Bir toplumsal grubun psikolojik tepkilerini incelerken, grup üyelerinin,
yani tek tek bireylerin kişilik yapısını ele alıyoruz; ancak, bu kişileri
birbirinden ayıran kendilerine özgü özellikler değil, kişilik yapılarında,
grubun çoğu üyeleriyle ortak olan özellikleri bizi ilgilendiriyor. Bu
kişiliğe, toplumsal kişilik diyebiliriz. Toplumsal kişilik, doğası gereği,
bireysel kişilik kadar özgül değildir. Bireysel kişiliği tanımlarken,
kendilerine özgü bir oluşumla şu ya da bu bireyin kişilik yapısını
biçimlendiren özelliklerin tümünü ele alıyoruz. Toplumsal kişilikse,
yalnızca belli özellikleri, bir grubun ortak temel deneyimleri ile ortak
yaşam biçiminin sonucu olarak o grup üyelerinin çoğunda gelişen kişilik
yapısının temel çekirdeğini içerir. Gerçi, her zaman için tümüyle farklı
kişilik yapısı gösteren "aykırı" kişiler vardır ama, grubun çoğu üyelerinin
kişilik yapısı, rastlantısal doğum etmenleri ile bir bireyden diğerine
farklılık gösteren yaşam deneyimleri sonucu, grubun çoğu üyeleri, bu
çekirdeğin çeşitlemeleridirler. Bir bireyi tam anlamıyla anlamak istiyorsak,
farklılık yaratan bu öğelere büyük önem vermemiz gerekir. Ama, belli bir
toplumsal düzende, insan enerjisinin nasıl yönlendirildiğini, ve bir üretici
güç olarak nasıl işlediğini anlamak amacındaysak, toplumsal kişiliği
derinlemesine incelememiz gerekir.
Toplumsal kişilik kavramı, toplumsal sürecin anlaşılmasında bir anahtar
kavramdır. Dinamik analitik psikoloji anlamında kişilik, insan enerjisinin,
insan gereksinimlerinin, belli bir toplumdaki belli varoluş biçimine dinamik
bir şekilde uyarlanmasıyla şekillenmiş özgül bir kalıptır. Kişilikse,
bireylerin düşünmesini, hissetmesini ve edimlerini belirler. Kendi
düşüncelerimiz söz konusu olduğunda bunu anlamak bir anlamda güçtür, çünkü
hepimiz düşünmenin kişiliğin psikolojik yapısından bağımsız, yalnız ve
yalnız zihinsel bir edim olduğu yolundaki geleneksel inancı paylaşmak
eğilimindeyizdir. Ancak bu doğru değildir; düşüncelerimiz, somut nesnelerin
deneysel kullanımıyla değil de, ahlaksal, felsefesel, siyasal, psikolojik ya
da toplumsal sorunlarla ne kadar çok uğraşırsa, bunun doğruluk oranı da o
ölçüde azalır. Düşünme ediminde yer alan tümüyle mantıksal öğeleri
saymazsak, bu düşünceleri, büyük ölçüde, düşünen kişinin kişilik yapısı
belirler. Sevgi, adalet, eşitlik, özveri gibi tekil kavramlar için olduğu
gibi, bir kuramsal dizge için de, bir öğreti için de geçerlidir bu. Her bir
kavramın ve her bir öğretinin bir duygusal kalıbı vardır ve kalıbın kökleri,
bireyin kişilik yapısında bulunmaktadır.
Önceki bölümlerde bunun pek çok örneğini verdik. Öğretilerle ilgili olarak,
erken Protestanlıkla çağdaş yetkeciliğin coşkusal köklerini göstermeye
çalıştık. Tekil kavramlarla ilgili olarak, örneğin sado-mazoşist kişilik
için sevginin ortak bir olumlama ve eşitlik temeline dayanan bir birleşme
değil de, ortakyaşamsal bir bağımlılık olduğunu gösterdik; özveri ya da
fedakarlık, kişinin zihinsel ve ahlaksal benliğinin ortaya konması değil,
bireysel benin daha üstün bir şeye bütünüyle boyun eğmesi anlamına
geliyordu; farklılık, eşitlik temelinde bireyselliğin gerçekleştirilmesi
değil, güç dengesindeki farklılık anlamına geliyordu; adalet, bireyin
doğuştan getirdiği değişmez haklarının gerçekleştirilmesi için koşulsuz
olarak hak iddia etmesi değil, herkesin hak ettiğine sahip olması gerektiği
anlamına geliyordu; yüreklilik, bireyselliğin yetke karşısında kendisini
sonuna dek ortaya koyması değil, boyun eğmeye ve acıya katlanmaya hazır olma
anlamına geliyordu. Farklı kişilikte iki insanın örneğin sevgiden söz
ederken kullandıkları sözcük aynıdır ama, onların kişilik yapılarına göre
sözcük tümüyle farklı anlamlar taşımaktadır. Aslına bakarsanız, bu
kavramları baştan sona mantıksal bir sınıflandırma kapsamına alma girişimi
nasılsa başarısız olacağından, onların anlamını doğru bir psikolojik
çözümlemeye oturtmakla birçok zihinsel karışıklığı engelleyebiliriz.
Düşüncelere şekil veren bir coşkusal kalıbın bulunduğu olgusu, son derece
önemlidir, çünkü bu, bir kültürün özünün anlaşılmasında anahtar görevi
görür. Bir toplumun içinde bulunan farklı toplumlar ya da sınıflarda, belli,
özgün bir toplumsal kişilik vardır ve değişik fikirler bu kişilik temeline
dayanarak gelişir ve güçlenir. Nitekim örneğin çağdaş insan, yaşamın temel
amaçları olarak çalışma ve başarıya ulaşma fikrini, yalnızlığı ve kuşkuları
nedeniyle çekici bulmuş ve onu güçlendirmiştir; ama Pueblo Kızılderililerine
ya da Meksika köylülerine durup dinlenmeden çalışma ve başarıya ulaşma
isteği vermek için ne kadar uğraşsak, dil döksek, boşuna olacaktır. Farklı
bir kişilik yapısına sahip olan bu halklar, konuşmacının dilini bilseler,
anlasalar da, bu türden amaçları ortaya koyan kişinin neden söz ettiğini
bile anlamayacaklardır. Aynı şekilde Hitler ve Alman halkının onunla aynı
kişilik yapısına sahip kesimi, savaşların ortadan kaldırılabileceğini
düşünen kişinin tam anlamıyla aptal ya da düpedüz yalancı olduğuna
içtenlikle inanacaktır. Kendi toplumsal kişilikleri uyarınca, felaketsiz ve
acısız yaşam, onlar için özgürlük ve eşitlik kadar anlaşılması güç bir
şeydir.
Fikirler, çoğu kez, toplumsal kişiliklerinin özellikleri açısından
kendilerini etkilemeyen belli gruplar tarafından bilinçli olarak kabul
edilirler; bu fikirler, bilinçli bir inançlar yığını olarak kalır ama
insanlar gerektiği anda onlara göre hareket etmeyi başaramazlar. Buna bir
örnek, Nazizmin zaferi sırasında Alman işçi hareketinde görülmüştür.
Hitler'in iktidara geçmesinden önce Alman işçilerinin büyük çoğunluğu,
Sosyalist ya da Komünist Partilere oy verdi ve bu partilerin fikirlerine
inandılar; yani, işçi sınıfında bu fikirlerin yaygınlığı son derece genişti.
Ancak, fikirlerin ağırlığı yaygınlıklanyla orantılı değildi. Nazizmin
saldırılan, büyük bir çoğunluğu fikirleri uğruna savaşmaya hazır olan bir
siyasal muhalefetle karşılaşmadı. Sol partilerin izleyicilerinden çoğu,
yetkeleri olduğu sürece partilerinin programlarına inanıyorlardı gerçi ama,
tehlike anı geldiğinde çekilmeye hazırdılar. Alman işçilerinin kişilik
yapısını iyice çözümlersek, bu görüngünün—kuşkusuz tek değil— bir nedeni
ortaya çıkacaktır. İşçilerin büyük bir çoğunluğunun kişilikleri, daha önce
yetkeci kişilik diye
tanımladığımız trrin birçok özelliklerini taşıyordu. Yerleşik yetkeye karşı
yerleşik bir saygıları ve özlemleri vardı. Sosyalizmin, yetkeye karşı
bireysel bakımsızlığı, bireysel soyutlanma yerine dayanışmayı öne çıkarması,
bı işçilerden pek çoğunun, kişilik yapılan gereği, istedikleri şeyler
diğildi. Devrimci liderlerin yanlışlanndan biri, partilerinin gücünü,
yalnızca bu fikirlerin yaygınlık oranına göre hesapla-malan ve ağırlıktan
yoksun olduklannı gözardı etmeleriydi.
Bu görüntünün tersine, Protestan ve Calvinci öğretilerin çözümlenmesi, bu
fikir! srin, seslendikleri insanların kişilik yapılannda bulunan kaygı ve ge
eksinimlere yanıt vermeleri nedeniyle, yeni dinin izleyicileri üzerinde
etkili birer güç olduğunu göstermiştir. Başka deyişle, fikirler, yalnız ve
yalnız, belli bir toplumsal kişilikte önem taşıyan özgül insansal ge
'eksinimlere yanıt verdikleri ölçüde büyük birer güç haline gelebilirler.
Yalnızca düşüıme ve hissetmeyi değil, edimde bulunmayı da insanın kişilik
yapısı belirler. Kuramsal çarçevesi doğru olmamakla birlikte, bunu ortaya
koymak, Freud'un başansı olmuştur. Etkinliğin, insanın kişilik yapısında
bulunan egemen eğilimlerce belirlendiği, nevrotiklerde çok açık bir şekilde
görülebilir. Evlerin pencerelerini, ya da kaldırandaki taşlan sayma
zorlanımının, zorlanındı kişiliğin belli itkilerinden kayn;ddandığını
anlamak çok kolaydır. Ama normal bir insanın edimleri, yalnızca gerçekliğin
gereklilikleri ve akılcı kararlarla belirleniyor sanıhr. Oysa,
ruhçözümlemenin sunduğu yeni gözlemleme araçlan say isinde, sözümona akılcı
davranışla™ büyük ölçüde kişilik yapısıyla belirlendiğini görebiliriz.
Çağdaş insan için çalışmanın ne anlama geldiğini tartışırken bu durumu
örnekleyen bir olayı ele almıştık. Durup dinlenmeden etkinlik gösterme
yönündeki yoğun isteğin, yalnızlık ve kaygıdan kaynaklandığım görmüştük. Bu
çalışma zorlanımı, insani uin gerektiği kadar çalıştığı, aynca kendi kişilik
yapılanndaki güçlerle yönlendirilmediği diğer kültürlerdeki çalışma
tutumundan farklydı. Günümüzde, tüm normal insanlarda, aynı çalışma itkisi
bulunduğundan, ve aynca, yaşamlanm sürdürebilmeleri için bu yoğunlukta biı
çalışma gerekli olduğundan, durumun usdışı özelliği kolayca gözden
kıçabiliyor.
Şimdi, kişiliğin birey ve toplum için hangi işlevi yerine getirdiğini
sormamız gerek. Bireyle ilgili olarak bu soruya yanıt vermek güç değil.
Bireyin kişiliği toplumsal kişiliğe az çok uyuyorsa, kişiliğindeki egemen
itkiler, onu kendi kültürünün özgül toplumsal koşullan altında gerekli ve
uygun olan şeyleri yapmaya götürür. Nitekim, örneğin bir kişi —diyelim,
yaşamını sürdürmek için para biriktirmek ve tutumlu olmak durumunda olan bir
küçük dükkan sahibi— para biriktirme yönünde tutkulu bir itki ve lüks için
para harcamaya karşı yoğun bir nefret duyuyorsa, yapısal özellikleri ona
yardımcı olacak demektir. Kişilik özelliklerinin, bu ekonomik işlevden başka
tümüyle psikolojik olan, ve de hiç de önemsiz olmayan bir işlevi daha
vardır. Tasarruf etme ya da para biriktirme, insanın kişiliğinden
kaynaklanan bir is-tekse, o insanın kişiliği, isteğine uygun hareket etmiş
olmaktan dolayı büyük bir psikolojik doyuma ulaşacaktır; yani kişi para
biriktirdiğinde, yalnız uygulamada kazançlı çıkmakla kalmayacak, aynca büyük
bir ruhsal doyum sağlamış olacaktır. Çarşıda alış veriş ederken iki sent
arttırdığı için, kişiliği farklı birinin, herhangi bir duyusal zevk aracıyla
ulaşabileceği mutluluğu duyan aşağı orta sınıftan bir kadını izlemek, bu
konuyu iyice anlamamıza yeterli olur örneğin, insan yalnızca kişilik
yapısından kaynaklanan taleplere uygun davrandığında değil, gene aynı
nedenle, ona seslenen fikirleri okuduğu ya da dinlediği zaman da bu
psikolojik doyuma ulaşır. Yetkeci kişilik için, doğayı boyun eğmek durumunda
olduğumuz büyük bir güç olarak betimleyen bir ideoloji, ya da siyasal
olaylan, sadistçe tanımlayan bir söylev, çok etkileyicidir, ve bunlan okumak
ya da dinlemek edimi, psikolojik doyum getirir. Özetleyecek olursak, normal
kişi için öznel kişilik işlevi, uygulama açısından kendisi için gerekli
olanlara uygun davranmasına yol açarken, ona yaptığı etkinlikten psikolojik
bir doyum vermektir.
Toplumsal kişiliğe, toplumsal süreçteki işlevi açısından bakacak olursak,
toplumsal kişiliğin, birey için gördüğü işlevle ilgili sözlerle işe
başlamamız gerekir: insan, toplumsal koşullara uyarlanmakla, kendisinde
zorunlu olduğu şekilde hareket etme isteği uyandıran özellikler geliştirir.
Belli bir toplumdaki insanlann çoğunluğunun kişiliği —yani, toplumsal
kişiliği— bireyin bu toplumda yerine getirmek durumunda olduğu nesnel
yükümlülüklere uyarlanmışsa, insanlann enerjileri, onlan o toplumun işlemesi
için kaçınılmaz üretici güçler haline getirecek kalıplar içinde
biçimlendirilir. Şu çalışma örneğini bir kez daha ele alalım. Çağdaş sanayi
dizgemiz, enerjimizin çoğunun çalışmak yönünde akıtılmasını
gerektirmektedir. İnsanlar yalnızca dışsal gereksinimler yüzünden çalışıyor
olsaydı, yapmak zorunda olduklanyla yapmak istedikleri arasında pek çok
sürtüşme meydana gelecek ve bu durum onların verimliliğini azaltacaktı. Ne
var ki, kişiliğin toplumsal gerekliliklere dinamik uyumuyla, insan enerjisi
sürtüşmeye neden olmak yerine özgül ekonomik gereklere uygun şekilde
davranma eğilimi oluşturacak şekilde biçimlenmiştir. Dolayısıyla çağdaş
insan, böylesine çok çalışmak zorunda bırakılmamış, psikolojik önemi
çerçevesinde çözümlemeye çalıştığımız o içsel çalışma zorlanımıha kapılması
sağlanmıştır. Ya da açık yetkelere boyun eğmek yerine, onu herhangi bir
dışsal yetkeden çok daha etkin bir şekilde denetleyen bir içsel yetke
—vicdan ve görev bilinci— geliştirmiştir. Başka deyişle, toplumsal kişilik,
dışsal gereklilikleri içsel-leştirir ve böylece insan enerjisini, belli bir
ekonomik ve toplumsal dizgenin yükümlülüklerine uygun şekilde kullanır.
Daha önce de gördüğümüz üzere, belli gereksinimler, bir kişilik yapısında
bir kez gelişti mi, bu gereksinimlere uygun her davranış, hem psikolojik
açıdan hem de maddi başarı açısından doyurucudur. Bir toplum bireye bu iki
doyumu aynı anda verebildiği sürece, ruh-bilimsel güçlerin, toplumsal yapıyı
sağlamlaştırması söz konusudur. Ama er geç bir çatlak oluşur. Geleneksel
kişilik yapısı bu kişilik özelliklerinin artık işe yaramadığı yeni ekonomik
koşulların ortaya çıkması sırasında da varlığını sürdürür, insanlar, kişilik
yapılarına uygun davranmak isterler, ama bu davranışlar ya kendi ekonomik
hedeflerine ulaşmada engel oluştururlar, ya da kendi "doğalarına" uygun
davranmalarına izin verecek iş bulma fırsatları azalır. Bu söylediklerimizin
iyi bir örneği, eski orta sınıfların, özellikle de Almanya gibi sınıf
tabakalaşmasının katı olduğu ülkelerdeki sınıfların kişilik yapısıdır. Eski
orta sınıf erdemleri —tutumluluk, sakımmhlık, azla yetinme— çağdaş iş
yaşamındaki girişimcilik, tehlikeyi göze almaya hazır olma, saldırganlık
gibi yeni erdemler karşısında değer yiti-riyordu. Bu eski erdemler —küçük
dükkan sahipleri gibi— bir kesim için hâlâ değerliydi gerçi ama, bu iş
alanındaki olanaklar sının öylesine daralmıştı ki, yalnızca eski orta
sınıfın evlatları kendi kişilik özelliklerini ekonomik yaşantılarında
başarıyla "kullanabiliyordu."
Bunlar, yetiştirilmeleri gereği, bir zamanlar sınıflanmn toplumsal durumuna
uyarlanmış kişilik özelliklerini geliştirmişlerdi gerçi ama ekonomik
gelişme, kişilik gelişmesinden çok daha hızlı ilerliyordu. Ekonomik evrimle
psikolojik evrim arasındaki bu boşluk, ruhsal gereksinimlerin, artık olağan
ekonomik etkinliklerle duyurulmadığı bir durum yarattı. Ancak bu
gereksinimler varlıklarını sürdürüyorlardı ve şöyle ya da böyle doyum aramak
zorundaydılar. Aşağı orta sınıfın belirleyici özelliği olan kişinin kendi
çıkan için dar bencil tutum, bireysel düzlemden ulusal düzleme kaydı. Daha
önce özel rekabet kavgasında kullanılan sadist itkiler de, kısmen toplumsal
ve siyasal alana kaydı, kısmen de engellenme nedeniyle yoğunlaştı. Sonra da,
kısıtlayıcı etmenlerden kurtulan bu dürtüler, siyasal kıyım ve savaş
edimlerinde doyum aramaya başladı. Sonuçta, genel durumun engelleyici
nitelikleri nedeniyle ortaya çıkan öfkeyle birleşen psikolojik güçler, var
olan toplumsal düzeni sağlamlaştırmak yerine, demokratik toplumun geleneksel
siyasal ve ekonomik yapısını yıkmak isteyen grup-lann kullanabileceği
dinamit haline geldi.
Toplumsal kişiliğin biçimlenmesinde eğitim sürecinin oynadığı rolden söz
etmedik; ama, birçok ruhbilimcinin, erken çocukluk dönemi eğitim
yöntemleriyle büyümekte olan çocuğa uygulanan eğitim tekniklerini kişilik
gelişmesinin nedeni olarak değerlendirdiğini dikkate alarak, bu konuda bir
iki söz söylememiz gerekiyor. Her şeyden önce, eğitim derken neyi anlatmak
istediğimizi sormalıyız kendimize. Eğitim, çeşitli şekillerde tanımlanabilir
gerçi ama, ona toplumsal süreç açısından baktığımızda, şöyle söyleyebiliriz:
Eğitimin toplumsal işlevi, bireye, toplumda daha sonra oynayacağı rolü
gerçekleştirmesine yeterli nitelikleri kazandırmaktır; yani, eğitimin
toplumsal işlevi, bireyin kişiliğini, toplumsal kişiliğe aşağı yukarı uygun
gelecek şekilde, istekleri toplumsal rolünün gerekleriyle çakışacak şekilde
biçimlendirmektir. Her toplumun eğitim dizgesi bu işleve göre saptanır;
dolayısıyla, toplumun yapısını ya da üyelerinin kişiliğini, eğitim süreciyle
açıklayamayız; ama eğitim dizgesini, belli bir toplumun toplumsal ve
ekonomik yapısı gereği ortaya çıkan gereklilikler aracılığıyla açıklamak
zorundayız. Ne var ki, eğitim yöntemleri, bireyi istenilen şekle sokan
mekanizmalar olmalan açısından son derece önemlidir. Bunlar, toplumsal
talepleri, kişisel niteliklere dönüştüren araçlar olarak düşünülebilir.
Eğitim teknikleri, özgül bir toplumsal kişiliğin nedeni olmamakla birlikte,
kişiliği biçimlendiren mekanizmaları oluştururlar. Bu anlamda eğitim
yöntemlerini bilmek ve tanımak, işleyen bir toplumun çözümlenmesi işinin
önemli bir bölümüdür.
Az önce söylediklerimiz, bütün bir eğitim dizgesinin tek bir özgül bölümü
için, aile için de geçerlidir. Freud çocuğun erken deneyimlerinin, kişilik
yapısının biçimlenmesinde belirleyici rol oynadığını göstermişti. Eğer bu
doğruysa, —en azından bizim kültürümüzde— toplumun yaşamıyla çok az teması
olan çocuğun kişiliğini toplumun biçimlendirdiğini nasıl açıklayabiliriz?
Bunun yanıtı —bazı bireysel farklılıkları bir yana bırakırsak— ana-babanın,
içinde yaşadıkları toplumun eğitim kalıplarını uygulamakla kalmadığı, kendi
kişilikleriyle de kendi toplum ya da sınıflarının toplumsal kişiliğini
temsil ettikleridir. Onlar, yalnızca kendileri olmakla —yani toplumun ruhunu
temsil etmekle— bir toplumun psikolojik atmosferi ya da ruhu diyebileceğimiz
şeyi çocuğa aktarırlar. Dolayısıyla aile, toplumun psikolojik temsilcisi
olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal kişiliğin belli bir toplumun varoluş biçimiyle
şekil-lendirildiğini belirttikten sonra, okura, dinamik uyarlanma sorunu ile
ilgili olarak birinci bölümde söylenenleri anımsatmak isterim, insan,
toplumun ekonomik ve toplumsal yapısının gerekliliklerine göre
şekillendirilmiştir gerçi ama, uyarlanabilme yetisi sonsuz değildir.
Doyurulması zorunlu bazı fizyolojik gereksinimler olduğu gibi, insanın gene
doyum isteyen ve engellenmesi halinde bazı tepkilere yol açan, doğuştan
getirdiği psikolojik nitelikler de vardır. Bunlar nelerdir? En önemlisi,
büyümek, gelişmek ve insanoğlunun tarih boyunca geliştirdiği —örneğin,
yaratıcı ve eleştirel düşünme yetisi, farklı coşkusal ve duyusal deneyimler
yaşama gibi— gizilgüçleri gerçekleştirme eğilimi olsa gerek. Bu
gizilgüçlerden her birinin kendine ait bir dinamizmi vardır. Evrim sürecinde
geliştiler mi, dışa vurulma eğilimi gösterirler. Bu eğilim bastırılabilir ve
engellenebilir, ama bu durumda yeni tepkiler, özellikle de yıkıcı ve
ortakyaşamsal itkiler ortaya çıkar. Ayrıca —özdeş biyolojik gelişme
eğiliminin de psikolojik karşılığı olan— bu genel büyüme eğilimi özgürlük
isteği ve baskıdan nefret gibi özgül eğilimler de doğurur; çünkü özgürlük,
her türden gelişmenin temel koşuludur. Özgürlük isteği de bastırılabilir,
birey, bunun farkında olmayabilir; ama bu durumda bile, bir gizilgüç olarak
varlığını sürdürür ve baskının olduğu yerde her zaman görülen bilinçli ya da
bilinçsiz nefretle kendini belli eder.
Daha önce de belirtildiği üzere, tıpkı özgürlük arayışı gibi
bastın-labilmesine ve saptınlabilmesine karşın, adalet ve hakikat arayışının
insan doğasında var olan bir eğilim olduğunu haklı olarak varsayabiliriz.
Bunu böyle kabul ettiğimizde, kuramsal olarak, tehlikeli bir noktaya gelmiş
oluruz. Bu tür eğilimleri insanın Tanrının benzeri olarak ya da doğa yasalan
gereği yaratıldığı inancıyla açıklayan dinsel ve felsefesel varsayımlara
dayanabilseydik, işimiz kolaylaşırdı. Ancak, savlarımızı bu türden
açıklamalarla destekleyemeyiz. Bize göre bu adalet ve hakikat arayışını
açıklamanın tek yolu, insanlık tarihini toplumsal ve bireysel açıdan tümüyle
çözümlemektir. Demek ki, güçsüz olan herkes için adalet ve hakikat, özgürlük
ve büyüme, gelişme savaşımında kullanılan en önemli silahlan oluşturuyor,
insanlığın büyük bir çoğunluğunun, tarihi boyunca kendisini ezebilecek ve
sömü-rebilecek daha güçlü gruplara karşı savunmak durumunda kalması bir
yana, her birey, çocukluğunda, güçsüzlük özelliğinin ağır bastığı bir
dönemden geçer. Bize öyle geliyor ki, bu güçsüzlük durumunda, adalet ve
hakikat duygusu gibi özellikler gelişir ve insanların hepsinde bulunan
gizilgücü oluşturur. Dolayısıyla, kişilik gelişmesinin yaşamın temel
koşulları tarafından biçimlendirilmesine, ve insanın, biyolojik olarak sabit
bir doğası bulunmamasına karşın, insan doğasının toplumsal süreçte etkin bir
etmen oluşturan kendine özgü bir doğası bulunduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu
insan dinamizminin doğasının tam olarak ne olduğunu psikolojik çerçevede
açıklıkla belirleyemesek de, varlığını kabul etmek zorundayız. Biyolojik ve
fizikötesi kavramların yanlışlanndan sakınma çabasıyla, aynı ölçüde büyük
bir başka yanlışa, insanı, toplumsal koşulların ipleriyle yönlendirilen bir
kukla olarak gören toplumbilimsel görececilik yanlışına düşmemeliyiz,
insanın özgürlük ve mutluluk gibi vazgeçilmez hakları, doğuştan var olan
insansal nitelikler temeli üzerine kurulmuştur. Bu niteliklerse, insanın
yaşama isteği ile, tarihsel evrim süreci içinde kendisinde gelişen
gizilgüçleri geliştirme ve dile getirme çabasıdır.
Bu noktada, bu kitapta izlenen ruhbilimsel yaklaşımla Freud'un yaklaşımlan
arasındaki en önemli farklan bir kez daha belirtebiliriz.
Ayrıldığımız birinci nokta, birinci bölümde ayrıntılı şekilde ele alınmıştı,
bu yüzden burada kısaca değinmek yeterli olacak: Biyolojik etmenlerin
önemini küçümsemiyor ve sorunun kültürel etmenler mi, biyolojik etmenler mi
şeklinde ortaya konulmasını doğru bulmuyoruz; ancak, insan doğasının temelde
tarihsel olarak koşullandığını kabul ediyoruz. İkinci olarak Freud'un temel
ilkesi insanı kendi içinde bir varlık, doğanın kendisine fizyolojik olarak
koşullandırılmış bazı itkiler vermiş olduğu bir kapalı dizge olarak kabul
etmek ve kişiliğinin gelişmesini bu itkilerin doyurulması ya da
engellenmesine tepki olarak yorumlamaktır; bizim görüşümüze göreyse, insan
kişiliğine temel yaklaşım, insanın dünyayla, başkalarıyla, doğayla ve
kendisiyle olan ilişkilerini anlamaktır. Bize göre insan, Freud'un düşündüğü
gibi temelde kendine yeterli, ve yalnızca ikincil olarak kendi içgüdüsel
gereksinimlerini doyurmak için başkalarına gereksinim duyan bir varlık
değil, temelde bir toplumsal varlıktır. Bu anlamda, bireysel ruhbilimin
temelde toplumsal ruhbilim olduğuna, ya da Sullivan'ın deyişiyle, kişiler
arası ilişkiler ruhbilimi olduğuna inanıyoruz; ruhbilimin temel sorunu, tek
tek içgüdüsel isteklerin doyurulması ya da bastırılması sorunu değil,
bireyin dünyayla kendine özgü bir ilişki kurması sorunudur. İnsanın
içgüdüsel isteklerinin yaşayışı insan kişiliğinin tek sorunu olarak değil,
insanın dünyayla ilişkisi sorununun bir parçası olarak anlaşılmalıdır.
Dolayısıyla bizim yaklaşımımızda, bireyin başkalarıyla ilişkilerinin
merkezini oluşturan, sevgi, nefret, sevecenlik, or-takyaşama gibi
gereksinimler ve istekler temel ruhbilim sel görüngüyü oluşturur;
Freud'daysa bunlar içgüdüsel gereksinimlerin doyurulması ya da
bastırılmasının ikincil sonuçlan olarak değerlendirilir.
Freud'un biyolojik yaklaşımıyla bizim toplumsal yaklaşımımız arasındaki
fark, kişilikbilim sorunları açısından büyük önem taşımaktadır. Freud —ve
çalışmaları onun bulgularına day; nan Abraham, Jones ve diğerleri— çocuğun
beslenme ve dışkılama sürecinde, kösnül bölgeler (ağız ve anüs) diye
adlandırdıkları yerlerde haz deneyimi yaşadığını varsaydılar; normal gelişme
sürecinde daha sonraki yıllarda üreme organları bölgesinin en önemli haz
yöresi olması gerekirken, aşın uyarılma, engellenme ya da yapısal olarak
hassaslığın yoğunlaştınlma-sıyla, bu bölgelerin, bebeklikteki kösnül
özelliklerini koruduklarını öne sürdüler. Üretkenlik öncesi düzeye
saplanmanın kişilik yapısının bir parçası haline gelen yüceltmelere ve
tepki-oluşumlanna yol açtığını kabul ettiler. Buna göre örneğin bir insan
dışkıyı içinde tutma isteğini bilinçsiz olarak yücelttiği için para ya da
diğer nesneleri biriktirme itkisine kapılabilir. Ya da insan, yardım, bilgi
vb. isteği şeklinde yücelttiği bilinçsiz beslenme arzusunun yarattığı itkiye
kapıldığı için her şeyi kendi çabalannm sonucu olarak değil de bir
başkasından elde etmeyi bekleyebilir.
Freud'un gözlemleri büyük önem taşımaktadır, ancak kendisi bunları yanlış
açıklamıştır. Bu "oral" ve "anal" kişilik özelliklerinin tutkulu ve usdışı
yapısını doğru olarak saptamıştır. Ayrıca, bu tür isteklerin, kişiliğin
bütün alanlarını, insanın cinsel, coşkusal ve zihinsel yaşamını sardığını ve
bütün etkinliklerini etkilediğini de görmüştür. Ama kösnül bölgelerle
kişilik özellikleri arasındaki nedensel ilişkiyi, tam tersine yorumlamıştır.
Kişinin elde etmek istediği —sevgi, korunma, bilgi, maddi şeyler gibi— her
şeyi edilgin bir şekilde kendi dışında bir kaynaktan sağlama isteği, çocuğun
kişiliğinde, başkalarıyla olan deneyimlerine bir tepki olarak gelişir. Eğer
bu deneyimlerle kendi güçlülüğü duygusu korkuyla zayıflatılırsa,
girişimciliği ve özgüveni felce uğratılırsa, düşmanlık gelişir ve
bastınlırsa, aynı zamanda da annesi ya da babası teslim olması koşuluyla
şefkat ya da koruma sunarsa, bütün bu koşulların hepsi, etkin denetimden
vazgeçilip bütün enerjilerin, arzuların yerine getirilmesi işini önünde
sonunda gerçekleştirecek olan bir dış kaynağa yöneltildiği bir tutuma yol
açar. Bu tutum, çok tutkulu bir kişiliğin oluşmasına yol açar, çünkü bu
türden bir k'sinin arzularım gerçekleştirmeye çalışmasının tek yolu tutkulu
olmaktır. Bu kişilerin sık sık doyurulma, emzirilme vb. düşleri görmeleri ya
da bu yöndeki düşlemleri, bu alıcı tutumu ağzın diğer organlardan çok daha
iyi dile getirebilmesinden kaynaklanmaktadır; bu dünyaya karşı olan tutumun,
bedenin diliyle anlatılmasıdır.
Özgül deneyimleri nedeniyle, "oral" kişiye göre başkalarından daha fazla
uzaklaşmış olan, kendisini özerk, kendine yeterli bir dizge haline getirerek
güvenlik arayan ve sevgiyi ya da herhangi diğer dışa dönük tutumu güvenliği
için bir tehdit sayan "anal" kişi için de aynı şeyler geçerlidir. Bu
tutumların, pek çok örnekte, başlangıçta çocuğun erken yaşlarında belli
başlı etkinlikleri olan, ana babanın sevgi ya da baskısını, çocuğunsa
dostluk ya da karşı durmasını dile getirdiği belli başlı alan olan beslenme
ve boşaltımla ilgili olarak geliştiği doğrudur. Ancak, bir insanın
kişiliğinde kösnül bölgelerin aşın uyarılması ve bastırılması tek başına bu
türden saplantı tutumlarının gelişmesine yol açmaz; gerçi çocuk, bazı haz
verici duyumsamaları beslenme ve boşaltım yoluyla yaşar ama bu hazlar
—fiziksel düzeyde— kişilik yapısının bütününde kök salmış tutumları temsil
etmediği sürece, kişilik gelişmesinde önemli rol oynamazlar.
Annesinin koşulsuz sevgisine güvenen bir bebek için, ansızın memeden
kesilme, ağır kişilikbilimsel sonuçlar doğurmaz; annesinin sevgisine karşı
güvensizlik duyan bebek, emzirme sürecinin herhangi bir rahatsızlık
olmaksızın devam etmesi halinde bile "oral" özellikler edinebilir. Daha
sonraki yıllarda görülebilecek "oral" ya da "anal" düşlemler ya da fiziksel
duyumlar verdikleri fiziksel haz açısından ya da bu hazzın herhangi bir
gizemli yüceltilmesi açısından değil, yalnızca, altlannda yatan ve dile
getirdikleri dünyaya karşı olan ilişkinin türü açısından önemlidir.
Freud'un kişilikbilimsel bulgulan yalnızca bu açıdan toplumsal ruhbilim için
yararlı olmaktadır. Örneğin Avrupa aşağı orta sınıfının tipik özelliği olan
anal kişiliğin, boşaltımla ilgili bazı erken deneyimler sonucu ortaya
çıktığını kabul ettiğimiz sürece, belli bir sınıfın anal toplumsal kişilik
taşımasının nedenlerini anlamamıza yarayacak verilerin bulunduğunu pek
söyleyemeyiz. Ama, bunu, kişilik yapısına kök salrrgş ve dış dünyadaki
deneyimler sonucu oluşan bir "başkalarıyla iliştö biçimi" şeklinde
algılarsak, aşağı orta sınıfın bütün bir yaşam biçiminin, darlığının,
soyutlanmışlığının ve düşman-sılığının, bu türden bir kişilik yapısının
gelişmesine yol açmasının nedenlerini anlamamıza yarayacak anahtan elde
etmiş oluruz.
Aynldığımız üçüncü nokta, daha öncekilerle yakından bağlantılı. Freud,
içgüdüsel yönselim kuramına ve de aynca insan doğasının kötülüğüne olan
köklü inancına dayanarak, insandaki bütün "ideal" güdüleri, "kötü" bir şeyin
sonucu olarak yorumlama eğilimindedir; buna iyi bir örnek, adalet duygusunu,
bir çocuğun kendisinden daha fazla şeye sahip olan herkese karşı duyduğu ilk
kıskançlığın sonucu olarak açıklamasıdır. Daha önce de işaret edildiği
üzere, bize göre hakikat, adalet, özgürlük gibi idealler, çoğu kez yalnızca
tümceler, ya da bahaneler, ussallaştırmalar olarak kalmakla birlikte, içten
gelen gerçek özlemler olabilir; ve bu özlemleri, dinamik etmenler olarak ele
almayan her çözümleme yanıltıcıdır. Bu idealler fizikötesi bir nitelik
taşımazlar; tersine, insanın yaşam koşullarından kaynaklanırlar ve böyle
çözümlenebilirler. Fizikötesi ya da idealist kavramlara takılmak korkusu bu
türden bir çözümlemeyi engellememelidir. Bir deneysel bilim olarak,
ruhbilimin görevi, ideallerle güdülenmeyi olduğu kadar, ideallerle ilgili
ahlaksal sorunları da incelemek ve böylece bu konudaki düşüncelerimizi,
geleneksel yaklaşımlanyla konuları bulandıran fizikötesi öğelerle gözleme
dayanmayan öğelerden kurtarmaktır.
Son olarak farklı olduğumuz bir noktayı daha belirtmemiz gerekiyor. Bu,
ruhbilimsel yoksunluk ve bolluk görüngüleri arasındaki farklılaşmayla
ilgilidir, insan varoluşunun ilkel düzeyi yoksunluk düzeyidir. Her şeyden
önce doyurulması şart olan zorunlu gereksinimler vardır. Kültür ve onunla
birlikte bolluk görüngüsünü oluşturacak çabalaç ancak insanın, ilkel
gereksinimlerinin doyurulmasından sonra zamanının ve enerjisinin kalması
halinde gelişebilir. Özgür (ya da kendiliğinden) edimler, her zaman için
bolluk görüngüsüdür. Freud'un ruhbilimi, bir yoksunluk ruhbilimidir. O,
hazzı, acılı gerilimin giderilmesi sonucu ortaya çıkan doyum olarak
tanımlar. Hatta, sevgi ya da şefkat gibi bolluk görüngüsü, onun dizgesinde
herhangi bir rol oynamaz. O, bu görüngüyü dışlamakla kalmamış, büyük önem
verdiği görüngüyü yani cinsellik olgusunu da sınırlı ölçülerde
anlayabilmiştir. Freud kendi haz tanımı çerçevesinde, cinselliği, yalnızca
fizyolojik zorlanım, cinsel doyumuysa acı veren gerilimden kurtulma olarak
görmüştür. Onun ruhbiliminde, bir bolluk görüngüsü olarak cinsel itki, ve
—özü gereği gerilimden olumsuz anlamda kurtulma olmayan— kendiliğinden
sevinç duygusu olarak cinsel haz yer almaz.
Kültürün insansal temelinin anlaşılması yolunda bu kitabın uyguladığı
yorumlama ilkesi nedir? Bu soruya yanıt vermeden önce, bizimkinden ayrılan
belli başlı yorumlama eğilimlerini anımsamak yararlı olacaktır.
l.Freud'un düşünme yönteminin belirleyici özelliği olan ve kültürel
görüngünün köklerinin, toplumun bir ölçüde baskısıyla etkilenen içgüdüsel
itkilerin doğurduğu ruhbilimsel etmenlerde yattığını savunan "ruhbilimsel"
yaklaşım. Bu yorum çizgisini izleyen Freud'cu yazarlar, kapitalizmi, anal
erotizmin sonucu olarak, erken Hıristiyanlığın gelişmesiniyse, baba imgesine
karşı kararsızlığın sonucu olarak açıkladılar.2
2.Marx?m tarih yorumunun yanlış uygulanmasında ortaya atılan "iktisadi"
yaklaşım. Bu görüşe göre, öznel ekonomik çıkarlar, din ve siyasal fikirler
gibi kültürel görüngülerin nedenini oluşturuyor. Böyle bir sahte-Marx'çı
açıdan3 Protestanlık da burjuvazinin belli ekonomik gereksinimlerine yanıt
veren bir olgudan ibaret sayılabilir.
3.Son olarak, Max Weber'in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism
(Protestan Töresi ve Kapitalizm Ruhu) adlı incelemesinde sunulan "idealist"
konumdur. Weber, söz konusu davranışın hiçbir zaman yalnız ve yalnız dinsel
öğretilerle belirlenmediğini vurgularsa da, yeni dinsel fikirlerin yeni bir
ekonomik davranış türünün ve yeni bir kültür ruhunun gelişmesine yol
açtığını savunur.
Biz, bu açıklamaların tersine, ideolojilerle kültürün, genel olarak
toplumsal kişilikten kaynaklandığı; toplumsal kişiliğin, belli bir
toplumdaki varoluş biçimi tarafından şekillendirildiği; ve buna karşılık
egemen kişilik özelliklerinin, toplumsal süreci biçimlendiren üretken güçler
haline geldiği noktalarından hareket ettik. Protestanlık ve kapitalizm ruhu
sorunuyla ilgili olarak da, ortaçağ toplumunun çöküşünün orta sınıfı tehdit
ettiğini, bu tehdidin güçsüz bir soyutlanma ve kuşku duygusu yarattığını, bu
ruhbilimsel değişikliğinse, Luther ve Calvin'in öğretilerini çekici
kıldığını, bu öğretilerin kişilikbilimsel değişiklikleri yoğunlaştırdığını
ve tutarlı kıldığını, ve böylece gelişen kişilik özelliklerinin, ekonomik ve
siyasal değişiklikler sonucu ortaya çıkan kapitalizmin gelişmesinde üretken
güçler haline geldiğini göstermeye çalıştım.
Faşizmle ilgili olarak da aynı açıklama yöntemi uygulandı: aşağı orta sınıf,
tekellerin artan gücü ve savaş sonrası enflasyon gibi belli ekonomik
değişikliklere belli kişilik özelliklerinin, yani sadist ve mazoşist
eğilimlerin yoğunlaşmasıyla tepki gösterdi; Nazi ideolojisi, bu özelliklere
seslendi ve onları yoğunlaştırdı; bunun üzerine yeni kişilik özellikleri,
Alman emperyalizminin yayılmasını destekleyen etkili güçler haline geldi.
Her iki durumda da, belli bir sınıfın yeni ekonomik eğilimlerin tehdidi
karşısında, bu tehdide ruhbilimsel ve ideolojik olarak tepki gösterdiğini;
ve bu tepkinin yarattığı ruhbilimsel değişikliklerin o sınıfın ekonomik
çıkarlarıyla çelişse bile, bu ekonomik güçlerin gelişmesini hızlandırdığını
görüyoruz. Toplumsal süreçte, ekonomik, psikolojik ve ideolojik güçlerin şu
şekilde işlediğini görüyoruz: insan kendisini değiştirerek değişen dışsal
durumlara tepki gösteriyor ve bunun karşılığında, ruhbilimsel etmenler de,
ekonomik ve toplumsal sürecin şekillenmesine yardımcı oluyor. Ekonomik
güçler etkin ama bunlar, ruhbilimsel güdüler olarak değil, nesnel koşullar
olarak görülmeli; ruhbilimsel güçler etkin, ama tarihsel olarak kendilerini
koşullandırdıkları kabul edilmeli; fikirler etkin, ama bunlar da, bir
toplumsal grup üyelerinin kişilik yapısının bütününde kök salmış fikirler
olarak değerlendirilmeli. Ekonomik, ruhbilimsel ve ideolojik güçler
arasındaki bu karşılıklı bağımlılığa karşın, her biri de belli bir
bağımsızlığa sahip. Bu, özellikle doğal üretken güçler, teknik, coğrafik
etmenler gibi nesnel etmenlere bağımlı olduğundan kendi yasalarına göre
gerçekleşen ekonomik gelişme için geçerli. Ruhbilimsel güçlere gelince, aynı
şeyin burada da geçerli olduğunu belirtmiştik; bu güçleri de dışsal yaşam
koşullan biçimlendiriyor, ama onların aynca kendilerine ait bir dinamizmi
var; yani, ruhbilimsel güçler, bir kalıba dökülebilmekle birlikte, kökünden
sökülüp atılamayan insan gereksinimlerinin anlatımı, ideolojik alanda da
toplumsal yasalarda ve tarih boyunca elde edilen bilgi bütününün geleneğinde
kök salmış benzer bir özyönetim görüyoruz.
İlkemizi, toplumsal kişilik açısından bir kez daha ifade edebiliriz:
Toplumsal kişilik, insan doğasının toplum yapısına dinamik uyarlanmasının
sonucu olarak ortaya çıkar. Değişen toplumsal koşullar, toplumsal kişiliğin
değişmesi yani, yeni gereksinimlerin ve kaygıların ortaya çıkması sonucunu
doğurur. Bu yeni gereksinimler, yeni fikirlerin ortaya çkmasına yol açar ve
insanlan bu yeni fikirlere duyarlı hale getirir; bu yeni fikirlerse, yeni
toplumsal kişiliği yoğunlaştırma ve sağlamlaştırma, insanın edimlerini
belirleme eğilimi gösterir. Başka deyişle, toplumsal koşullar, kişilik
aracılığıyla ideolojik görüngüyü etkiler; kişilikse, toplumsal koşullara
edilgin uyarlanmanın sonucu değil, ya biyolojik olarak insan doğasında
doğuştan var olan, ya da tarihsel evrim sonucu varlık kazanan unsurlar temel
alınarak gerçekleştirilen dinamik bir uyarlanmanın sonucudur.