Karşılıksız Aşk Sendromu
Doç. Dr. Erol Göka
Neredeyse modern psikiyatri tarihinin başlangıcından beri aşk
patolojileriyle ilgilenilmesine rağmen, hemen tüm insanların gündelik
yaşamlarında çok önemli olan "aşk", "arzu", "istek" gibi kavramlar ve
onların psikopatolojik görünümleri, günümüzün betimleyic psikiyatrisinde yer
bulabilmeleri çok zordur. Bugün betimleyici psikiyatride, insanların aşk
ilişkilerinde ortaya çıkan psikopatolojik görünümlere, çok basit olarak
sanrısal bozuklukların erotomanik alt-tipinde ve ilişki sorunları arasında
yer verilmektedir.
Bu yazıda, Hegelci felsefenin insan arzusu anlayışından ve ilişki merkezli
psikodinamik yaklaşımlardan yararlanarak, betimleyici psikiyatri içinde
yeterince ele alınamayan, başkasına yönelik arzunun karşılıksız kalması
halinde ortaya çıkan durumları, normalden en patolojik olana doğru bir
spektrum içinde ele alma fırsatı veren "karşılıksız aşk sendromu" kavramını
ileri süreceğiz.
"Karşılıksız aşk sendromu" bir spektrum bozukluğudur. Arzusu umduğu düzeyde
karşılık bulmayan, reddedilen ya da reddedildiğini düşünen kişinin
spektrumun neresinde yer alacağı, sağlıklı bir kendilik organizasyonu
gösterip göstermemesine, nesne ilişkileri bakımından sergilediği performansa
ve kullandığı savunma düzeneklerine bağlıdır.
Bu makale, yazarın konuyla ilgili literatürü araştırması ve kendi klinik
deneyiminin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Anahtar kavramlar: Aşk patolojileri, erotomani, karşılıksız aşk
Bugün betimleyici psikiyatride, insanların birbirleriyle duygusal
ilişkilerinde ortaya çıkan birincil psikopatolojik görünümlere yalnızca
"ilişki bozukluğu" ve "sanrısal bozuklukların erotomanik tipi" içerisinde
yer verilmektedir. "İlişki bozukluğu" başlığı altında romantik ilişkilerin
ne zaman klinik ilgi odağı haline geleceğiyle ilgili hiçbir ölçüt
belirlenmezken, "erotomanik tip sanrısal bozukluk" ise yalnızca "genellikle
daha yüksek bir konumu olan başka bir kişinin kendine aşık olduğuna ilişkin
sanrıları" kapsamaktadır. Tek başına bir fenomen olarak ele alındığında bile
oldukça tartışmalı olan, etiyolojisinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender
ve Callahan 1975; Seeman 1978) klinik görünümüne (Pearl 1972; Rudden ve ark
1980; Taylor ve ark 1983; Ellis ve Mellshop 1985) tanı ölçütlerinden ve
seyrinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender ve Callahan 1975; Seeman 1978;
Ellis ve Mellshop 1985; Evans ve ark 1982; Jordan ve Howe 1980) tedavisine
(Hallender ve Callahan 1975; Jordan ve Howe 1980; Rudden ve ark 1980; Taylor
ve ark 1983; Ellis ve Mellshop 1985; Stien 1986) birçok farklı görüş ileri
sürülen "birincil erotomani" konusunda son zamanlarda birçok yeni
toparlayıcı projeler ileri sürülmektedir (Meloy 1989; Rudden ve ark 1990;
Segal 1993; Mullen ve Pathe 1994). Yaşanan olayların da zorlamasıyla konuya
adli psikiyatri açısından hukuksal çözümler bulmaya çalışılmaktadır (Perez
1993; Meloy ve Gothard 1995). Ama "birincil erotomani" konusunda henüz
yeterli bir çerçeveye bile sahip olmadığımız kabul edilmektedir. "İlişki
bozukluğu"nun romantik biçimlerinin neler oldukları konusunda ise,
genellikle psikodinamik yaklaşımla yapılan uygulamalardan edinilen gözlemler
ve kavramlaştırma girişimleri (Kernberg 1995) dışında, yeterince fikir
sahibi değiliz. Oysa "aşk" diye anlatılan yaşantının böylesine kolayca ele
alınamayacağını, onun en olağan seyrinde bile kimi zaman psikolojik destek
ve yardım olmaksızın sürdürülemeyecek kadar zorluklarla dolu olduğunu tüm
klinisyenler bilmektedir. Kaldı ki aşk patolojileri, böyle birincil
görünümlerinin yanısıra, ruhsal rahatsızlıkların seyri sırasında ikincil
olarak da sıkça ortaya çıkabilirler.
Aşk yaşantılarının ve kimi zaman psikiyatrik desteği zorunlu kılan
psikopatolojik görünümlerin, uygulamada karşılaşılma sıklıkları gözönünde
bulundurulduğunda, ayrıntılı bir şekilde tanımlanmalarına, aşk
yaşantılarının patolojik görünümlerinin nasıl ayırdedileceklerinin ve hangi
durumda ne tür bir yardım (tedavi) yaklaşımının gerekli olduğunun
belirlenmesine gereksinim vardır.
Bu nedenle biz, aşkın "normal" ve patolojik görünümlerini geniş bir spektrum
içinde kavramanın olanaklı olduğu düşüncesiyle, başka birçok klinisyenin de
çaba gösterdiği bu konularda bir ilk adım olarak, yeni bir modelin ilk
taslağını sunmak istiyoruz.
Modelimiz, birincil (primer) aşk patolojileri için, psikodinamik yaklaşım
içinde geliştirilmiş ama ampirik gereksinimleri karşılayabilecek şekilde
genişletilme olanakları bulunan, savunma düzeneklerinin matürden immatüre
doğru kullanımlarını esas alarak şekillendirilmiş bir spektrum bakışına
dayanmaktadır.
Aşk patolojilerinin yer aldığı bu spektrum bozukluklarının tamamına ise,
"karşılıksız aşk sendromu" adını vereceğiz. Çünkü "karşılıksız" nitelemesi,
birincil aşk patolojilerinin tümünde ortak olarak bulunmakta, gerçek bir
ilişki olsun ya da olmasın, aşk patolojisi yaşayan kişinin bu yaşantıyı
"yeterli" bulmayarak patolojik savunmalara yöneldiğine işaret etmektedir. Bu
yolla birincil aşk patolojilerini ve son dönemde yoğun tartışmalara konu
olan homoseksüel erotomaniyi ve diğer homoseksüel aşk patolojilerini de
(Dunlop 1988; Boast 1994) "karşılıksız aşk sendromu spektrumu" içinde
kavrama olanağı ortaya çıkmaktadır.
Ama önce insanın duygusal yaşantısının bir biçimi olarak aşka bakışımızı
anahatlarıyla ortaya koymalıyız.
İnsan arzusunun ayırt edici niteliği ve sağlıklı aşk yaşantısı:
Aşkı ve aşk patolojilerini inceleyebilmek için ilk yapılması gereken, "insan
arzusunun niteliği"ni nasıl kavradığımızı ortaya koyabilmektir. Örneğin
bugün çoğumuzun bakışına göre, insan arzusunun, diğer canlıların
arzulamalarından hiç de belirgin bir farkı bulunmamaktadır; "gereksinim",
"istek" ve "arzu" kavramlarının hepsi, hemen hemen aynı anlama sahiptir ve
insan bedenindeki organik bir işlevin zorlamasıyla ilgilidirler. Biz ise,
insan arzusunun niteliği sorununun çözümünde Hegel'in "efendi-köle
diyalektiği"ndeki bakışının oldukça yarayışlı olduğunu düşünüyoruz. Hegel'e
göre, "İnsan isteği ya da daha iyi bir deyişle, bir bireyi özgür ve
bireyselliğinin, özgürlüğünün, tarihinin ve sonuç olarak da tarihselliğinin
bilincinde kılan anthropogene (insan kılan) istek, hayvanın duyduğu istekten
(doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hakkında yalnızca bir duyguya sahip olan
varlığın isteğinden) gerçek 'pozitif', veri olan bir nesneye değil de, başka
bir isteğe yönelmesiyle ayrılır. Böylece örneğin erkek ve kadın ilişkisinde
istek, eğer biri diğerinin bedenini değil de, isteğini isterse; eğer o istek
olarak isteği 'elde etmek', 'kendinin kılmak' isterse, yani istenmek ya da
'sevilmek' yahut insan olması bakımından değerli olarak, insan bireyi
gerçekliğinde 'kabul edilmek' isterse, bu insani bir istektir."
..."Başka bir deyişle, insani, antropogene (insan kılan) özbilinci ve insani
gerçekliği doğuran isteklerin tümü, sonuç olarak 'kabul edilme' isteğinin
bir sonucudur... İnsan bir başka insana kendini empoze etmeyi, ona kendini
kabul ettirmeyi istediği ölçüde insandır... Başlangıçta, henüz diğeri
tarafından kabul edilmediği sürece, onun eyleminin hedefi bu diğeridir ve
onun insan olarak değeri ve gerçekliği bu diğeri tarafından kabul edilmesine
bağlıdır; hayatın anlamı bu diğerinde yoğunlaşır." (Kojeve 1988)
Hegel'in köle-efendi diyalektiğindeki bu bakışı, psikiyatri dünyasında ilk
yankısını, Fransız psikanalist Lacan'ın çalışmasında bulmaktadır. Lacan,
Hegel'in tezinden insan isteğinin diğer canlıların isteklerinden farklı
olarak, fiziksel gereksinimlerin karşılanmasının yanısıra, bir de sevgi ve
tanınma isteğini de kapsadığı ve sorunun ancak öznelerarası
(intersubjective) bir bağlamda ele alınabileceği sonucunu çıkartır. Lacan,
bu nedenle istek (demand) ile arzu (desire) arasında bir ayrım yapar: İstek,
bedenin gereksimlerinden kaynaklanır ve daima kendine özgü bir biyolojik öge
taşır ama arzu asla istek ile aynı şey değildir; arzu, her zaman isteğin hem
ötesindedir hem de ondan önce vardır. Arzu, isteğin ötesinde varolur demek,
arzunun isteği aştığı yani sonsuz olduğu anlamına gelir; çünkü arzuyu
doyurmak olanaksızdır. Arzu, her zaman söylenemez olanı imlediğinden hiçbir
zaman doyurulamaz. En özgeci olanları da dahil olmak üzere bütün insan
eylemleri, "başkası"nı tanımak yoluyla ortaya çıkar. Bu nedenle her kendini
tanıma arzusu, aslında, bir biçimde "başkası"nı tanıma arzusudur. Arzu, arzu
için arzulamak, yani "başkası"nın arzusunu arzulamaktır. Lacan için insan,
gereksinim, istek ve arzu arasındadır; bunların nerde başlayıp nerde
bittikleri bir türlü bilinemez. Örneğin ağlayan çocuğa, annesi bir parça
çukulata verdiğinde, çocuk, hiçbir zaman annenin bu eyleminin kendi
gereksinimlerinin giderilmesi için mi yoksa bir sevgi gösterisi olarak mı
gerçekleştirildiğini bilemeyecektir. Zaten bir bakıma arzunun gelişmesinin
temeli de isteğin yarattığı bu düş kırıklığıdır (Lacan, 1981; Madun 1995).
Arzuya Hegelci bakış, daha sonra nesne ilişkileri ve kendilik psikolojisi
kuramlarında, belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. İnsan ilişkisine, insan
varoluşuna yapılan basit eklemeler değil, bizzat varoluşun kendisi olarak
bakan bu kuramlar sayesinde, insan psikiyatrideki bilimsel yalnızlığından
kurtulma şansına kavuşmuştur (Cashdan 1988). Yine bu kuramlar sayesinde, aşk
gibi arzulamanın katışıksız biçimde kendini gösterdiği insan ilişkisi
formlarını ayrıntılarıyla ele alıp inceleme fırsatı doğmuş oldu.
Bu kuramlara göre baktığımızda, en özet şekliyle, aşkın insanın ilişki
içindeki varoluşunun yüksek bir olasılığı olduğunu görebilir; "sağlıklı aşk
yaşantısı"nı ise, aşkın evrensel fenomenolojisinin olgun bir kendilik
(self)'teki icrası olarak tanımlayabiliriz. Olgun kendilik, aşk yaşantısını
olgun savunma düzenekleri içinde yaşar; aşkı ve sevgiliyi kendisine sunulan
varolma fırsatından dolayı yüceltmeyi (sublimation); kendisini yeterince
onlara adamayı (alturism) bilir. Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama
mutlaklaştırmaz; iyilik vaadine uygun biçimde eğlenmeye, kendisini ve
sevgilisini eylemeye (humor) çalışır. Yaşamın gerçeklerine gözlerini
kapamaz; kendi sınırlarının farkındadır; isteklerinin radikal bir
savunucusudur ama durulması gereken yerde durur, diretmez (supression).
İlişkinin gerçekliği içinde sağlıklı iletişimin yollarını arar; "öteki"nin
haklarını ihlal etmemek için gerekli özeni gösterir. Cinselliği dışlamaz,
eros ve agape'yi birbirinin karşısına dikmez. Aşkına bir karşılığı talep
eder ama zorlamaz, sevileni özgür bırakır, manüpülasyondan medet ummaz.
Bunlar dışında kalan aşk yaşantıları ise, bizim "karşılıksız aşk sendromu"
adını vereceğimiz spektrumun içine düşer.
Karşılıksız aşk sendromu spektrumu:
Karşılıksız aşk sendromu spektrumu için önerdiğimiz yeni modelin üzerine
inşaa olduğu temel özellikler, iki karakteristiğe dayanmaktadır. Birincisi,
yeni model, insanı tek başına, kapalı Newtoniyen bir sistem olarak
algılamaz; diğer insanlarla "ilişki"leri ve "diyalog" içinde kavramaya
çalışır; bu yüzden niceliksel ve betimsel farklılıkların yanısıra,
niteliksel ve dinamik farklılıkları öne çıkarır; yalnızca aşk patolojisi
yaşayan kişinin değil, ilişkinin karşı-kişisinin tutum ve davranışlarını da
gözönünde bulundurmayı önerir. "Karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun
anlaşılabilmesi için, özellikle savunma düzeneği olarak yansıtmalı özdeşimin
(projective identification) kullanıldığı durumlarda, arzunun yöneldiği
gerçek ya da imgesel aşk nesnesinin özelliklerinin de ayrıca incelenmesi
gerekmektedir.
Modelin ikinci karakteristiği ise, insan arzusunun ayırt edici niteliğinin
"başkasının arzusunu arzulamak" olduğu noktasından hareket edilmesidir.
Tanımladığımız spektrumun "karşılıksız aşk sendromu" adıyla anılmasının
nedeni de budur. Arzusu aşk ilişkilerinde (gerçek ya da imgesel) karşılığını
bulamadığında kişi, eğer "sağlıklı aşk yaşantısı" için uygun bir kendilik
gelişimine sahip değilse, bu sendrom spektrumu içerisinde yer alan
davranışlar sergilenmektedir. Sergilenen davranışlardaki psikopatolojinin
şiddeti ise, kullanılan savunma düzeneklerine göre değişmektedir.
Buna göre, "karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucunda gerçek ya da
imgesel düzeyde sevdiğini düşündüğü kimsenin arzusunu istediği düzeyde elde
edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla mazokistik nitelikte olan ve normal
sınırlar içinde değerlendirebilecek tepkiler, diğer ucunda ise, günümüz
psikiyatrisinde "Erotomani", "De Clerambault Sendromu" gibi adlar alan
tekli-sanrısal (monodelusional) bozukluk yer almaktadır. Sendromun
ortasında, normale yakın olan kısmında, son zamanlarda, üzerinde bir
anlaşmaya varılamamasına rağmen "karasevda" (infatuation) (12), "obsesif
aşk", "fanatik aşk" (Zona ve ark 1993; Meloy ve Gothard 1995) başlığı
altında sınıflandırılmaya çalışılan bozukluk ile "De Clerambault Sendromu"na
yakın olan kısmında "borderline erotomani" adıyla anılan, "sanrısal olmayan
(nondelusional) erotomani" veya "çılgınca bağlanma bozukluğu" (violent
attachment bozukluğu) gibi adlar da alan (Meloy 1989) sanrının olmaması ve
şiddet gösterileriyle karakterize bozukluk bulunmaktadır.
Şimdi bunları birer örnekle göstermeye çalışalım:
VAKA I: (Mazokistik, normal sınırlara yakın aşk patolojisi)
Muayenehanenin telefon numarasını günlerce düşündükten, birçok tereddüt
yaşadıktan sonra rehberden bulmuş, utanarak ve sesinin bile
tanınabileceğinden korkarak temkinli bir şekilde almıştı. Hala şüphe ve
utanç içerisindeydi. Hiçbir not tutmamamı, kimliğiyle ilgili isminden başka
bir şey bilmemi istedi. Onun gibi elli yaşında, önemli bir iş kadınının,
ancak kızının yaşayabileceği böyle bir duruma nasıl oldu da düştüğünü
anlayamıyordu. Evet onun da kafası karışıktı ama buraya aslında kendisi için
gelmemişti.Üç ay önce kocası kalp krizi geçirmişti; çok şükür önemli bir şey
olmadan atlatmışlardı bu sorunu. Fakat birlikte yürüttükleri iş yerinde, tüm
sorumluluklar kendi üzerine kalmıştı. Kolay iş değildi; milyarlarca liralık
işlere imza atmak durumundaydı. Neyse ki, eşinin üst düzey bürokrat bir
arkadaşı imdadına yetişmişti; işlerin çekip çevrilmesinde ona yardımcı
oluyordu. Çok zeki bir adamdı; dünyayı da çok önemsemiyordu; yıllar önce
karısından boşanmıştı; tek başına ve kendince yaşıyor, çevresinde
çapkınlığıyla tanınıyordu. Büroda işlere ara verdikleri bir sırada birgün
"kazanova", eşinden başka hayatta hiçbir erkek tanımamış olan arkadaşının
karısına da kancayı takmak da gecikmemişti. Yok kancayı takmadığını,
kancanın kendi kalbine saplandığını söylüyordu. Hayatın o güne kadar
anlamsız olduğunu anlamış, tüm enerjisini ne pahasına olursa olsun
arkadaşının karısının kalbini kazanmaya adamıştı. Hiç uyuyamadığını, yemek
yemediğini, kendisini içkiye verdiğini söylüyordu. Kötü durumu her halinden
belli oluyordu. Kocasından sonra bir de bu dostlarının sağlığına bir şey
olmasından endişeliydi; onun için bir şey yapmak istiyor ama ne yapacağını
bir türlü kestiremiyordu. Doğrusu başından atmaya da pek niyeti yoktu; tüm
bu olup bitenden içten içe zevk almadığını söyleyemezdi; zaten her şeyi
allak bullak eden de yaşadığı bu karışık duygulardı. Henüz onun elini bile
tutmadığı, tek kelime olumlu bir söz söylemediği halde kendisini kocasına
ihanet etmiş sayıyordu. O tanınmış bir kadındı, ne ihaneti ne karışık
duygular yaşadığı bu adama bir şey olmasını içine sindirebiliyordu.
Bir süre sonra orta yaşın sonlarında, "görmüş geçirmiş" olduğu izlenimi her
halinden belli olan, kibar, etkileyici bir bey randevusuna geldi. Önceki
kadının öyküsünden hiç söz etmedi, açıkça bu yaştan sonra yaşamında ilk kez
"aşk hastalığı"na yakalandığını söyleyerek söze başladı. Kendisine ne
olduğunu anlayamıyordu, eğer aşktan söz etmese hiç tartışmasız "depresyon"
tanısı alırdı. Ona depresyon denilmesini engeleyen tek durum, "o beni kabul
eder, aşkıma karşılık verirse tüm bu halim gider, dünyanın en mutlu insanı
ben olurum" sözleriydi. Bunca yılın kazanovası, her türlü gönül işinde usta
olmasına rağmen kadın-erkek ilişkilerinde bir genç kızdan bile daha acemi
olan bir kadının kalbini nasıl kazanamazdı? Bu kadının arkadaşının eşi
olmasının yarattığı suçluluk da her şeye tuz biber ekiyordu. Bu adam, "o"
adamdı ama böyle bir yüzleştirmeye giriş(e)medim zaten böyle bir girişimin
nasıl bir fayda sağlayacağını da çözemedim. Birkaç oturum, "aşk
yaşantısı"nda neler olduğunu konuşmadan dinledim; sonra birgün kazanova,
telefonla kendisini iyi hissettiğini, olumsuz bir gelişme olursa yeniden
başvuracağını kibar bir dille anlatarak görüşmeyi iptal etti.
Ve ardından nedense beklediğim bir gelişme oldu. Neredeyse kazanovanın "aşk
hastalığı" belirtilerinin tıpatıp aynısı ve hatta biraz da disosiyatif
görünümlerle zenginleşmiş bir halde bu kez onuruna fazlasıyla düşkün hanımda
başgöstermişti. Israrlı çabalara dayanamamış, nihayet sonunda o da aşka
karşılık vermiş ama birkaç gün süren duygusal yakınlaşma ve sonra ilk
bedensel yakınlık, her şeyin bitmesi için yetip de artmıştı. Sanki
kazanovanın bunca ısrarı ve yaşadığı duygusal altüst oluş, yalnızca bu
birkaç gün içindi. Kadın, henüz hayatında ilk kez aşkın coşkusunu yaşarken
ve daha ne olduğunu anlayamadan adam, tam bir geri çekilme yaşamaya
başlamıştı; düne kadar kadını kazanmaya yönelik ısrarı, şimdi tersine
dönmüş, bir yolunu bulup onunla görüşmemeyi başarabilmek tek amacı haline
gelmişti. Kadınsa çaresizdi, onurunu ayaklar altına alarak ve hatta
yakalanma riskini göze alarak adamla görüşebilmek için inanılmaz yollar
deniyordu. Bütün bunları kendisine yakıştıramıyordu; yirmili yaşlarındaki
üniversite öğrencisi kızı yaşasa bile kaldıramayacağı olaylar, şimdi onun
başına geliyordu; her şeyi, bu kabusu unutmak istiyordu. Bu isteğinden ve
hayattaki her şeyden bir tek koşulda vazgeçerdi: "O" geri dönse ve sevdiğini
söylese...
VAKA II: (Fanatik aşk; karasevda; obsesif aşk)
Yaşadığı acıdan ve utançtan kurtulmak için yalvaran gözlerle bakıyordu;
nasıl dayanılmaz bir durumda olduğu her halinden belliydi. Ankara'ya göç
edeli beş yıl kadar olmuştu. Geldikleri İç Anadolu köyünde yaşarken belli
belirsiz olan kocasının işe yaramazlığı, sümsüklük düzeyindeki sıkılganlığı,
Ankara'ya geldiklerinde iyicene gün ışığına çıkmış, kocasına iş bulmak da
dahil olmak üzere tüm görevler onun sırtına yüklenmişti. Bir süre iki küçük
çocuklarıyla birlikte akrabalarının yanında idare etmişler ama sonra kadının
girişkenliği, sorup soruşturmaları ve dişleri tırnaklarıyla çabalamalarıyla
bir gecekondu inşa etmeyi başarmışlardı.
Ne olduysa o musibet gün oldu. Belediye zabıtası yanlarına güvenlik
güçlerini de alarak yuvalarını yerle bir etmeye gelmişti. Gururluydu, içi
yanıyordu ama gerekirse evlerini yeniden yapacak kadar kendisini güçlü
hissediyor, diğerleri gibi ortalığı velveleye vermiyordu. Kocası işteydi;
iki çocuğunu yanına almış, bir köşecikte yıkımı izliyordu. Hallerine acıyan
bir polis memuru yanlarına gelmiş, nereli olduklarını, ne yapacaklarını
sorarak acılarını biraz olsun hafifletmeye çalışıyordu. O gün onların
evlerine sıra gelmedi; mahallenin direnci işe yaramış, yıkım yarım kalmıştı.
Derdini paylaşan polis memuru, oradan ayrılırken bir sıkıntısı olduğunda
karakoldan kendisini arayabileceklerini söylemişti.
Ertesi gün, belki yıkıma engel olunabileceği gerekçesiyle memuru karakolda
ziyarete gitti. Tekrar konuştular; konuşmakla kalmayıp bakıştılar,
anlaştılar. Memurun da iki çocuğu vardı. İlk zamanlar gözleri aşklarından
başka bir şeyi görmezken, bir süre sonra buluşmalar konusunda, ailesinin
durumunu gerekçe gösterip polis memuru ayak diremeye başladı. Memur giderek
isteksizleşti, aralarındaki ilişkinin geçici bir heves olduğunu, ikisinin de
aile sorumluluklarına dönmeleri gerektiğini söyleyerek kendi kabuğuna
çekildi.
da böyle yapmaları gerektiğini biliyordu ama yine de her gün karakolun önüne
gitmekten, yemek ve iş çıkışlarında memurla bir kez olsun konuşmaya
çalışmaktan kendisini alıkoyamıyordu. Çabasında hep başarısız oluyor ama
adeta battıkça aşkına daha çok saplanıyordu. Gözü ne kocasını, ne
çocuklarını ne de ayaklar altına aldığı gururunu görüyordu; yaşamak anlamını
yitirmiş, eza cefa halini almaya başlamıştı. Artık dayanacak hali kalmamıştı
VAKA III: (Borderline erotomani; sanrısal olmayan erotomani; çılgınca
bağlanma bozukluğu)
27 yaşında, bekar, bayan, din dersi öğretmeni, kendi isteğinin dışında,
sevgilisi olduğunu ileri sürdüğü bir gencin önerisi üstüne onunla ilişkisini
düzeltebilmek amacıyla kliniğe başvurdu.
Bir yıl önce bir konferansta, İslami kesimde gençler arasında oldukça
sevilen bir genç aydını görmüş ve aşık olmuş. Birgün tezini bahane ederek
onunla tanışma fırsatı bulmuş, tezini bastırmak istediğini, aslında tezin
bahane olduğunu, kendisiyle tanışmanın peşinde olduğunu söylemiş. Bugünden
sonra günde kimi zaman 40-50' ye varacak şekilde, bazen cinsel içerikte
olmak üzere gencin çağrı cihazına aşk mesajları geçmeye başlamış. Ona göre,
ilk gördüğü anda genç aydın da ondan çok etkilenmiş ama İslami çevrenin
baskısıyla sevgisini ifade edemiyor, çekingen davranıyormuş.
Son iki aydan beri çağrı cihazına mesaj bırakmakla yetinmiyormuş; bu gencin
evini bulmuş, birçok gece belki eve alır diye evin önünde beklemeye; gittiği
yerlere gitmeye, arkadaşlarının önünde onun kendisiyle konuşmak için
zorlamaya başlamış. Bir keresinde bu gencin arkadaşları hastayı başlarından
atabilmek için onu şehrin meydanında dövmüşler. Bu olayın ardından
aralarındaki gerilim ve genci takip ve ikna çabaları daha da yoğunlaşmış.
Genci ölümle tehdit etmeye, hiç değilse öbür dünyada birbirlerine
kavuşacaklarını söylemeye başlamış. Hatta bir siyasi partiyle bağlantısı
olan karate okulunun yöneticilerini kendi namusunu kirlettiği gerekçesiyle
bu genci tehditte kullanmış. Sonunda genç, bir avukat tutmak ve gerekirse
durumu mahkemeye intikal ettirmek için harekete geçmiş. Bu arada eğer bir
doktora giderse, kendisiyle konuşabileceğini söyleyerek hastayı kliniğe
göndermeyi başarmış.
Kliniğe başvurduğunda yalnızca bu gençle kendisini bir kere konuşturmayı
sağlamamız için geldiğini, bu tek konuşmanın kendisine yeteceğini, bu gence
onun kendisini ne kadar sevdiğini kanıtlayacağını söyleyen hasta, siyasi
partideki yakınlarına baskı yaptırarak bu gençle tanıkların yanında
görüşmeyi sağladı. Genç, tanıkların yanında hastayla ilgili hiçbir duygusal
bağlantısı olmadığını açıkladı. Bunun üzerine hastanın ajitasyonu daha da
arttı; gencin kendi duygularını açıklamaktan korktuğunu, çünkü İlahiyat
Fakültesi hocalarının kendisiyle ilgili çıkarttığı dedikodulardan
etkilendiğini söyledi. İlahiyat hocalarını, hatta eşlerini tehdit etmeye
başladı.
Bu arada görüşmelere gelmeyi de aksatmadan sürdüren hastaya bu tutumlarının
devam etmesi halinde konunun adli psikiyatriye havalesinin önüne
geçemeyeceğimizin bildirilmesi üzerine, davranışlarını kontrol etmeye
çalışacağına ve 4 mg/gün pimozid almaya söz verdi ve bir hanım terapistin
gözlemciliği altında bireysel psikoterapisi sürdürülmeye çalışıldı ancak
başarı sağlanamadı.
VAKA IV: (Primer erotomani; De Clerambault sendromu)
28 yaşında, bekar, ilkokul mezunu, tarım işçisi bayan hasta. Kafasında
zonklama, kol ve bacaklarında uyuşma ve gerilme hissi yakınmalarıyla acil
servis başvurusu üzerine yatırıldı.
Yakınlarından kendisinden 15 yaş büyük, evli ve iki çocuk sahibi üst düzey
bir bürokratın kendisine aşık olduğunu ve önemli kişilerle bağlantısı
bulunduğunu iddia ettiği, son zamanlarda ise bedensel yakınmalarının ortaya
çıktığı öğrenildi.
Üç yıl önce ölen babasının rahatsızlığı döneminde kendilerine çok yardımcı
olmuş bir kasaba doktorunun başka yere tayinini engellemek amacıyla gitmiş
olduğu bakanlıkta sözkonusu üst düzey bürokratla tanışmış. Ona göre bu
bürokrat kendisini görür görmez aşık olmuş ve evlenme teklif etmiş. Hasta
ilkönce bu teklifi reddetmiş, ardından kabul edip nişan hazırlıklarına
başlandığı sırada bürokratın evli ve iki çocuklu olduğu ortaya çıkmış. Ancak
hasta buna rağmen müsteşar beyin kendisini çok sevdiğini bildiğini çünkü
ilçelerindeki kaymakamı ve sevmediği devlet görevlilerini tayin etmesinden
bunu anladığını, günde 8-10 kere bakanlığı aradığını, hemen telefon kapansa
bile onun "Alo!" demesinden ne kadar sevgi dolu olduğunun belli olduğunu
söylüyordu.
Bu tarzda "ilişkileri" sürerken iki yıl önce müsteşarın kendisiyle
tartışması ve onu makamından kovması üzerine uykusuzluk, iştahsızlık,
sıkıntı, çok sigara içme, üzüntü şeklinde yakınmaları olmuş; üç ay süren bu
yakınma döneminde onbeş kilo kaybetmiş, ancak daha sonra müsteşar bey için
hırka örmüş, bu hırkayı bir kravat ve gömlekle birlikte adresine göndermiş.
Bu hediyelerden sonra müsteşarın onunla konuşmaya başladığını,
barıştıklarını düşünen hasta, hastaneye yatmadan önce ilişkilerinin
bozulduğunu, müsteşarın telefonlara çıkmadığını, bu nedenle sıkıntıdan
hastalandığını söylüyor. Müsteşarın bu tarzda davranmasını boşanamadığı için
duyduğu mahçubiyete bağlıyor; yoksa aslında kendisini çok sevdiğini
belirtiyordu.
Hastaneye yatışından bir süre sonra oldukça öforik ve canlı olan, devletin
çeşitli kademelerinde birçok tanıdığının bulunduğunu, hükümetin onlara
sunduğu projelerle icraat yaptığını söyleyen hasta, bütün bunları Allah
vergisi yeteneğine, babasının çok geniş bir çevresi olmasına bağlıyordu.
Hasta yakınları, o güne kadar belirgin bir davranış bozukluğu gözlemedikleri
hastanın babasının ölümünün ardından yaşadığı iki aylık ağır bir matemden
sonra bu aşk hikayesini uydurduğunu ve bu senoryaya göre davranmaya
başladığını bildiriyorlar.
Psikiyatrik değerlendirilmesi sonucunda bipolar mizaç bozukluğu (manik atak)
+ primer erotomani tanısı alan hastaya 15 mg/gün trifluoperazin verilmesi ve
haftada üç gün bireysel psikoterapi yapılması planlandı. İki ay sonra
mizacında yatışma, sanrısal sisteminde yumuşama başladı. Tedaviye lityum
eklenerek bir yıldan beri ayaktan izlenen hastanın duygularında hafif
dalgalanmalar olmakla birlikte erotomanik sanrısı değişmeden sürmektedir.
VAKA V:
35 yaşında, bekar ilkokul mezunu bayan hasta. Ellerinde titreme, çarpıntı,
sinirlilik, ağlama, bağırma, kırıp dökme yakınmalarıyla başvurdu. Ailenin
beş kız çocuğundan en küçüğü. Okul başarısızlığı nedeniyle ilkokulu 7 yılda
bitirdikten sonra ortaöğrenimine devam etmemiş. Gençlik yıllarından beri
kavgacılık, huzursuzluk, sürekli bedensel yakınma getirmesi nedeniyle
çeşitli antidepresanları düzensiz olarak kullanıyormuş.
Bir yıl önce evde illerinde yayın yapan bir radyoyu dinlerken, şiir okuyan
spiker dikkatini çekmiş, onunla tanışmak için yoğun bir istek duymaya
başlamış. Çok çeşitli yolları deneyerek sonunda bunu başarmış. Tanıştıktan
sonra ilgisi daha da yoğunlaşmış; onsuz olamayacağını düşünmeye, her zaman
her yerde onun sesini duymayı, yanında olmayı istemeye başlamış. Günde 15-20
kez telefonla arar, reddedildiği halde konuşmak için günde birkaç kere
radyoya gidermiş. Spikerin onu sevdiğiyle ilgili belirgin bir tutum örneği
veremezken, daha çok spikerin reddinin şiddetli olmamasını sevildiğine
yorumlayan hasta, bir keresinde spikerden dayak yediği halde bu
düşüncelerinden ve arzusundan vazgeçmemiş. İlaç parasından bile keserek ona
hediyeler almayı sürdürmüş. Spiker birçok kere hastaya hakaret etmiş,
çeşitli biçimlerde reddini ifade etmeye çalışmış ancak hasta spikerin
gerçekte kendisini sevdiğini, çevresindekilerin onu engellediğini
düşünüyormuş. Hastaneye başvurmadam üç ay önce spiker bu kez bir başkasıyla
nişanlandığını söyleyince, yukarıdaki yakınmaları ortaya çıkmış; daha önceki
depresif belirtiler artmış.
Distimi + erotomani tanısıyla ve 6 mg/gün pimozid verilerek bir ay klinikte
izlenen hasta, taburculuğu sırasında spikeri artık hoş bir anı olarak
kalbine gömdüğünü, kendine yeni bir yol çizmek istediğini bildiriyordu.
Sonuç:
Bu yazıda, betimleyici psikiyatrinin sınırlayıcı bakışıyla yeterince
kavranamayan aşk patolojilerini, insan arzusuna getirilen Hegelci tanım
uyarınca, geniş bir spektrum içinde ele alan yeni bir modelin taslağını
sunduk. Bu modelde aşk patolojileri "karşılıksız aşk sendromu spektrumu" adı
altında ele alınmaktadır. "Karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucunda
gerçek ya da imgesel düzeyde sevdiğini düşündüğü kimsenin arzusunu istediği
düzeyde elde edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla mazokistik nitelikte olan
ve normal sınırlar içinde değerlendirebilecek tepkiler, diğer ucunda ise,
günümüz psikiyatrisinde "erotomani", "De Clerambault Sendromu" gibi adlar
alan tekli-sanrısal bozukluk yer almaktadır. Sendromun ortasında, normale
yakın olan kısmında, "karasevda" (infatuation), "obsesif aşk", "fanatik aşk"
gibi adlar verilen bozukluk ile "De Clerambault sendromu"na yakın olan
kısmında "borderline erotomani" adıyla anılan, "sanrısal olmayan erotomani"
veya "çılgınca bağlanma bozukluğu" (violent attachment bozukluğu) gibi adlar
da alan sanrının olmaması ve şiddet gösterileriyle karakterize bozukluk
bulunmaktadır.
Arzusu kendisinin istediği düzeyde karşılanmayan, geri çevrilen ya da geri
çevrildiğini düşünen kişinin tepkilerinin spektrumun neresinde yer alacağı,
kişinin sağlıklı bir kendilik organizasyonu gösterip göstermemesine, nesne
ilişkileri açısından sergilediği gelişimsel performansa ve başvurduğu
savunma mekanizmalarına bağlıdır. Kendilik organizasyonu veya nesne
ilişkileri açısından hangi noktaya gelindiği, hangi savunma mekanizmaları ve
hangi eş (partner) özelliklerinin "karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nu
nasıl belirleyip etkilediği bir başka yazının konusudur. Bir başka yazıda
mutlaka ele alınması gereken diğer noktalar da, bu modelin kapsamı içinde ya
da buna benzer bir başka modelde, aşk patolojileriyle çok yakından
bağlantılı olan kıskançlık patolojileri (Mullen ve Pathe 1994) ve aşk ve
kıskançlık patolojilerine karşı tedavi yaklaşımlarıdır.
Kaynaklar
Boast N, Coid J (1994) Homosexual erotomania and HIV infection. Br J
Psychiatry, 164:842-846.
Cashdan S (1988) Object Relations Therapy. New York, W.W. Norton & Company.
Dunlop JL (1988) Erotomania between women. Br J Psychiatry, 153:830-833.
Ellis P, Mellshop G (1985) De Clerambault Syndrome a nosological entity? Br
J Psychiatry, 146:90-93.
Evans DL, Jeckel LL, Slott NE (1982) Erotomania, a variant of pathological
mourning. Bull Menninger Clin, 46:507-520.
Hallender MH, Callahan AS (1975) Erotomania or De Clerambault syndrome. Arch
Gen Psychiatry, 32:1574-1576.
Jordan HW, Howe G (1980) De Clerambault Syndrome (erotomania): a review and
case presentation. J Natt Med Assoc, 72:979-998.
Kernberg OF (1995) Love Relations: Normality and Pathology. New
Haven-London, Yale University Press.
Kojeve A (1988) Köle-efendi diyalektiği. Çev. Bumin T. Defter, 6:7-29.
Lacan J (1981) The Four Fundamental Concepts of Psycho-analysis. Çev.
Sheridan A. New York-London, W.W. Norton & Company.
Madun S (1995) Postyapısalcılık ve Postmodernizm. Çev. Güçlü AB. Ankara, Ark
Yayınları, s. 7-31.
Meloy R (1989) Unrecuited love and the wish to kill: diagnosis and treatment
of borderline erotomania. Bull Menninger Clin, 53:477-492.
Meloy R, Gothard S (1995) Demographic and clinical comparison of obsessional
followers and offenders with mental disorders. Am J Psychiatry, 152:258-263.
Mullen PE, Pathe M (1994) The pathological extensions of love. Br J
Psychiatry, 165:614-623.
Pearl A (1972) De Clerambault Syndrome associated with folie a deux. Br J
Psychiatry , 121:116-117.
Perez C (1993) Stalking: when does obsession become a crime? Am J Psychiatry
Crim L, 20:263-279.
Raskin DE, Sullivan KE (1974) Erotomania. Am J Psychiatry, 131:1033-1035.
Rudden M, Gilmore M, Frances A (1980) Erotomania: a separate entity. Am J
Psychiatry, 137 :1262-1263.
Rudden M, Sweeney J, Frances A (1990) Diagnosis and clinical course of
erotomanic and other delusional patients. Am j Psychiatry, 147:625-628.
Seeman M (1978) Delusional loving. Arch Gen Psychiatry, 35:1265-1267.
Segal JH (1993) Erotomania revisited: From Kraepelin to DSM-III-R. Am J
Psychiatry, 146:1261-1266.
Stien MB (1986) Two cases of "pure" or "primary" erotomania successfully
treated with pimozide (letter). Can J Psychiatry, 31:289-290.
Taylor P, Mahedra B, Gunn J (1983) Erotomania in males. Psychol Med,
13:645-650.
Zona M, Sharma K, Lane J (1993) A comparative study of erotomanic and
obsessional subjects in forensic sample. J Forensic Sci, 38:894-903.