Yeni-Freudcuların Freud'cu çevreden uzaklaşmalarının üzerinden uzun
yıllar geçmiş olsa da, bu iki grubu karşılaştırdığımızda, aralarında
onların fark edebildiğinden çok daha fazla sayıda benzerliğe rastlarız.
Bu nedenle Yeni-Freud'cu kuramları Freud'un temel psikanalitik
yaklaşımının daha ayrıntılı ele alınmış biçimi olarak kabul edip, bu
bölümde ele alınan araştırmaların hem Freud'cu hem de Yeni-Freud'cu
kişilik yaklaşımlarını ilgilendirdiğini söylemeliyiz. Kuramcılar
yaptıkları araştırmalarda önce psikanalitik kuramın getirdiği kavramları
incelemiş, sonra kendi düşünce yöntemlerini geliştirmişlerdir.
Öncelikle kaygı ve başa çıkma stratejileri üzerine yapılan araştırmalarla başlayacağız. Psikanalitik kuramcıların çoğu, kaygının ve savunma mekanizmalarının kaynağını bilinçaltı olarak kabul etse de yakın zamanlı araştırmalar, insanların kaygının bilincinde olduğunu ve kaygıyı azaltmak ya da yok etmek için bilinçli çaba gösterdiğimizi söylemiştir. Biz de insanların stresli olaylarla başa çıkmak için kullandıkları bazı yöntemlere ve bu yöntemlerdeki bireysel farklılıklara göz atacağız.
20-30 yıl kadar önce, saldırganlığın kaynağını inceleyen araştırmacılar Freud’un engellenme ve saldırganlık arasındaki ilişkiye dönük görüşünü yeniden yorumladılar. Bu psikologlar yüceltme, yer değiştirme ve katarsis gibi birçok Freud'cu kavramı yazılarında kullandılar. Engellenme ve saldırganlık arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmaların sonuçları, daha sonra bu araştırmacıları farklı alanlara yönelttiyse de bu noktada Freud'un mirası reddedilemez.
Bunların dışında, çocuk ve anne baba ilişkisi ile yetişkinlerdeki bağlanma biçimleri arasındaki bağlantıdan söz edeceğiz. Yeni-Freud'cu yaklaşımın “nesne ilişkileri kuramı”nı ele alan araştırmacılar, insanların eşlerine duyduğu bağlılığın kökeninin, çocuklukta anne babalarıyla olan ilişkide yattığını belirlemişlerdir. Araştırmalar, bağlanma tarzındaki bireysel farklılıkların, yetişkinlerin romantik ilişkilerini etkileyebileceğini de ortaya çıkarmıştır.
Kaygı ve Başa Çıkma Stratejileri
Bazı yazarların belirttiği gibi bir kaygı çağında mı yaşıyoruz? Öğleden sonra parklarda yürüyüşlere çıktığımız, akşamları balkonumuzda oturup dinlendiğimiz günler artık yerini, sürekli daha çok çalışmanın ve diğerlerinden daha iyi olmanın getirdiği baskıya mı bıraktı? Her yerde karşımıza çıkan masaj, meditasyon, gerginlik giderici ilaç ve tatil reklamları ve haberleri, birçok insanın sürekli gerginlik içinde yaşadığının bir göstergesi. Kaygılarımız mı artıyor, yoksa sadece daha mı çok şikayet ediyoruz? Bu soruya yanıt vermek için bir araştırmacı, l 950'lerden 1990'lara kadar yapılan çalışmalardaki kaygı ortalamalarını incelemiştir (Twenge, 2000). 40 yıl içinde kaygı ortalamaları artış göstermiştir; ayrıca 1 980’lerden itibaren, ortalama bir Amerikalı çocuğun kaygı düzeyi, 1950'lerdeki çocuk psikiyatri hastalarının kaygı düzeyinden daha yüksek çıkmaya başlamıştır. Verilerin gösterdiğine göre, gerçekten de bir kaygı çağına girmiş durumdayız.
Kaygı ve kaygı giderici stratejiler, birçok psikanalitik kuramcının çalışmalarında önemli bir rol oynar. Kaygının değişik tanımları bulunsa da (Monat & Lazarus, 1985), araştırmacılar kaygının hoş olmayan duygusal bir deneyim olduğu konusunda uzlaşır. Kaygılı olduğunuzda sıkıntı, panik, korku ve dehşet duyguları yaşarsınız. Örneğin, birdenbire tutuklandığınızda ya da en büyük sırlarınızı yazdığınız günlüğünüzün arkadaşlarınızın eline geçtiğini fark ettiğinizde, büyük olasılıkla bu tip duygusal bir deneyim yaşamış olabilirsiniz.
Freud, meslek hayatı boyunca kaygı konusundaki görüşlerini birkaç kez değiştirmiş olsa da, bu konudaki son çalışmasında üç tip kaygı belirlemiştir. Birincisi, gerçeklik kaygısı ya da nesnel kaygıdır ve gerçek dünyada algılanan tehdide verilen bir tepkidir. Eğer bir yabancı tarafından takip edildiyseniz ya da son saniyede bir trafik kazasından yara almadan kurtulduysanız bu tip bir kaygı yaşamışsınızdır. Gerçeklik kaygısında kişi, duygusal tepki vermesine neden olan tehlikeli durumun farkındadır.
Tahmin edeceğiniz üzere Freud, bilinçli düşüncelerle çok ilgilenmemiştir. Bu nedenle, ağırlıklı olarak diğer iki tip kaygının üzerinde durmuştur: nevrotik kaygı ve ahlaki kaygı. Bu ikisinde de kaygımızın kaynağından haberdar değilizdir. Nevrotik kaygı, altbenlik dürtülerinin tehlikeli bir şekilde bilinç düzeyine çıkmak üzere olduğu zaman yaşanır. Bu tip kaygı, benliğin savunma mekanizmalarını kullanmasına neden olur. Ahlaksal kaygı ise altbenlik dürtülerinin, üstbenliğin sıkı ahlaki kurallarına karşı geldiği zaman ortaya çıkar. Bunun sonucunda insan, suçluluk duygusu duyar.
Yeni-Freud’cu kuramcıların çoğu, Freud'un kaygıyla ilgili görüşlerini benimsemiş ve kendi yazılarına uyarlayarak kullanmışlardır. Örneğin Sullivan (1953), kaygının kendi kuramında bir köşe taşı olduğunu belirtir. Horney’in tanımladığı nevrotik başa çıkma yöntemleri de, kaygıyı azaltmak ve kaygıdan tamamen kaçınmak için kullanılır. Bu kuramcılar, kaygıyla ilgili yaşanan bazı deneyimlerin bilinçaltı çatışmalardan kaynaklandığını söyleyen Freud’cu görüşü kabul eder, ancak Freud'dan farklı olarak bu süreçte kişiler arası ilişkilerin ve kültürün daha belirleyici olduğunu öne sürerler. Örneğin Sullivan, kaygının başkalarıyla sağlam ilişkiler kurarak aşılabileceğini söyler ve buna kişiler arası güvence adını verir. Horney de bilinçaltı dürtülerin kaygıyı tetiklediğini, ancak kaygının özellikle, bu dürtüler kültürel ölçütlerle çatıştıkları zaman yaşandığını belirtir.
Adler, Anna Freud ve diğer Yeni-Freud’cu psikologlar, kaygıyla başa çıkma taktiklerine insanların kullandığı bilinçli ve kasıtlı yöntemleri de ekleyerek Freud’cu kuramı genişletmişlerdir (Snyder, 1988). Bu kuramcılar, kaygıyla başa çıkmada kullanılan bilinçli çabaları açıklarken, Freud’un mirasını da benimsediklerini göstermek amacıyla, bilinçaltı savunma mekanizmalarına atıfta bulunurlar. Bugün bir kişinin bir şeyi inkar ettiğini söylüyorsak, kişinin bu olayı tamamen bilinçli yaptığını kastediyor da olabiliriz. Bu bölümde insanların yaşamlarındaki stres kaynaklarıyla başa çıkmak için gösterdikleri bilinçli çabalan inceleyen araştırmaları ele alacağız.
Psikanalitik Kavramlar ve Saldırganlık
‘İnsanlar sevilmek isteyen nazik yaratıklar değil, tam tersine içgüdüsel eğilimleri arasında saldırganlığın önemli bir payının bulunduğu yaratıklardır.”
-SİGMUND FREUD
Diyelim bir akşam kütüphanedesiniz ve derslerinizden birisi için bir dergiden makale okuyorsunuz. llk birkaç sayfadaki süslü cümleleri ve teknik kavramları güç hela okudunuz ve ilerleyen sayfalarda makalenin biraz basitleşmesini dilediniz. Makalenin en önemli noktasına geldiniz, her bir sözcüğü yavaş yavaş ve dikkatle okudunuz. Ancak, hala tek bir sözcük bile anlamış değilsiniz. Son paragraflara doğru ilerlediniz; ancak oradan da bir şey çıkaramadınız. Bir kere daha baştan okumayı denediniz; ama değişen bir şey olmadı. Hem zamanınız hem de sabrınız gittikçe azalıyor. Kendinizi nasıl hissedersiniz? insanların çoğu böyle bir deneyim karşısında büyük bir düş kırıklığı yaşar. Bunun sonucunda masaya bir yumruk indirip, içlerinden yazara küfür edebilirler. Hatta koşullar uygunsa dergiyi odanın diğer ucuna fırlatıp atabilirler. Bu örnekte anlatılan şey, engellenme ve saldırganlık arasında sık sık gözlemlenen ilişkidir.
Saldırganlık, üzerinde önemle durulan bir kavramdır. Çocukların oyunlarındaki kavgalardan, sokak çatışmalarına ve savaşa kadar, bir insanın diğerine acı verme çabası belki de en çok araştırılmış insan davranışıdır. Doğal olarak psikanalitik yaklaşım da bu konudaki görüşlerini bildirmiştir. Engellenme ve saldırganlık arasındaki ilişkiyi açıklama çabasına, ilk olarak Freud'un yazılarında rastlanır. Freud, ilk başta saldırganlığın engellenmiş libidodan kaynaklandığını öne sürmüştür. Haz peşinde koşan dürtümüz engellendiğinde, o engele saldırmak için “ilksel tepki” oluştururuz. Doğal olarak benliğimiz neşemizi kaçıran şeye ya da insana saldırmamamız için bizi tutar. Bu nedenle saldırganlığımız çoğu zaman yer değiştirir. istediğimiz kadar hızlı gitmemizi engelleyen polis memuruna bağıramadığımız için bu saldırgan dürtümüzü çalışanlarımıza, arkadaşlarımıza ya da aile üyelerimize bağırarak dışa vururuz.
Freud sonraları saldırganlığın nedenleri üzerine görüşlerini değiştirmiştir. 1. Dünya Savaşı’nda insanların kitleler halinde öldüğüne tanıklık eden Freud, ölüm içgüdüsü anlamına gelen Thanatos kavramını geliştirmiştir. Freud hepimizin kendimize zarar vermek için içgüdüsel bir istek duyduğumuzu belirtmiştir. Ancak sağlam işlev gösteren bir benlik, kişinin kendini yok etmesine izin vermeyeceği için, bu içgüdümüz başkalarına yönlenir. Araştırmacıları engellenme ve saldırganlık arasında ilişki kurmaya iten şey, aslında Freud'un ilk çalışmalarıdır. 1939'da bir grup psikolog, Freud'un çalışmalarını kendi dillerine çevirmiş ve bazı değişiklikler yaparak engellenme-saldırganlık hipotezini geliştirmiştir (Dollard, Doob, Miller, Mowrer, Sears, 1939). Bu psikologların çoğu kendilerini davranışçı olarak tanımlasalar da, kuramlarındaki psikanalitik etki açıkça ortadadır.
Engellenme-saldırganlık hipotezi, “Saldırganlık her zaman engellenmenin bir sonucudur... Saldırgan davranışın ortaya çıkışı her zaman engellenmenin varlığını gösterir ve engellenme her zaman bir tür saldırganlığa yol açar” demektedir (s.l, italikler sonradan). Bu hipotezin en çekici yönü basitliğidir. Psikologlar saldırganlığın sadece bir nedeni olduğunu (engellenme) ve engellenmeye verilecek tek bir tepki olduğunu (saldırganlık) belirtir. Onur listesine girme çabaları engellenen bir öğrencinin, topa istediği gibi vuramayan bir futbolcunun, peynir bulamayan bir farenin tepkisi hep saldırganlık olmalıdır. Saldırgan bir şekilde davranan herkesin de mutlaka bir engellenme yaşamış olduğu öngörülür.
Araştırmacılar saldırganlığın ne zaman sonlanacağını açıklamak için, bir başka psikanalitik kavram benimsemişlerdir. Saldırganlığımızın, katarsis yaşadığımızda, yani gerginliğimiz boşaldığında durduğunu belirtirler. Freud, katarsis’i psişik enerjinin boşalması şeklinde açıklar. Ancak saldırganlık üzerine araştırmalar yapan araştırmacılar gerginliği; uyarılma, enerji düzeyi ve kas gerginliği bağlamında tanımlanırlar. Engellenen öğrenci ayakkabılarını odanın diğer ucuna tekmeleyerek savurunca, beysbol oyuncusu sopasını duvara çarpınca içindeki gerginliğin azaldığını hisseder. Engellenme gerginliği tekrar arttırana kadar, öğrencinin ya da beysbol oyuncusunun başka bir öfke gösterisi daha yapmasını beklemeyiz.
İlk bakışta, engellenme-saldırganlık hipotezi gayet mantıklı gelir. Siz de anlaşılması çok zor bir kitabı duvara fırlatmak istemiş olabilirsiniz. Uzun bir kuyrukta birisinin size hafifçe omuz atmasının nasıl öfke dolu bir tartışmaya dönüşebileceğini hepimiz görmüşüzdür. Ancak, yaşadığımız bütün engellenme deneyimlerine böyle tepki verecek olursak, zamanımızın çoğunu saldırgan bir şekilde geçirmemiz gerekir. Bu soru üzerine bazı kuramcılar bu konudaki düşüncelerini değiştirmişler ve yine psikanalitik kuramlardan destek almışlardır (Doobs Sears, 1939, Miller, 1941, Sears, 1941). Bu araştırmacılar, engellenmenin bazen dolaylı saldırganlığa neden olabileceğini söylemişlerdir. Dolaylı saldırganlık, birkaç şekilde dışa vurulabilir. Bunlardan biri, can sıkıcı çalışma koşullarının acısını eşinizden çıkartmak gibi, saldırganlığın yerini değiştirmektir. Diğeri de dolaylı bir şekilde saldırıya geçmektir.
Makineye vurmak size istediğiniz içeceği ya da paranızı vermeyecektir ama kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayabilir. Bu durumda içeceği elde edememekten kaynaklanan engellenme saldırganlığa yol açar, vurmak ise gerginliğin katarsisle rahatlamasını sağlar.
Örneğin patronumuza vuramayız; ama işini zorlaştırabilir, hatta hakkında asılsız dedikodular çıkarabiliriz. Psikanalitik kuramdan ödünç alınmış bir başka kavram olan yüceltme yöntemini de kullanabiliriz. Örneğin, engellenmiş bir kişi üç beş kilometre koşarak ya da basketbol gibi yorucu bir spor yaparak gerginliğini azaltabilir. Engellenme her zaman saldırganlığa neden olabilir ancak ortaya çıkış şekli her zaman gözle görünür olmayabilir.
Engellenme-saldırganlık hipotezi ve benzerleri üzerinde çok sayıda araştırma yapılmıştır. Aşağıdaki bölüm, bu araştırmaların üzerinde durduğu üç konuyu ele alır. Bu konuların hepsi psikanalitik kuramın etkisi altındadır: engellenme, yer değiştirme ve katarsis.
Engellenme ve Saldırganlık
Toplumdaki engellenme ve saldırganlık arasındaki ilişkiye pek çok yerde rastlanabilir. Örneğin bir araştırmada ilkokul öğrencilerine sınıf arkadaşlarından hangilerinin itip kakmak, omuz vurmak gibi saldırgan davranışlar gösterdiği sorulmuştur (Guerra, Huesmarın, Tolan, Van Acker, Eron, 1995). Araştırmacılar en saldırgan çocukların, yaşamlarında en yüksek düzeyde stres ve engellenme yaşayanlar arasından çıktığını belirlemişlerdir. lşten çıkarılan yetişkinlerin saldırgan davranışlarını inceleyen bir başka araştırma da, işini kaybeden deneklerin, hala bir işi olan deneklere göre eşine vurmak gibi şiddet eylemine bulaşma olasılığının altı kat daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır (Catalano, Dooley, Novaco, Wilson, Hough, 1993). ikili bir araştırmada da İsrail’deki toplumsal ve siyasal koşullar ile şiddet suçu oranları arasındaki ilişki ele alınmıştır (Landau, 1988; Landau Raveh,1987). Araştırmacılar, işsizlik gibi stres etmenleri arttığında adam öldürme gibi şiddet suçlarında da benzer bir artış yaşandığını tespit etmişlerdir.
Engellenme-saldırganlık hipotezini doğrudan sınayan araştırmalar, engellenmiş insanların engellenmemiş insanlardan daha saldırgan davranışlar gösterdiğini bulmuştur (Berkowitz, 1989). Örneğin bir araştırmada araştırmacılar mağaza, banka ya da bilet gişelerinde kuyrukta bekleyen insanları kasıtlı bir şekilde kışkırtmıştır (Harris, 1974). Önceki araştırmalar, insanlar hedeflerine yaklaştıkça engellenme duygusunun arttığını gösterdiği için, araştırmacılar da kuyrukta üçüncü sırada ya da on ikinci sırada bekleyen kişilerin önüne geçmeye çalışmışlardır. Önüne geçtiği insanın tepkisini görmek için arkasına dönüp bakan araştırmacı, 20 saniye beklemiş ve özür dileyip sıradan çıkmıştır. Tehdit edici yorum, itme kakma gibi her türlü sözlü ve sözlü olmayan saldırganlık tepkileri kodlanmış ve ortaya Şekil 6.1'deki gibi bir sonuç çıkmıştır. Beklendiği gibi, sıranın önündeki engellenmiş insanlar, sıranın arkasındaki insanlara göre daha çok saldırganlık göstermişlerdir.
Değişik kaynaklardan alınan veriler, engellenmenin saldırganlığın bir nedeni olduğunu gösterir. Bu sonuç, özgün engellenme-saldırganlık hipotezinin bir boyutunu doğrulasa da günümüzde saldırganlık konusunda araştırma yapanlar, özgün modelin çok sınırlı olduğunu söyler. Yani engellenme, saldırganlık olasılığını arttıran birçok olumsuz duygudan birisidir (Berkowitz, 1989, 1994, 1998; Lindsay & Anderson, 2000). Bizi engelleyen şeyler hoş değildir, biz de engelleyici koşullar saldırganlığımızı tetiklediğinde bu nahoşluğa tepki gösteririz. Bu analize göre, her türlü hoş olmayan duygu saldırganlığı arttırmalıdır. Örneğin araştırmacılar rahatsız edici derecede yüksek hava sıcaklığının bir noktaya kadar saldırganlığı arttırdığını bulmuşlardır (Anderson & Anderson, 1998). Benzer şekilde, rahatsız edici sigara dumanı ve yüksek ses de etrafımızdaki kişilere son derece nahoş gelebilir (Berkowitz, 1989). Yani sorun, bir olayın engelleyici olup olmaması değil, ona eşlik eden duygunun ne derece nahoş olduğudur.
Engellenme ve saldırganlığa bu yeni bakış açısının, özgün hipoteze güre bazı üstünlükleri vardır. Birincisi, yeni model engellenmenin neden her zaman saldırganlığa yol açmadığını açıklar. Engellenme ne kadar nahoş algılanıyorsa, saldırganlığı da o kadar tetikleyebilir. İkincisi,
tığına ya da arttırdığına da bir açıklama getirir. Örneğin, eğer oda arkadaşınız, kitaplarınızı arabasının arkasında unutup hafta sonu kendi evine gittiyse, o kitaplardan yapılacak bir sınavdan düşük not aldığınızda kendinizi çok engellenmiş hissedebilirsiniz. Ama eğer kitapları kasten alıp gittiğini değil de, sırf unuttuğu için böyle yaptığını düşünürseniz, bu engellemeye karşı göstereceğiniz tepki daha farklı olabilir. Olumsuz duygular yaratan düşünceler, yaşadığınız deneyimi daha da hoşa gitmeyen bir hale getirip saldırganlık olasılığını arttırırken; olumsuz duyguları azaltan düşüncelerin, saldırganlığa neden olma olasılığı daha düşüktür.
Saldırganlığın Yer Değiştirmesi
Birçoğumuz bazen aslında o durumda göstermemiz gerekenden daha fazla tepki göstererek arkadaşımıza bağırdığımız için, sonradan pişmanlık duyarız. Bu öfke gösterisine genelde ”Senin neyin var bugün?” ya da “Sol tarafından kalktın galiba” gibi bir yanıt gelebilir. Biraz sakinleştikten sonra öfkenizin nedeninin arkadaşınız değil de, ödevden aldığınız düşük bir not ya da hafta sonu fazladan çalışmanızı isteyen patronunuz olduğunu fark edebilirsiniz. Bu gibi olaylar, engellenme-saldırganlık hipotezinin ilk hallerinden çıkarılan bir kestirime örnek olarak verilebilir. Yani, engellenme kaynağımıza her zaman doğrudan saldıramayız. Bunun yerine, engellenmekten doğan öfkemizi, aslında bunu hak etmeyen birisine yönlendiririz. Öfkenin gerçek hedefini, bu dolaylı hedeflerle değiştirmek bir öğretmene ya da patrona saldırmaktan daha az tehlikelidir.
Yapılan pek çok araştırma, saldırganlığımızı doğrudan bizi engelleyen kaynağa değil de, masum bir hedefe yönlendirdiğimizi kanıtlar (MarcusNewhall, Pedersen, Carlson,& Miller, 2000). Bu araştırmalardan birinde, deneklere bir harf bulmacası sorulmuştur (Konechi & Doob). Araştırmacının görevlendirdiği bir kişi, deneklerin bir kısmını soru çözerken sürekli rahatsız etmiştir. Deneklerin geri kalanına ise soru üzerinde rahatsız edilmeden düşünme fırsatı verilmiştir. Deneklerden daha sonra yaratıcılık testinde bir başka deneği değerlendirmeleri istenmiştir. Değerlendirme elektrik şoku aracılığıyla gerçekleşecektir. Deneklere yaratıcı olmayan bir yanıt duyduklarında karşılarındaki kişiye şekil 6.2 Verilen Ortalama Şok Sayısı Kaynak: Konechi ve Doob'dan alınmış veriler (1972).
Acı verici (ama zararsız) şoklar vermeleri söylenmiştir. Deneklerin karşılarındakine verdikleri elektrik şokunun sayısı da saldırganlığı ölçmek üzere kullanılmıştır.
Yer değiştirme bu araştırmada nasıl sınanmıştır? Bazı deneklerin karşısına, daha önce soru çözerken onları rahatsız eden kişi çıkarılmıştır. Geri kalan deneklerin karşısına ise daha önce tanımadıkları birisi oturtulmuştur. Bu koşullar altında elde edilen sonuçlar Şekil 6.2'de gösterilmektedir. Soru çözerken kendilerini engelleyen kişiden öç alma şansı tanınan denekler, engellenmemiş deneklere göre daha fazla elektrik şoku vermiştir. Ancak tanımadıkları kişiye elektrik şoku vermesi istenen aynı denekler, engellenmemiş deneklere göre daha fazla şok vermiştir. Diğer bir deyişle, bu insanlar saldırgan eğilimlerini masum kişilere yönlendirmişlerdir.
Yer değiştirmiş saldırganlık, normalde kolaylıkla hoşgörü göstere; eğimiz ya da önemsemeyeceğimiz küçük bir rahatsızlık kaynağıyla karşılaştığımızda ortaya çıkabilir (Pedersen, Gonzales & Miller, 2000). Bu etkinin örneklerini engellenmiş bir annenin çocuğunun dağınık odasına aşırı tepki göstermesinde ya da basketbol oyuncusunun oynadığı kötü oyunun acısını, kendisine sertçe çarpan rakibine patlayarak çıkarmasında görebiliriz. Kısaca, engellenmenin yer değiştirmiş saldırganlığa yol açabileceğini destekleyen birçok deneysel araştırma yapılmıştır. Bu da engellenme-saldırganlık hipotezinin bir boyutunu, yani Freud'un bu konu üzerindeki özgün düşüncelerini doğrular.
Katarsis ve Saldırganlık
Sonradan pişmanlık duyacağımız bir şey yapmaktansa, öfkemizi biraz boşaltmamızın iyi olacağım söyleyen birilerini mutlaka duymuşuzdur. Yastıkları yumruklamamız ya da 10 dakika boyunca basket atmaya çalışmamız söylenmiştir. Bazı terapistler danışanlarına, gerginliklerini azaltmak için plastikten yapılma oyuncak bebeklere vurmalarını ya da köpükten kauçuktan yapılmış sopalar kullanmalarını söylemiştir. Buradaki düşünce, saldırganlık eğilimini danışanın sisteminden çıkartmak ve terapiye şiddetin olmadığı bir ortamda devam etmektir. Bu örnekler engellenme-saldırganlık hipotezinden yapılan bir başka kestirimi örneklemektedir: Saldırma gereksinimimiz gerginliğin boşaltılmasıyla azalır. Geleneksel olarak da bu görüş kabul edilir. Çoğu insan, engellenmeyle baş etmenin en iyi yolunun, duygularımızı zararsız bir hedefe yöneltmek olduğuna inanır. Sorun, bu yaygın inanışın aslında yanlış olmasıdır.
Bir araştırmada deneklere kompozisyon yazdırılmış ve bunların başka bir denek tarafından değerlendirileceği söylenmiştir (Bushman, 2002). Bu kişinin değerlendirmesi oldukça serttir, hatta kağıdın en altına “Şu ana kadar okuduğum en kötü kompozisyonlardan biri!” şeklinde bir not düşmüştür. Tahmin edileceği üzere bu durum denekleri oldukça rahatsız etmiştir. Daha sonra, öfkeli deneklerin bir kısmına, yazdıkları kompozisyonu okuyan ve onlara hakaret eden kişinin resmine bakarak bir kum torbasına istedikleri kadar yumruk atma fırsatı verilmiştir. Başka bir kısım deneğe de kum torbasına yumruk atma fırsatı verilmiştir ancak deneklerden bunu sadece spor amaçlı yaptıklarını düşünmeleri istenmiştir. Deneklerin geri kalanı ise hiçbir şeye vurmadan sadece birkaç dakika, sessiz bir şekilde oturmuştur. Şekil 6.3’te gösterildiği gibi öfkenin boşalmasına dönük geleneksel görüş işe yaramamıştır. Kendilerine hakaret eden kişiyi düşünerek kum torbasına vuran denekler, daha sonra yapılan ölçümde en öfkeli grubu oluşturmuş, üstelik kızgın oldukları kişiye zarar verme fırsatı tanındığında, en saldırgan davranışı göstermiştir. İnsanların bu konudaki önerilerinin tersine, en az kızgın ve en az saldırgan denekler, hiçbir şeye vurmadan sakin bir şekilde oturan grup olmuştur.
Kaynak: Bushman’dan uyarlanmıştır (2002).
Özgün engellenme-saldırganlık hipotezi, engellenmiş insanların saldırgan bir şekilde davranmalarına izin vermenin gerginlik azaltıcı bir katarsis sağlayacağını, bunun da saldırganlık gereksinimini azaltacağını öne sürer. Bu kavramla tutarlı olarak bazı araştırmalar, deneklerin bir başka insana saldırmalarına izin verildiği zaman fizyolojik uyarılmalarında ani bir düşüş gözlemlemiştir (Geen, Stormer, Shope,1975; Hokanson Edelman, 1966). Ancak bu gözle görülür katarsis, saldırganlıkta bir azalmaya neden olmakta mıdır? Yani engellendikleri zaman insanları saldırgan bir şekilde davranmaya teşvik etmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Saldırganlık bir sonraki saldırganlığı azaltmadığı gibi, araştırmaların gösterdiğine göre, çoğu zaman saldırma eğilimini arttırır (Bushman, Baumeister, Stack, 1999).
Bir araştırmada deneklere birbirini izleyen üç görev verilmiştir (Geen ve diğerleri, 1975). Denekler önce bazı tartışmalı konularda görüşlerini bildirmiştir. Bir başka denek de (araştırmacılardan biri), görüş bildiren deneğe az ya da çok sayıda elektrik şoku vererek görüşlerinin niteliğini değerlendirmiştir. Böylelikle deneklerin bir kısmı öfkelendirilmiştir. Daha sonra denekler yer değiştirmiştir. Bu sefer araştırmacı deneğe, yaptığı hatalardan dolayı elektrik şoku verilecektir. Denekler bazen şoku kendileri vermiştir, bazen deney yürütücüsünü şok verirken izlemiştir, bazen de araştırmacı deneğe hiçbir şok verilmemiştir. Engellenme-saldırganlık hipoteziyle tutarlı olarak, kızgın deneklere, araştırmacı denekle ödeşme şansı tanındığında, kan basınçlarında önemli bir düşüş, yani katartik bir tepki gözlenmiştir.
Çalışmanın ana noktası son bölümündedir. Engellenme-saldırganlık hipotezine göre, gerginlik boşaltıldığı için, araştırmacı deneğe saldırma fırsatı tanınan deneklerin, verilmeyenlere göre daha az saldırgan davranış göstermesi beklenir. Bu kestirimi sınamak için araştırmacı, bütün deneklere, bir sonraki görevindeki başarı düzeyini değerlendirmek amacıyla, araştırmacı deneğe şok verme fırsatı tanımıştır. Denekler, karşılarındaki kişinin her hatasında, şoku 1’den (hafif) 10'a kadar yükseltebileceklerdir. Tablo 6.2'de gösterildiği gibi, araştırmacı denekle ödeşen denekler, kendilerine bir şans daha tanındığında aynı kişiye en yüksek saldırganlığı göstermiştir.
Benzer sonuçlar, birkaç araştırmada daha alınmıştır. Saldırgan davranmak gerginliği azaltsa hile, tahmin edilenin tersine saldırganlıkta bir artışa neden olur. Peki, neden böyle bir durum yaşanır? Araştırmacılar bunu açıklayan bazı nedenler bulmuştur (Geen & Quanty, 1977). Saldırgan davranmak, engellerin kalkması gibi bir duruma yol açar. Diğer bir deyişle hepimiz başka insanlara fiziksel olarak zarar vermek konusunda güçlü çekincelere sahibizdir. Ancak bu kuralı bir kez çiğnediğimizde, bir dahaki sefere de çiğnemekte zorlanmayız.
Saldırganlığın saldırganlığı beslemesine neden olan bir diğer etken de, saldırgan işaretlerin varlığıdır. Şiddetle bağdaştırdığımız şeyleri görmek (örneğin bir silah), çoğu zaman saldırganlığı arttırır. Kendi saldırgan eylemlerimizi gözlemleyerek kendimizi daha fazla saldırganlığa teşvik edebiliriz. Hatta bu şiddet işaretleri, saldırganlıkla ilişkili diğer anılan ve duygulan da ortaya çıkarabilir. Bu saldırgan düşünceleri ve duygulan harekete geçirmek, daha fazla saldırgan davranışa neden olur. Araştırmacılar bazen bir kum torbasını yumruklayan ya da bağırarak diğer deneği yumruklayan insanların, kendilerini daha iyi hissettiğini bulgulamışlardır (Bushman, Baumeister, & Philips, 2001; Bushman ve diğerleri, 1999).
Bağlanma Tarzı ve Yetişkin ilişkileri
İnsanlara kendilerini neyin mutlu ettiğini sorarsak, çoğu zaman diğer insanlarla kurdukları ilişkilerden söz ederler (Myers, 1992). Yaşamdaki değerli şeylerin sıralamasını yaparken meslek, kişisel başarılar ve maddi varlıklar, genellikle sevdiğimiz insanların ardından aklımıza gelir. Erikson ve Sullivan da, özellikle ergenlik ve erken yetişkinlikte derin ve anlamlı ilişkiler kurmanın, yerine getirmemiz gereken en önemli görevlerden biri olduğunu söylemiştir. Ne yazık ki, ilişkilerimiz en büyük mutluluk kaynağımız olabildiği gibi, bazen de en büyük stres kaynağımız olabilir. Yetişkinlerin çoğu, bir ya da birkaç nedenden dolayı yürütemediği ilişkiler yaşamıştır. Duygusal açıdan soğuk bir insana karşı ilgi duymuş, bundan dolayı bir düş kırıklığı yaşamış olabilirsiniz. Eşinizin size son derece bağımlı olduğu ve bu yüzden sizi boğduğunu düşündüğünüz bir ilişkiniz de olmuş olabilir. Eğer şanslıysanız, güvenilir ve duygusal olarak size karşılık veren romantik bir eş bulmuşsunuzdur. Ancak bazı insanların ilişkilere bu kadar kolay girebilmesinin, bazılarının ise zorlanmasının nedeni ne olabilir? ilişkilerin yürüyüp yürümemesinin altında pek çok neden yatar. Ancak yakın bir zamanda yeniden ortaya çıkan yaklaşım, yetişkinlerin romantik ilişkilerdeki davranışlarını anlamak için, kişilerin çocukluk deneyimlerine bakmak gerektiğini söylüyor. Yeni-Freudcular bu görüşü ilk öne sürdüklerinde, romantik eşlerimizle olan ilişkimizin, çocukken anne babamızla olan ilişkimizin bir yansıması olduğunu belirtmişlerdir. Yakın zamanlı araştırmalar da bu görüşü destekler niteliktedir.
Nesne İlişkileri Kuramı ve Bağlanma Kuramı
20. yüzyılın ortalarında Freud’un kişilik kuramını genişleten psikologlara, nesne ilişkileri kuramcıları adı verilir. Bu psikologların önde gelenleri arasında Melanie Klein, Donald Winnicot, Margaret Mahler ve bağlanma kuramına göre anne babalarıyla sevgi dolu, güvenli ilişkiler yaşayan çocuklar bilinçaltlarında, yetişkin olduklarında güvenli ilişkiler hurmalarını sağlayan örnekler geliştirirler.
Heinz Kohut sayılabilir. Bu kuramcılar, nesne ilişkileri kuramının farklı yorumlarını sunmuş olsalar da, bakış açılarının benzer olduğu temel ilkeler vardır. Birinci olarak, diğer Yeni-Freudcular gibi nesne ilişkileri kuramcıları da erken çocukluk deneyimlerine büyük önem verir. Ancak, Freud’un tanımladığı iç çatışmalar ve dürtüler yerine, bu psikologlar çocuğun yaşamında önemli yeri olan kişilerle olan ilişkileriyle ilgilenirler. Çoğu durumda bu kişi çocuğun ebeveynleri, özellikle de annesidir. ikinci olarak, adından da anlaşılacağı gibi nesne ilişkileri kuramcıları, çocuğun bilinçaltında, çevresindeki önemli nesnelerin yansımalarını oluşturduğunu belirtir. Çocuğun anne ve babasının bilinçaltındaki yansımaları, anne ve baba yanında olmadığı zamanlarda da çocuğun onlarla ilişkilendirdiği bir nesne görevi görür. Çocuğun anne ve baba imgelerini içselleştirme tarzı, gelecekte bir ilişkiye girdiğinde, karşısındaki kişiyi ne gözle göreceğinin temelini oluşturur. Başka bir deyişle, çocukların anne babalarına duyduğu bağlılık, yetişkin olduklarında başkalarıyla anlamlı ilişkiler kurma becerilerini etkiler.
Nesne ilişkileri kuramı, bağlanma kuramı için de bir sıçrama tahtası olmuştur. Bu kurama en büyük katkıları John Bowlby (1969, 1973, 1980) ve Mary Ainsworth (1989; Ainsworth, Blehar, Waters & Wall, 1978) yapmıştır. Bu psikologlar; çocuklar ve onları yetiştirenler, özellikle de anneleri arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Bowlby buna bağlanma ilişkileri adını verir; çünkü bizi destekleyici ve koruyucu bir insanla bağlılık oluşturma gereksinimimizi karşılarlar. Bowlby özellikle kendilerini yetiştiren birincil kişiden ayrılan çocukların tepkileriyle ilgilenmiştir. Bazı çocuklar bu ayrılıkla gayet iyi başa çıkabilmiştir. Bu çocuklar annelerinin kısa bir süreliğine ayrıldığını, biraz sonra döneceğini, kendisine verdiği sevgi ve şefkate tekrar kavuşacaklarını bilirler. Ancak diğer çocuklar bu ayrılığa ağlayarak tepki gösterirler. Bazı çocuklar ise annelerinin yokluğunda umutsuzluğa kapılır, bazıları da anne tekrar yanlarına dönse bile, ondan uzak durarak tepkilerini gösterir.
Ainsworth ve meslektaşları da anneler ve çocuklarıyla ilgili benzer araştırmalar yapmış ve üç tür ebeveyn-çocuk ilişkisi belirlemişlerdir (Ainsworth ve diğerleri, 1978). Birinci tür, güvenli çocuk-anne ilişkisidir. Bu ilişkide anneler çocuklarına karşı ilgili ve duyarlıdır. Bu tür bağlılık geliştiren çocuklar, anneleri yanlarında olmasa hile ona ulaşabileceklerini bilirler. Güvenli çocuklar mutlu ve öz güven sahibi olmaya eğilimlidir. Bunun tersi türde ise kaygılı-kararsız bir ilişki vardır. Bu ikilide anne, çocuğun gereksinimlerine karşı ilgili ve duyarlı değildir. Anne ayrıldığında çocuk kaygılanır, çoğu zaman gözyaşlarına boğulur. Bu çocuklar, diğer yetişkinler tarafından sakinleştirilemez ve alışık olmadıkları durumlarda genelde korku duyarlar. Üçüncü olarak kaçınmacı ilişkiler vardır. Bu ilişkideki anneler de, çocuklarına karşı çok duyarlı değildir. Ancak çocuk bu tavra anneye karşı uzaklık ya da duygusal kopukluk geliştirerek tepki gösterir. Bu çocuklar, anne ayrıldığında çok kaygılanmaz, anne döndüğünde de ona çok ilgi göstermez.
Bağlanma kuramcıları, değişik bağlanma türleriyle ilgili gözlemlerini biraz daha ilerletmişlerdir. Nesne ilişkileri kuramcıları gibi, değişik ebeveyn çocuk ilişkilerinin, uzun vadede çocuğun sonraki ilişkilerinde etkili olduğunu savunmuşlardır. Bowlby, çocuğun kişiler arası ilişkiler için bilinçaltında bir model oluşturduğunu belirtir. Eğer çocuk erken dönemdeki ilişkilerinde sevgi ve güven gördüyse, kendini sevilmeye değer ve güvenilir bir insan olarak kabul eder. Ancak eğer çocuğun bağlanma gereksinimi karşılanmadıysa, çocuğun kendisiyle ilgili imgesi de zayıf olacaktır. “istenmeyen bir çocuk sadece anne babası tarafından değil, hiç kimse tarafından istenmediğine inanacaktır" der Bowlby (1973). “Çok sevilen bir çocuk ise sadece anne babasının şefkatinden değil, çevresindeki herkesin sevgi ve şefkatinden emin bir şekilde büyüyecektir" (s. 204-205).
Bu nedenle, bizi yetiştiren insanlarla olan deneyimlerimiz, sonraki ilişkilerimize dönük yaklaşımlarımızın temelini oluşturur. Eğer anne babalarımız bize karşı ilgili, sevgi dolu ve duyarlı oldularsa, başkalarıyla kuracağımız ilişkileri de sevgi ve destek kaynağı olarak görürüz. Eğer bağlanma ve sevgi görme gereksinimlerimiz karşılanmadıysa, şüpheci ve kimseye güvenmeyen insanlar oluruz. Nesne ilişkileri kuramcıları psikanalitik görüşten etkilendikleri için, bağlanma ilişkilerinin zihinsel modellerinin, çoğunlukla bilinçaltımızda yer aldığını söylerler.
Yetişkin Bağlanma Tarzları
Eğer bağlanma kuramcıları haklıysa, çocuklarda rastlanan farklı bağlanma tarzlarına uyan yetişkinleri de kolaylıkla ayırt edebilmemiz gerekir. Yani, Ainsworth ve diğerlerinin çocuklarda gözlemlediği, güvenli, kaçınmacı ve kaygılı-kararsız ilişki tarzları, bu çocuklar birer yetişkin olduğunda ve romantik ilişkilere girdiğinde su yüzüne çıkmalıdır. Güvenli yetişkinlerin başkalarına yaklaşmakta, güvenmekte ve romantik bir ilişkiye girmekte zorluk çekmemeleri beklenir. Öte yandan kaçınmacı yetişkinlerin, kendilerini sevdiğini söyleyen herkese şüpheyle yaklaşmaları ve insanlarla yakınlaşmaktan korkmaları gerekir. Bu insanlar, ayrılmanın kaçınılmaz olduğunu düşünerek bundan duydukları incinme korkusuyla duygusal bir bağlanma yaşamak istemezler. Kaygılı-kararsız yetişkinler de eşlerinin sevgisinden asla emin olamadıkları için aşırı taleplerde bulunabilir, bu durum da ilişkilerinin üstünde bir baskı oluşturabilir. Böyle kişiler aşırı ilgi bekledikleri için, romantik eş adaylarını korkutup kaçırabilirler.
Bu üç yetişkin bağlanma tarzını belirlemek ve ölçmek için yapılan ilk çalışmalar, Rocky Mountain News gazetesinde anket şeklinde yayınlanmıştır (Hazan & Shaver, 1987). Binden fazla okur, bu Colorado gazetesinde gördükleri “aşk testi”ni yapmış ve yanıtlarını postayla göndermiştir. Bu testteki sorulardan biri okuyuculardan, aşağıdaki üç tanımdan kendilerine en uygun olanını seçmesini istemekteydi:
- İnsanlara yaklaşmakta hiç zorlanmam, bağlanmakta ve bana bağlanılmasında bir sıkıntı yaşamam. Terk edilmekten ya da bir insanla çok yakın olmaktan dolayı çok sık kaygı duymam.
- Başkalarına yaklaşmaktan biraz rahatsız olurum; insanlara tamamen güvenemem, birisine bağlı olarak yaşayamam. Birisi bana yaklaşmaya çalışsa rahatsız olurum. Sevgililerim çoğu zaman olduğumdan daha yakın davranmamı isterler.
- İnsanlar bana benim istediğim kadar yaklaşmaktan çekinir.
Çoğu zaman sevgilimin beni gerçekten sevmediğini ya da bana zaman ayırmadığını düşünürüm. Bir insanla tamamen bütünleşmek istiyorum; ama bu isteğim bazen insanları korkutup uzaklaştırıyor.
İlk tanım güvenli bağlanma tarzına sahip bir yetişkini anlatmaktadır. ikinci tanım kaçınmacı tarza, üçüncü ise kaygılı-kararsız tarza bir örnektir. Bu anket bilimsel olmamakla beraber, oldukça aydınlatıcı olmuştur. Yanıt verenlerin %56'sı kendilerini güvenli tarzda gördüğünü belirtmiştir. %25'i kaçınmacı tarzın, % 19 da kaygılı-kararsız tarzın kendilerine uygun olduğunu belirtmiştir. Bunun ardından ülke çapında daha geniş kapsamlı bir araştırma yapılmış (Mickelson, Kessler, & Shaver, 1997) ve benzer sonuçlara ulaşılmıştır. Amerikalıların %59'u kendini güvenli, %25'i kaçınmacı, % ll’i kaygılı (%5’i sınıflandırılamamıştır) olarak gördüğünü belirtmiştir. Bu rakamlar araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır. Bu üç sınıfa giren yetişkinlerin oranlarının, gelişim psikologlarının yaptığı araştırmalarda güvenli, kaçınmacı ve kaygılı kaçınmacı olarak tanımlanan çocukların yüzdelerine çok benzer olduğunu belirtmişlerdir (Campos, Barrett, Lamb, Goldsmith, & Steinberg, 1983). Rakamlardaki bu benzerlik, yetişkin bağlanma tarzlarının çocuklukta oluştuğu görüşüyle tutarlılık gösterir.
Sonradan yapılan çalışmalar da erken çocuk anne baba ilişkisi ve yetişkin bağlanma tarzı arasındaki bağlantının, sadece kuramsal boyutta olmadığını ortaya çıkarmıştır. Aile üyeleriyle olan ilişkileri sorulduğunda, güvenli yetişkinler anne babalarıyla olan ilişkilerini gayet olumlu, aile ortamını da sıcak ve güvenilir olarak tanımlarlar (Brennan & Shaver, 1993; Diehl, Elnick, Bourbeau, & Labouvievief, 1998; Feeney & Noller, 1990; Hazan & Shaver, 1987; Levy, Blatt, & Shaver,1998). Bu araştırmalardaki kaygılı-kararsız insanlar anne baba desteğinden pek söz etmemekte, kaçınmacı insanlar da aile üyeleriyle olan ilişkilerini güvenilmez ve duygusal olarak uzak olarak tanımlamaktadır. Ebeveynlerinin evliliğini mutsuz olarak tanımlayan insanların kaçınmacı tarz geliştirme olasılığı yüksek, güvenli bağlanma tarzı geliştirme olasılığı düşüktür.
Farklı Modeller ve Ölçümü
Yetişkin bağlanma tarzlarının ortaya atılması, bu konuda çok sayıda yazının yazılmasına ve araştırmanın yapılmasına yol açmıştır. Bu çalışmalar, yetişkin bağlanma tarzlarının sayısı hakkında yeni görüşlerin ve bireyleri sınıflandırmak için yeni ölçeklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Bartholomew, 1990; Bartholomew & Shaver, 1998; Carver, 1997). Yakın zamanda araştırmacılar, bağlanma tarzlarını iki boyut üzerinde ayırmışlardır (Bartholomew & Horowitz, 1991; Brennan, Clark, & Shaver, 1998). Araştırmacılar öncelikle insanları, romantik eşlerinin kendilerini terk etmesinden korkanlar ve korkmayanlar olarak ikiye ayırmıştır. Bağlanma kuramından yola çıkarak, terk edilme korkusunun kişinin içselleştirdiği özdeğer duygusunu yansıttığını söyleyebiliriz. Terk edilme korkusunu fazla yaşamayan kişiler, kendilerini değerli ve güvenilmeye layık insanlar olarak algılarlar. Öte yandan, bazı insanlar kendi değerleri hakkında şüphelere ve başkalarının kendilerini sevmeye layık bulacağı konusunda çekincelere sahiptir. Araştırmacılar bu boyuta Kaygı adını verir. İkinci boyut, kişilerin yakınlık ve bağımlılık konusunda kendilerini ne derece rahat hissettikleridir. Boyutun bir ucunda, insanların güvenilir ve duygusal gereksinimlerini karşılamaya hazır olduklarını düşünen bireyler vardır. Diğer ucunda ise insanları güvenilmez bulan ve insanlardan uzak duran kişiler vardır. Araştırmacılar bu boyuta Kaçınma adını verir.
Bu iki boyutu birleştirdiğimizde, Şekil 6.4'te gösterilen dört sınıflı bir model elde ederiz. Yakınlıktan rahatsız olmayan ve sürekli bir terk dilme korkusu yaşamayan yetişkinler güvenli olarak sınıflandırır. Üç sınıflı modeldeki güvenli yetişkinler gibi bu kişiler de, yakın ilişkiler kurmakta ve sürdürmekte zorlanmaz. Ancak terk edilme korkusu olmayan insanların bazıları, yine de diğerlerine karşı derin bir güvensizlik duyabilirler. Bu kaçınmacı bireyler (bazen kayıtsız da denir), yakın ilişkilerden kaçınır. Acı çekmekten korktukları için başkalarına güvenmek ya da duygusal olarak bağlanmak konusunda isteksizdirler.
Bu modelin diğer iki sınıfında yer alan insanlar, sevilmedikleri duygusunu yaşarlar ve bu duygu, sevdikleri kişinin kendilerini her an terk edebileceği korkusunu da beraberinde getirir. Yakınlık kurma konusunda rahat olan insanlar, kaygılı-kararsız sınıfına girer (bazen saplantılı de denir). Bu bireylerin kendilerine verdikleri değer düşük olduğu için, sürekli olarak başkalarıyla yakınlaşarak kabul edilme duygusu yaşamak isterler. Bir açıdan, eğer karşılarındaki insan onları severse, kendilerinin sevilmeye değer olduğunu kanıtlamış olacaklardır. Ne yazık ki romantik eşleri, bu güçlü samimiyet gereksinimlerini karşılamadığında, bu insanları derin bir kalp kırıklığı bekler. Buna ek olarak, ayrıca kafası karışık (ya da korkulu) insanlar da vardır. Bunlar da kendilerinin sevilmeye layık olmadığını düşünürler ve kuracakları ilişkinin, gereksinim duydukları samimiyet duygusunu kendilerine vereceğinden emin değildirler. Başkalarına yaklaşmaya korkarlar; çünkü içlerinde reddedilme korkusu vardır.
Öğrenciler üçlü ya da dörtlü modelden hangisinin, yetişkin bağlanma tarzlarını doğru bir şekilde açıkladığını merak ederler. Her iki model de yararlıdır; ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar, dörtlü modeli daha sık kullanmaya başlamıştır. Araştırmacılar denekleri bazen üç bazen de dört sınıfa ayırdıkları için, araştırmalar arasında bir karşılaştırma yapmak kolay değildir. Ancak yine de iki modelin benzerliğinden dolayı, herhangi birini kullanan araştırma da değerlidir.
Bağlanma Tarzı ve Romantik İlişkiler
Bağlanma tarzları, romantik ilişkilerimizi gerçekten etkiler mi? Bu soruya yanıt vermek için, öncelikle insanlara ilişkilerinden ne derece memnun olduğunu sormak gerekir. Yapılan araştırmalar, güvenli bağlanma tarzına sahip yetişkinlerin, diğer tarzlara sahip yetişkinlere göre, ilişkilerinde daha mutlu olduklarını gösterir (Brennan & Shaver, 1995; Keelan, Dion, & Dion, 1994; Pistole, 1989, Simpson, 1990; Tucker & Anders, 1999). Bu olgu, diğer yönden de geçerlidir. Yani, güvenli bağlanma tarzı olan bir eşe sahip yetişkinlerin, ilişkilerinde mutlu olma olasılığı daha yüksektir. Beklendiği üzere, güvenli bağlanma tarzına sahip yetişkinler de genellikle, benzer bağlanma tarzına sahip kişilerle eşleşir (Brennan & Shaver, 1995; Collins & Read, 1990; Kirkpatrick & Davis, 1994).
Bir grup araştırmacı 52 yaşındaki deneklerden oluşan bir grubun bağlanma tarzlarını ölçmüştür (Klohnen & Bera,1998). Araştırmacılar, ayrı deneklerin 21, 27 ve 43 yaşlarındayken ilişkilerinden duydukları memnuniyeti ölçmüşlerdir. Örnekleme alınan güvenli yetişkinlerin, uzun süreli, sağlam ve tatmin edici romantik ilişkileri olmuştur. Şekil 6.5’te görüldüğü gibi, güvenli yetişkinlerin evlenme ve evliliği sürdürme olasılığı, kaçınmacı deneklere göre daha yüksektir. 52 yaşına geldiklerinde güvenli yetişkinlerin %95’i evliydi ve sadece %24’ü boşanmıştı. Buna karşın, kaçınmacı yetişkinlerin %72'si evliydi ve %50’sinin başından bir boşanma geçmişti.
Acaba güvenli yetişkinlerin ilişkileri, kaçınmacı ya da kaygılı-kararsız kişilerin ilişkilerine göre neden daha iyi gitmektedir? Bu soruya yanıl vermek için, araştırmacılar romantik ilişkilerin özelliklerine bakını tır. Güvenli bağlanma tarzı olan insanlar, yaşadıkları romantik ilişkinin sevgi, bağlılık ve yüksek oranda güven barındırdığını belirtmiştir (Keelan ve diğerleri, 1994; Simpson, 1990). Bu güvenli bireyler, eşlerinin hatalarına rağmen, onları oldukları gibi kabul eder ve desteklerler. Güvenli eşler arasındaki konuşmalar, kaçınma ı ya da kaygılı-kararsız eşlere göre daha sıcak ve samimidir (Simpson, 1990). Diğer bağlanma tarzlarına sahip insanlarla karşılaştırıldığında, güvenli yetişkinlerin uygun olan zamanlarda kişisel bilgilerini paylaşma eğilimi daha fazladır (Mikulincer Nachson, 1991; Tidwell, Reis, & Shaver, 1996).
Bu tip bir ilişki, kaçınmacı bir yetişkinle yaşanacak ilişkiden çok farklıdır. Kaçınmacı tarza sahip yetişkinler, yakınlık korkusuyla ve kıskançlık sorunuyla uğraşmak zorunda kalır (Hazan &' Shaver, 1987). Gerçek aşkın sonsuza dek süremeyeceğine ve insanın kendinden geçirecek kadar aşık olmasının, sadece romanlarda ve filmlerde yaşanan bir durum olduğuna inanırlar. Bunun doğal bir sonucu olarak, yapılan bir araştırmada, kaçınmacı tarza sahip olduğu belirlenen lisans öğrencilerinin %43'ü, hiç aşık olmadıklarını belirtmişlerdir (Feeney, Noller,& Patty, 1993).
Tersine, kaygılı-kararsız bağlanma tarzı olan insanlar ise sık sık aşık olur; ama umutsuzca aradıkları yaşam boyu mutluluğu bir türlü bulamazlar (Hazan & Shaver, 1987; Rholes, Simpson, Campbell, & Grich, 2001). Bu insanlar eşlerini kaybetmekten korkarlar ve bu yüzden onları mutlu etmek için her istediklerini yapmaya hazırdırlar (Pistole, 1989). Bir araştırmada incelenen üniversite öğrencileri, çıktıkları kişiler başka insanların fiziksel çekicilikleri hakkında yorum yaparken, onları izlemek zorunda bırakılmışlardır (Simpson, Ickes, & Grich, 1999). Kaygılı-kararsız denekler, bu deneyimin ilişkilerini tehdit ettiğini düşünmüşlerdir. Özgün araştırmadaki bebekler gibi, hem kaçınman hem de kaygılı-kararsız denekler, romantik eşlerinden ayrıldıklarında yüksek düzeyde stres yaşarlar (Feeney & Kirkpatrick, 1996). Kaygılı-kararsız deneklerin, kendilerine karşılık vermeyen kişilere aşık olma olasılıkları daha yüksektir (Aron, Aron, & Allen, 1998).
Bağlanma tarzı, yetişkinlerin ilişkilerindeki stres ve ayrılma olayına karşı nasıl tepki göstereceklerini de etkiler (Simpson, Rholes, Phillips, 1996). Bir araştırmada, havaalanındaki bekleme salonundaki çiftlerden, bir bağlanma tarzı anketi doldurmaları istenmiştir (Fraley Shaver, 1998). Daha sonra çiftlerin davranışları yakından gözlenmiş ve sarılma, göz teması, yakın oturma gibi çeşitli davranışları kodlanmıştır. Çiftlerin ayrılma vakti yaklaştıkça, güvenli çiftler birbirlerine gittikçe daha çok yakınlaşma davranışı göstermiştir. Kaçınmacı denekler ise kendilerini eşlerinden uzaklaştırma davranışlarında bulunmuştur. Bu kaçınmacı yetişkinler, eşlerinden ayrılma korkusuyla bağlantılı olarak kaygı ve korku yaşamaya başlamıştır.
Kaçınmacı bireyler, duygusal desteğe gereksinim duydukları zaman, bunu eşlerinden istemekte zorlanırlar. Bu özellik, çiftlerin strese verdiği tepkiyi ölçen laboratuar araştırmalarında da ortaya çıkmıştır (Collins & Feeney, 2000; Collins & Feeney, 2001; Simpson, Rholes, Orina, & Grich, 2002). Araştırmalardan birinde kadınlara, az sonra bir odada tek başlarına bazı tehlikeli elektronik aletlerden oluşan, kaygı yükseltici bir deneyim yaşayacakları söyleniyor (Simpson, Rholes, & Nelligan, 1992). Güvenli kadınlar, kaygıları arttıkça eşlerinden daha çok destek isterken; kaçınmacı kadınlar, kaygıları arttıkça daha az destek istemişlerdir. Aynı deneydeki güvenli erkek eşler, kaygılı eşlerine duygusal destek verirken, kaçınmacı erkekler bunu yapmamıştır.
Bu araştırmayla ilgili söyleyeceklerimizi bitirmeden önce, kaçınmacı ya da kaygılı-kararsız bağlanma tarzı olan insanlara da iyi bir haber verelim. İnsanlar güvenli, uzun süreli bir ilişkiye girdiklerinde, bağlanma tarzlarını değiştirmeleri mümkün olur (Carnelley, Pietromonaco, & Jaffe, 1994; Davila, Karney, & Bradbury, 1999). Özellikle sevgi ve güven dolu bir yetişkin ilişkisi, bazı insanlara çocukken sunulmayan güvenli bir model oluşturur. Bir araştırmada, genç kadınların %30'unun iki yıllık bir süre içinde bağlanma tarzlarını değiştirdikleri gözlenmiştir (Davila, Burge,& Hammen, 1997). Bu gözlem, bağlanma tarzının Bowlby ve diğerlerinin öne sürdüğü kadar erken dönemlerde oluşmayabileceğini gösterir. İlişkilerin, insanlar güvenli bağlanma tarzına sahip oldukları için mi sürdüğünü yoksa ilişkiler uzun sürdüğü için mi insanların güvenli bağlanma tarzı geliştirdiğini anlamak da her zaman kolay değildir.
Özet
1. İnsanlar kaygı yaratıcı bir durumla karşılaştıklarında, rahatsızlıklarını edilgen bir şekilde kabul etmezler. Bunun yerine her birimiz, bu kaygıyı azaltmak için bazı yöntemler geliştiririz. Araştırmacılar, kaygıyla başa çıkma stratejilerini aktif ve kaçınmacı ya da probleme odaklanan ve duygusal tepkiye odaklanan şeklinde bazı gruplara ayırmıştır. Bu stratejilerin kaygıyı azaltmakta ne derece etkili olacağı, sorunu çözmenin mümkün olup olmadığına bağlıdır.
2. Araştırmacılar saldırganlığın nedenlerini ve sonuçlarını anlamak için, pek çok psikanalitik kavram kullanmıştır. Araştırmalar, engellenmenin saldırganlığın bir nedeni olduğunu; ancak bütün engellenmelerin saldırganlığa yol açmadığını gösterir. Yakın zamanda ortaya atılan modeller, engellenmenin hoş olmadığı için saldırganlığa yol açtığını öne sürer. Başka araştırmalar da engellenme kaynaklı saldırganlığın, masum hedeflere yönelebileceğini gösterir. Ayrıca saldırganlığın katarsise, bunun da daha az saldırganlığa yol açacağına dair genel görüş, deneysel araştırmalarla desteklenmemiştir. İnsanların saldırgan dürtülerini dışa vurmalarına izin vermek, sonraki saldırgan davranış olasılığını azaltmaz, tam tersine çoğaltır.
3. Yakın zamanlı araştırmalar, yetişkinlerin romantik ilişkilerini açıklamak için, nesne ilişkileri kuramını ve bağlanma kuramını kullanır. Araştırmacılar, John Bowlby ve Mary Ainsworth'un çalışmalarını temel alarak yetişkin bağlanma tarzlarının anne baba çocuk ilişkileriyle şekillendiğini söyler. Güvenli, kaçınmacı ve kaygılı-kararsız bağlanma tarzlarının, romantik ilişkilere yaklaşımlarının farklı olduğu belirtilir.