Nazizm Psikolojisi
Erich Fromm
Nazizm psikolojisiyle, çağdaş demokrasi sorunlarının anlaşılmasında yardımcı
olacağını umarım. Nazizm psikolojisini tartışırken en önce temel bir sorunu
—Ruhbilimsel etmenlerin Nazizmin anlaşılmasıyla olan ilgisi sorununu— ele
almamız gerekir. Nazizmin bilimsel, hatta halk arasında ele alınışında, çoğu
kez, birbirinin tersi iki görüş ortaya atılıyor: ilki, psikolojinin, faşizm
gibi ekonomik ve siyasal bir görüngüye hiçbir açıklama getiremeyeceği,
ikihcisiyse faşizmin bütünüyle psikolojik bir sorun olduğu.
Birinci görüş, Nazizme ya yalnızca ekonomik dinamizmin, yani Alman
emperyalizminin yayılmacı eğilimlerinin, ya da temelde siyasal bir
görüngünün, yani devletin sanayiciler ve Junkerler tarafından desteklenen
bir siyasal parti tarafından ele geçirilmesinin sonucu olarak bakıyor;
kısacası, Nazizmin zaferi, bir azınlığın hilelerinin ve, nüfusun çoğunluğunu
zorlamasının sonucu olarak görülüyor.
İkinci görüşse. Nazizmin yalnızca psikolojik, daha doğrusu psikopatolojik
koşullar çerçevesinde açıklanabileceğini savunur. Hitler'e bir çılgın ya da
"nevrotik" gözüyle bakılır, onu izleyenler de aynı ölçüde deli ve zihinsel
açıdan dengesizdirler. L. Mumford tarafından geliştirilen bu açıklamaya
göre, faşizmin gerçek kaynaklan, "ekonomide değil insan ruhunda"
bulunabilir. Şöyle devam eder Mumford:
"faşizmin açıklaması, Versailles Antlaşmasında ya da Alman Cumhuriyetinin
yetersizliğinde değil, aşın gurur, acımasızhktan hoşlanma ve nevrotik
parçalanmada aranmalıdır."1
Bizim görüşümüze göre psikolojik etmenleri dışlayarak siyasal ve ekonomik
etmenleri öne çıkaran —ya da bunun tersini yapan— bu açıklamalardan hiçbiri
doğru değildir. Nazizm bir ruhbilimsel sorundur, ancak ruhbilimsel etmenler,
toplumsal-ekonomik etmenlerin biçimlendirdiği etmenler olarak
anlaşılmalıdır; Nazizm ekonomik ve siyasal bir sorundur, ama bütün bir halk
üzerindeki etkisi ruhbilimsel etmenler olarak değerlendirilmelidir. Bu
bölümde üzerinde duracağımız konu, Nazizmin bu ruhbilimsel yönü, insan
temelidir. Buysa iki konuyu gündeme getirir: Nazizmin seslendiği insanların
kişilik yapısı ve bu ideolojinin, Nazizmi, bu insanlara ulaşan böylesine
etkileyici bir araç haline getiren psikolojik özellikleri.
Nazizmin başarısında ruhbilimsel temellerin oynadığı rolü ele almadan önce,
şu ayrımı yapmak gerekir: Nüfusun bir bölümü, herhangi bir büyük direnç
göstermeksizin Nazi rejimine boyun eğdi, ama bunlar, direnç göstermedikleri
gibi Nazi ideolojisinin ve siyasal uygulamalarının hayranları haline de
gelmediler. Bir başka bölüm insansa, yeni ideolojiye iyice kendini kaptırdı
ve onu savunanlara fanatik bir tutumla bağlandı. Birinci grupta daha çok
işçi sınıfıyla liberal ve Katolik burjuvazi vardı. Özellikle işçi sınıfının
kusursuz bir örgütünün bulunmasına karşın, bu gruplar, ta başından 1933'e
dek Nazizme sürekli karşı oldular gerçi ama, siyasal inançlarının gereği
olarak kendilerinden beklenebilecek içsel direnci göstermediler. Direnme
istekleri çabucak söndü ve o andan sonra da rejime pek güçlük çıkarmadılar
(bütün bu yıllar boyunca Nazizme karşı kahramanca savaşan küçük azınlığı
saymazsak elbet). Bu, Nazi rejimine boyun eğmeye hazır olma durumu,
ruhbilimsel açıdan, daha çok, içsel bir yorgunluk ve el etek çekmeden
kaynaklanmış olsa gerektir; bu ruhsal durumun, içinde bulunduğumuz çağda da,
demokratik ülkelerde bile, bireyin belirleyici özelliğini oluşturduğu,
bundan sonraki bölümde gösterilecektir. Almanya'da, işçi sınıfının bir özel
durumu daha vardı: 1918 devriminin ilk zaferlerinden sonra yenilgiye
uğramıştı. îşçi sınıfı,
*L. Mumford, Faith for Living (Yaşama İnancı), Seeker and Warburg, Londra,
1941, s. 118.
savaş sonrası döneme, sosyalizmi gerçekleştirme, ya da hiç değilse, siyasal,
ekonomik ve toplumsal konumda bir yükselme sağlama umutlarıyla girdi; ama
nedenleri ne olursa olsun, bütün umutlarını suya düşüren yenilgiler,
durmadan birbirini izledi. 1930'lann başlarına gelindiğinde, ilk
zaferlerinin meyvalan, hemen hemen tümüyle yok edilmişti; bunun sonucundaysa
insanlar derin bir el etek çekmeyle, önderlerine güvensizlik duygusuyla ve
her türden siyasal örgütle siyasal etkinliğin yaran konusunda kuşkuyla
doldular. Ait olduklan partilerdeki üyeliklerini korudular, bilinçli olarak
kendi siyasal öğretilerine inanmayı sürdürdüler; ama çoğunun yüreklerinin
derinliklerinde, siyasal etkinliğin etkili olacağı umudundan eser
kalmamıştı.
Hitler iktidara geçtikten sonra, nüfusun büyük bir çoğunluğunun Nazi
hükümetine gösterdiği bağlılığın bir başka destekleyicisi de etkisini
göstermeye başladı. O dönemde, milyonlarca kişi Hitler hükü- • metini
"Almanya" ile özdeşleştirdi. Hitler, iktidan eline geçirdikten, hükümeti ele
aldıktan sonra, ona karşı savaşmak kendini Alman topluluğunun dışına atmak
anlamına geliyordu; diğer siyasal partiler feshedilip de Nazi partisi
Almanya "haline geldiğine" göre, ona karşı olmak, Almanya'ya karşı olmak
şeklinde anlaşıldı. Ne kadar çok Alman yurttaşı Nazizmin ilkelerine karşı
olursa olsun, yalnız kalmakla Almanya'ya ait olmak arasında bir seçme yapmak
söz konusu olduğunda, çoğu, ikinci seçeneği yeğleyecektir. Nazi olmayan
kişilerin yabancıların eleştirileri karşısında, Nazizme saldınnın, Almanyaya
saldın anlamına geldiğini düşünmeleri nedeniyle, Nazizmi savunduklannı
gösteren pek çok olay gözlemlenmişti. Soyutlanma korkusuyla ahlaksal
ilkelerin gücünü yitireceği korkusu, hangi parti olursa olsun, iktidan ele
geçiren partinin, nüfusun büyük bir bölümünün bağlılığını kazanmasına
yardımcı olur.
Bu saptama, siyasal propaganda sorunlan açısından çok önemli bir varsayımın
oluşmasına yol açmaktadır Bu koşullar altında Almanya'ya yöneltilebilecek
herhangi bir saldın, "Almanlar"la ilgili her yıkıcı propaganda (son savaşın
"Hun" simgesi gibi) Nazi sistemiyle tümüyle özdeşleşmemiş olanlann
bağlılığını artırmaya yarar. Ancak bu sorun, ustalıklı propagandayla değil,
bütün ülkelerde, tek bir temel hakikatin zafere ulaşmasıyla çözümlenebilir.
Bu hakikat şudur: ahlaksal ilkeler, bir ulusun varlığının üstündedirler ve
birey, bu ilkelere bağlılığım korumakla, bu inancı paylaşan, paylaşmış olan
ve bundan sonra da paylaşacak olanların oluşturduğu topluluğun üyesi
olabilir.
îşçi sınıfıyla liberal ve Katolik burjuvazinin olumsuz ve kabuğuna çekilmiş
tutumunun tersine, Nazi ideolojisi, orta sınıfın küçük dükkan sahiplerinden,
zanaatçılar ve memurlardan oluşan aşağı katmanları tarafından hararetle
selamlandı.2
Bu sınıfta bulunan eski kuşak üyeleri, daha edilgin kitle tabanını
oluşturdular; oğullan ve kızları daha etkin savaşçılardı. Onlara göre Nazi
ideolojisi —lidere körü körüne itaat, ırksal ve siyasal azınlıklara karşı
kin, fethetme ve egemenlik kurma açhğı, Alman halkını ve "Nor-dik Irkı"
yüceltme— korkunç büyüklükte bir coşkusal çekicilik taşıyordu, ve onlan
kazanan, bu insanlan Nazi davasının ateşli savunucuları ve savaşçüan haline
getiren de bu çekicilik oldu. Nazi ideolojisinin aşağı orta sınıfa bu kadar
çekici gelmesinin nedeni, aşağı orta sınıfın toplumsal özelliğinde
aranmalıdır. Bunlann toplumsal nitelikleri, işçi sınıfının, orta sınıfın
daha üst tabakalarının ve 1914 savaşı öncesi soylularının özelliklerinden
çok farklıydı. Hatta, güçlüye hayranlık, zayıftan nefret, küçük adamlık,
düşman yürekli olma, para konusunda olduğu gibi duygu konusunda da cimrilik
ve çilecilik gibi bazı özellikler, tarih boyunca bu orta sınıfın belirleyici
niteliği olarak yaşamını sürdürdü. Yaşama bakışlan dardı, yabancıya kuşkuyla
bakıyor, ondan nefret ediyorlardı, tanışlan konusunda meraklı ve
kıskançtılar, kıskançlıklannı ahlaksal tepki olarak gösteriyorlardı; bütün
yaşamlan, psikolojik olduğu kadar ekonomik kıtlık ilkesine dayandırılmıştı.
Aşağı orta sınıfın toplumsal niteliğinin, işçi sınıfınınkinden farklı
olduğunu söylemek, bu kişilik yapısının işçi sınıfında görülmediği anlamına
gelmez. Ama, işçi sınıfının yalnızca küçük bir azınlığının, aşağı yukan aynı
belirgin çizgilerle sergilediği kişilik yapısı, aşağı orta sınıfın tipik
özelliğini oluşturuyordu; yetkeye ya da tutumluluğa büyük saygı göstermek
gibi bazı özelliklerse, daha az yoğun olmakla birlikte,
Bkz. Bu bölümün tamamıyla, Harold D. Lasswell'in, The Political Quarterly
(Cilt IV, 1933, Macmillan & Co., Londra, s.374) deki "Hitlerciliğin
Psikolojisi" konulu aydınlatıcı yazısı ile, F. L. Schuman'ın Hitler and the
Nazi Dictatorship (Hitler ve Nazi Diktatörlüğü) (Hale, Londra, 1936) adlı
kitabında, aşağı orta sınıfın rolü üzerine yazılanlar.
işçi sınıfının çoğu üyesinde de görülebilirdi. Öte yanda memur kesiminin
büyük bir bölümünün —belki de çoğunluğun— özellikleri tekelci kapitalizmin
yükselmesine katkıda bulunmayan, tersine onun oluşturduğu tehdide hedef olan
"eski orta sınıf üyelerinin kişilik yapısından çok, (özellikle büyük
fabrikalarda çalışan) kol işçilerinin kişilik yapısına benziyordu.3
Aşağı orta sınıfın toplumsal kişiliğinin 1914 savaşından çok daha önce de
aynı olduğu doğrudur gerçi ama, savaştan sonraki olaylann, Nazi
ideolojisinin çekiciliğine uygun özellikleri, yani boyun eğme isteğiyle
iktidar tutkusunu yoğunlaştırdığı da doğrudur.
1918 Alman Devriminden önceki dönemde, eski orta sınıfın aşağı
tabakalarının, küçük iş sahipleriyle zanaatkarlann ekonomik durumu
kötüleşmeye başlamıştı bile; ama durum, umarsız değildi ve dengede durmasını
sağlayan birçok etmen vardı.
Krallığın yetkesi tartışılmazdı, ona sırtını dayamak ve onunla özdeşleşmek,
aşağı orta sınıf üyelerine bir güvenlik duygusuyla narsisist bir gurur
veriyordu. Ayrıca dinin yetkesi ve geleneksel ahlâk anlayışının kökleri hâlâ
derinlerdeydi. Aile hâlâ sarsılmamıştı ve düşmansı bir dünyada güvenli bir
sığınak oluşturuyordu. Birey, içinde kendisinin kesin bir yeri bulunduğu
sağlam bir toplumsal ve kültürel dizgeye ait hissediyordu kendini. Mevcut
yetkelere boyun eğmesi ve bağlılığı, mazoşist özlemleri için yeterli çözümü
sunuyordu; ama gene de kendini teslim etme aşırılığına başvurmadı, kendi
kişiliğinin önemli olduğu duygusunu korudu. Birey olarak güvenlik ve
saldırganlık konusundaki eksikliğini, boyun eğdiği yetkelerin gücü
gideriyordu. Kısacası, ekonomik durumu hâlâ ona bir öz-gurur duygusuyla
görece bir güvenlik duygusu vermeye yetiyordu, sırtını dayadığı yetkeler de,
ona kendi bireysel konumunun sağlayamayacağı güvenliği verecek kadar
güçlüydü.
Savaş sonrası dönem, bu durumu hayli değiştirdi. Her şeyden önce, eski orta
sınıfın ekonomik çöküşü daha büyük bir hızla seyretmeye
Burada sunulan görüş, Columbia Üniversitesi, Toplumsal Araştırma
Uluslararası Enstitüsü gözetiminde, A. Hartoch, E. Herzog, H. Schachtel ve
tarafımdan hazırlanan, (F. Neumann'in tarihsel bir giriş notunu içeren)
ancak yayımlanmamış bulunan "1929-30 Yıllarında Alman îşçi ve Memurlarının
Kişiliği" adlı bir incelemeye dayandırılmıştır. Ayrıntılı bir ankete altı
yüz kişinin verdiği yanıtın çözümlemesi, yanıt verenlerin çok azının yetkeci
kişilik özellikleri taşıdığını, aşağı yukan aynı sayıda kişinin özgürlük ve
bağımsızlık arayışı içinde bulunduğunu, büyük bir çoğunluğunsa, çizgileri
daha az belirgin olan farklı özellikler gösterdiğini ortaya koymuştur.
başladı; 1923'te doruğuna ulaşan ve yıllarca çalışarak yapılan tasarruftan
nerdeyse tümüyle süpüren enflasyon bu düşüşü hızlandırdı.
1924 ile 1928 arasındaki yıllar aşağı orta sınıfa ekonomik düzelme ve yeni
umutlar getirdi ama, 1929'dan sonraki bunalım bu kazanımlan da silip
süpürdü. Enflasyon döneminde olduğu gibi gene işçilerle üst sınıfların
arasına sıkışan orta sınıflar, en savunmasız, ve dolayısıyla en büyük
darbeyi yiyen grubu oluşturdular4
Ancak bu ekonomik etmenlerden başka, durumu daha da ağırlaştıran psikolojik
nedenler vardı. Savaştaki yenilgi ve krallığın çökmesi bu nedenlerden
biriydi. Krallık ve devlet, psikolojik anlamında, küçük burjuvanın var
oluşunu üzerinde inşa ettiği sarsılmaz kaya olduğundan, yenilgileri ve
başarısızlıkları da kendi yaşamlarını temelden sarstı. Kaiser açıkça
aşağılanabildiğine, subaylara saldınlabildiğine, devlet biçim değiştirip,
"kızıl kışkırtmacıları" bakan koltuğuna, semerciyi de başkan koltuğuna
oturtabildiğine göre, küçük adam neye güvenecekti? Kendisini kendi konumuna
uygun bir astlık üstlük değerlendirmesi çerçevesinde bütün bu kurumlarla
özdeşleştirmişti; şimdi bu kurumlar yok olduğuna göre onun yeri ne olacaktı?
Enflasyon da hem ekonomik hem de psikolojik rol oynamıştı. Devlet yetkesine
olduğu gibi tutumluluk ilkesine de öldürücü darbe indirilmişti. Uğrunda
insanların, pek çok küçük zevkten vazgeçtiği yılların tasarrufu, kişinin
kendi dışındaki nedenlerle havaya uçuyorsa, para biriktirmenin ne anlamı
vardı ki? Devlet, kendi paralan ve tahvilleri üzerine bastığı sözlerini
yerine getirmeyebiliyorsa, artık kimin sözüne güvenilecekti?
Savaştan sonra aşağı orta sınıfın yalnızca ekonomik durumu değil, toplumsal
saygınlığı da hızlı bir düşüş gösterdi. Savaştan önce, insan kendisini
işçiden daha iyi biri olarak hissedebiliyordu. Devrimden sonra işçi
sınıfının toplumsal saygınlığı hayli yükseldi, bunun sonucu olarak da, aşağı
orta sınıfın saygınlığı görece ölçülerde azaldı. Küçük dükkan sahipleriyle
benzerlerinin yaşamındaki en büyük değerlerden biri olan bir ayncalık,
insanlara yukardan bakma ayncalığı da elden gitmişti, aşağıda bakılacak
kimse yoktu çünkü.
Bu etmenlerden başka, orta sınıfın son kalelerinden biri olan ailenin
temelleri de sarsılmış bulunuyordu. Almanya'da savaş sonrası gelişme,
babanın yetkesini ve eski orta sınıf ahlâk anlayışını belki de tüm öteki
ülkelerdekinden daha fazla sarstı. Genç kuşak dilediği gibi davranıyor,
artık davranışlannın ana-babalannca onaylanıp onaylanmamasını
umursamıyorlardı.
Bu gelişmenin nedenleri, burada aynntılı bir şekilde tartışılma-lanna
elvermeyecek kadar çok ve de karmaşıktır. Yalnızca birkaçına değineceğim.
Krallık ve devlet gibi eski toplumsal yetke simgelerinin çöküşü, bireysel
yetkelerin, ana-babamn rolünü de etkiledi. Ana-baba-lann genç nesillere
saygı duymaları gerektiğini öğütlediği yetkeler çürük çıktığına göre,
ana-babalar da saygınhklannı ve yetkelerini yitirmiş oluyordu. Bir başka
etmen de, değişen koşullar, özellikle de enflasyon nedeniyle, eski kuşağın
şaşkına dönmüş, ne yapacağını şaşırmış durumda olması ve yeni koşullara,
kendisinden daha zeki genç kuşaktan çok daha az uyarlanmış bulunmasıydı.
Dolayısıyla genç kuşak, büyüklerine karşı kendilerini üstün görüyor, onlan,
öğrettiklerini, artık ciddiye almıyordu. Üstelik, orta sınıftaki ekonomik
çöküş, ana-babanın, çocuklarının ekonomik geleceğinin destekleyicisi rolünü
yerine getirmesine engel olmuştu.
Aşağı sınıfın eski kuşağı giderek daha tepkili ve acılı hale geldi, ancak bu
edilgin bir tepkiydi; genç kuşaksa, eyleme girişmek için can atıyordu.
Gençlerin ekonomik durumu, ana-babalannın eski ekonomik bağımsızlık
tabanının yitirilmiş olması nedeniyle bozulmuştu; mesleki pazar doymuştu,
bir doktor ya da avukat olarak geçim sağlama şansı pek fazla değildi.
Savaşta çarpışanlar, ellerine geçenden daha iyisini almaya hak kazandıklannı
öne sürüyorlardı. Özellikle yıllarca buyruk vermeye ve güçlerini kullanmaya,
yönetmeye alışmış birçok subay, doğal olarak memur ya da gezgin satıcı
olmayı kendilerine yediremi-yorlardı.
Toplumsal bunalımın artması, Nasyonal Sosyalizmin önemli bir kaynağını
oluşturan bir düşünce değişikliğine, bir yansıtmaya yol açtı. Eski orta
sınıf üyeleri, sınıflarının ekonomik ve toplumsal yazgısının farkında olmak
yerine, kendi yazgılanm, bilinçli olarak ulusun yazgısı çerçevesinde
değerlendirmeye başladılar. Yaşanan toplumsal bunalımın sorumluluğu, bu kez
ulusal yenilginin ve Versailles Antlaşmasının omuzlanna yüklendi; bu
antlaşma bunalımın simgesi haline geldi.
1918 yılında zafer kazanan tarafın Almanya'ya yaptıklannın, Nazizmin
yükselmesinin ana nedeni olduğu sık sık söylenmiştir. Bu sözler açıklanmaya,
kanıtlanmaya muhtaçtır. Almanların büyük bir çoğunluğu, banş antlaşmasının
adil olmadığını düşünüyorlardı; ancak orta sınıf yoğun bir öfkeyle tepki
gösterirken, işçi sınıfı Versailles Antlaşmasına daha az tepki
gösteriyorlardı. Eski rejime karşıydılar, savaşın kaybedilmesi, onlar için
eski rejimin yenilgiye uğraması anlamına geliyordu. Kahramanca
savaştıklarını ve utanç duymaları için nedenlerinin olmadığını
düşünüyorlardı. Öte yanda ancak krallığın yenilmesiyle elde edilen devrim
zaferi, onlara ekonomik, siyasal ve in-sansal kazançlar getirmişti.
Versailles'a karşı tepki göstermenin temeli aşağı orta sınıfta aranabilirdi;
milliyetçi tepki, toplumsal aşağılanmayı ulusal aşağılanmaya yansıtan bir
ussallaştırmaydı.
Bu yansıtma Hitler'in kişisel gelişmesinde açıkça görülmektedir. O, tipik
bir orta sınıf adamı, elinde hiçbir fırsat olmayan, geleceği olmayan bir
hiçti. Toplum dışına itilmişlik rolünü yoğun bir şekilde hissediyordu.
Kavgam adlı kitabında, sıklıkla kendisinin gençliğinde "hiçkimse",
"bilinmeyen adam" olduğundan söz eder. Bu, temelde kendi toplumsal
konumundan kaynaklanıyordu gerçi ama durumunu ulusal simgelerle
ussallaştırabilirdi. İmparatorluğun dışında doğmuş biri olduğundan toplumsal
alanda değil de, ulusal alanda dışlanmış hissediyordu kendini, ve bütün
evlatlarının dönüp geleceği büyük Alman imparatorluğu, onun için toplumsal
saygınlık ve güvence simgesi haline geldi.5
Eski orta sınıfın bu durumdan kaynaklanan güçsüzlük, kaygı ve toplumsal
bütünden soyutlanmıştık duygusu ve yıkıcılık eğilimi, Nazizmin tek
psikolojik kaynağı değildi. Köylüler, borçlu oldukları kentli tefecilere
karşı öfkeliydi; işçilerse, 1918'de kazandıkları ilk zaferden sonra tüm
stratejik inisiyatifini yitiren bir liderliğin yönetiminde yaşadıkları
sürekli siyasal gerileme karşısında büyük ölçüde düş kınklığına uğramışlar
ve cesaretlerini yitirmişlerdi. Nüfusun büyük çoğunluğu, genel olarak
tekelci kapitalizmin tipik sonucu olarak kabul edilen bireysel önemsizlik ve
güçsüzlük duygusunun altında eziliyordu.
Bu psikolojik koşullar, Nazizmin önde gelen "nedeni" değildi. İdeolojinin
insan temelini oluşturuyorlardı, bu temel olmasaydı, Nazizm gelişemezdi
gerçi, ancak Nazizmin yükselişinin ve zaferinin gö-rüngüsünün bir bütün
olarak çözümlenmesinde, psikolojik koşullann
5Adolph Hitler, Mein Kampf (Kavgam), Hurst and Blacket, Londra, 1939, s.3.
yanı sıra, ekonomik ve siyasal koşullar da ele alınmalıdır. Bu konuda
yazılmış olanlarla, bu kitabın amaçlannı göz önünde bulundurduğumuzda,
burada bu ekonomik ve siyasal sorunlan ele almamıza gerek olmadığı
görülecektir. Ancak okura, Nazizmin yerleşmesinde büyük sanayi
temsilcileriyle yan iflas durumundaki Junkerlerin oynadığı rol
anımsatılabilir. Onlann desteği olmasaydı, Hitler asla kazanamazdı, onlann
desteğiyse, ruhbilimsel etmenlerden çok ekonomik çıkar anlayışlarından
kaynaklanıyordu.
Bu mülk sahibi sınıfın karşısında, milletvekillerinin yüzde kırkı mevcut
toplumsal dizgeden hoşnut olmayan gruplan temsil eden komünistlerle
sosyalistlerden oluşan, Alman kapitalizminin en güçlü temsilcilerine
yürekten muhalif olan bir sınıfı temsil eden Nazi milletvekillerinin
sayısını durmadan artıran bir parlamento vardı. Bu durumda, çoğunluğu,
onlann ekonomik çıkarlanna karşı yöneltilmiş eğilimleri temsil eden bir
parlamento, onlar için önünde sonunda tehlikeli olacaktı. Demokrasi
işlemiyor, dediler. Aslında, demokrasinin gereğinden fazla işlediği bile
söylenebilirdi. Parlamentoda, Alman nüfusunun farklı sınıflannın çıkarlarını
yeterince temsil edecek oran vardı, bu nedenle de, parlamenter sistem, artık
büyük sanayinin ve yan feodal toprak sahiplerinin ayncalıklarının korunması
gereksinimine yanıt verecek durumda değildi. Bu ayncalıklı gruplann
temsilcileri, Nazizmden, kendilerini tehdit eden duygusal tepkiyi başka
kanallara yöneltmesini ve aynı zamanda ulusu kendi ekonomik çıkarlanna
hizmet etmeye itmesini bekliyorlardı. Genelde, düşkınklığına uğramadılar.
Küçük aynntılarda yanılgıya düştüler kuşkusuz. Hitler ve bürokrasisi,
güçlerini bu bürokrasiyle paylaşmak ve sık sık ona boyun eğmek durumunda
kalan Thyssenlerin ve Krupplann buyruklanna selam çakacak aletler olamazdı.
Ancak, Nazizm ekonomik açıdan tüm öteki sınıflar için yıkım anlamına
geldiyse de, Alman sanayisindeki en güçlü gruplann çıkarlarını korudu. Nazi
sistemi, savaş öncesi Alman emperyalizminin "akışı kolaylaştınlmış" şekliydi
ve krallığın başan-sızlığa uğradığı noktadan akışına devam ediyordu. (Bu
arada, Cumhuriyetin Alman tekelci kapitalizminin gelişmesini kesintiye
uğratmadığını, tersine elindeki olanaklarla geliştirdiğini belirtmekte yarar
var.)
Bu noktada birçok okurun aklına şu soru gelecektir: Nazizmin psikolojik
tabanının eski orta sınıf olduğu yolundaki sözlerle, Nazizmin Alman
emperyalizminin çıkartan doğrultusunda işlediği sözleri nasıl
bağdaştınlabilir? Bu soruya verilecek yanıt, temelde, kent orta sınıfının,
kapitalizmin yükselmesi dönemindeki rolüyle ilgili soruya verilen yanıtla
aynıdır. Savaş sonrası dönemde, tekelci kapitalizmin tehdidi altında bulunan
sınıf, orta sınıf, özellikle de aşağı orta sınıfü. Kaygı, ve bunun sonucunda
da kin duygulan uyanmıştı; insanlar paniğe kapıldı, güçsüz olanlara egemen
olmak isteğinin yanı sıra onlara boyun eğme tutkusuyla da doldu. Bu
duygular, tümüyle farklı bir sınıf tarafından, kendi çıkarlarına uygun
işleyecek bir düzenin kurulmasında kullanıldı. Hitler'in böylesine uygun bir
araç oluşturmasının nedeni, aşağı orta sınıfın kendisini coşkusal ve
toplumsal olarak özdeşleştirebileceği küskün, nefret dolu bir küçük-burjuva
kişiliğiyle, Alman sanayicileriyle Junkerlerin çıkarlarına hizmet etmeye
hazır bir çıkarcının özelliklerini üzerinde toplamış olmasıydı. Başlangıçta,
orta sınıfın kurtarıcısı kimliğine büründü, büyük mağazaların ortadan
kaldırılacağını, banka sermayesi egemenliğinin yıkılacağını falan vaat etti.
Olanlar açıkça ortada. Bu sözlerin hiçbiri yerine getirilmedi. Ama bunun pek
önemi yoktu. Nazizmin herhangi bir gerçek siyasal ya da ekonomik ilkesi
yoktu ki? Radikal çıkarcılığın Nazizmin tek ilkesi olduğunu anlamak ve
kabullenmek çok büyük önem taşımaktadır. Burada önemli olan, gelişmenin
normal gidişi içinde para ya da güç kazanma fırsatı bulamayan yüz binlerce
küçük-burjuvanın, şimdi Nazi bürokrasisinin üyeleri olarak, daha yüksek
sınıfları kendileriyle paylaşmaya zorladıkları servet ve saygınlıktan büyük
bir pay almış olmalarıydı. Nazi makinasının üyesi olmayanlara, Yahudilerin
ve siyasal düşmanlann elinden alman işler verilmişti; geri kalanlara
gelince, onlara daha fazla ekmek verilmiyordu gerçi ama, "meydanları" vardı.
Bu sadistçe görünümlerin ve insanlara, üstün ırk oldukları duygusunu veren
bir ideolojinin sunduğu coşkusal doyum —hiç değilse bir süre için— yaşamları
ekonomik ve kültürel açıdan yoksullaşmış insanları avutabildi.
Böylece, bazı toplumsal ekonomik değişikliklerin, özellikle de orta sınıfın
çöküşüyle, tekelci sermayenin yükselişinin derin psikolojik etki yarattığını
görmüş oluyoruz. Bu etkiler, —tıpkı on altıncı yüzyılda dinsel ideolojilerin
etkileri gibi —siyasal ideoloji sayesinde artırıldı ya da sistemleştirildi
ve bu şekilde ortaya çıkan ruhsal güçler, o sınıfın başlangıçtaki ekonomik
çıkarlarının tersi yönde etkili oldu. Nazizm, bir yandan aşağı orta sınıfın
eski toplumsal ekonomik durumunun yıkılmasına katkıda bulunurken, bu
insanları psikolojik olarak canlandırıyordu. Bu sınıfın coşkusal
enerjilerini, Alman emperyalizminin ekonomik ve siyasal amaçlan için
mücadelede önemli bir güç haline gelecek şekilde harekete geçirdi.
Ileriki sayfalarda, Hitler'in kişiliğini, öğretilerini, Nazi dizgesinin
'"yetkeci" diye adlandırdığımız kişilik yapısının aşın bir biçimini
oluşturduğunu ve bu nedenle nüfusun —az çok— aynı kişilik yapısına sahip
bölümlerinde güçlü bir etki yarattığını göstermeye çalışacağız.
Hitler'in özyaşamöyküsü, yetkeci kişiliğin çok iyi bir örneğini
sergilemektedir, bu Nazi yazınını en iyi temsil eden belge olduğundan Nazizm
psikolojisini çözümlemede onu temel kaynak olarak ele alacağım.
Yetkeci kişiliğin özü, sadist ve mazoşist itkilerin aynı anda varlık
göstermesi şeklinde tanımlanmıştır. Sadizm, bir başka insan üzerinde az ya
da çok yıkıcılıkla karışık sınırsız yetke uygulamayı amaçlamak olarak
anlaşılır; mazoşizm, kişinin kendisini yenilmez büyüklükte bir güç içinde
eritmeyi ve onun gücünün ve utkusunun bir parçası olmayı amaçlar. Sadist
eğilimler de, mazoşist eğilimler de soyutlanmış bireyin tek basma ayakta
durabilme yetersizliğiyle bu yalnızlığı yenecek bir ortakyaşamsal ilişki
gereksinmesinin sonucudurlar.
Sadistçe egemenlik kurma özlemi, Kavgam'da çeşitli biçimlerde dile
getirilmiştir. Hitler'in tipik sadist yaklaşımıyla küçük gördüğü ve
"sevdiği" Alman kuleleriyle olan ilişkisinde olduğu gibi, sadizminin önemli
bir parçası olan yıkıcı öğeleri yönellttiği siyasal düşmanlanyla olan
ilişkilerinde de bu özlem belirleyici özelliği oluşturmaktadır. Hitler,
kitlelerin, egemenlik kurmaktan sağladıklan doyumdan söz eder. "Onlar,
güçlülerin utkuya ulaşmasını, güçsüzlerinse ortadan kaldırılmasını ya da
koşulsuz teslim olmasını isterler."6
Zayıfa egemen olmak yerine güçlüye boyun eğen ... kadınlar gibi, kitleler
yalvaranı değil, yöneteni severler ve içten içe, liberal özgürlüğün
verilmesinden başka rakip tanımayan bir öğreti onları çok daha fazla
doyurur; çoğu kez bu özgürlüğü ne yapacaklarını şaşırırlar hatta çabucak
kendilerini terk edilmiş hissederler. Tinsel olarak kendilerini dehşete
düşüren küstahlığı da kavrayamazlar, insansal özgürlüklerinin insafsızca
engellenmesini de, çünkü öğretideki aldatmaca hiçbir şekilde kafalarına dank
etmez?
Propagandada temel etmenin, konuşmacının, kendi üstün gücüyle dinleyenlerin
iradesini yenmesi olduğunu anlatır. İzleyicilerin bedensel yorgunluğunun,
önerileri kabul etmelerinde olumlu bir etmen oluşturduğunu söylemekten bile
çekinmez. Miting için en uygun saatin ne olacağı konusunda da şunları
söyler:
Sabah, hatta gündüz saatleri, insan iradesinin bir başkasının iradesini ve
görüşünü kabule zorlanmaya karşı koyma gücünün en fazla olduğu saatler
olarak biliniyor, insanlar, akşamlan, kendilerininkinden daha güçlü bir
iradenin egemen gücüne daha kolay boyun eğerler. Çünkü, bu tür mitingler,
birbirine karşı olan iki güç arasındaki bir güreş karşılaşması gibidir.
Buyururucu bir peygambersilik taşıyan üstün konuşma yeteneğine sahip biri,
bu saatlerde, direnme güçleri en doğal şekilde zayıflamış insanları
zihinlerinin ve irade güçlerinin enerjilerini tam anlamıyla denetleyebilen
insanlara kıyasla çok daha kolay kazanabilir.
Hitler boyun eğme özlemi yaratan koşulları, çok iyi bilmekte ve bir mitinge
katılan bireyin durumunu çok iyi betimlemektedir:
Yeni bir harekete katılmakta olan, kendini yalnız hisseden ve kolayca yalnız
kalmak korkusuna kapılan birey, yaşamında ilk kez, daha büyük bir topluluğun
tablosuyla, çoğu insanda güçlendirici ve yüreklendirici etkisi olan bir
görünümle karşılaşacaktır, işte yalnız bu nedenle bile kitle mitingi
gereklidir. ...Yaşamında ilk kez küçük atel-yesinden ya da içinde kendisini
küçük hissettiği büyük kuruluşundan çıkıp da, bir kitle mitinginin ortasına
adım atan ve aynı inanca sahip binlerce ve binlerce insanla çevrilen
kişinin... kendisi de kitle telkini dediğimiz gizemli etkiye yenik
düşecektir. 9
Goebbels de yığınları aynı şekilde, tanımlar "insanlar, doğru dürüst
yönetilmekten başka bir şey istemezler," der Michael adlı romanında10
"Heykeltraş için taş neyse" insanlar da odur onun için. "Renk, ressam için
ne kadar küçük bir sorunsa, lider için kitle de o kadar küçük bir
sorundur."11
Goebbels bir başka kitapta da, sadist kişinin nesnelerine bağımlılığını
doğru olarak betimliyor; bir başka insan üzerinde yetke kurmaması halinde ne
denli zayıf ve boş hissedeceğini, bu yetkenin kendisine yeni güç
kazandıracağını söylüyor. İşte Goebbels'in kendi içinde olan bitenin kendi
diliyle betimlenmesi: "Kişi bazen derin bir çöküntüye kapılır. Bunu
yenmesinin tek yolu, tekrar kitlelerin karşısına geçmektir. İnsanlar, bizim
gücümüzün çeşmeleridirler."12
Nazilerin liderlik diye adlandırdığı o özel yetke türünün etkileyici bir
açıklaması, Alman emekçi cephesi lideri Ley'in sözlerinde dile gelmiştir.
Bir Nazi liderinde olması gereken özelliklerden ve liderlerin
eğitimlerindeki amaçtan söz ederken şöyle diyor:
Bu adamların peşinde sürükleme, yol gösterme, başkalarının efendisi olma
yani tek kelimeyle yönetme iradelerinin olup olmadığına bakıyoruz...
Yönetmek, ve bunun zevkine varmak istiyoruz... Bu adamlara ...yaşayan bir
canlı üzerinde kesin egemenlik duygusunu vermek için, at binmeyi
öğreteceğiz.13
Hitler'in eğitimin amaçlarını anlatan görüşlerinde de gücün önemi
vurgulanmıştır. Öğrencinin "bütün eğitimi ve gelişmesi, ona kesinlikle
başkalarından üstün olduğu inancını vermeye yöneltilmelidir," der.14 Bir
başka yerde, bir erkek çocuğuna, haksızlığa karşı koymaksızın dayanmanın
öğretilmesi gerektiğini söylemesi, okura artık —umarım— garip gelmeyecektir.
Yetke özlemiyle boyun eğme arzusu arasındaki sado-mazoşist belirsizlikte
görülen tipik bir çelişkidir bu.
'Joseph Goebbels, Michael, F. Eher, Münih, 1936, s. 57. A.g.y., s.21.
12Goebbels, Vom Kaiserhof zur Rechskanzlei, F. Eher, Münih, 1934, s. 120.
Ley, Der Weg zur Ordensburg, Sonderdruck des Reichsorganisationsleiters der
NSDAP für das Führercorps der Partei; Konrad Heiden'in, Ein Matın gegen,
Europa (Zürih, 1937) adh kitabından alıntı.
"Seçkinler"i, Nazi liderlerini sürükleyen, kitleler üzerinde yetke sahibi
olma arzusudur. Yukardaki alıntıların hepsi de, bu yetke arzusunun zaman
zaman nerdeyse şaşırtıcı bir açıkyüreklilikle dile getirildiğini
göstermektedir. Kimi zaman, yönetilmenin, kitlelerin arzu ettiği şeyin ta
kendisi olduğu vurgulanılarak, bu arzu daha az saygısız biçimlerde dile
getirilmektedir. Bazen de kitleleri pohpohlamak ve böylece onlara karşı
duyulan alaycı küçümsemeyi gizlemek gerektiğinden, şöyle hilelere başvurmak
durumunda kalırlar: ilerde göreceğimiz üzere Hitler için az çok yetke
itkisiyle özdeş olan kendini koruma içgüdüsünden söz ederken, Ari ırktan bir
insanda kendini koruma güdüsü çok soylu bir biçime ulaşmıştır, "çünkü o,
kendi egosunu, topluluğun yaşamına severek bağımlı kılar ve eğer gerekirse
ondan vazgeçer," der.15
Her ne kadar iktidarın asıl zevkini "liderler" çıkarsa da, kitleler de
sadistçe doyumdan yoksun bırakılmamışlardır. Almanya'daki, ve daha sonra
zayıf ya da kokuşmakta olan diye tanımlanan uluslardaki siyasal ve ırksal
azınlıklar, kitleleri besleyen sadizmin nesnesi oldular. Hitler ile
bürokrasisi, Alman kitleleri üzerindeki yetke ve güçlerinin tadını
çıkarırken, bu kitlelere de başka uluslar üzerinde yetke sahibi olma ve
dünyaya egemen olma tutkusuyla güdülünmeleri öğretildi.
Hitler, kendisinin ya da partisinin amacının dünyaya egemen olmak olduğu
yolundaki arzusunu dile getirmekten çekinmez. Pasifizmle alay ederek şöyle
der: "Standardı çok yüksek, daha önce dünyayı fethetmiş, ve kendisini bu
kürenin tek efendisi kılacak şekilde yeryüzünü dize getirmiş biri için
pasifist-insancılık fikri pek fena sayılmaz..." (Kavgam,
s. 394 ve devamı)
Gene şöyle der: "Irkların zehirlendiği bir dönemde, kendisini en iyi ırksal
öğelerini geliştirmeye adamış bir devlet, bir gün dünyanın efendisi
olacaktır." (s. 994)
Hitler genellikle kendi iktidar arzusunu ussallaştırmaya ve haklı çıkarmaya
çalışır. Belli başlı ussallaştırmaları şunlardır: Diğer halklar üzerinde
egemenlik kurması halkların ve dünya kültürünün iyiliği için
gerçekleştirilmektedir; iktidar arzusunun kökleri, doğanın ezeli yasalarında
bulunmaktadır; onun yaptığı tek şey, bu yasaları kabul edip uygulamaktır;
kendisi, daha yüksek bir gücün —Tanrı, Yazgı, Tarih ve Doğanın— buyruklarını
yerine getirmektedir; egemenlik kurma girişimleri, diğerlerinin kendisini ve
Alman halkını egemenliği altına alma girişiminde bulunanlara karşı bir
savunmadan başka bir şey değildir. Tek istediği barış ve özgürlüktür.
ilk tür ussallaştırmaya bir örnek, Kavgam 'dan alınan aşağıdaki paragrafta
görülmektedir
"Alman halkı, tarihsel gelişmesi içinde, başka halkların tadını çıkardığı bu
grup birliğine sahip olsaydı, Alman imparatorluğu bugün belki de bu kürenin
efendisi olurdu." Hitler'e göre, Almanya'nın dünyaya egemen oluşu, "parayla
tutulmuş sulu gözlü pasifist ağıtçı kadınların palmiye dallarıyla
desteklenen bir barışa değil, dünyayı daha yüksek bir kültürün hizmetine
sokan üstün bir halkın muzaffer kılıcıyla kurulmuş bir barışa" yol
açabilirdi, (s. 598 v.d.)
Hitler'in, son yıllarda, amacının yalnızca Almanya'nın selametini korumak
olmadığı, edimlerinin, genelde uygarlığın çıkarlarını en iyi koruyan edimler
olduğu yolunda verdiği güvenceleri her gazete okuru çok iyi bilmektedir.16
iktidar arzularının doğanın yasalarından kaynaklandığı yolundaki ikinci
ussallaştırması yalnızca bir neden uydurma olarak kalmaktadır; bu aynı
zamanda, özellikle Hitler'in Darwinciligi kabaca basite indirgemesinde
görüldüğü üzere, kişinin kendi dışında bir güce boyun eğmesi isteğinden
kaynaklanmaktadır. Hitler, "insan topluluklarının oluşmasının ilk nedeninin,
türlerin korunması güdüsü" olduğunu kabul eder. (s. 197)
Bu kendini koruma içgüdüsü, güçlünün, zayıfı egemenliği altına alması
savaşma,, ekonomik olarak da giderek en elverişli olanın yaşamını
sürdürmesine yol açar. Kendini koruma içgüdüsünün, başkaları üzerinde
egemenlik kurma ile özdeşleştirilmesi, Hitler'in şu görüşünde çok çarpıcı
biçimde dile getirilmiştir: "insanoğlunun ilk kültürü, kuşkusuz,
evcilleştirilmiş hayvanlardan çok, aşağı insanların kullanılmasına bağlı
oldu." (s. 405) Kendi sadizmini, "bütün bilgeliğin zalim Kraliçesi" dediği
doğaya mal eder, doğanın koruma yasasıysa, "kaçınılmaz gereklilik yasasına
ve bu dünyada zaferi, en iyinin ve en güçlünün kazanması hakkına bağlıdır."
(s. 396)
Bu kaba Darwincilik konusunda "sosyalist" Hitler'in liberallerin sınırsız
rekabet ilkelerini geride bıraktığını görmek ilginçtir. Çeşitli ulusçu
gruplar arasında işbirliği kurulmasına karşı olduğunu dile getiren bir
polemikte şöyle der: "Bu türden bir birleşme, enerjilerin serbest hareketine
engel olur, en iyiyi seçme savaşımını durdurur; bunun sonucu olarak da, daha
sağlıklı ve daha güçlü olanın gerekli ve nihai zaferi sonsuza dek
engellenmiş olur." (s.761) Bir başka yerde de enerjilerin serbest
dolaşımının yaşamın bilgeliği olduğundan söz eder.
Darwin'in kuramı, kendi sınırlan içinde sado-mazoşist nitelikli duyguların
dile getirilmesi değildir. Tersine, kuram, yandaşlarının çoğu için
insanoğlunun daha ileri bir evrim geçirerek kültürün daha üst düzeylerine
ulaşması umudunu yaratmıştır. Ancak Hitler'e göre bu, kendi sadizminin bir
anlatımı ve aynı zamanda onu haklı gösterme aracıydı. Danvinci kuramın
kendisi için taşıdığı psikolojik önemi, saflıkla ortaya koyar Hitler.
Münih'te henüz taninmamış bir adam olarak otururken, sabah saat beşte
uyanılmış. "Küçük odada yaşayan küçük farelere ekmek ya da kırıntı atar,
sonra da bu gülünç hayvanların o birkaç kırıntıyı kapışmalarını
seyreder"miş. (s. 295) Bu "oyun", küçük çapta bir Darwinci "yaşam
mücadelesi"ymiş. Hitler'e göre bu Romalı Sezarların arenalarının burjuva
karşılığı ve oluşturacağı tarihsel arenanın ilk örneğiydi.
Sadizmi için uydurduğu son neden ya da ussallaştırma, yani bu duygusunu
başkalarının saldırısına karşı bir savunma olarak haklı çıkarması, Hitler'in
yazılarında sık sık dile gelir. Kendisi ve Alman halkı, her zaman için masum
taraftır, düşmanlarsa, sadist hayvanlardır. Bu propagandanın büyük bir
bölümü, bir amaçla söylenen bilinçli yalanlardan oluşmaktadır. Ancak burada
kısmen, paranoid suçlamalarda görülen türden bir duygusal "içtenlik" vardır.
Bu suçlamalar her zaman için kişinin sadizminin ya da yıkıcılığının
çırılçıplak ortaya konulmasına karşı bir savunma işlevi görürler. Şu formüle
göre işlerler: Sadistçe niyetleri olan sensin. Dolayısıyla ben masumum.
Hitler'de bu savunma mekanizması aşın ölçüde usdışıdır, çünkü düşmanlannı,
bayağı açık yüreklilikle kendi amaçlan olduğunu itiraf ettiği şeyleri
yapmakla suçlamaktadır. Nitekim Yahudileri, Komünistleri ve Fran-sızlan,
kendi edimlerinin en yasal amaçlan olduğunu söylediği şeylerle
suçlamaktadır. Bu çelişkiyi ussallaştırmalarla örtmek zahmetini pek
göstermez. Yahudileri, zorunlu olarak ortaya çıkacak melezleşmeyle beyaz
ırkı yok etmek ve "böylece de kendilerini efendi konumuna yükseltmek" (s.
448 v.d.) amacıyla Fransız Afrikası'ndan Ren'e birlikler getirmekle suçlar.
Hitler, kendi ırkının en soylu amacı olduğunu iddia ettiği şeylerle
başkalannı suçlamadaki çelişkiyi sezmiş olsa gerektir, çünkü, Yahudilerdeki
kendini koruma içgüdüsünün, Arilerdeki efendi olma itkisinde görülen
idealist özellikten yoksun olduğunu söyleyerek (s. 414) çelişkiyi
ussallaştırmaya çalışır.
Aynı suçlamalar, Fransızlara karşı da kullanılır. Hitler onlan Almanya'yı
boğup gücünü elinden almak istemekle suçlar. Bu suçlamayı, "Fransızlara
Avrupa'yı egemenlikleri altına alma itkisini" (s. 966) yok etme gerekliliği
için bir sav olarak öne sürerken, yerinde olsa, kendisinin de Clemenceau
gibi davranacağını itiraf eder. (s. 978)
Komünistler acımasızlıkla suçlanır, Marxizmin başansıysa siyasal iradesine
ve eylemci acımasızlığına bağlanır. Ama Hitler aynı zamanda şunları söyler:
"Almanya'da eksik olan acımasız yetkeyle dahice siyasal niyetlerin el ele
vermesiydi." (s. 783)
1938 Çek bunalımı ve şimdiki savaş, aynı türden birçok örnek sağlamıştır.
Başkalarının baskısına karşı bir savunma şeklinde açıklanmayan hiç bir Nazi
baskısı uygulaması yoktur. İnsan bu suçlama-lann yalnızca yalan olduğunu,
Yahudilere ve Fransızlara yöneltilen suçlamalarda izine rastlanan paranoyak
"içtenlik"ten yoksun olduğunu varsayabilir. Ama gene de kesin bir propaganda
değeri taşımaktadırlar ve nüfusun bir bölümü, özellikle de kişilik yapısı
nedeniyle bu türden paranoyak suçlamalara karşı hassas olan aşağı orta
sınıf, onlara inanmışlardır.
Hitler'in güçsüzlere karşı duyduğu küçümseme, aşağılama, siyasal amaçları
kendisinin de amaçları olduğunu öne sürdüğü ulusal özgürlük için savaşma
amacıyla benzerlik taşıyan insanlardan söz ederken özellikle açığa
çıkmaktadır. Hitler'in, ulusal özgürlük peşinde koştuğunun içten bir
davranış olmadığı, belki de en iyi, güçsüz devrimcileri azarlamasında dile
gelmektedir. Nitekim, başlangıçta Münih'te arala-nna katıldığı küçük
Nasyonal Sosyalist gruptan alaycı ve aşağılayıcı bir tavırla söz eder.
Gittiği ilk toplantıdaki izlenimi şöyledir: "Korkunç, korkunç; en berbat
kulüp kurma yolu buydu. Ve şimdi ben bu kulübe mi üye olacaktım? Sonra yeni
üyelikler tartışıldı, bu benim yakalanmam anlamına geliyordu." (s. 298)
Onlardan, sunduğu tek üstünlük, "gerçek kişisel etkinlik fırsatı vermek"
olan "küçük, saçma bir kuruluş" olarak söz eder. Hitler, mevcut büyük
partilerden hiçbirine asla katılmayacağını söyler, bu, tam ona özgü bir
tutumdur. Zayıf ve değersiz olduğunu hissettiği bir grupta işe başlamak
zorundadır çünkü. Mevcut yetkeyle savaşmak ya da eşiüe-riyle yarışmak
durumunda olduğu bir toplulukta girişimciliği ve cesareti uyanlamazdı.
Hintli devrimciler konusunda yazdıklarında da güçsüzlere karşı duyduğu
aşağılamayı dile getirir. Ulusal özgürlük sloganını, kendi amaçlan için
herkesten fazla kullanan adam, güçleri olmayan, buna karşın güçlü Britanya
imparatorluğuna saldırmaya cesaret eden devrimcilere karşr aşağılamadan
başka hiçbir duygu beslememektedir. Şöyle yazar:
O dönemde Avrupa' da dolaşan birtakım Asyalı fakirler, ya da ne bileyim,
bazı gerçek Hintli "Özgürlük Savaşçıları" aslında hayli akıllı olan
insanları, temel taşı Hindistan olan Britanya İmparatorluğunun, çökmenin
eşiğinde bulunduğu fikrine inandırmayı başarmışlardı. Ama Hintli isyancılar
bunu hiçbir zaman başaramazlar. ... Sakatların oluşturduğu bir birliğin
güçlü bir devleti yıkması, düpedüz olanaksızdır. ...Ben, kendi ulusumun
geleceğiyle, şu "ezilen uluslar" diye adlandırılanların yazgısı arasında bir
bağ kurmam asla, çünkü o ırkın aşağı bir ırk olduğunu biliyorum, bu kadar
basit. (s. 955 ve devamı)
Sado-mazoşist kişiliğin tipik özelliği olan, güçlüye karşı sevgi güçsüze
karşı kin duymak, Hitler'in ve izleyicilerinin siyasal edimlerini büyük
ölçüde açıklamaktadır. Cumhuriyetçi hükümet, Nazilere ılımlı davranarak
onları "yatıştırabileceğini" sandıysa da, yatıştırmak buyana, gösterdiği
güçsüzlük ve kararsızlıkla onların nefretini uyandırdı. Hitler, Weimar
Cumhuriyetinden nefret etti çünkü cumhuriyet çok zayıftı, sınai ve askeri
liderlere hayrandı, çünkü onlar güçlüydü. Asla mevcut güçlü iktidarlara
karşı değil, temelde güçsüz olduklarını sandığı gruplara karşı savaştı.
Hitler'in —hatta, Mussolini'nin— "devrimi" mevcut iktidarın koruması altında
gerçekleşti, ikisinin de en gözde nesneleri ya da uyrukları, kendilerini
savunamayanlardı. Hitler'in Büyük Britanya'ya karşı tutumunu diğer
etmenlerin yanında, bu psikolojik kompleksin belirlediği bile söylenebilir.
Britanya'nın güçlü olduğunu hissettiği sürece onu sevdi ve ona hayranlık
duydu. Kitabında, Britanya'ya karşı duyduğu bu sevgi açıkça görülmektedir.
Münih'ten önce ve sonra ingilizlerin durumundaki güçsüzlüğü görünce, sevgisi
nefrete ve onu yoketme isteğine dönüştü. Bu açıdan bakıldığında,
"yatıştırma", Hitler'inki gibi bir kişilikte dostluk değil, kin uyandıracak
bir politikaydı.
Buraya kadar Hitler'in ideolojisindeki sadist yönden söz ettik. Ancak,
yetkeci kişiliği tartışırken gördüğümüz gibi, sadist yönünün yamsıra bir de
mazoşist yönü var kişiliğinin. Umarsız yaratıklar üzerinde iktidar sahibi
olma arzusundan başka bir de, ezici bir güce boyun eğme, benliğini yok etme
arzusu var. Nazi ideolojisinde ve uygulamasındaki bu mazoşist yön, en çok
kitleler söz konusu olduğunda kendini göstermektedir. Kitlelere tekrar
tekrar bireyin hiç bir şey olmadığı, bir şeyden sayılmadığı söylenmiştir.
Birey bu kişisel önemsizliği kabul etmeli, kendisini daha yüksek bir gücün
içinde erit-meli ve bu yüksek gücün kuvvetine ve utkusuna katılmaktan gurur
duymalıdır. Hitler, kendi idealizm tanımında bu fikri açıkça dile getirir:
"Yalnız ve yalnız idealizm, insanların gücün ve kuvvetin üstünlüğünü bilerek
kabul etmelerine yol açar ve bunun sonucunda onları, bütün bir evreni
yoğuran ve biçimlendiren düzenin içinde bir toz zerresi haline getirir." (s.
411)
Goebbels, sosyalizm dediği şeyi benzer şekilde tanımlar: "Sosyalist olmak,"
diye yazar, "Ben'i sen'e boyun eğdirmektir; sosyalizm, bireyi bütüne feda
etmektir."17
Bireyi feda etmek ve onu bir toz zerresine, bir atoma indirgemek, Hitler'e
göre, kişinin bireysel görüşünü, çıkarlarını ve mutluluğunu feda etmesi
anlamını taşır. Bu feda etme, üyelerini oluşturan "bireylerin kendi kişisel
görüşlerini ve çıkarlarını temsil etmeyi reddettiği..." (Kavgam s. 408)
siyasal örgütün özüdür. "Özgeciliği" över Hitler ve "insanların kendi
mutlulukları peşinde koşarken cennetten uzaklaşıp cehenneme düşeceklerini"
(s. 412) öğretir. Eğitimin amacı, bireye kendini ortaya koymamayı
öğretmektir. Daha okul sıralarında bir çocuk, "yalnızca haklı olarak
suçlandığında suskun kalmayı öğrenmekle kalmamalı, gerekirse, haksızlığa da
suskunluk içinde katlanmayı öğrenmelidir." (s. 620 v. d.) Nihai hedefi
konusunda şunları yazar:
Bir halkın oluşturduğu devlette halkın yaşam görüşü, sonunda insanların
köpekleri, atlan ve kedileri daha iyi beslemekle değil de, insanoğlunun
düzeyini yükseltmekle uğraştığı çağı, birinin bilerek ve sessizce
reddettiği, diğerinin sevinerek verdiği ve feda ettiği bir dönemi başlatmayı
başarmak zorundadır, (s. 610)
Bu sözler biraz şaşırtıcıdır. "Bilerek ve sessizce reddeden" birey tipinin
tanımından sonra, bunun tersi bir tipin, belki de yol gösteren, sorumluluk
alan, ya da buna benzer bir tipin tanımlanmasını bekliyor insan. Ama Hitler,
bu "diğer" tipi de feda etme yeteneğiyle tanımlıyor. "Sessizce reddetmek"
ile "sevinerek feda etmek" arasındaki farkı anlamak güç. Bir tahminde
bulunmak gerekirse, sanırım, Hitler aslında teslim olmak durumundaki
kitlelerle, yönetmek durumunda olan yöneticiler arasında bir ayrım yapmak
istiyordu aslında. Ama bazen, kendisinin ve "seçkinlerin" iktidar arzusunu
açıkça itiraf etse de, çoğu kez yadsıyor. Bu cümlede pek açık yürekli olmak
istememiş anlaşılan, ve bu yüzden yönetme arzusunun yerine "sevinerek vermek
ve feda etmek" sözcüklerini koymuş.
Hitler, felsefesindeki benliği yadsıma ve feda etmenin, ekonomik koşulları
mutlu olmalarına izin vermeyenler için düşünüldüğünü açıkça kabul
etmektedir. Kişisel mutluluğu her birey için olası kılacak bir toplumsal
düzen getirmek istiyor değildir; onları kendi benliğini yıkma yasasına
inandırmak için yoksulluklarını sömürmek istemektedir. "Kişisel yaşamları,
dünyanın en büyük serveti anlamına gelemeyecek kadar yoksul olanların
oluşturduğu o büyük orduya çeviriyoruz yüzümüzü," der (s. 610) büyük bir
açık yüreklilikle.
Bu benliğini feda etme öğütlerinin amacı ortadadır: Liderin ve "seçkin"in
iktidar arzusunun gerçekleşmesi için, kitleler kendilerini teslim etmek ve
boyun eğmek zorundadır. Ancak bu mazoşist özlem, Hitler'de de vardır. Ona
göre kendisini teslim ettiği üstün güç, Tanrı, Yazgı, Gereklilik, Tarih ve
Doğadır. Aslında bütün bu sözler, ona göre aşağı yukarı aynı anlamı
taşımakta, yenilmez ölçüde büyük bir gücü simgelemektedirler.
Özyaşamöyküsüne, "Yazgının, doğum yerim olarak Braunau'yu seçmesini
talihlilik" (s. 1) olarak değerlendirmekle başlar. Daha sonra devamla, bütün
Alman halkının tek bir devlet içinde bir araya getirilmesi gerektiğini,
çünkü ancak o zaman, bu devlet hepsine birden küçük geldiğinde, gerekliliğin
halka "toprak elde etme yolunda ahlaksal hak" sunacağını söyler, (s. 3)
1914-18 savaşındaki yenilgi, ona göre, "ilahi yargı'ran verdiği hak edilmiş
bir ceza"ydı. (s. 309) Başka ırklarla kansan uluslar, "ezeli Tanrı iradesine
karşı günah işlemiş" oluyorlardı (s. 452) ya da bir başka yerde dile
getirdiği üzere, "Ezeli Yaradan'm iradesine karşı günah işliyorlar"dı. (s.
392) Almanya'nın görevini saptayan "evrenin Yaratıcısı"ydı. (s. 289) Tanrı
insanlardan üstündü, çünkü neyse ki insan insanı kandırabilirdi, ama
"Tanrıya rüşvet verilemez"di. (s. 972)
Belki de Hitler'i Tann'dan, Yaradan'dan ve Yazgıdan daha çok etkileyen
güç,.Doğa'ydı. Son dört yüz yıldır tarihsel gelişmedeki eğilim, Doğanın
egemenliğini kaldırıp insanların doğaya egemen olmasını sağlamaktı gerçi
ama, Hitler insanların yönetilmesi gerektiği ve yönetilebileceği, Doğanın
yönetilemeyeceği konusunda ısrarlı, insanlık tarihinin belki de hayvanların
evcilleştirilmesiyle değil, aşağı insanların üzerinde egemenlik kurmakla
başladığı yolundaki sözlerini daha önce aktarmıştım. İnsanın Doğayı
fethedebileceği fikrini küçümsüyor ve Doğanın fatihi olabileceklerine
inananlarla alay ediyor; "oysa ellerinde bir 'fikir'den başka silah yok,"
der o. insanın "doğaya egemen olmadığını, ama, Doğanın birkaç yasası ve gizi
üzerindeki bilgiye dayanarak, bu bilgiden yoksun diğer canlı varlıkların
efendisi konumuna yükseldiğini" söyler, (s. 393 v.d.) Burada da gene aynı
fikri görüyoruz: Doğa,'bizim buyruklarına uymamız gereken büyük güçtür;
egemenlik altına alacağımız şeyse, yaşayan canlılardır.
Yetkeci kişilik için temel özellik olduklarını anlatmış olduğumuz iki
eğilimin Hitler'in yazılarında bulunduğunu göstermeye çalıştım. Bu iki
özellik, insanlar üzerinde iktidar sahibi olma özlemi ile, ezici
büyüklükteki bir dış güce boyun eğme özlemiydi. Hitler'in fikirleri, Nazi
partisinin ideolojisiyle aşağı yukarı aynıdır. Bu kitapta dile getirilen
fikirler, kitlelerin partisini izlemesini sağlayan sayısız konuşmasında dile
getirdiği sözlerdir. Bu ideoloji, aşağılık duygusuyla, yaşama karşı duyduğu
nefretle, çilecilik ve yaşamdan zevk alanlara karşı beslediği kıskançlıkla
sado-mazoşist özlemlere ortam sağlayan kişiliğinden kaynaklanmaktadır; ve bu
ideoloji, benzer kişilik yapılan sayesinde, bu öğretileri çekici bulan ve
onlarla heyecanlanan, kendi hissettiklerini dile getiren adamın ateşli
izleyicileri haline gelen insanlara sunulmuştur. Ama aşağı orta sınıfı
doyuran, yalnızca Nazi ideolojisi değildi; siyasal deneyim, ideolojinin
vaatlerini gerçekleştirmişti. Herkesin kendi üzerinde boyun eğeceği birine,
aşağısında da egemenlik kurabileceği birine sahip olduğu bir astlık üstlük
durumu yaratılmıştı; tepedeki adamın, liderin üzerindeyse, kendini içinde
eritebileceği güç olarak Yazgı, Tarih, Doğa vardı. Dolayısıyla Nazi
ideolojisi ve uygulaması, nüfusun bir bölümünün kişilik yapısından
kaynaklanan arzularını doyuruyor ve egemenlik ve boyun eğmenin zevkini
çıkaramamakla birlikte, teslim olmuş, yaşama olan, kendi kararlarına, her
şeye olan inancından vazgeçmiş insanlara yön veriyor, onlara ne
yapacaklarını söylüyordu.
Bu söylediklerimiz, Nazizmin gelecekteki kalıcılığıyla ilgili bir öngörü
oluşturmaya elverişli ipucu oluşturuyor mu? Kendimi tahminlerde bulunmaya
yetkili görmüyorum. Ama gene de —tartışmakta olduğumuz ruhbilimsel
öncüllerin sonuçları gibi— birkaç nokta ele alınmaya değer görülebilir.
Ruhbilimsel koşullar çerçevesinde, Nazizm, nüfusun coşkusal gereksinimlerini
karşılamıyor mu, ve bu ruhbilimsel işlem, onun giderek artan sarsümazlığını
sağlayan etmenlerden biri değil mi?
Şimdiye dek söylenenlerden, bu sorunun yanıtının olumsuz olduğu anlaşılıyor,
insan bireyselliği olgusu, bütün "ilk bağların" yok edilmesi, ya da tersine
çevrilebilen süreçler değildir. Ortaçağ dünyasının yıkılması dört yüz yıl
sürmüştür ve çağımızda tamamlanmaktadır. Bütün sanayi dizgesi, bütün bu
üretim hiçimi, ortadan kaldırılıp sa-nayi-öncesi düzeyine döndürülmediği
sürece, insanoğlu, kendisini çevreleyen dünyadan tümüyle ortaya çıkmış bir
birey olarak kalacaktır. İnsanoğlunun bu olumsuz özgürlüğe dayanamayacağını
gördük; vazgeçtiği ilk bağların yerini alacak yeni bir bağlılığa sığınmaya
çabaladığını gördük. Ancak bu yeni bağlar, dünyayla gerçek bir birliği
oluşturmuyor. Yeni güvenliğin bedelini, kendi benliğinin bütünselliğini feda
ederek ödüyor. Kendisiyle bu yetkeler arasındaki gerçek çatallaşma ortadan
kalkmıyor. Bilinçli, gönüllü olarak boyun eğse bile yaşamını engelliyor,
kötürümleştiriyorlar. Öte yanda, içinde bir "atom" zerreciğine dönüştüğü,
ama aynı zamanda bir birey haline gelmesi için kendisine her türlü gizilgücü
sunan bir dünyada yaşıyor. Çağdaş sanayi dizgesi gerçekten de herkes için
ekonomik açıdan güvenli bir yaşam süreci üretme yetisine sahip olmakla
kalmıyor, hem çalışma saatlerini büyük ölçüde azaltıyor, hem de insanın
zihinsel, duyusal ve coşkusal gizilgüçlerini tam anlamıyla dile getirmesi
için gerekli maddi tabanı yaratma yetisini içinde barındırıyor.
Yetkeci ideoloji ve uygulamanın işlevi, nevrotik belirtilerin işleviyle
kıyaslanabilir. Bu tür belirtiler, dayanılmaz ruhbilimsel koşulların sonucu
oldukları gibi, yaşamı mümkün kılan çözümler de önerirler. Ama gene de
mutluluğa ya da kişiliğin gelişmesine yol açan bir çözüm değillerdir.
Nevrotik çözümü gerekli kılan koşullan değiştirmezler. İnsan doğasının
dinamizmi, onları elde etme olasılığının bulunduğu durumlarda, daha doyurucu
çözümler arama eğilimi gösteren önemli bir etmendir. Bireyin yalnızlığı ve
güçsüzlüğü, kendisinde gelişen gizilgüçlerini gerçekleştirilmesi yönündeki
arayışları, çağdaş sanayide üretim kapasitesinin arttığı olgusu, giderek
artan özgürlük ve mutluluk arayışının temellerini oluşturan dinamik
etmenlerdir. Or-takyaşama sığınma, çekilen acıyı bir süre için
hafifletebilir, ama ortadan kaldırmaz, insanlığın tarihi, bireyselleşmenin
gelişmesinin tarihidir, ama aynı zamanda özgürlüğün gelişmesinin de
tarihidir. Özgürlük arayışı bir fizikötesi güç değildir ve doğal yasalarla
açıklanamaz; bireyselleşme sürecinin ve kültürün gelişmesinin kaçınılmaz
sonucudur. Yetkeci dizgeler, özgürlük arayışını doğuran temel koşullan
ortadan kaldıramazlar; bu koşullardan kaynaklanan özgürlük arayışını da yok
edemezler.