma kendisine
karşı haklı olarak böyle bir umut beslememe yol açıyordu. Gerçekten de
Adler'in ilgili doğrultuda bir yapıt ortaya koymadığı söylenemez; ancak bu
yapıt öyle bir özellik taşıyor ki, sanki kitabın kendi diliyle konuşacak
olursam psikanalizi bütün savlarında haksız çıkarmak ve cinsel içgüdülere
verilen önemin nevrozluların anlattıklarına sajça inanmaktan ileri geldiğini
kanıtlamak için yazılmıştı. Dr. Adler'in söz konusu yapıtı kaleme alışındaki
kişisel nedene de burada değinmekte sakınca görmüyorum, çünkü zaten kendisi
Viyana derneği üyelerinden oluşan küçük bir topluluk karşısında ilgili
nedeni belirterek şöyle demiştir: «Sanıyor musunuz ki, bütün ömrüm boyu
gölgenizde yaşayıp gitmek benim için pek büyük bir zevktir?» Doğrusu genç
birinin çıkıp, kitabının kaleme alınmasına yol açan nedenlerden biri olduğu
zaten kitap okunduğu zaman görülecek bir açgözlülüğü kendisinde
barındırdığını saklamadan itiraf etmesi, hiç de küçümsenecek bir davranış
değil. Ancak, böyle bir açgözlülüğün elinde tutsak bile olsa, İngilizlerin o
ince nezaket duygusuyla unfair diye niteledikleri, Almanların ise çok daha
kaba bir sözcükle anlattıkları bir kişi durumuna düşmekten sakınmak
gerekirdi. Bu bakımdan Adler'in ne büyük bir başarı sağladığını,
çalışmalannı çirkin duruma sokan küçük hesaplardan gelme bir sürü ihaneti ve
ilgili çalışmalarda kendini açığa vuran dizginlenemez bir öncelik tutkusunun
belirtileri ortaya koymaktadır. «Nevrozlardaki tutarlılık» ve bunlara
«dinamik bir açıdan bakış» konularındaki önceliği kendisine malettiğini, bir
ara Viyana Psikanalistler Derneği'nde kendi kulağımla işitmiştim. Doğrusu,
bu benim için büyük bir sürpriz oluşturmuştu; çünkü her iki ilkeyi de henüz
Adler'i tanımıyorken kendimin savunduğumu sanmıştım hep.
Adler'in kendine ön sırada bir yer kapmak için gösterdiği çaba, yine de
psikanalizin haynna yorumlanması gereken bir sonuç doğurmuştu. Aramızda
uzlaşmaz bilimsel ayrılıklar başgösterip, kendisini Merkez Dergisi'nin
yönetim kurulundan çekilmeye zorlamam üzerine Adler dernekten de ayrıldı,
kendi başına bir dernek kurdu ve ilgili derneği önce özgür Psikanaliz
Derneği gibi doğrusu zevkli bir isimle donattı. Gelgeldim biz Avrupalıların
iki Çinli yüzünü birbirinden ayıran nüansları seçemeyişimiz gibi,
psikanalizin uzağında yer alan kimseler de iki ayrı psikanalistin görüşleri
arasındaki ayrılıkları da sezecek yetenekten yoksun bulunuyor. Dolayısıyla
«özgür» psikanaliz, «resmî» ve «otoriter» psikanalizin gölgesinde yaşamını
sürdürdü ve ona yalnızca bir ek diye görüldü. Derken Adler, şükranla
karşılanacak bir adım atıp psikanalizle bağlantısını büsbütün kopardı ve
Bireysel Psikoloji diye nitelediği öğretisini psikanalizden ayırdı. Nihayet
Tanrı'nm bu dünyasında yerden çok bir şey yoktur, herkesin sere serpe gezip
tozması elbette hakkıdır. Ama birbirini anlamayan ve birbiriyle geçinemeyen
kimselerin de aynı çatı altında kalması özlenir bir şey değildir. Şu anda
Adler'in «bireysel psikolojisi» psikanalizin karşısında yer alan,
dolayısıyla' ileride izleyeceği gelişim çizgisi psikanalizin ilgi alanı
dışına taşan bir sürü psikoloji akımından biridir.
Adler kuramı, baştan beri bir sistem görünümünü taşımaktaydı; oysa
psikanaliz, bir sistem oluşturmaktan titizlikle kaçınmıştır. Ayrıca adı
geçen kuram, örneğin uyanık yaşamdaki düşüncenin düş malzemesi üzerinde
uyguladığı ikincil (sekunder) işleme mükemmel bir örnektir. Bu kuramda düş
malzemesinin yerine psikanalitik malzeme geçirilmekte, ilgili malzemeye ise
düpedüz «ben» açısından bakılarak ben'in aşinası bulunduğu kategoriler
arasına sokulmakta, bir başka dile aktarılmakta, tersine dönüştürülmekte ve
tıpkı düşsel üründeki gibi yanlış anlamalara konu yapılmaktadır. Adler
kuramının bir başka belirleyici özelliği de, ileri sürdüklerinden çok
yadsıdığı savlardır. Dolayısıyla, bu kuramın hiç de eşdeğer sayılmayacak şu
üç ayn öğeden oluştuğunu söyleyebiliriz: Benpsikoloj isine olumlu katkıları;
psikanalitik gerçeklerin yeni bir dile gereksiz, ama bir sakıncayı içermeyen
çevirisi; ben'in koşullarına uymadığı zaman adı geçen gerçeklerde başvurulan
deformasyon ve ters yorumlamalar. Adler'in ilk öğe kapsamına giren
çalışmalarının psikanaliz tarafından fazla bir ilgiyle karşılandığı
söylenemese bile asla yadsınmış da değildir. Psikanalizi daha çok
ilgilendiren şey, ben'den kaynaklanan tüm isteklere libido bileşenlerinin
karıştığının kanıtlanmasiydi. Adler ise tam tersini ileri sürmüş, libido
içgüdülerinde ben'sel bir katkının bulunduğunu açıklamıştır. Eğer Adler
bensel içgüdü bileşenlerini savunmak için libido içgüdülerini yadsımaya
kalksaydı, belki böyle bir saptama elle tutulur bir başarı diye
gösterilebilirdi. Ne var ki, söz konusu davranışıyla bütün hastaların,
kısaca bilinçli düşüncemizin yaptığı bir şeyi yapmış, yani hastalığa yol
açan bilinçdışmdaki etkeni örtüp gizlemek üzere Jones'in deyimiyle
ussallaştırma (rasyonalizasyon) eylemine başvurmuştur. Adler ilgili konuda
öylesine ileri gitmiştir ki, erkeğin egemenliğini kadına gösterme, yani
üstte bulunma arzusunu cinsel birleşmenin en güçlü nedeni olarak öne
sürdürmeye kadar vardırmıştır işi. Bu acayiplikleri yazılarında da savunup
savunmadığını doğrusu bilmiyoruz.
Psikanaliz, nevroz belirtisinin varolma şansını bir uzlaşmaya borçlu
bulunduğunu daha çok önceden görmüştü. Böyle bir belirtinin varolabilmesi
için, geriye itim mekanizmasını elinde tutan ben'in isteklerine de karşılık
vermesi, ben'e bir avantaj, bir yarar sağlaması gerekiyordu, oysa başta
geriye itilen içtepinin karşılaştığı akıbetle kendisi de karşılaşabilirdi.
Bu gerçek dikkate alınarak, «hastalık kazancı» terimi ortaya atılmıştı.
Ayrıca, nevrotik belirtinin doğuşunda ben için söz konusu birincil (primer)
kazancı, ben'in güttüğü daha başka amaçlar bakımından kendisine gelip
katılarak belirtinin tutunmasını sağlayan ikincil (sekunder) kazançtan
ayırma yoluna gidilmiştir. Öte yandan, realitedeki bir değişiklikten ötürü
ilgili hastalık kazancının ben'den çekilip alınması ya da sona ermesinin,
belirtiyi giderebilecek mekanizmalardan birini oluşturabileceği de
psikanalizin çoktan bulguladığı bir şeydi. Adler'in öğretisinde ana ağırlık,
işte kolaylıkla saptanabilecek ve zahmetsizce anlaşılabilecek söz konusu
ilişkiler üzerinde bulunmaktadır; gelgelelim, bu arada büsbütün gözden
kaçırılan bir şey varsa, ben'in pek sık olarak bükülemeyen elin öpülmesi
örneğindeki gibi bir yola sapması ve hiç de kendisinin istemeyip dışarıdan
benimsemek zorunda bırakıldığı belirtiyi, kendisine sağladığı yarar
nedeniyle sineye çekmesidir; korkunun güvenlik aracı diye benimsenmesinde
olduğu gibi örneğin. Böyle bir benimsemede ben, tıpkı sirkteki seyircileri,
manejdeki değişikliklerin kendi direktifiyle gerçekleştiğine inandırmaya
çalışan bir palyaço gibi komik bir rol oynamakta, ama yalnız küçük
seyircileri kendisine inandırmayı başarabilmektedir.
Adler öğretisinin ikinci öğesine gelince: Tıpkı kendi malıymış gibi buna
sahip çıkması gerekiyor psikanalizin. Zaten ilgili öğe psikanalizin çeşitli
bulgulamalar topluluğundan başka bir şey değildir; bunları Adiler, on yıllık
ortak çalışmamızda ele geçirebildiği tüm kaynaklardan sağlamış, ancak
sonradan isimlerini değiştirip üzerlerine kendi malıymış gibi bir damga
vurmuştur. Örneğin ben, «güvenlik» deyimini kendi kullandığım «koruyucu
önleme» göre daha yerinde bulmakta, ama söz konusu deyimde yeni bir anlam
görmemekteyim. Bunun gibi, fingiert (uydurulmuş), fiktiv (uydurma, fiktif)
ve Fiktion (uyduru, fiksiyon) sözcüklerinin yerine başlangıçtaki «hayali» ve
«hayal» sözcükleri geçirildi mi, Adler'in savlarında öteden beri bilinen bir
yığın özelliğin kendini açığa vurduğu görülecektir. Adler'in kendisi artık
yıllardır çalışmalarımıza katılmıyorsa da, aradaki bu özdeşliği psikanalizin
belirtmesi gerekiyor.
Adler öğretisinin, hoş görülmeyen psikanalitik gerçeklerin ters yorumlanması
ve deformasyonu sayılacak üçüncü bolüm, günümüzdeki durumuyla bireysel
psikoloji'yl kesinlikle psikanalizden ayıran noktalan içeriyor. Bireyin
özyaşamım ayakta tutma amacının, «güçlü olma isteğinin», «erkeksel protesto»
kılığına bürünüp gerek yaşayış biçimi, gerek karakter oluşumu, gerekse
nevrozların etiyolojisinde başta gelen bir rol oynaması, bilindiği gibi,
Adler sisteminin temel düşüncesidir. İlgili sistemin belkemiği sayılan
«erkeksel protesto» ise, psikolojik mekanizmasından soyulup alınmış bir
geriye itim'den başka bir şey değildir; üstelik cinselleştirilmiş
(seksüalize) bir karakter taşır; dolayısıyla, Adler'in, ruh yaşamından
cinselliğin rolunu kapı dışarı ettiği övüncüyle bağdaşacak yanı
bulunmamaktadır. Erkeksel protestonun gerçekliğine elbette kuşku yoktur; ama
Adler bunu ruhsal yaşamın motor gücü yaparken, gözlemden salt bir atlama
tahtası olarak yararlanır. ÇocuKtaki temel isteklerden birini, yani büyükler
arasındaki cinsel birleşmeyi gözlemleme isteğini alalım ele. Yaşamöyküleri
sonradan hekimi meşgul eden kişiler üzerinde uygulanan psikanaliz, henüz
erginlik çağına gi mı emiş çocuğun ruhuna böyle bir gözlem sırasında iki
ayrı duygunun egemen olduğunu kanıtlamaktadır; duygulardan biri, çocuk
ogiansa, aktil' babanın yerini alma, ikincisi buna karşıt bir eğilim, yani
pasif annenin yerine geçme isteğidir. Cinsel birleşmedeki haz olanakları,
her iki istekle açığa vurur kendini. «Erkeksel protesto» deyiminin bir anlam
taşıması isteniyorsa, söz konusu iki istekten ancak birincisinin ilgili
deyim kapsammda yer alması gerekir. Oysa Adler'in tanımadığı ya da akıbetini
umursamadığı ikinci istek, çocukta başgösterebilecek nevrozlar bakımından
daha büyük önem taşımaktadır. İlgili davranışıyla Adler, benin hoşuna gidip
onun arka çıkacağı içtepileri dikkate alan kıskanç bir ben dargörüşlülüğüyle
davranmakta, özellikle nevrozlarda bene başkaldıran içtepilerin rol oynadığı
gerçeği görüş alanının dışında kalmaktadır.
Öğretinin ana ilkesini çocuğun ruhsal yaşamına bağlama çabası, psikanalizce
yadsınmaz bir gerçek niteliği taşıyan böyle bir girişim, Adler'de gözlem
gerçeğinden en ağır sapmalara ve en geniş kavram karışıklıklarına yol açmış,
erkeksel» ve «kadınsa!» sözcüklerine yüklenen yaşambilimsel anlamlar,
içinden çıkılmaz bir karmaşa oluşturmuştur. Oğlan ya da kız çocuklarının,
kadın cinsiyetine karşı başlangıçta duydukları küçümsemeye dayanarak
yaşamlarını yönlendirmeleri ve «tam bir erkek oıma» isteğini yaşamlarının
bir laytmotifi yapmaları düşünülemez; nitekim gözlemler de böyle bir şeyin
olanaksızlığını kanıtlamaktadır. Çocuk, cinsiyetler arasındaki aynının
önemini ilkin sezmez, yani cinsellik konusundaki araştırmalarına cinsiyetler
arasındaki aynım anlamakla başlamaz, kadını toplumsal bakımdan erkekten
aşağı görmekten büsbütün uzaktır. Yakalandıkları nevrozun etiyolojisinde bir
erkek olma isteğinin hiç rol oynamadığı kadınlar vardır. Erkeksel protesto
denilen şeyin ta baştaki bensevide iğdiş korkusuyla ortaya çıkan bir
aksaklıktan ya da cinsel alandaki ilk etkinliklerin karşılaştığı
engellemelerden kaynaklandığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Nevrozların oluşumu
konusunda tüm tartışmaların, nihayet çocuk nevrozları alanında çözüme
ulaştırılması gerekiyor, ilk çocukluk yıllarında ortaya çıkan bir nevrozun
psikanalizi, nevrozları etiyoioj isiyle ilgili bütün yanılgıları yokedecek
ve cinsel içtepiierin söz konusu nevrozların doğuşunda rol oynadığı
gerçeğine karşı duyulan kuşkuları silip atacaktır. Zaten bu yüzden Adler,
Jung'un Çocuk Ruhundaki Çatışmalar (rvonilikte der kindlicnen Seele)
adındaki yazısını eleştirirken, ilgili konudaki malzemenin besbelli «baba»
taralından tutarlı bir biçimde düzenlendiği iltirasma başvurmuştur.03 ,
Adler kuramının yaşambilimsel (biyolojik) yönü üzerinde daha çok durmayarak
somut organsal aşağılık kompleksinin ya da bunun öznel algılanmasının
hangisi belli değil Adler sistemini gerçekten taşıyabilecek bir temel
oluşturup oluşturamayacağını araştıracak değilim. Ancak şu kadarını
belirteyim İd, her iki durumda da nevroza, organsal bir yetersizliğin
kendisine sağladığı bir yan kazanç gözüyle bakılması gerekecektir; oysa
çirkinlerin, ucubelerin, sakatların ve düşkünlerin büyük çoğunluğunun,
organizmalarmdaki kusurlara bir nevrozla tepki göstermediğini gözlemler
ortaya koymaktadır. Adler'in söz konusu organsal yetersizliği büyüklerden
alıp çocuk ruhuna aktarmak gibi ilginç tutumunu da yine bir yana bırakmak
isterim. Nihayet bu bize, psikanalizce hayli üzerinde durulan çocuksallığın
(infantilizm), bireysel psikitojide nasıl kılık değiştirerek karşımıza
çıktığını gösterir. Buna karşılık, belirtmeyi gerekli bulduğum bir şey
varsa, psikanalizin bulguladığı ruhbilimsel gerçeklerin Adler taralından göz
ardı edildiğidir. Adler, Nevrotik Karakter** adlı kitabında bilinçdışını
kurduğu sistemle herhangi bir ilişkiden bağımsız psikolojik bir özellik
niteliğinde ele alır. Daha sonraları ise, bir düşünce ya da duygunun
bilinçli mi, bilinçsiz mi doğduğunun kendisi için hiç farketmediğini bu
tutumuna tam bir uygunluk içinde açıklamış, geriye itim olayını ise daha
baştan beri anlamaya yanaşmamıştır. 1911 şubatında ViyanaPsikanalistler
Derneğinde verilen bir konferansa ilişkin eleştirisinde şöyle der: «Bir vaka
üzerinde kanıtlandığına göre, hasta kendisini karşısında sürekli güvenlik
altına almaya çalıştığı libidosunu ne geriye itmiş, ne de...»00 Çok geçmeden
yine Viyana'da bir toplantıda şu açıklamada bulunur: «Bu geriye ilim nereden
kaynaklanıyor? diye sormaya kalkarsanız, alacağınız yanıt uygarlıktan
olacaktır. Ama uygarlık nereden kaynaklanıyor? derseniz, o zaman da size
geriye itimden yanıtı verilecektir. Yani görüyorsunuz, sözcüklerle bir oyun
hepsi. Adler, Nevrotik Karakter'indeki kendini savunma oyunlarının maskesini
düşürebilmesini sağlayan keskin zekâsının küçük bir parçasına başvursaydı,
laf canbazhğından başka bir şey sayılmayacağını ileri sürdüğü kanıtlar
arasında bir çıkış yolu bulabilirdi kendine. Gerçek durum, uygarlığın önceki
kuşaklarca gerçekleştirilmiş geriye ilimlerden kaynaklanmasından ve her yeni
kuşağın aynı geriye itimleri gerçekleştirerek uygarlığı ayakta tutmakla
yükümlü kılınmasından başka bir şey değildir. Yumurta nereden çıkıyor?
sorusuna tavuktan yanıtını alan, tavuk nereden çıkıyor? sorusuna ise
yumurtadan yanıtını alıp, kendisiyle alay edildiğini sanarak ağlamaya
başlayan bir çocuktan söz açıldığını işitmiştim. Oysa bu yanıtlarda söz
oyununa da gidilmemiş, çocuğa doğru bir açıklamada bulunulmuştu.
Adler'in düş konusunda, yani psikanalizin bu «alâmeti farika»sıyla ilgili
olarak bütün söyledikleri de yine içerikten yoksun acınacak şeylerdir.
Adler, ilkin düşü kadınsal çizgiden erkeksel çizgiye bir geçiş diye
değerlendirmiştir ki, bu da düşlerin bireyin isteklerini gerçekleştirici bir
işlev gördüğü öğretisinin «erkeksel protesto» diline çevrilmesinden başka
bir şey değildir. Daha sonra, Adler. bilinçli durumda elde edilemeyen
nesnenin bilinçsiz durumda gerçekleşmesini sağlayan bir mekanizma gözüyle
bakmıştır düşe. Ayrıca, düşü gizli düş düşüncesiyle karıştırma önceliğini de
yine elinde bulundurmakta ve «prospektif eğilim» görüşü de bu karıştırmaya
dayanmaktadır, ileride ise Maeder aynı konuda Adler'i izlemiştir. İlgili
konuda görmezden gelinmek istenen bir şey var ki, o da açık (manifest)
içeriğiyle bize anlaşılır bir şey söylemeyen her düşün, varsayım ve
sonuçları benimsenmeye yanaşılmayan düş yorumu tekniğiyle
kavranabileceğidir. Karşıkoyma'nm ise, hastanın hekim karşısında tutunmasına
hizmet ettiğini söyler, Adler. Elbet doğru bir söz; bu şu demeye gelir ki,
hasta karşıkoymanın hizmetindedir. Ancak, nereden ileri geliyor bu
karşıkoyma ve nasıl oluyor da hastanın amacının emrinde bulunuyor? «Ben»
için ilginç görmediğinden bunun üzerinde durmaz, Adler. Öte yandan, semptom
ve hastalıkların ayrıntılı mekanizmalarını, hastalıklarla onların
dışavurumlarmdaki zengin çeşitliliğin nedenlerini hiç dikkate almaz; çünkü
bütün bunlara yine erkeksel protestonun, özyaşamı sürdürme çabasının,
kişiliği yüceltme amacının hizmetinde nesneler gözüyle bakar. İşte tümüyle
Adler sistemi budur. Bu sistemde, Adler, psikanalitik gerçekleri yeni bir
yoruma kavuşturmak için alabildiğine çaba harcamış, karşılığında bir tek
yeni gözlem getirmemiştir. Şimdiye kadar anlattıklarımız, Adler sisteminin
psikanalizle hiç bir alıp vereceği olmadığını kanıtlamıştır sanıyorum.
Adler sisteminin sunduğu yaşam tablosu, bütünüyle saldırganlık içgüdüsü
temeline dayanmaktadır; sevgi denen şeye yer verilmez bu tabloda. Böylesi
acınacak bir dünya görüşünün az da olda ilgiyle karşılanmasına şaşmamak
doğrusu elde değil. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, cinsel gereksinimlerin
sultası altında ezilen insanlık kendisine sunulan her görüşü benimsemeye
dünden hazır bekler; yeter ki, bu görüş «cinselliği» yenme sözverisini
oltanın ucunda bir yem gibi buyur edip atsın önüne.
Adler'in psikanalizden kopma olayı 1911 yılındaki Weimar kongresinden önce
açığa vurmuştu kendini; bu tarinten sonra ise İsviçrelilerin kopma olayıyla
karşılaşıldı. Bunun ilk belirtilerini de ne tunafsa iiickün'in isviçre
literatüründe yayınlanan popüler yazıları oluşturmuş, ilgili yazılarla
kamuoyu Rickiin in en yakın meslekdaşianndan önce psikanalizi gözden
düşürecek bazı üzücü yanılg.lardan bu akımın kurtarıldığını öğrenmişti.
Jung'a gelince, 1912'de Amerika'dan yolladığı bir mektupta, psikanalizde
yapmaya kalktığı değişiklikleri şimdiye kadar benimsemeye yanaşmayan birçok
kişinin sonunda direnişten vazgeçtiğini övünerek yaziyordu. Ben, kendisine
bunun bir kıvanç nedeni sayılamayacağım, çünkü psikanalizin güç belâ eldo
ettiği başarılardan ne kadar çoğunu gözden ç.karırsa, bu bilime karşı
direnişlerin o ölçüde kaybolacağını bildirdim. İsviçrelilerin psikanalizde
gerçekleştirmekle o kadar gurur duydukları değişiklik ise, yine cinsel
etkenin kuramsal alanda geri plana itilmesiydi. İtiraf edeyim ki, bu sözde
ileri adımı daha İ3İ11 başından beri güncelliğin gereklerine geniş çapta bir
uyum gözüyle gördüm, liurada birbiriyle kar3.1la5t1rd1g.rn, gerice aogru tin
yon izlenip psikanalizden uzaklaşan her iki akımın, sub specie aetcrnitatis*
yollu bazı yüce görüşlerle kamuoyunda kendileri lehinde bir önyargının
doğmasını sağlamaya çalışmak gibi benzer bir yanları da vardı. Adler'de
ilgili rolü, bütün bilgilerin göreceliği ve kişinin bilgi malzemesini
bireysel sanatçı bir tutumla ele almaya hakkı olduğu görüşü oynamaktaydı.
Jung'ta ise, gençliğin uygarlık tarihi açısından sahip olduğu hak üzerinde
duruluyor ve gençler görüşleri donmuş zalim yaşlılar tarafından kendilerine
vurulmak istenen zincirleri silkip atmaya çağrılıyordu. Gerek Adler, gerek
Jung'un izledikleri yol için başvurdukları bu nedenlere ilişkin yadsıyıcı
bir kaç söz söylememin gerektiğini sanıyorum. Bilgilerimizin göreceliğine
dayanılarak psikanalize yapıldığı gibi, onun dışındaki her bilim dalma da
eleştiriler yöneltilebilir. Bilgilerimizin göreceliği düşüncesi, günümüzün
bilime düşman tutucu akımlarından alır kaynağını ve bize yakışmayacak sözde
bir üstünlüğün ar
Öliimsüzlüğün alt düşünceleri (Ç.N.)
dında koşar. İçimizde, kuramsal çalışmalarımıza ilişkin olarak insanlığın
ileride vereceği en son ve kesin yargıyı önceden bilecek kimse yoktur.
Örneğin bir kuram karşısında diyelim üç kuşak boyu gösterilen yadsıyıcı
tutumda bir sonraki kuşak tarafından düzeltmeye gidildiğini ve söz konusu
yadsımanın bir benimsemeye dönüştüğünü örnekler bize göstermektedir. Böyle
olunca, bir araştırmacı için yapılacak en doğru şey, içindeki eleştirisel
sese gereği gibi kuıak verip, kendisine karşıt düşüncedekilerin
söylediklerini de biraz dikkatle dinledikten sonra, deneyimlere
dayandıracağı görüşünü bütün gücüyle savunmaktır. Araştırmacı dürüstlük
çerçevesi içinde işini yapmakla yetinmeli, bir büyüklük duygusuna kapılarak
ileri bir geleceğe aynlmış yaıg.çhk koltuğuna oturmaya kalkmamalıdır.
Bilimsel konularda kişisel keyfiliğe kaçmak, kötü bir davranıştır; böyle bir
keyfiliğin ise, daha önceki sözlerle değer kaybına uğratılan psikanalize
bilim olma şanını çok gördüğü açıktır. Bilimsel düşünüye üstün önem veren
kimsenin, kişiselsanatçı keyfiliğini rastladığı yerde elden geldiğince
önleyecek çare ve yollan araması gerekir daha çok. Hani savunmada fazla
hamaratlığa kaçmanın yersizliğini de vaktiyken anımsamak doğru olacaktır.
Adler'in başvurduğu kanıtlar ciddilikten uzaktır, yalnız karşıt
düjşüncedekilerle savaşılırken yararlanılır bunlardan, yoksa Adler'in kendi
kuramlarını bağlamaz. Ayrıca, ilgili kanıtlar, taraftarlannın Adler'i,
geleceğine pek çok öncünün insanlığı hazırladığı bir Messias gibi karşılayıp
baştacı etmekten alıkoymamıştır. Anlaşılan Messias'a görece bir açıdan
bakılmamaktadır.
Jung'un başvurduğu ad captandam benevolentiam görüşü ise, insanlığın,
uygarlığın ve bilimin gelişimi hep kesiksiz bir çizgi üzerinde gerçekleşmiş
gibi bir varsayıma dayanmaktadır. Sanki hiç duraklama dönemleri yaşanmamış,
sanki her devrimi çeşitli tepkiler ve eskiyi hortlatma girişimleri
izlememiş, sanki kendilerinden önceki bir kuşağın elde ettiği basanlara
geriye sayan adımlarla sırt çeviren kuşaklar çıkmamıştır. Jung'un kitlesel
görüşe yak
* Tevrafta Tanrı tarafından yollanacağı söylenen kurtarıcı. (Ç.N.)
laşma, kitleye sevimsiz gelen yenilikten el çekme çabası ise, onun
psikanalizdeki düzeltme (ıslahat) girişiminin, özgürlüğü gerçekleştireceğini
söylediği bir gençlik eylemi sayılacağına daha baştan olasılık dışı bir
gözle bakmamızı zorunlu kılmaktadır.
Burada ele alınan her iki akımdan Adler'inki, Jung'un öncülük ettiği akımdan
kuşkusuz daha değerlidir, temelden yanlışlığına karşın vargı (konsequenz) ve
tutarlılık açısından mükemmel bir karakter taşır. Jung'un psikanalizde
başvurduğu değişiklik, olayların içgüdüsel yaşamla ilişkisinde bir gevşemeye
yol açmıştır. Ayrıca, Abraham, Ferenczi ve Jones gibi kişilerin de
belirttiği gibi, bu değişiklik o kadar açıklıktan uzak, o kadar bulanık, o
kadar çapraşık bir şeydir ki, karşısında söyle ya da böyle bir tutum
takınmak kolay değildir. Neresinde bir kusur bulsa, orasını yanlış anladığı
suçlamasının şahsına yöneltileceğine insanın kendisini önceden hazırlaması
gerekmekte, ilgili değişikliğin doğru olarak nasıl anlaşılacağı da bir türlü
bilinememektedir. Zaten değişikliğin kendisi de tuhaf bir dalgalanma
gösteriyor, zaten «psikanalizden bu kadar yaygara koparılmasını
gerektirmeyecek hafif bir sapma» (Jung) gibi ortaya çıkıyor, bazan da
psikanalizde yeni bir çığır açan, hatta bütün insanlar için yeni bir dünya
görüşü getiren tanrısal bir bildirim kılığında açığa vuruyor kendini.
Jung akımı mensuplarının özel ve resmi dışavurumları arasındaki
uyumsuzlukları görünce, bu akımdaki açıklık ve dürüstlükten uzak karakterin
söz konusu dışavurumlarda ne ölçüde rol oynadığını, insan kendi kendine
sormadan duramıyor. Ancak şurasını itiraf etmeli ki, yeni öğretinin
temsilcileri güç durumda bulunmaktadır. Daha önce kendilerinin de
savundukları nesnelerle şimdi savamıyor, üstelik bunu kendilerine yeni
şeyler öğreten yeni gözlemlere dayanarak değil, daha önce gördüklerini şimdi
kendilerine başka kılıkta gösteren yorum değişikliklerinden ötürü
yapıyorlar. Bu yüzden, temsilcisi olmakla kendilerine ün sağladıkları
psikanalizle bağlarını koparıp atmıyor, psikanalizin değiştiğini öne sürmeyi
daha uygun sayıyorlar. Münih kongresinde bu alacakaranlığı ister istemez
aydınlatmaya çalıştım ve İsviçreliler tarafından başvurulan yeniliklere,
çıkışını benden alan psikanalizin yasal yoldan bir sürdürülüşü ve
geliştirilmesi gözüyle bakmadığımı açıkladım. Furtmüller8" gibi işin
dışındaki eleştirmenler, durumun nereye gittiğini daha önceden sezmişti.
Abraham, Jung'un psikanalizden tam bir gerileyiş durumunda bulunduğunu haklı
olarak belirtir. Kuşkusuz herkesin istediği şeyi düşünüp yazmak hakkını
yürekten teslim etmek isterim; gelgelelim, kendini çevresine olduğundan
başka türlü tanıtmaya gelince, buna kimsenin hakkı yoktur.
Nasıl ki Adler'in psikanalitik araştırmaları ortaya yeni olarak biraz
«bireysel psikoloji» koymuş ve psikanalizin bütün temel öğretilerini ayak
altı ederek bu birazcık şeyi fazlasıyla pahalıya satmak istemişse, Jung ve
taraftarları da, psikanalize karşı açtıkları savaşı ele geçirdikleri yeni
bir başarıya yaslamışlardır. Kendilerinden önce Pfister'in yürüdüğü yolu
izleyerek, aile kompleksi ve yasaksevisel (inzestiös) obje seçimiyle ilgili
cinsel malzemenin, nasıl insanlığın en yüce ahlaksal ve dinsel
yönelimlerinin hizmetinde kullanıldığını ortaya koymuş, yani insan ruhundaki
sovisel dürtülerin yüceltilmesi ve bundan böyle sevisel diye
nitelendinlemeyecek eğilimlere dönüştürülmesi gibi önemli bir olayı
ayrıntılı çalışmalarla açıklığa kavuşturmuşlardır. Ancak, psikanalizin
beklentileriyle tam bir uyumu içeriyordu söz konusu bulgulama, bu ve benzeri
yüceltmelerin (sublimasyon) düşlerle nevrozlarda geriye dönüş sonucu ortadan
kalktığını savunan psikanalizin görüşüyle eksiksiz bağdaşabilmekteydi. Ne
var ki, böyle bir şey tarafımızdan daha önce açığa vurulsaydı, bütün dünya
ahlâk ve din cinselleştiriliyor diye ayağa kalkardı. Burada «finalist»87 bir
tutumla söz konusu gerçeği bulgulayanlarm kendilerini böyle bir gazap
fırtınasına karşı durabilecek güçte hissetmediklerini düşünmeden
yapamayacağım. Belki bu gazap fırtınası kendi içlerinde de esmeye
başlamıştı. Nasıl ki Adler'in bağlı bulunduğu sosyalist görüş bireysel
psikolojisini geliştirmede etkisiz kalmamışsa, İsviçrelilerin çoğunda
rastlanan dindarlık da onların psikanalize karşı takındıkları tutumu
etkilemiştir. Burada saatinin başından geçenleri dile getiren Mark Twain'in
öyküsünü ve öykünün son sözlerinde açığa vurulan o merak duygusunu
anımsamamak elde değil: «Hayatta başarıya ulaşamamış bütün o teneke ve tüfek
tamircilerinin, ayakkabıcıların ve nalbantların şimdi ne olduğunu merak edip
dururdu hep; ama bunu ona söyleyecek kimse yoktu.»
Şimdi bir karşılaştırmaya başvurarak şöyle diyeceğim: Tutalım ki bir
toplumda sonradan görmüş biri var. Yaşadığı yerde kimselerce bilinmeyen bu
adam çok, ama çok eski ve soylu bir aileden geldiğini anlatıp övünüyor
sürekli. Gel zaman, git zaman, anne ve babasının yakınlarda bir yerde
yaşayıp hiç de öyle soylu olmadığı ortaya çıkarılıyor. Sonradan görmüşün
eline, soy ve sopunu öğrenmek için bir fırsat geçmiştir artık, ilgili
fırsattan yararlanıp araştırıyor ve gerçeği öğreniyor. Bu durumda söz konusu
kimseler için anne ve babam değildir diyemeyerek, onların da aslında pek
soylu kimseler olduklarını, ancak sonradan düştüklerini öne sürüyor ve
devlet dairelerinin birinde rüşvet karşılığı kendine bir soy sop belgesi
uyduruyor. Öyle sanıyorum ki, İsviçrelilerin davranışı da buna benzemekte.
Ahlâk ve dinin cinselleştirilmesi doğru görülmeyerek, daha başından bunlara
«yüce» bir gözle bakılması mı gerekiyor, beri yandan bunlardaki düşüncelerin
aile ve Ödipus kompleksinden çıkışları yadsınacak gibi bir durum göstermiyor
mu, yapılacak tek şey var: Söz konusu komplekslerin öteden beri taşıyor
göründükleri anlamı taşımadıklarını, bunların Silberer'iri bir deyimiyle
anagogih yüce bir anlamı08 içerdiklerini, bu anlam dolayısıyla ahlâk ve
gizemciliğin soyut kavramları arasında kendilerine özgü yeri aldıklarını
ileri sürmek.
Hani bunları söylediğim için, YeniZürih öğretisini yanlış anladığım
suçlamasını yine buyurup tarafıma yöneltebilirler; böyle bir suçlamaya
hazırlıklı bulunuyorum. Ancak ilgili ekolün yayınlarında benim anlayışla
çelişen noktaların onlara değil de bana maledilmesine asla göz
yumamayacağımı daha baştan belirtmek isterim. Jung'un yeniliklerini başka
türlü anlamam; bunlara kendi içlerinde tutarlı bir bütün gözüyle bakmam
olanaksız. Jung'un psikanalizde yaptığı değişikliklerin tümü de aile
komplekslerinden çirkin görünen şeyi atmak, dolayısıyla din ve ahlâk
alanında bunlarla yüz yüze gelmemek gibi bir amaç
tan alır kaynağını. Söz konusu yeniliklerde libido kaldırılarak yerine
akıllılar için de, aptallar için de gizemsellik ve kavranılmazlığını koruyan
bir kavram geçirilmiş, Ödipus kompleksi «simgesel» olarak ele alınmıştır; bu
komplekste anne, uygarlığın gelişimi uğrunda kendisinden el çekilmesi
gereken erişilmezi anlatmakta, Ödipus efsanesinde öldürülen baba ise,
bireyin bağımsızlığını elde etmek İçin kendisinden kurtulması gereken
«içsel» bir babayı göstermektedir. Cinsel düşünce ve duygu malzemesinin öbür
parçaları da, kuşkusuz zamanla benzeri yorum değişikliklerine uğrayacaktır.
Ben'e aykın sevisel (erotik) isteklerle ben'sel egemenlik dürtüsü arasındaki
çatışmanın yerini ise, «yaşamsal ödev» ile «ruhsal adalet» arasındaki
çatışma alır Jung'ta; nevrotik suçluluk bilincinin yerine ise yaşamsal
ödevin üstesinden gelemediği yolunda bireyin kendi kendine yönelttiği
suçlama geçirilir. Böylece dinselahlâksal bir sistem hazırlanıp öne
sürülmüştür; tıpkı Adler sistemi gibi bu sistemde de ister istemez
psikanalizin gerçek verileri bir yorum değişikliğine uğratılarak eciş bücüş
bir duruma sokulmuş ya da kaldırılıp bir kenara, atılmıştır. Gerçekte ise
dünya olaylar senfonisinden uygarlık tarihiyle ilgili tiz perdeden birkaç
tona kulak verilmekle yetinilmiş, o muhteşem içgüdüsel melodi
işitilmezlikten gelinmiştir.
Böyle bir sistemi ayakta tutmak, gözlem ve psikanaliz tekniğine tam bir sırt
çevirişi gerektirmektedir. O yüce öğretiye karşı gösterilen hayranlık,
nevrozların etiyolojisinde Jung'un Ödipus kompleksini yeterince «spesifik»
bulmaması ve bu spesifikliği süredurumda (atalet), yani canlı ve cansız
nesnelerin bu en genel özelliğinde görmesi gibi bilimsel mantığı küçümseyen
davranışlara olanak veriyordu. Bu arada şurası unutulmamalıdır ki, ödipus
kompleksinin kendisi «ruhsal süredurum» gibi bir güç olmayıp, bireydeki
ruhsal güçlerin ölçütü sayılan bir içeriği anlatır. Tek tek kişiler
üzerindeki araştırmaların kanıtladığına veher vakit de kanıtlayacağına göre,
cinsel kompleksler ilk başlangıçtaki anlamlarıyla insan ruhunda canlı olarak
varlığını sürdürür. Bundan dolayıdır ki, bizim çalışmalarımızda bireye
yönelik araştırmaların sağlayacağı verilere gör© bir yargıya varma yolu
izlenmiştir. Jung ekolüne mensup psikoterapisti en başta bekleyen tehlike,
olduğundan başka türlü yorumlanan komplekslerin ilk çocukluk yıllarındaki
gerçek ve yalm anlamıyla yüz yüze gelmektir. Dolayısıyla, hastanın geçmişini
elden geldiği kadar az dikkate almak, tedavinin ağırlık noktasını aktüel
çatışma üzerine kaydırmak, Jung yöntemine göre psikoterapide kural
saptanmıştır; aktüel çatışmada ise Jung ekolüne göre en önemli nokta,
tesadüfi ve kişisel etkenler değil, genel özellik, yani yaşamsal ödevin
yerine getirilemeyişidir. Ancak biliyoruz ki, nevrozlulardaki aktüel
çatışma, ancak gerisin geriye izlenip hastanın geçmişine doğru ilerlendiği
ve hastalığın oluşumunda libidonun tuttuğu yol gözden kaçırılmadığı zaman
anlaşılmakta ve ortadan kaldırılabilmektedir.
Zürih ekolünce uygulanan yeni psikoterapide, yukarıda anlatılan eğilimler
nedeniyle nasıl bir yönteme başvurulduğunu, böyle bir psikoterapiden
geçirilen bir hastanın açıklamalarına dayanarak söyleyebilirim. «Bu yeni
yöntemde ne geçmişin, ne aktarım olayının üzerinde en ufak bir şekilde
durulmakta. Aktarım olayının kendini açığa vurduğunu bir ara sezer gibi
olmuştum ki, bana bunun libido simgesinden başka bir şey olmadığı söylendi.
Ahlaksal öğütlere diyecek yoktu ve bir süre bunlara sadakatle uyarak
yaşadım. Ama sağlık durumumda hiç bir düzelme görülmedi; durum hekim için
olduğundan daha da tatsızdı benim için, ancak elimden ne gelirdi?...
Psikanaliz beni ferahlığa kavuşturacakken, tedavi kürünün her seansında
tarafıma yeni yeni güçlü istekler yöneltiliyor, yakalandığım nevrozun
ortadan kaldırılması, bu istekleri yerine getirmem koşuluna bağlanıyordu.
Örneğin bir içe yönelişle (introversiyon) dikkatimi kendi üzerimde toplamam,
dinsel duygulanmda derinleşmem, seVgi dolu bir teslimiyetle bir kadına
bağlanıp onunla ortak bir yaşamı sürdürmem gibi öğütler bunlar arasındaydı.
Adeta gücümü aşan bir şeydi bu, nihayet insandaki iç yapının tümüyle
değişmesi gibi bir anlam taşıyordu. Psikoterapi için belirlenmiş her seansın
sona erişinde, alabildiğine güçlü pişmanlık duyguları ve en iyi kararlarla,
ama cesaretim kırılmış olarak muayenehaneden ayrılıyordum. Hekimin yapmamı
öğütlediği şeyleri herhangi bir rahip salık verebilirdi bana, ama bunları
yerine getirecek güç neredeydi?» Hasta, psikanalitik tedavide geçmiş yaşamla
aktarım olayı üzerinde durulduğunu işitmişti. Ancak, tedaviyi yürüten hekim
tarafından bunların yeterince ele alındığı söylenmişti kendisine. Hastanın
durumunda bir iyileşmesağlanamadığına bakılırsa, geçmiş yaşam ve aktarım
olayının yeteri kadar psikanaliz konusu yapılmadığı sonucunu çıkarmak haksız
bir davranış sayılmaz sanırım. Geçmiş yaşam ve aktarım olayının, izlenen
tedaviye psikanalitik tedavi adını vermeyi haklı gösterecek yoğun bir
dikkatle ele alındığını asla ileri süremeyiz. Dubois'nın, nevrozluları moral
takviyesiyle daha kollayıp gözetici bir yoldan iyileştirmeye çalıştığı pek
yakındaki Bern'e varmak için Zürihlilerin Viyana üzerinden geçen uzun ve
dolambaçlı bir yolu geride bırakmaları şaşılacak şeydi hani. Söz konusu yeni
doğrultunun psikanalize bütünüyle sırt çevirişi, Jung'un yazılarında pek yer
vermediği geriye itim'e karşı takınılan tutumda, Adler'in yaptığı gibi düş
psikolojisinden el çekilmesi ve gizli (latent) düş düşünceleriyle
karıştırılan düşün yanlış anlaşılmasında, bilinçdışına karşı gösterilen
anlayışın elden çıkarılmasında, kısaca psikanalizin temel direkler olarak
ortaya koyduğu bütün konularda da kuşkusuz kendini açığa vurmaktadır.
Jung'un, yasaksevi kompleksinin salt «simgesel» karakter taşıyıp gerçek bir
varlıktan yoksun bulunduğu, bir vahşinin bir kocakarıyı içi çekmeyip genç ve
güzel bir kadına yöneldiği yolundaki sözlerini işitince, insan, «simgesel»
ve «gerçek bir varlıktan yoksun» deyimleriyle, dışavurumları ve
hastalandırıcı etkileri göz önünde tutularak psikanalizde «bilinçdışı varlık
sahibi» diye nitelenenden başka bir şey anlatamadığım düşünmek ve böylelikle
aradaki sözde çelişkiyi ortadan kaldırmak isteğini duyuyor.
Düşün, işleyip değerlendirdiği gizli (latent) düş düşüncelerinden daha başka
bir şey sayılacağı dikkate alınırsa, hastaların düşlerinde ister «yaşamsal
ödev», ister «üstte ve altta yer almak» gibi şeyler olsun, psikoterapi
sırasında kafalarına doldurulan nesneleri gördüklerine şaşmamak gerekir.
Nasıl ki normal düşler çeşitli uyarılarla deneysel yoldan etki altına
alınabiliyorsa, psikanalizden geçirilen kimsenin gördüğü düşler de bir
bakıma yönetilebilmektedir. İçereceği malzemenin birazı her ne kadar bu
yoldan belirlenebilirse de, düşün özü ve mekanizmasında bir değişiklik
sağlanamaz. Ayrıca «özyaşamsal» (biyografik) denen düşlerin psikanalitik
tedavi süreci dışında görüldüğü inancında değilim. Buna karşılık, tedavi
öncesine rastlayan düşler yorumlanır ya da tedavi sırasında başvurulan
uyanlar sonucu hastanın gördüğü düşe ne gibi eklemeler yaptığına dikkat
edilir veya düşü görene bu gibi ödevler yüklemekten kaçınılırsa, yalnız
yaşamsal ödev'e ilişkin çözüm denemeleri sunmanın düşlerin çok uzağında
bulunduğu kanısına varabiliriz.
Nihayet düş, bir düşünü biçiminden başka bir şey değildir; ilgili biçim asla
düşün kapsadığı düşünceler yard:ma çağrılarak anlaşılamaz; bunu düş
oluşumu'nun dikkate alınnuıoı sağlar ancak.
Jung'un yanlış anlamalarını ve psikanalizden sapmalarını olgulara dayanarak
çürütmek güç değildir. Doğru dürüst her psikanaliz uygulaması, hele çocuklar
üzerinde başvurulacak uygulamalar, psikanaliz kuramının dayandığı görüşleri
pekiştirir ve gerek Adler, gerek Jung sistemindeki yorum değişikliklerinin
yanlışlığını ortaya kor. Jung'un kendisi, sistemini henüz geliştirmeden, bir
çocuk üzerinde böyle bir psikanaliz uygulamasına girişmiş ve bunu kaleme
alarak yayınlatmıştır. Adler'in bir deyimiyle, «olgulardaki bir diğer
tutarlılığa» başvurarak, Jung adı geçen psikanaliz denemesine ilişkin yeni
bir yorum öno sürecek mi, sürmeyecek mi, beklemek gerekiyor. Yüce»
düşüncelerin düş ve nevrozlarda cinsel yoklan dışavurumunun arkaik bir
dışavurum biçiminden başka bir şey sayılamayacağı görüşüne gelince, bunun,
nevrozlardaki cinsel bileşenlerin (komponent) gerçek yaşamdan uzak tutulan
libido enerjileri olmasıyla bağdaşacak yanı yoktur. Eğer burada yalnız
cinsel bir dil sorunu söz konusu olsa, libidonun ekonomisinde hiç bir şey
değişmezdi. Jung'un kendisi bunu daha Psikanaliz Kuramı Üzerine adlı
kitabında itiraf etmekte ve ilgili bileşenlerden libido yükünün çekilip
alınmasını sağaltımsal (terapötik) bir ödev diye göstermektedir. Ne var ki,
dikkati bu komplekslerden başka yana çekmek ya da yüceltme (sublimasyon)
üzerinde diretmekle, adı geçen ödevin asla üstesinden gelinemez. Ancak
onların alabildiğine titiz bir incelemeden geçirilip, bütün genişliğiyle
bilinçli bir duruma sokulmasıyla başarı sağlanabilir. Hastanın dikkate
alacağı ilk realite parçası, kısaca kendi hastalığıdır. Onun bu ödevden
kurtarılmak istenmesi, tedaviyi yürüten hekimin, hastanın karşıkoymalarıyla
başa çıkmadaki güçsüzlüğünü gösterir ya da hastanın bu yolda yapacağı
çalışmaların sonuçlarından çekindiğini anlatır. Sözlerime son verirken,
Jung'un psikanalizde yaptığı «değişiklikle» ortaya Lichtenberg'in ünlü
bıçağı gibi bir yap:t koyduğunu belirtmek isterim. Bıçağın sapı
değiştirilmiş, madeni kısmı da yenilenmiştir; ancak üzerine aynı marka
kazındığı için, bizden onu eski bıçak gibi görmemiz istenmektedir.
Oysa, psikanalizin yerine geçmeyi amaçlayan yeni öğretinin psikanalizden bir
el çekiş, ondan bir konuş anlamına geldiğini şimdiye kadarki sözlerimle
gösterdim sanıyorum. Belki bu kopuşun, psikanalizin geleceği düşünülürse,
başka herhangi bir kopuştan daha tehlikeli sonuçlara yol açacağı endişesi
uyanacak, çünkü psikanaliz akımında pek büyük rol oynamış ve onu hayli
ileriye götürmüş kişilerden kaynaklandığı düşünülecektir. Ben, böylo bir
endişeyi paylaşmıyorum.
Güçlü bir düşünceyi savundukları sürece güçlüdür insanlar; bu düşünceye
karşı çıktılar mı, hiç bir şey yapamaz duruma gelirler. Psikanaliz önce
sözünü ettiğimiz kaybın altından kalkacak, yitirdiği taraftarların yerino
yenilerini kazanacaktır. Sözlerimi yalnız bir dilekle bitirmek istiyorum;
psikanalizin yeraltı dünyasında eğleşmekten artık sıkılmış olanlar, inşallah
yine rahatçacık yeryüzüne çıkarlar da, geride kalanlar derinlerde
sürdürdükleri çalışmaları kimse tarafından rahatsız edilmeden sonuçlandırma
olanağına kavuşur.
NOTLAR
1. [Freud «yalpalar, ama batmaz, anlamına gelen Paris kentinin gemi resmiyle
donatılmış armasında, gördüğü bu söze, daha önce kendi kendini karakterize
ettiği bir yazıda değinir. Von Gebsattel 1957'de yazdığı Sigmund Freud adlı
yazısında bu sözü «(Psikanalizin Parolası» olarak niteler.]
2. Über Psychoanalyfe (Psikanaliz Üstüne), 1910. Amerika'da Massacute
eyaletinin Worcester kentinde Clark Ünlversite'si'nin yirminci kuruluş
yıldönümü şenliği dolayısıyla verilen ve üniversitenin rektörü Stanley Halle
İthaf edilen beş konferans.
3. Bakınız s. 207
4. [James Strachey bunun besbelli bir yanılgı eseri olacağını, İsteri
Üzerine İncelemeler'in, Fischer Yayınevi cep kitapları dizisinde çıkmış 1970
baskısında yer alan «Kuramsal» yazısında, Breuer'ln Kouversion (dönüşüm)
deyimini birçok defa kullandığını, ama bu deyimi İlk kez kullanışında
Frcııd'un adını yanına ayraç içinde eklediğini belirtir. Strachey'in
sanısına göre, Freud, «Kuramsal» adlı yazının basılmadan önceki bir başka
manüskrisini görmüş ve adını birden çok yerde anmamasını Brener'den rica
etmiştir.]
6. [Erb, W.; Handbuch der Elektrotheraple (Elektroterapi El Kitabı), 1882,
Leipzig.]
6. [Freud 1889 yazısında Nancy'ye gitmiş ve oradu Ambrolse Auguste Ltebault
die Hippolyte Bernheim'ın yanında ipnotizma tekniğini geliştirmeye
çalışmıştır.]
7. [1879'dan beri Pari3 Üniversitesi Adli Tıp kürsüsü profesörü.]
5. [Otto Bank 1911'de Schopenhauer über den VVıthnsinn (Bchopenhauer'in
Cinnet Üzerine Görüşleri) adıyla Zentralblatt für Pyschoanalysc dergisinin
1. cildinde bir yazı yayınlamıştır. Bu yazıda Schopenhauer'ln Die Welt alt»
wille und Vorstcllung yapıtının Über den Wahnsina (Cinnet Üzerine) başlıklı
32. bölümü ele alınır.]
9. [Schemer, K.A.; Das Leben des Tranmes (Düş Yaşamı),
1861, Berlin.]
110. [Ancak Freud, Fliess'e yazdığı 14 Kasım 1897 tarihli bir mektupta,
İnsanın kendi üzerinde uygulayacağı psikanalia konusunda daha kuşkulu bir
dil kullanır. Bu kuşku sonra
ları onun özanalize kargı tutumunda belirleyici bir rol oynar.]
11. [2 Mayıs 1896'da verdiği konferans Zar Etiotogie der Hysterie (İsterinin
Eyilojisi) başlığını taşıyor. Jones, FreudYaşarnöyküsü'nde, sonraları
Freud'un kocası Meynert'in yerini almış psikiyatrist KrafftEbing'in
konferansla ilgili olarak «Bilimsel bir masala benz.yor» demekle yetindiğini
belirtir.]
12. [Freud, Sigmund; Bruchstück einer HystericAnalyse, 1905 (Bir İsteri
Analizinden Parça), Bütün Eserleri, c.5,s.l63 vd. Gerek şimdiye kadarki
baskılarda, gerek manüskride 1900 yerinde yanlışlıkla 1899 tarihi
bulunmaktadır.]
13. [Bunların arasında Alfred Adler ve bir sonraki cümlenin kendisiyle
ilgili olduğu Wilhelm Stekel de bulunmaktadır.l
14. [Psikanalizin Tarihçesi'nin 1924 baskısında yer alan not:] Şu anda
kendisi Uluslararası Psikanaliz Yaymevi'nin yönet'eisi ve Die
interııationcle znlılsclırift für Pyschonalyse (Uluslararası Psikanaliz
Dergisi) ile Imago dergilerinin baştan beri redaktörü.
15. [Freud, Sigmund; Das Intcres.se an der Psychoanalyse (Psikanalize İlgi)
Bütün Eserleri, c.8s.390 vd.]
16. [O zamanlar Eugen Bleuler'in direktörlüğünü yaptığı Zürih psikiyatri
kliniği.]
17. [Psikanalizin Tarihçesi'nin 1£24 baskısında yer alan not:] Daha sonra
Berlin'de bir psikanaliz polikliniğini kurdu.
18. [Freiburg'ta psikiyatri profesörü olan Alfred Hoche, 1920 mayısında
BadenBaden'dekl bir kongrede, «Hekimler Arasında Psikoloji Salgını» konulu
bir konferans vermiş, bu konferansta psikanalizin gizemsel geleneğe bağlı
bir yöntem olup hekimliğin saygınlığına gölge düşürdüğü ve temsilcilerinin
delillerevine tıkılacak bir duruma geldikleri görüşünü belirtmiştir.]
[Jung, C. G.; Zur Psychologic und Pathologic okknlter
19.20.Phanomene (Gizbilimsel Olayların Psikolojisi ve Patolojisi Üzerine),
1902, Leipzig.]
[James Strachey manüskride de aynı olan bu tarihin yanlışlığına, Freud'un bu
hastalık öyküsünü daha 1896 yılının mayıs ayında Weitere Bcmcrkangen über
die AbwchrNeuropsychoaen (Savunu Nöropeikozlan Üzerine Daha Başka
Açıklamalar) adlı yazısında yayınladığına dikkati çekmiştir.]
21. [Manüskride paragrafın bundan sonraki bölümü şöyledir: «Nihayet günün
birinde kendisi şizofreniyi libido kuramıyla açıklamaya girişerek karşıt
doğrultuda ilerlemeye koyuldu; ama libido kavramını öylesine değiştirdi ki,
ortaya koyduğu kuramın o zamana kadar psikanaliz tarafından geliştirilen
kuramla isimden başka ortak bir yanı kalmadı. Gerçekte bu ismi de alıkoyması
yersiz bir davranıştı Jung'un, çünkü şizofreniyi dinamik yoldan açıklamak
isterken başvurduğu İlkeye libido adını vermenin gereği yoktu. Psikanalizin
libido kuramının adına sahip çıkmak her ne kadar üzerinde durulmaya değecek
bir olay değilse de, Jung'un karakterindeki kendisiyle ortak b'r çalışmayı
olanaksız kılan özelliğin bir dışa sızması, hoşlanmadığı kimseyi ne bahasına
olursa olsun saf dışı bırakma eğiliminin bir kendini açığa vurmasıdır.»]
22. [Ellis, Haveleck; The Doctrines of the Freud School (Freud Ekolünün
Öğretileri); Zcntralblatt für Psychoanalyse dergisinde (c. 2., s. 21 vd.)
Dlel Lclhrcn der FreudSchulc adı altında 1912'de yayınlandı.]
23. [Grece, G.; Sobrc Psicologia y Psicoterap'a de ciorto* Estados
angustiosos; Zentralblatt für Psychoanalyse, c. 1, s, 540.]
24. [Owen BerkeleyHills adını Freud 1924'te yazısına eklemiştir.]
25. [Manüskride bunu şu cümle izlemektedir: «Hepsi de psikanalizle Zürh'te
tanınmış kimselerdi.»]
26. [1924 tarihli baskıda yer alan dip notu: S.J.J. Putnam, Addresses on
PayclıoAnalysis, Internat. PsychoAnalytical Library, Nr. 1, 1921. . Putnam
1918'de ölmüştür.]
27. [Iîer iki yazarın yapıtları toplu olarak yayınlanmış bulunuyor: Brill,
Psychoanalysis, Its Theories and Practical Appl'cations, [Philadelphia]
1921, ve E. Jones, Papers on Psychoanalysis, [New York] 1913. Birinci
kitabın 1914'de, ikinci kitabın 1918'de pek genişlemiş İkinci baskıları
yapıldı (1938'do dördüncü baskı). Son cümle Psikanalizin Tarihçesi'nin ilk
baskısında bulunmamakta, İncelemenin daha sonraki baskılarında yer
almaktadır.]
28. [Şimdiye kadarki baskılarda yanlış olarak 1913 tarihi bulunmaktaydı.]
29. [Manüskride ve 1914 ile 1918 baskılarında cümlenin bu bölümü şöyledir:
«... Sadece psikanalizin başvurduğu sembollere takılan ayrıntılı ve anlayış
dolu bir İnceleme yayınlayarak...»}
30. [IWgis, E., ve Hesnard, A.; La psychoanalyse dcs nevroses et lies
psychoses, 1914, Paris.]
31. [Renterghem, A.W.v.; Freud en zlpn School (Freud ve Eko1U), 1913, BaarnJ
32. [Avrupa'da düş yorumunu ve psikanalizi ilk kez resmen benimseyen kimse
psikiyatrist Jelgersma olmuş, 9 Şubat 1914'de Leiden Üniversitesi rektörü
olarak yaptığı konuşmada bunu açıkça belirtmiştir. Daha sonra konuşma
Uluslararası Psikanaliz Dergisi'nin (Internationale Zeltschrift für
Psychoanalyse) 1 notu eki olarak Bilinçsiz Ruhsal Yaşam adı altında
yayınlanmıştır.]
33. [Metne 1923'de eklenmiştir:] 1014'de kaleme alınmış Psikanalizin
Tarihçesi'nl up to date (günümüze kadar) sürdürmek gibi bir niyetim yok
burada. Sadece arada geçip dünya savaşını içerisine alan zaman süresinde
psikanaliz alanındaki görünümün ne gibi bir değişikliğe uğradığına birkaç
sözle değineceğim. Her ne kadar bazan böyle olduğu kabul edilmese bile,
Almanya'da psikanaliz öğretileri yavaş yavaş p,.'kiyatri kliniklerine
sızmaya başlamıştır; son yıllarda Fransızca'ya çevrilip yayınlanan yazılarım
nihayet bu ülkedo de psikanalize karşı güçlü bir ilginin «yanmasını
sağlamıştır; günümüzde bu İlgi, edebiyat çevrelerinde bilimsel
çevrelerdekinden daha da etkin durumdadır. İtalya'da M. Levi'yle (Nocera
sup) Edoardo Weiss (Trieste) psikanalitik yapıtların çevirmenleri ve
psikanaliz akımının öncüleri olarak ün yapmışlardır (Biblloteca
Pslcoanalitica ltaliana). İspanyolca konuşulan ülkelerde psikanalize karşı
duyulan canlı ilg'ye parelel olarak (Lima'da Prof. H. Delgado), bütün
yapıtlarım LopezBallesteros tarafından çevrilip Madrid'de yayınlanmıştır.
İngiltere için daha önce dile getirilen kehanet sürekli bir gerçekleşme
durumunda bulunuyora benzemektedir. Hindistan'ın Britanya İmparatorluğu
içerisine giren bölümü (Kalküta), psikanaliz için hatırı sayılır bir barınak
oluşturmuştur. Kuzey Amerika'da pslkanalla alanında derinleşme, bu bilimin
ilgili ülkede eriştiği popüterliğe hâla ayak uyduramamıştır. Rusya'da ise
devrim sonrasında birçok merkezlerde yeniden psikanaliz çalışmaları
başlamıştır. Halen Polonya dilinde Polska Bibljoteka Psyehoanalitczna adıyla
bir dergi yayınlanmaktadır. Macaristan'da Ferenczi'nin yönetimi altında
parlak bir psikanaliz okulu yeşerip çiçeklenmiştir. İskandinav ülkeleri İse,
günümüzde psikanalize karşı olabildiğine yadsıyıcı bir tutumla karşı
çıkmaktadır.
34. [Rank, O., Sachs, H.; Die Bedeutung der Psychoanalyse für die
Geisteswissenschaftcn (Manevî Bilimler Açısından Psikanalizin önemi), 1913,
Wiesbaden.]
35. [Rank, O.; Der Mythos von der Geburt des İlciden (Kahramanın Doğuş
Efsanesi), 1909, Leipzig ve Viyana.]
36. [James Strachey, Freud'un, 1911'de Weimar'da yapılan Psikanaliz
Kongresinde Jan Nelken'ln verdiği bir konferansı kastettiğini ve bu
konferansın daha sonra genişletilerek Nelken tarafından kitap halinde
çıkarıldığını belirtir. Nelken, J.; Analytisclıe Belobachtungcn iiber die
Plıantusien cines Schizophrenic (Bir Şizofrenin Sayıklamalarına İlişkin
Psikanalitik Gözlemler), çıktığı yer: I'sikaualitik ve Psikopatolojik
Araştırılar Yıllığı, c. 4, s. 504 vd],
37. [Freud, Sigmund; Der VVahn ımd die Trâutne in W. Jensens «Gradiva» (W.
Jensen'in Gradiva'smda Sayıklama ve Düş), Toplu Eserler, c. 7, s. 31 vd.]
3fl. Bkz. Rank, Der Künstlcr (Sanatçı) [1907]; Sadgerin Ozanlara İlişkin
Analizleri [Ör. : Aus deın Liebeslcben Nicolaus Lenau (Nicolaus Lenau'ın
Sevi Yaşamı Üzerine), 1909, Leipzig ve Viyana],' Reik [Ör. : Flaubert nnd
seine «Yersuchung des heiligen Antonius», 1912, Minelen]; bu arada benim
Leonardo da Vinci'nin bir çocukluk anısına ilişkin küçük yazım, Abraham'ın
Segnntini üzerindeki psikanaliz denemesi [Abraham, K. ; Giovanni Srgantini:
Eiu psyehoanalytisclıer Versuch (Giovanni Segantini: Bir. Paikanalis
Denemesi), 1911, Leipzig ve Viyana.]
39. [Rank, O.; ImcstMotiv in Dichtung und Sage (Edebiyat ve Efsanede
Yasaksevl Motifi), 1912, Leipzig ve Viyana.]
40. [Freud, Sigmund; Zwangshandlimgen und Kcltgiousübungen (Saplantı
Davranışlar ve Dinsel Töreler), 1907. Gerek manüskride, gerek
Psikanalizin Tarihçesi'nin şimdiye
250
kadar çıkmış baskılarında 1907 yerinde yanlış olarak 1910 tarihi bulunuyor.]
41. [Pfister, O. ; Die Frömirigkeit des Grafea Ludwig voa Zinzendorf (Kont
Ludwig von Zinzendorfun Dindarlığı), 1910, Leipzig ve Viyana.]
42. [Freud, Sigmund; Totem ve Taba (Totem ve Tabu), 19121913.]
43. [Manüskride paragrafın sonu şöyledir: «... ama benim kulağıma gelip,
benzer aile oluşumu koşullarında yabani atların ilk İnsanlara ilişkin
varsayımımda kabul ettiğim gibi davranmadıklarını ileri süren itirazları,
kuşkusuz masum saçma itirazlar olarak bir kenara bırakabileceğimi
sanıyorum.»]
44. [Freud, Sigmund; Der Witz nnd seine Beziehung zum Unbewussten (Nükte ve
Bilinçdışıyla İLşkisi, 1905.]
46. [HugHellmuth, H.v.; Aus dem Leben des Kindes (Çocuğun Ruhsal
Yaşamından), Leipzig ve Viyana 1913.]
46. Die psychoanalytische Methode (Psikanaliz Yöntemi), Iİ013. Meumann ve
Messmer tarafından yayınlanan padagogium'un birinci cildi.
47. Adler ve Furtnıüllcr (çıkaranlar), Heüen und Bilden, 1914. 488. Ayrıca
bkz.: Benim Scientia'dakİ (c. 14, 1913) her iki
yazım: «Das Interesse an der Psychoanalyse» (Psikanalize
İlgi.) 49. [Cümlenin Paris'te ise'den başlayan bitim bölümü sonradan
1924 tarihli baskıya eklenmiştir.] 60. [Manüskride ve şimdiye kadarki
Almanca baskılarda yanlış
olarak 1911 tarihi bulunmaktadır.]
51. [Manüskride bu cümle söyleldir: «İkinci engelin de kendi sahsım olduğu
görüşündeydim; şahsımla ilgili değer yargısı tarafların sempatisi ya da
antipatlsl dolayısıyla birbirini tutmayan bir durum gösteriyor, ya bir
Darwin ve Kepler'e benzetiliyor, ya da beyni sulanmış bir kimse gözüyle
bakılıyordum.:.» Kolomb adı 1924 baskısında metne eklenmiştir.]
52. «On Freud's Psyhoanalytic Method and its Evolution» (Freud'un Psikanaliz
Yöntemi ve Bu Yöntemin Gelişimi), Boston Medical and Surgical Journal, 25
Ocak 1912.
.63. [Manüskride «Hoch'un pis ruhu» bulunmaktadır. Kari Abraham'ın bir
öğüdüne uyan Freud baskı sırasında «pis» sözcüğünü çıkarıp, onun yerine
«habis» sözcüğünü geçirmiştir.]
64. CDaha sonradan C. G. Jung'a katıldı.]
65. [1824 baskısında dip notu:] Daha sonra 16. ve 18. sayılarında Sadger'in,
17. sayısında Kielholz'un yazılan yayınlandı.
56. [1824 baskısında dip notu:] Savaşın başlamasıyla faaliyetini tatil etti.
57. [Kongre 1911 eylülünde yapıldı.]
58. [James Strachey, doğrusunun «üçüncü yılının» olması gerektiğine dikkati
çekmiştir.]
59. [1924 baskısında dip notu:] Her iki dergi 1919 yılında Uluslararası
Psikanaliz Yaymevi'ne dönüşmüş olup, halen (1923) 9. yıllarını idrak
etmektedir. (Aslına bakılırsa Uluslararası Dergi 11, Imago İse 12 yıldır
çıkıyor; bununla beraber savaş koşullan dolayısıyla Uluslararası Dcrgi'nin
IV. cildi bir yılı aşkın bir süreyi, yani 19161918 arasını, ImaKo'nun V.
cildi ise 19171918 yıllarını kapsamaktadır.) VI. ciltle birlikte
Uluslararası Psikanaliz Dergisl'ndeki «hekimler için» sözü atılmıştır.
60. [1924 baskısında dip not:] 1920'de E. Jones İngiltere ve Amerika İçin
Uluslararası Psikanaliz Derg^si'ni (International Journal of PsychoAnalysis)
kurdu.
61. [Abraham, Freud'a yazdığı mektupların birinde şöyle der: «Adler s'zln
kendisini takiplerinizden yakındığını yazıyorsunuz. Korkarım bu söz tatsız
olaylara yol açabilir. Adler, bir paranoyalı olarak nitelendirilmesine karşı
savunacaktır kendini. Bunun yerine «husumet» falan gibi daha az patolojik
hava taşıyan bir sözcük koymak sanırım doğru olurdu» Freud ise, Abraham'a şu
yanıtı vermiştir: «Takipler Adler'in kendi ağzından çıkan bir söz; ama ben
yine de onu sizin isteğinize uyarak bir başkasıyla değiştireceğim.» Ancak
İlk baskı, Freud'un başlangrçta kullanmak istediği sözcükten vazgeçmediğini
gösteriyor.]
62. [Adler, Alfred; Sturlie Minderwcrtigkcit von Organen (Organsal
Yetersizlik Üzelrine Araştırı), 1007, Berlin ve Viyana.)
63. [Zcotralblfttt fiir Psychoanalyse (Psikanaliz Merkez Dergisi), c. 1, s.
122.]
64. [Adler, Alfred; Über den nervösen Charekter (Nevrotik. Karakter), ;1912,
Wiesbaden.)
65. [Koriespondenzblatt no. 5, Zürih, Nisan 1911.)
66. [Cari Furtmüller 1906'da Viyana üniversitesinde Freud'un derslerini
dinledi. Adler'in tarafını tutanlardan biriydi, daha sonradan politikaya
atıldı.]
67. [Freud'un sözde reduksiyonist pozitivizm görüşüne karşı Adler'in ileri
sürdüğü finalizm görüşü ima ediliyor. Adler'in finalizmine göre, ruhsal
olayların, kalıtımsal etkenlere, çocukluktaki travmatik yaşantılara, fikse
olmuş içgüdüsel durumlara vb. dayanılarak nedensellik (kozalite) İlkesi
uyarınca değil, bu gibi etkenleri bireyin değerlendirme biçimineve bireyin
geleceğini hazırlayan onun kendi içindeki değer ve amaçlara dayanılarak
teleolojik yoldan açıklanması gerekmektedir.]
68. [Freud, Psikanalize Giriş Dersleri'nde (Vorlesungen zur Einführung zur
Psychoanalyse) bu isimle ilgili açıklamada bulunarak, her düşün iki çeşit
yorumlanabileceğini, bunlardan birinin psikanalttik, ötekisinin ise ruhsal
yaşamda yüce eltklnliklerin varlığı olduğu görüşünden kalkan ve içtepileri
dikkate almayan «anagogik» yorum olduğunu söyler.]
69. [Bir hastanın söylediklerine dayanmanın sakmcalannı benimsemiyor
değilim. Ancak şurasını kesinlikle belirteyim ki, bana bu bilgileri veren
hem güvenilir, hem de aklı başında biriydi. Kendisinden islemeden söz konusu
bilgileri verdi bana ve ben de bu bilgileri açığa vurdum, çünkü psikanalizde
sır saklama ilkesinin geçerliğini kabul etmemekteyim.)
70. [Jung, C. G.; Experiences Concerning the Psychic Life of the child,
1910.]
71. [Jung, C.G.; Velrsuch einer Darstellung der psychoanalytischen Theorie
(Psikanaliz Kuramı Üzerine), 1B13, Leipgiz. ve Viyana.]
72. [Manüskride, ilk baskıda ve 1818 baskısında metin altında. Şubat 1914
tarihi bulunmaktadır.)