İçebakış, Empati Ve Psikanaliz
Heinz Kohut
İnsanlar ve hayvanlar çevrelerini duyu organlarının yardımı ile
araştırırlar; dinlerler, koklarlar, seyrederler ve dokunurlar; çevrelerinin
bütünsel bir izlenimini oluşturur, bu izlenimleri hatırlar, birbiriyle
karşılaştırır ve geçmiş izlenimler temelinde beklentiler geliştirirler. Duyu
organlarının olanakları, aletler aracılığıyla (teleskop, mikroskop)
arttırıldığında insanoğlunun araştırmaları daha tutarlı ve sistemli hale
gelir, gözlemlenen olgular, (kendileri gözlemlenemeyen) kavramsal düşünce
köprülerinin yardımı ile daha geniş birimler halinde (kuramlar)
birleştirilir; ve böylece, dışsal dünyanın bilimsel incelenmesi fark
edilmeyen adımlarla, yavaş yavaş, gelişir.
İçsel dünya duyu organlarımız yardımı ile gözlemlenemez. Düşüncelerimiz,
arzularımız, duygularımız ve fantezilerimiz, görülebilir, koklanabilir,
duyulabilir ya da dokunulabilir değildirler. Fiziksel uzayda bir varlıkları
yoktur ama yine de gerçektirler ve zaman içinde ortaya çıktıkça onları
gözlemleyebiliriz: Kendimizde içebakış, diğerlerinde ise empati (dolaylı
içebakış) yoluyla.
Fakat, az önceki ayrım doğru bir ayrım mıdır? Gerçekten de düşüncelerin,
arzuların, duyguların ve fantezilerin fiziksel bir varlıkları yok mu? Bir
yandan düşünceler, duygular, fanteziler ve arzular olarak
deneyimlenebilirken, diğer yandan, ileri derecede rafine fiziksel araçlarla
ölçülebilen temel süreçler yok mu? Bu, eski ve tanıdık bir problem ve
zihin-beden ikiliği ya da tekliği seçenekleri biçiminde ortaya konduğu
müddetçe çözümlenemez. Tek verimli tanım operasyonel tanım. Gözlem
yöntemlerimizin asıl bileşeni duyularımızı içerdiğinde fiziksel olgulardan,
içebakış ve empatiyi içerdiğinde ise psikolojik olgulardan söz etmiş
oluyoruz.
Tabii ki önceki tanımlama, belirli bir zamanda meydana gelen gerçek bir
operasyon şeklindeki dar anlamıyla değil, gözlemcinin inceleme altındaki
olguya dair genel tutumu şeklindeki en geniş anlamıyla anlaşılmalıdır. Henüz
görülmemiş olan gezegenler doğrudan gözlem altındaki gezegenlerin
hareketlerini etkiliyor ve böylece gökbilimciler henüz teleskoplarında
belirmemiş olan gökcisimlerinin hareketleri, hacimleri ve kadir sınıfları
(yani parlaklık dereceleri) üzerine kafa yorabiliyor ve pek çok yıl sonra
gözlem alanlarına girecek olan kuyrukluyıldızların fiziksel niteliklerini
düşünmeye devam edebiliyorlar. Psikoloji alanı için de benzer düşüncelere
başvurulabilir. Mesela psikanalizde bilinçöncesi ve bilinçdışını, sadece
onlara içebakış niyetiyle yaklaştığımız ya da sonuçte içebakış yoluyla
onlara ulaşabileceğimiz için değil, aynı zamanda onları içebakış yoluyla
görülmüş ya da görülebilir deneyimler çerçevesinde addettiğimiz için de
psikolojik yapılar olarak düşünüyoruz.
Gözleme dayalı verilerimiz organize oldukça ve gözlemlerimiz bilimsel açıdan
sistemli hale geldikçe, gözlemlenen olgulardan daha uzak mesafedeki bir
takım kavramlarla uğraşmaya başlarız. Bu kavramların bazıları soyutlamaları
ya da genellemeleri oluştururlar ve böylece hala, az çok doğrudan bir
şekilde gözlemlenebilir olgularla bağlantılıdırlar. Örneğin zoolojik bir
kavram olan “memeli”, farklı türlerdeki hayvanların ayrı ayrı somut
gözlemlenmelerinden türemiştir; ne var ki kendi başına memeli gözlemlenemez.
Psikolojide de durum buna benzer. Örneğin psikanalizdeki dürtü kavramı da bu
biçimde, daha sonra gösterileceği gibi, içebakışla incelenmiş sayısız
deneyimden türetilmiştir; ne var ki, kendi başına dürtü gözlemlenemez.
Fiziksel bilimlerdeki ivme ya da psikanalizdeki bastırma gibi başka
kavramlar da doğrudan gözlemsel olguya göndermede bulunmazlar. Bununla
beraber böyle kavramlar net bir şekilde kendilerine özel bilimlerin genel
çerçevesi dahilinde yer alırlar, çünkü gözlemsel veriler arasındaki
ilişkilere işaret ederler. Bizler uzaydaki fiziksel cisimleri gözlemliyoruz,
bir zaman ekseni boyunca fiziksel konumlarını kaydediyoruz ve böylece ivme
kavramına ulaşıyoruz. İçebakış yoluyla düşünce ve fantezileri gözlemliyoruz,
ortadan kayboluş ya da ortaya çıkış koşullarını gözlemliyoruz ve böylece
bastırma kavramına ulaşıyoruz.
Peki, içebakış ve empati gerçekten her zaman her psikolojik gözlemin temel
bileşenleri midir? Dış dünyayı içebakış dışında yollarla gözlemleyerek
ulaşabileceğimiz psikolojik olgular yok mu? Basit bir örnek düşünelim.
Alışılmadık derecede uzun boylu bir insan görüyoruz. Kuşkusuz bu kişinin
alışılmadık ölçüleri psikolojik değerlendirmemiz için önemli bir bilgidir –
ne var ki içebakış ve empati olmaksızın bu adamın boyu sadece fiziksel bir
özellik olarak kalır. Ancak kendimizi onun yerine koyduğumuzda, ancak
dolaylı içebakış yoluyla, onun alışılmadık ölçülerini kendimizinmiş gibi
hissetmeye başladığımızda ve böylelikle alışılmadık veya dikkat çekici
olduğumuz zamanlara dair içsel deneyimleri canlandırdığımızda, alışılmadık
ölçülerin bu kişi için ne anlama geldiğini anlamaya başlarız ve psikolojik
bir olguyu gözlemlemiş oluruz. Psikolojik bir kavram olan eylem için de
benzer düşüncelere başvurulabilir. Eğer içebakış ve empati olmadan, sadece
fiziksel taraflarını gözlemlersek, psikolojik eylem olgusunu değil, yalnızca
fiziksel hareket olgusunu gözlemlemiş oluruz. Göz üzerindeki derinin yukarı
doğru hareketini milimetrik hasasiyetle ölçebiliriz, fakat kaşın
kalkışındaki şaşkınlık ve kınama anlamlarının ince farklarını ancak içebakış
ve empati yoluyla anlayabiliriz. Yine de bir eylem, empatinin yardımı
olmaksızın, yalnızca görülebilir seyri ya da görülebilir sonuçları ele
alınarak anlaşılamaz mı? Cevap yine olumsuz. Bir hareket örüntüsünün belirli
bir sonuç yarattığını görüyor olmamız gerçeği, tek başına, psikolojik bir
eylemi tanımlamaz. Gevşek bir taşın bir çatıdan düşüp bir adamı öldürmesi
türünden bir olay, empati kurabileceğimiz bir niyet ya da güdülenmenin
yokluğu nedeniyle, psikolojik bir eylem değildir. Pek çok tesadüfi olayda
bilinçdışı belirleyiciler olduğunu kabul etmemize rağmen, eylemlerimizin
tesadüfi sonuçları ile niyetli davranışlarımızı doğru bir şekilde
birbirinden ayırırız. Adamın biri elindeki taşı bırakır, taş düşer ve başka
bir adamı öldürür. Eğer empati duyabileceğimiz bilinçli ya da bilinçdışı bir
niyet varsa psikolojik bir eylemden bahsedebiliriz; şayet böyle bir niyet
yoksa, fiziksel olayların sebep-sonuç zincirinden bahsederiz. Diğer yandan,
eğer A’nın söylediği bazı sözcüklerin ses dalgalarının, B’nin beynindeki
bazı elektrokimyasal örüntüleri nasıl harekete geçirdiğini fizik ve
biyokimya terimleriyle tasvir etme imkânı olsaydı, bu tasvir hala A’nın B’yi
kızdırdığı ifadesinin belirttiği gibi bir psikolojik gerçeği içermiyor
olurdu. Yalnızca, içebakışla ya da bir diğerinin içebakışı ile empati
kurarak gözlemleme girişiminde bulunabileceğimiz bir olgu, psikolojik diye
adlandırılabilir. Eğer gözlem yöntemlerimiz ağırlıklı olarak içebakış ve
empatiyi içermiyorsa, olgu, “somatik”, “davranışsal” ya da “sosyal”dir.
Sonuç olarak önceki tanımlamayı açık bir ifade şeklinde tekrarlayabiliriz:
Eğer gözlem tarzımız temel bileşenler olarak içebakış ve empatiyi içeriyorsa
olguları zihinsel, psişik veya psikolojik olarak adlandırırız. Bu bağlamda
“temel” terimi içebakış ve empatinin psikolojik gözlemde asla noksan
olamayacağını ve hatta tek başına da varolabileceğini ifade ediyor. Daha
önceki noktalar az önceki ifadenin ilk yarısını açıklığa kavuşturdu. İkinci
yarıyı (yani içebakış ve empatinin psikolojik malzemenin gözlemlenmesinde
tek başına yer alabileceğini) göstermek içinse psikanalize dönebiliriz.
Burada ilk olarak kimileri tarafından öne sürülebilecek bir itiraz üzerinde
durmamız gerekiyor: Psikanalitik gözlemin asıl aracı içebakış değil,
analistin hastanın belli türden bir davranışını incelemesidir: Serbest
çağrışımı. Ne var ki klinik gerçeklerin büyük bir kısmı kendi kendini analiz
yoluyla keşfedildi ve bu verilerden de, Freud’un “Rüyaların Yorumu”
kitabında olduğu gibi, bir kuramsal soyutlamalar sistemi geliştirildi.
Olağan analitik durumda da, analistin tanıklık ettiği, analizanın içebakış
yoluyla kendi kendini gözlemlemesidir. Şurası bir gerçek ki, analistin
psikolojik içgörüleri, sıklıkla analizanın kendini anlayışının
ilerisindedir. Ancak bu psikolojik içgörüler, analistin içebakışın empati
diye adlandırılan uzantısını (dolaylı içebakışı) kullandığı, eğitilmiş
içebakış becerisinin sonucudurlar.
Şüphe yok ki bu tartışmalar, içebakış ve empatinin psikanalitik gözlemin
yegâne bileşenleri olduğunu ima etmez. Diğer tüm psikolojik gözlemlerde
olduğu gibi psikanalizde de, gözlemin asıl unsurları olan içebakış ve empati
genellikle diğer gözlem yöntemleriyle bağlantılı ve kaynaşmış haldedirler.
Bununla birlikte nihai ve sonucu belirleyici gözlemsel eylem, içebakış ya da
empati yoluyla olanıdır. Buna ek olarak, kendi kendini analiz durumunda
içebakışın tek başına var olduğunu da gösterebiliriz.
Bu noktada, empatinin bilimsel psikoloji dışındaki kullanılışını incelemek
verimli olabilir. Günlük hayatta tutumlarımız bilimsel açıdan sistemli
değildir ve gözlem nesnemizle az ya da çok empati kurabilmemize bağlı
olarak, olguları az ya da çok psikolojik ya da zihinsel olarak görme
eğilimindeyizdir. Psikolojik bir kavrayışa en kolay kendi kültürel
yaşantımızdan olan insanları gözlemlediğimizde ulaşabiliriz. Hareketleri,
sözel davranışları, arzuları ve duyarlılıkları bizimkilere benzer ve farklı
bir ortamdan gelen insanlara önemsiz gelebilecek ipuçları temelinde onlarla
empati kurabilmemiz mümkündür. Yine de, deneyimleri bizimkine benzemeyen
farklı bir kültürden gelen insanları gözlemlediğimizde bile, empati
kurabileceğimiz bazı ortak deneyimlerin keşfiyle, onları psikolojik olarak
anlayabileceğimize inanırız. Hayvanlarla da bu böyledir: Bir köpek ayrılık
sonrasında sahibini karşıladığında biliriz ki, sevilen bir “sen”le ayrılık
sonrasında onun deneyimledikleri ile kendi deneyimlerimiz arasında ortak
paydalar mevcuttur ve insanla hayvan deneyimleri arasında büyük farklar
olduğunu vurgulama eğiliminde olmamıza rağmen, psikoloji terimleriyle
düşünmeye başlayabiliriz. Ne var ki, bitki psikolojisinden pek kimse söz
etmez. Doğru, çiçeklerin kimi hevesli gözlemcileri, bitkilerin güneşe ve
sıcağa doğru dönmelerini, makul bir biçimde, empati kurabileceğimiz bir şey,
içsel bir gayret, özlem ya da arzu olarak görebilirler ancak bu daha çok
simgesel ya da şiirsel manada olacaktır çünkü bitkilere (bazı hayvanlara
yaptığımız gibi) ilkel bir kendinin farkında olma becerisi atfedemeyiz. Ne
var ki daha ileri durumlar da mevcut. En kısa rotayı arayarak ve engellerden
kaçınarak bir tepeden aşağı doğru koşan suyu gözlemliyoruz ve hatta bu
olguları insanbiçimci (andromorfik) terimlerle tanımlıyoruz (koşmak, aramak,
kaçınmak); ve yine de, bırakın bitkilerin psikolojisini, cansız varlıkların
psikolojisinden de söz etmiyoruz.1
Sonuç olarak içebakış ve empati tüm psikolojik kavrayışımızda rol
oynamaktadır; bununla beraber içebakış ve empatinin bilimsel olarak
kullanımının eşsiz öncüleri Breuer ve Freud’du. İçebakışın geliştirilen
özel, inceltilmiş biçimlerine yapılan vurgu (yani serbest çağrışım ve direnç
analizi), yalnızca bu özel içebakış tekniklerinin yardımıyla ortaya
çıkarılabilen, o zamana değin bilinmeyen bir içsel deneyim türünün çığır
açan keşfi (yani bilinçdışının keşfi), normal ve anormal psikolojik olgulara
dair açılan yeni anlayış alanımızın genişliği, şu gerçeği gizlemeye yöneldi:
İlk adım, içebakış ve empatinin, yeni bilimin gözlem araçları olarak tutarlı
bir şekilde kullanılmaya başlanmasıydı. Psikanalizin başlıca teknikleri olan
serbest çağrışım ve direnç analizi, içebakışla gözlemi, önceden farkında
olunmayan çarpıtmalardan (rasyonalizasyonlardan) azad etti. Bu nedenle
serbest çağrışım ve direnç analizinin kullanılmaya başlaması hiç kuşkusuz,
(etkin bir bilinçdışının çarpıtıcı etkilerinin kabul edilmesine yol
açmasıyla) psikanalitik gözlemin değerini özellikle belirlemektedir. Yine de
bu önemin bilinmesi, içebakış ve empati yoluyla gözlem yönteminin hizmetinde
başvurulan serbest çağrışım ve direnç analizinin, yardımcı araçlar olarak
düşünülmesi gereği ile zıtlık teşkil etmez.
Bu giriş gözlemlerinin sonucunda şimdi, bu çalışmanın ana gövdesine dönmeye
hazırız. Aşağıdaki inceleme esas olarak, ne analizan ve analistin çeşitli
psikolojik deneyimleriyle ilgili, ne de içebakış ve empatiyi dinamik ve
genetik bakış açılarından açıklığa kavuşturmayı hedefliyor. Buradan
itibaren, içebakış ve empatiyi psikanalitik bilgi toplamanın temel
bileşenleri olarak kabul edeceğiz ve bu gözlem yönteminin, gözlemlenen
alanın içeriğini ve sınırlarını nasıl tanımladığını göstermeye çalışacağız.
Alanın içerik ve sınırları sonradan deneysel bilimin kuramlarını
belirleyeceği için, bu çalışmadaki bir başka amacımız da, içebakış ile
psikanalitik kuram arasındaki bağlantıyı, özellikle de bu bağlantıya karşı
kayıtsızlığın yanlışlara, ihmallere ve hatalara götürdüğü alanlarda
göstermek olacak.
İçebakışa Karşı Dirençler
Serbest çağrışıma karşı dirençleri, zihnin savunma işlevinin sonucu olarak
ele almak uygundur. Hasta bilinçdışı içerikten ve türevlerinden korktuğu
için serbest çağrışıma karşı çıkar ve yasak masturbasyon fantazileri,
saldırganlıklar ve benzeri şeylerin anlamlarını kendine iş edinmesi
nedeniyle, analiz sürecine direnç gösterilir. Ancak, psikanalitik yönteme
karşı daha genel, kendini son derece akılcı yollarla ifade eden bir direnç
var gibi görünüyor: İçebakışa karşı direnç. Belki de, gözlem tarzımız olarak
samimiyetle kabul etmekteki isteksizliğimiz yüzünden, içebakışın (ve
empatinin) bilimsel kullanımını incelemeyi ihmal ettik, onunla deney yapmayı
ya da onu inceltmeyi beceremedik. Öyle görünüyor ki ondan utandık ve
doğrudan doğruya bahsetmek istemedik ama yine de o – tüm eksikleriyle –
büyük keşiflere giden yolu açtı. İçebakışla ilgili tereddüdümüzün
sosyokültürel olarak belirlenmiş (mistik, yoga, oryantal, batılı olmayan
gibi bazı sloganlarda örneği verilen) sebeplerini bir yana bırakırsak, hala,
böyle sonuçlar vermiş gözlem yöntemin onaylamaya karşı önyargımızın altında
yatan sebebi tanımlamamız gerekiyor. İçebakışın psikanalitik bilgi toplamada
çok önemli bir faktör olduğu gerçeğinin savunmacı bir biçimde ihmal
edilmesine yol açan dehşet, belki de gerilimin artmasından doğan
çaresizliğin korkusudur. Bizler gerilimin eylem yoluyla devamlı boşaltımına
alışığız ve düşünceyi sadece eylemin aracısı, ertelenmiş bir eylem, bir
eylem denemesi ya da planlama olarak görmeyi istiyoruz. İçebakış, gerilimden
kurtulmamızı sağlayan akıntıya karşı gider göründüğü için, bastırılmış
içeriğin ortaya çıkmasının çok yakınlarda olmasının yarattığı daha belirli
korkulara, pasifliğe ve gerilim artışına dair genel dehşeti ekliyor
olabilir. Psikanalizdeki serbest çağrışımın bu anlamda bizim olağan düşünce
süreçlerimize tekabül etmediği doğru. Genel olarak söylenecek olursa,
düşünme, “nispeten küçük yatırım (cathexis) parçalarının eşlik ettiği
deneysel türde bir eylemdir” (Freud, 1911a, s.221). Bütün olarak
psikanalitik terapinin, eyleme hazır duruma getirdiği (eylem özgürlüğünü
verdiği) söylenebilir; ancak tek başına serbest çağrışım, eyleme değil,
artan gerilim toleransı yoluyla yapısal yeniden düzenlemelere hazırlanmayı
sağlar.
Hastalar, genellikle terapinin en erken safhalarında, tedavinin talep ettiği
zamandan ve paradan fedakârlığı sebep göstererek, analizin uzunluğu ve
seansların sıklığı ile ilgili yakınmalarını dile getirirler. Ama insan, en
azından bazı durumlarda, bu şikâyetlerin, artmakta olan gerilime karşı daha
derindeki bir eylemsizlik dehşetini, diğer bir deyişle, içebakış yoluyla
enerji akışının uzun süre tersine çevrilmesinden duyulan korkuyu gizlediği
izlenimine kapılıyor. Belki analitik yöntemle deneylerimizde bizleri uzun
içebakış sürelerinin sonuçlarını, örneğin, uzatılmış analiz seanslarının
etkinliğini araştırmaktan alıkoyan da, analistlerce duyulan benzer bir
rahatsızlıktır.
İçebakış hiç şüphesiz gerçeklikten kaçış yolu da olabilir. Şizofrenlerin
bazı otistik gündüz düşlerindeki gibi en patolojik biçimlerinde, içebakış
haz ilkesine yenik düşer ve fantezilerin pasif bir kabulüne dönüşür. Egonun
içebakan kısmının daha çok kontrolünde, ama yine de haz ilkesinin etkisi
altında ise, mistik tarikatlerin ve sözde-bilimsel mistik psikolojinin
rasyonalize edilmiş içebakış biçimleri yer alır. Ne var ki, içebakışın
kötüye kullanılabileceği gerçeği, onun bilimsel bir araç olarak değeri
konusunda bizi yanıltmamalı. Şurası da unutulmamalıdır ki, eğer bir bilim
adamı bilimsel etkinliği patolojik amaçlarla kullanacak olursa, içebakışçı
olmayan fiziksel bilimler de eşit derecede, dönüştürülmemiş haz ilkesinin
hizmetine girebilir. Psikanalizdeki içebakış, pasif bir gerçeklikten kaçış
değildir; olsa olsa, aktiftir, araştırır ve girişimcidir. Daha çok, başlıca
fizik bilimlerinde olduğu gibi, bilgi sahamızı derinleştirme ve genişletme
tutkusuyla harekete geçer.
Erken Zihinsel Örgütlenmeler
İçebakış konusunda sadece irrasyonel dirençlerle değil aynı zamanda gerçekçi
sınırlamalarla da karşı karşıyayız. Örneğin, bazı yazarların tanımlarının ya
da kuramlarının, insanbiçimci, yetişkinbiçimci ve benzeri olduklarına dair
eleştirel ifadeler duyuyoruz. Sözü edilen konuların diliyle söylenecek
olursa, bu eleştirel ifadeler, ya gözlemcinin empatik süreçlerinin ihtiyatla
ele alınmadığını, ya da söz konusu yazarın yanlış biçimde empati kurduğunu
ima etmektedirler. Gözlemci gözlenenden ne kadar farklıysa empatinin
güvenilirliğinin o kadar azalacağına kuşku yok. Psikanaliz genetik (gelişim)
yönelimlidir ve insan deneyimine değişen karmaşıklıkta, değişen olgunlukta
vs. zihinsel örgütlenmelerin uzun dönemli sürekliliği olarak görür.
Böylelikle zihinsel gelişimin erken safhaları da, kendi kendimizle, yani
kendi geçmiş zihinsel örgütlenmelerimizle empati kurabilme becerimize karşı
özel bir meydan okuma teşkil eder. (Tabii bu düşünceler, sadece uzun dönemli
yaklaşıma değil aynı zamanda, örneğin psikolojik derinlikten ve uyku,
nevroz, yorgunluk, stres ve benzeri durumlardaki psikolojik regresyondan söz
ettiğimiz zamanki enine-kesitsel yaklaşıma da uygundur.) İlkel, erken dönem
veya derin psikolojik süreçleri anlatırken ne tür bir kavramdan
yararlanmalıyız? Örneğin, Freud’un aktüel nevroz sendromunda devamlı
içebakışın (serbest çağrışım ve direnç analizi şeklinde bile olsa) kaygı
nevrozunda kaygıdan, nevrastenide ise yorgunluk ve ağrılardan öte bir
psikolojik içerik ortaya koyamaması, operasyonel anlamda belirleyici oldu
(Freud, 1898). Freud, arasıra karşılaştığı çeşitli fantezileri bu
semptomlara ikincil (onların akılcılaştırılmaları) olarak görmüş olmalı.
Psikolojik bulgu eksikliği Freud’u, aktüel nevrozu organik bir rahatsızlığın
– diğer bir deyişle, içebakış dışında araştırma yöntemleriyle, örneğin
biyokimyasal araçlarla, incelemenin daha verimli bir açıklama sunmayı vaad
ettiği bir durumun - doğrudan ifadesi olarak anlatmaya sevk etti. Nevrotik
rahatsızlık2, bitkisel nevroz (Alexander, 1943) veya organ nevrozu
(Fenichel, 1945) gibi bazı psikopatolojik oluşumlar ve zihinsel gelişimin
birincil işlevsel safhasını ayırdetme aygıtı için de aynı düşünceler
geçerlidir. Benzer şekilde, biz de zihinsel gelişimin en erken safhalarının
psikolojik içeriğini tam olarak anladığımızı iddia etmemeli, bu devrelerden
söz ederken, daha sonraki deneyimlerin benzer görüngülerine göndermede
bulunan kavramlardan kaçınmalıyız. Yani, belli belirsiz empatik tahminlerle
yetinmeli ve mesela arzu yerine gerilimden, arzu doyumu yerine gerilimin
azalmasından ve problem çözümü yerine de yoğunlaşma ve uzlaşım oluşturmadan
söz etmeliyiz. Bu terminolojik hatalardan daha güç farkedilen şey ise, erken
dönem psikolojik durumların tartışmasında bazen düşülen kullanım kaymaları.
Başlangıçtaki zihinsel duruma yönelik ilkel bir empatik içebakış
geliştirmeye çalışmaktansa sosyal bir durumun, örneğin anne ve çocuk
arasındaki ilişkinin, tanımlanması öneriliyor. Anne ve çocuğun erken
dönemdeki etkileşimlerinin araştırılması ve tanımlanması hiç kuşkusuz
elzemdir; ne var ki o vakit, bir tür sosyal psikoloji ile uğraştığımız ve bu
yüzden de içebakışçı psikolojinin sonuçları ile mukayese edilmesi ama onunla
eş tutulmaması gereken bir bakış açısına doğru kaydığımız da
unutulmamalıdır.
O halde içebakış yönteminin yardımıyla gerçekleştirilen gözlemler üzerine
kurulan kuramlarla, örneğin sosyal psikolog ya da biyoloğun gözlem yöntemi
üzerine kurulu kuramları, birbirine ya da birbiriyle karıştırmamaya dikkat
etmeliyiz. Dere, yolu üzerindeki kayalardan kaçınarak, yokuş aşağı, en kısa
yolu bularak ırmağa doğru akar – ve böylece su ile çevresi arasındaki uyum
problemi çözülmüş olur. Eşine ihanet etme isteğiyle ilgili çatışması olan
evli bir kadın histerik körlük geliştirir - ve yine adaptasyon probleminin
çözülmüş olduğu söylenebilir. Benzer şartlardaki bir başka kadın daha fazla
baştan çıkarılmak istemediğine karar verir; o da baştan çıkarıcı adamı
görmek istemez ve alelacele eve dönmeye karar verir – yine bir uyum problemi
çözülmüştür. Sosyal psikolog, ödevlerin farklı karmaşıklık düzeylerini,
biyolog ise bunların çözümünde kullanılan araçların farklı karmaşıklık
düzeylerini karşılaştırarak bu uyum süreçlerini birbirinden ayırmaya
kalkışabilir ki, bunlar, çağımızın elektronik “beyinleri” (hesaplama
makinaları) göz önünde tutulduğunda, kolay ayırımlar değildirler. Bir sosyal
psikoloğun ya da biyoloğun çözümü her ne olursa olsun, bu mekanizmaları,
içebakış ve empatiyi kullanarak birbirinden ayıran psikanalistin çözümüyle
net bir şekilde tezat oluşturur. Psikanalist bu mekanizmaları, ne
etkinlikleri ya da etkisizlikleri, ne de karmaşıklık ya da basitlikleri ile
değil, diğerinin deneyimine empati kurarak, çeşitli zihinsel etkinliklerin
içebakan kendiliğe olan göreli uzaklıklarını tahmin ederek birbirinden
ayırır. Bazı psikolojik süreçler (yenidoğanın gerilimi ya da gerilimi
boşaltması) neredeyse empati sınırlarının dışındadır ve gerçekleşen uyumun,
kayalar ve yer çekimi ile etkileşim halindeki suyun hareketine daha yakın
olduğu söylenebilir. Başka süreçler, empatik gözlemciye, az önce
anlatılanlardan biraz daha yakın olsalar da, kendini gözlemleyen egodan yine
epeyce uzaktırlar: Uzlaşım oluşturmalar, yoğunlaştırmalar, yer
değiştirmeler, birincil süreç diye adlandırdığımız aşırı belirlenim (örneğin
psikonevrotik semptom oluşturma); ve nihayet içebakış ve empatimize daha
yakın olan psikolojik süreçler: Mantıklı düşünme, problem çözme ve niyetli
eylemin -seçim ve karar becerisi- ikincil süreçleri.
Ruhiçi (Endopsychic) ve Kişilerarası Çatışma
Bu noktada, özellikle psikanalizin “yeterince kişilerarası” olmadığına ya da
sosyal matris yerine tek gövdeli bir bakış açısı kullandığına dair sıklıkla
ifade edilen kanıları gözönüne alarak, ruhiçi ve kişilerarası çatışma
kavramlarının durumlarını psikanalitik kuram çerçevesinden inceleyeceğiz. Bu
türden görüşler psikanalitik gözlemin asıl bileşeninin içebakış olduğunu
gözden kaçırırlar. Bu yüzden, kişilerarası teriminin psikanalitik anlamını,
içebakış yoluyla kendini gözlemlemeye açık bir kişilerarası deneyim
manasında tanımlamalıyız; böylece sosyal psikologların ve diğerlerinin
kullandığı kişilerarası ilişki, etkileşim, işlem (transaction) vs. gibi
terimlerin anlamlarından farklılık göstermiş olur.
Freud’un erken dönem araştırmaları psikonevrozun içebakış ve empati yoluyla
incelenmesine yönelikti. Çabaları iki büyük keşifle ödüllendirildi:
Bilinçdışı ve aktarım olgusu, yani bilinçdışının, psişenin içebakışla daha
ulaşılabilir olan kısmına yaptığı özel etki. Aktarım nevrozunda devamlı
içebakış, çocuksu arzularla bu arzulara karşıt içsel güçler arasındaki içsel
çatışmanın, yani yapısal çatışmanın farkına varılmasını sağlar. Bir aktarım
figürü olduğu ölçüde analist, kişilerarası ilişki çerçevesinde değil,
analizanın bilinçdışı ruhiçi yapılarının (bilinçdışı anılarının)3 taşıyıcısı
olarak deneyimlenir. Mesela hasta, kaygısız bir şekilde, seansa gelirken
otobüs ücretini ödemekten yırttığını anlatır. Kendisini karşıladığında da
analistinin yüzünün alışılmadık ölçüde sert olduğunu “farketmiştir”. Bir
aktarım figürü olarak analist (direnç analizinin devamlı içebakışla ortaya
koyduğu şekliyle), analizandaki bilinçdışı süperego güçlerinin (bilinçdışı
baba imagosunun) bir ifadesidir.
Ne var ki, psikanalitik incelemenin kapsamı yavaş yavaş genişledi ve kısa
zamanda psikozu da içine aldı. Böylece analist yeni bir görevle karşı
karşıya kaldı: Artık, ilkel zihinsel örgütlenmelerin, yapılanma öncesi
psişenin deneyimleriyle empati kurmak durumundaydı. Psikozlar alanında daha
önceki iki büyük, erken yapılan keşif, Freud’un (1914b) psikotik
hipokondriyanın anlamını kavraması ve Tausk’un (1919), empati ya da içebakış
yoluyla, şizofreniğin bir makine tarafından etkilendiği sanrısını,
kendiliğin erken döneme ait bir biçiminin canlanması ve “sen” deneyimi ile
bağlantının kopmasından sonraki acılı ve kaygılı beden deneyimlerine
gerileme olarak tanımasıydı. Narsistik bozukluklar ve sınır durumlardaki
sürekli içebakış da, aynı şekilde, arkaik bir nesneyle bağını sürdürmeye ya
da ondan zayıf bir ayrışmayı sürdürmeye çalışan, yapılanmamış psişeyi
anlamayı sağladı4. Analist burada, içsel yapıların yansıtıldığı bir ekran
değil (aktarım), sağlam psikolojik yapılar oluşturmak için fazlaca uzak,
reddedici ya da güvenilmez olan erken dönem gerçekliğin doğrudan bir
devamıdır. Böylece analist, içebakış yoluyla, ilkel bir kişilerarası ilişki
çerçevesinden deneyimlenir. Analist, analizanın bağını sürdürmeye, kendi
kimliğini ayırmaya ya da bir parçacık içsel yapı türetmeye giriştiği eski
nesnedir. Mesela şizofren bir hasta seansa soğuk ve çekingen bir halde
gelir. Bir önceki gece gördüğü rüyada, karla kaplı çorak bir alanda bir
kadın ona memesini vermiştir ama o, bu memenin lastik olduğunu farketmiştir.
Bu hastanın duygusal soğukluğunun ve rüyasının, analistin onu görünüşte
küçücük ama gerçekte çok önemli olacak şekilde reddedişine gösterdiği tepki
olduğu anlaşılır. Analist tarafından gerçekçi bir reddedilişe duyulan
tepkiler kuşkusuz aktarım nevrozlarının analizinde de görülür ve tanınıp
ortaya konmaları taktik önem taşır. Ne var ki, psikozlarla sınır durumların
analizlerindeki arkaik kişilerarası çatışmalar, psikonevrozlardaki yapısal
çatışmaya tekabül eden, stratejik önemdeki merkezi bir konumu işgal eder.
Aynı düşünceler, ayrıntılardaki farklar göz önüne alınarak, psikozlarda
karşılaşılan yapısal çatışmalara da uygulanabilir.
Aktarım üzerine birkaç kısa yorum daha yapmadan ruhiçi ve kişilerarası
çatışma başlığını terk edemeyiz. Freud’un temel aktarım tanımı (1900a)
belirsizlik barındırmayan bir kavram oluşumunun sonucuydu: Aktarım,
bilinçdışının (çoğunlukla zayıflamış olsa da) varolan bastırma bariyerinden
geçen, bilinçöncesi üzerindeki etkisidir. Rüyalar, semptomlar ve analizanın
analisti algılayış halleri, aktarımın en önemli görünümleridir. Aktarım ve
karşıaktarım kavramlarının (genellikle sosyal psikolojideki belirli
kişilerarası ilişkileri işaret eden) şimdiki kafa karıştırıcı kullanımları,
kuramsal çerçevenin dayanması gereken çalışma tarzı ile ilgili kasıtsız bir
tutarsızlıktan doğmaktadır. Eğer önceki aktarım kavramını 1923’teki yapısal
şema içine oturtur ve ek olarak da aktarımı egonun özerkliği (Hartmann,
1939) ile ilgili şekilde tanımlarsak, Freud’un 1900’de üzerine çalıştığı ham
zihin modeli ile sakatlanmadan, çalışma tarzımızı muhafaza etme avantajına
sahip olabiliriz. Böylece nesneye yönelik bastırılmış çocuksu arzuların,
analistin (şimdiki gerçeklikte önemsiz olan) özellikleri ile bir karışımı
olması dolayısıyla, terapötik durumdaki nesneyle aktarım deneyimi, orijinal
anlamını korumuş olur. Bu, iki başka deneyimden net bir biçimde ayırt
edilmelidir: Nesneye yönelik, derinlerden doğan ama bastırma bariyerini
geçemeyen yönelişlerden (karş. Freud’un “Ego ve İd” deki şeması: Bastırma
bariyeri egonun yalnızca küçük bir parçasını idden ayırır) ve egonun, ilk
haliyle aktarım olan, ancak daha sonra bastırılmış olanla bağını kopararak
özerk nesne seçimi haline gelen, nesne yönelişlerinden. Her iki örnekte de
nesne seçiminin kısmen geçmişten kaynaklandığını, yani sonraki nesne
seçiminin çocukluktaki modelleri taklit ettiğini kabul etmek önem
taşımaktadır. Ancak her aktarımın tekrar olduğu doğruysa da, her tekrar
aktarım değildir.
İçebakışa dayanmayan tarihsel yaklaşımla, geçmişin zihinsel aygıtın
gelişimini belirleyen etkileri ile, geçmişten kalıp hala varlığını sürdüren
bir şeyin, yani bastırılmış bilinçdışının, bugünkü etkilerini ayırdetmek
mümkün değildir. Ne var ki sürekli bilimsel içebakış yoluyla, çocukluktaki
modelleri taklit eden aktarımsal olmayan nesne seçimlerini (örneğin sık
düşülen bir hatayla olumlu “aktarım” diye nitelendirilenlerin bir kısmı),
gerçek aktarımdan ayırdetmemiz mümkün. İkincisi, sürekli içebakışla yavaş
yavaş yok olurken, ilki, yapısal çatışma alanının dışında yer alır ve
psikanalitik içebakıştan doğrudan etkilenmez.
Bağımlılık
Psikanalizin kullandığı bazı kavramlar, içebakışla gözlem ya da empatik
içebakışla oluşturulmuş soyutlamalar olmayıp, diğer gözlem yöntemleriyle
elde edilmiş verilerden türetilmişlerdir. Psikanalitik gözleme dayalı
kuramsal soyutlamalarla mukayese edilmeleri gerekse de, bu kavramlar
diğerleriyle aynı değildir.
Örneğin, genel olarak çocukluk cinselliğinin ve özel olarak da Oedipus
kompleksinin öneminin, insan yavrusunun uzun süreli ve biyolojik olarak
zorunlu bağımlılığına bağlı veya bu bağımlılığın bir parçası olduğu
hipotezini ele alalım. Bu psikanalitik bir hipotez midir? Cevap genel
anlamda hiç kuşkusuz olumlu, çünkü söz konusu hipotez, fallik, anal ve
oral-erotik deneyimin içebakış yoluyla keşfinden ve aktarımdaki oedipal
tutkuların açığa çıkarılmasından evvel formüle edilemezdi bile. Yine de daha
keskin bir bakış, bu hipotezde kullanılan kavramların tamamının,
değişiklikler yapılmaksızın, içebakışçı ya da empatik gözlemlerden çıkmış
gibi kabul edilemeyeceğini gösterecektir. Dürtüler ve cinsellik konusu daha
sonra ele alınacak, bağımlılık kavramı ise tam bu noktada incelenecek.
Bağımlılık kavramı, her zaman değilse de çoğu zaman kafa karışıklığı
yaratacak biçimde birbirine bağlı iki ayrı anlamı ifade etmek için
kullanılabilir. İlk anlamı, iki organizma (biyoloji) ya da iki sosyal birim
(sosyoloji) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Biyoloji ile ilgili gözlemci,
çeşitli memeli yenidoğanların (hayatta kalmak için) aynı türün annelik
bakımı veren yetişkinlerinden aldıkları bakıma bağımlı olduklarını
doğrulayacaktır. Yetişkin insanlar arasındaki ilişkiler için de bağımlılıkla
ilgili benzer yargılara varılabilir. Karmaşık ve son derece uzmanlaşmış
uygarlığımızda, toplumun her bir üyesi, yalnızca belirli birkaç beceri
geliştirir ve böylece hem bildiği kadarıyla varlığı, hem de muhtemelen
biyolojik olarak hayatta kalmak için, toplumun tamamına (diğerlerinin
becerilerinin tümüne) bağımlıdır. Bağımlılık teriminin biyolojik ve
sosyolojik anlamları bir yana, aynı adı taşıyan ve psikodinamik
formülasyonlarımızda büyük ölçüde kullandığımız psikolojik bir kavramla
karşı karşıyayız. Bazı hastaların bağımlılık problemleri olduğunu ya da bunu
psikanaliz sırasında geliştirdiklerini söylüyoruz. Veya oral-bağımlı
kişiliklerden söz ediyor ve oral-bağımlılıklarının, analistle ilişkiyi devam
ettirme arzularına tartışmasız biçimde katkıda bulunduğu sonucuna varıyoruz.
Bizler burada psikanalitik bağımlılık kavramı ile uğraştığımız için, bu
kavramı hastaların psikanalitik gözlemlenmesinden çıkardığımız ve bu
kavramın analizanın zihinsel durumu ile ilgili bazı genellemeler ve
soyutlamalar oluşturduğu kabul edilmeli. Mesela hastanın bağımlılıkla ilgili
bir çatışma yaşadığını söylediğimizde veya bunları bastırıyor olduğu gibi
yapısal bir formülasyonda, gerçekten de genellikle yaptığımız açıkça budur.
Bu türden bir formülasyona itiraz edilemez görünür, çünkü biz sadece denenip
kanıtlanmış olan bastırma kavramını kullanıyor gibiyizdir. Ancak buna ek
olarak, deminki formülasyonun doğruluğunu incelemeden önce tek başına ele
almak durumunda olduğumuz, üstü kapalı bir varsayımda bulunmuş olduk.
Psikanalitik bir kavram olarak regresyon, daha önceki bir psikolojik duruma
geri dönüşü ifade eder. Bu nedenle problemimiz, bebeğin (biyolojik ve
sosyolojik anlamda) annesine bağımlı oluşu gibi doğruluğundan şüphe
edilemeyecek bir gerçekle değil, bebeğin zihinsel durumunun yaklaşık olarak
yetişkin bir analizanda ortaya çıkardığımız bastırılmış bağımlılık
yönelişlerine tekabül edip etmediğine dair kafa karıştırıcı soruyla
ilgilidir. Bu türden gayretlerin güvenilmezliğini göstermek için karşıt
hipotez üzerine kafa yorabilir ve meme emen sağlıklı bebeğin olgunlaşmamış
kendilik-farkındalığını, kendisi için en önemli etkinliğe tamamen dalmış
olan bir yetişkinin, örneğin yüz metre koşusunun son metrelerindeki bir
atletin, kadansın zirvelerinde bir virtüözün, ya da cinsel birleşmenin doruk
noktasında bir aşığın duygusal durumu ile karşılaştırmamız gerektiğini öne
sürebiliriz. Yetişkindeki bağımlılık durumlarının analizle daha fazla
indirgenemeyecek olan en eski psikolojik gestalta geri dönüş olduğu
varsayımı, böylelikle sağlıklı çocuklardan empatik anlayışımızla
öğrendiklerimizle karşıtlık halindedir.
Elbette ne gözlemlemesi gerektiği konusundaki beklentilerini
yönlendirebilmek için biyolojik bulgu ya da ilkelerden ipucu almak, bir
psikolog için faydalı olabilir. Yine de nihai sınama, psikolojik gözlemin
bizzat kendisidir ve belirli bir zihinsel durumun yorumlanmasını biyolojik
ilkelere dayanarak tahmin etmek, hele de psikolojik bulgularımızla
çelişiyorsa, hatalıdır. Bu yüzden, bazı yetişkin hastalarda karşılaştığımız
ürkek ve ısrarlı yapışma, tutunma ve bırakma karşısında direnç, psikolojik
gelişimin normal bir evresinin tekrarı, yani makul ölçüde normal
ebeveynlerin makul ölçüde normal çocuklarının zihinsel durumuna doğru bir
gerileme değildir. Şayet çocukluk durumuna gerileme iseler, yetişkinlerdeki
yapışkan bağımlılık tepkileri, gelişimin normal oral evresine değil,
genellikle çocukluğun daha sonraki evrelerindeki çocukluk patolojisine geri
dönüşü ifade ederler. Örneğin bunlar, belirli reddedilme deneyimlerine, yani
öfke ve misilleme korkusunun karışımına yönelik tepkilerdir. Veya,
yansıtılmış narsissistik fantezilerin tümgüçlü ve iyi huylu taşıyıcısı
haline gelmiş olan terapiste yapışma suretiyle hastayı (mesela gizli yapısal
çatışma ile bağlantılı suçluluk ve kaygının ortaya çıkmasına karşı)
korurlar.
O halde psikolojik bağımlılığı neredeyse yalnızca oraliteye atfetme
eğilimine de itiraz etmeliyiz. Hiç şüphesiz bazı durumlarda böyle bir
bağlantı söz konusudur. Yine de biyolojik beklentiler tarafından
kösteklenmeyen empatik gözlem, pek çok dürtünün, özellikle de neredeyse
doyurulmamış bir halde tutulurlarsa (yarım kalmış psikanalitik perhiz – ne
zaman tamamlanır ki?), terapiste yönelik bir Hörigkeit (yani kölelik)
durumunun yaratılmasını sağlayabileceğini onaylamaya açık olacaktır. Bu
nedenle de bu, söz konusu psikolojik durumu niteleyen özel bir dürtüye bağlı
bir durum değil, ısrarcı bir yapışmadır.
Belki de bu durumlardan bazılarının açıklanmasında hatırlanacak en genel
psikolojik ilke değişime dirençtir (“libidonun yapışkanlığı”), fakat
muhtemelen bu en genel açıklamaya, ancak diğer olasılıklar elendikten sonra,
ya da özel bir vakada bu etkene dair doğrudan psikolojik delil olduğunda
dönülmelidir. Otuz beş yaşında bir adamın geçenlerde bana anlattığı olay,
belki bu terimlerle açıklanabilir. Bir toplama kampından sağ kalan otuz
kişiden biriydi ve onun tutuklu kaldığı dönem boyunca o kampta yüz bin insan
öldürülmüştü. Rusların ilerleyişi tehlikeli hale gelince, Nazi muhafızlar
kampı terk etmişti ve otuz mahkûm serbest kalmıştı. Fiziksel durumları fena
olmamasına rağmen, hemen hemen dört upuzun gün süresince kampı terk etmeye
gönülleri razı olmamıştı.
Yetersiz psikolojik yapıdaki analizanlarda bağımlılık olgusu, daha da farklı
addedilmelidir. Örneğin kimi bağımlılar kendilerini yatıştırma ya da uykuya
dalma yetisini edinmemişlerdir; önceki yatıştırılma ya da uyutulma
deneyimlerini ruhiçi bir yeteneğe (yapıya) dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla
bu bağımlılar, nesne ilişkilerinin ikâmesi olarak değil, psikolojik bir
yapının ikâmesi olarak ilaçlara bel bağlamak durumunda kalırlar. Eğer
psikoterapideyseler, bu tür hastaların psikoterapiste ya da psikoterapötik
sürece bağımlı hale geldikleri söylenebilir. Ne var ki onların
bağımlılıkları aktarımla karıştırılmamalıdır: Terapist, varolan psikolojik
yapının yansıtıldığı ekran değil, bu yapının psikolojik ikâmesidir. Bu
psikolojik yapıya ihtiyaç duyduğu için, hasta artık bu desteğe, terapistin
sakinleştirmesine ihtiyaç duyar. Bağımlılığı analiz edilemez ya da içgörü
ile azaltılamaz; farkına varılmalı ve kabul edilmelidir. Gerçekten de klinik
deneyimle sabittir ki, böyle durumlardaki en önemli psikanalitik vazife,
gerçek ihtiyacı inkârın analizidir; hasta önce sosyal yalnızlığı sayesinde
muhafaza edebildiği bir dizi bilinçdışı büyüklenmeci fanteziyi, kendisi için
acı verici olan bağımlı olduğu gerçeği ile değiştirmeyi öğrenmelidir.
Cinsellik, Saldırganlık, Dürtüler
Psikanalitik cinsellik kavramı, çok fazla kafa karışıklığına ve tartışmaya
yol açtı. Bir deneyimin cinsel niteliği ne o deneyimin içeriği ile ne de
beden bölgeleriyle (erotojenik bölgeler) yeterli ölçüde tanımlanabilir. Bir
ergenin tıp çizimlerine bakışı, cinsel bir deneyim olabilir; ama tıp
öğrencisi için öyle değildir. Psikolojik cinsellik kavramını belirli
biyokimyasal maddelere (hormonlara) göre de uygun biçimde tanımlayamayız.
Eğer bir biyokimyager, örneğin, belli seks hormonlarının aşırı üretiminin
belli kötü huylu tümörlerin büyümesine yol açtığını gösterebilseydi, bu
tümörlerin, illa ki hastanın bilinçöncesi ya da bilinçdışı cinsel
arzularının sonucu olduğu söylenemezdi. Yine de psikolog, bazı biyokimyasal
bulgulardan ipuçları yakalayabilir. Mesela eğer genellikle hamilelikte
salgılanan hormonların, kanserin etiyolojisinde de bulunduğu keşfedilecek
olursa, psikolojik araştırmamız, bazı insanların kronik doyurulmamış
hamilelik özlemleri olup olmadığı sorusuyla birlikte bilinçöncesi kişiliğe
dönebilir. Bu türden arzuların gerçekten varolduğuna dair nihai psikolojik
kanıt, yine içebakış ve empati yoluyla keşedilmeleri olurdu. Biyokimyagerin
derinlik psikolojisinden çıkarabileceği ipuçları için de hiç kuşkusuz aynı
düşünceler, gerekli değişiklikler yapılmış olarak, geçerlidir.
Analistler bir deneyimin cinsel niteliğinin daha fazla tanımlanamayacağını
yeterince vurgulamamışlardır. Analistlerin, “cinsellik”le, genital
cinsellikten daha fazlasını kastettiğimizi ve pregenital cinsel deneyimin,
cinsel düşünme süreçlerini, cinsel hareketi ve benzerlerini içerdiğini
düşündükleri doğrudur. Yine de Freud’un (1916-1917) “cinsel olan uygunsuz
olandır” eşitlemesi ile ilgili yarı şaka yarı ciddi sözlerini ve yine yarı
şaka şu sözünü düşünmek öğreticidir: “Gerçekten düşünmeye başladığımızda
insanların cinsel diye adlandırdıkları şey bizi genellikle çok da
şaşırtmıyor”(Freud, 304). O halde, çocukluğun pregenital cinsel deneyiminin
ve yetişkin cinsel deneyiminin (önsevişme, sapkınlıklar ya da cinsel
birleşme olsun), doğrudan deneyimle ya da uzun süreli, ısrarlı içebakışla ve
içebakışa karşı içsel engellerin ortadan kaldırılması sayesinde (direnç
analizi), cinsel olarak bildiğimiz, daha öte tanımlanamaz, ortak bir
niteliği var.
Böylece, bebek ve çocuğun pek çok deneyiminin, yetişkinlerin kendi cinsel
hayatlarından aşina oldukları niteliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz;
yani cinsel hayatlarımız bize psikolojik gelişimimizin başlangıcında çok
daha yaygın olan bir deneyimden arta kalanları sunuyor. Freud’a göre (1921,
s.91) bu terim, “a potiori”, yani bu deneyimlerin en iyi bilinenleri
arasından seçilmiştir – diğer bir deyişle öyle bir isim ki, bizde şüpheye
yer bırakmayacak biçimde doğru anlamı uyandıracak. Şayet anlamı biyolojik
olsaydı, “cinsel” terimi üzerinde ısrar etmek için fazla bir sebep kalmazdı.
Freud’un bu terimden vazgeçmeyi reddetmesi, psikolojik anlamının özünü
muhafaza etmenin biricik yoluydu. “Yaşamsal güç” ve “zihinsel enerji” gibi
kavramlar, reddedilmiş birincil bir deneyim biçimini aynı açıklıkla dile
getirmiyorlar5.
Benzer şekilde, eğer psikanalitik “dürtü” teriminin de içsel deneyimin
içebakışla araştırılmasından elde edildiğini kabul edersek, daha fazla
netlik kazanmış oluruz. Deneyimler, değişen derecelerde dürtü niteliğine
(istemek, arzulamak, yönelmek) sahip olabilirler. Öyleyse bir dürtü, sayısız
içsel deneyimle varılmış bir soyutlamadır; içebakışla daha fazla analiz
edilemeyecek psikolojik bir niteliği çağrıştırır; cinsel ve saldırgan
yönelimlerin ortak paydasıdır.
Freud’un birincil narsizm ve birincil mazoşizm hipotezleri de içebakışçı
psikolojinin kuramsal çerçevesi dahilinde yer alır. Freud, klinik narsissizm
ve mazoşizm olgularını gözlemledi ve bunların cinsel ve saldırgan
(potansiyel) deneyimlerin (kuramsal) erken dönem hallerinin yeniden
canlanışı olduğu önermesinde bulundu; sonraki görünümleri (klinik narsissizm
ve klinik mazoşizm), çevresel strese tepki olarak önceki görünümlerine dönüş
yapıyordu. Ne var ki, birincil narsizm ve birincil mazoşizm kuramlarına
paralel, yaşam ve ölüm içgüdüleri varsayımı, tamamıyla farklı türden bir
kuram oluşumudur. Eros ve Thanatos kavramları, içebakış ve empati gibi
gözlemsel yöntemler üzerine kurulu bir psikolojik kurama değil, farklı
gözlem yöntemlerini temel almış olması gereken biyolojik kurama aittirler.
Elbette bir biyolog psikolojide bulabileceği her işe yarar ipucunu almakta
özgürdür, ama yine de kuramları, biyolojik gözlemlere ve biyolojik delillere
dayanmalıdır (Hartmann ve ark., 1949). Diğer yandan içebakışçı psikolojinin
yöntemlerinin, örneğin teleolojik biyolojide6 olduğu gibi, tüm canlı
varlıklara uygulanması, bilimdışıdır. Dolayısıyla, Freud’un biyolojik
spekülasyonunun gözüpekliğini takdir etsek de, Eros ve Thanatos
kavramlarının psikanalitik psikoloji çerçevesi dışında kaldığını kabul
etmemiz gerekir.
Freud, oldukça makul görünse bile içebakışçı psikanalitik gözlemle elde
ettiği bulgularla destekleyemediği zamanlarda, biyolojik spekülasyonla
yönlendirilmeyi genellikle reddetti. Bu deneyciliğin örnekleri, kadın
cinselliği üzerine yazdığı makalelerinde mevcuttur. Freud’un, kadın
cinselliğinin gelişimindeki fallik yönelimlerin önemini vurgulamasıyla
kanıtlanan sözde kadın karşıtı tarafgirliği için oldukça çok şey söylendi.
Apaçık biyolojik gerçek ise, dişinin birincil dişil eğilimlere sahip olması
gerektiği ve dişilliğin muhtemelen, hüsrana uğramış bir erillikten geri
çekilme olarak açıklanamayacağı yönünde görünüyor. Freud’un, gözlem
güçlerini kısıtlayan, sınırlı bir kör nokta yüzünden böyle düşünüyor olması
muhtemel değil. Büyük ihtimalle, psikanalitik gözlem yoluyla edindiği klinik
kanıtlara – o dönemde ulaşabildiği kadarıyla - dayanması sebebiyle kadın
cinselliği ile ilgili görüşlerini değiştirmeyi reddediyordu ve dolayısıyla
mantıklı bir biyolojik spekülasyonu psikolojik bir olgu olarak kabul etmeyi
de reddetmişti. Hastalarının dişil tutum ve duygularının ötesinde, düzenli
olarak fallik yönelimlerle ilgili çatışmalar buldu ve biyolojik
biseksüelliği kabul etmesine rağmen, psikolojik bir kanıtı olmadığı için,
ondan önce gelen psikolojik bir dişillik evresi önermesini kabul etmedi.
Freud’un kadın cinselliğinin gelişimi ile ilgili tutumu, içebakışçı ve
empatik gözlem yöntemine olan inançlı bağlılığının pek çok örneğinden
yalnızca biridir. Ancak psikanalitik gözleme olan bildik sadakatine rağmen,
kavramlarının bazıları hakkında kaçamak davranmayı ve bu kavramları,
biyoloji ve psikoloji arasındaki tarafsız bölgede tutmayı tercih ettiğini
kabul etmek gerekir. Ne var ki, operasyonel duruş benimsendiğinde bu sınır
bölgenin varlığı son bulur. Bu açıdan bakıldığında, hormonel ya da
biyokimyasal (yani operasyonel anlamda biyolojik) dürtü kavramı ile birlikte
dinamik bakış açısı üzerine düşünmek, anatomik bir süperego kavramı ile
beraber yapısal bir bakış açısını düşünmekten daha savunulabilir değildir.
Özgür İrade ve İçebakışın Sınırları
Psikoloji ve özellikle de psikanaliz (Knight, 1946; Lipton, 1955) son
zamanlarda, din, felsefe ve hukuğun başına çeşitli şekillerde bela olmuş bir
paradoksun yeni sürümüyle karşı karşıya geldi: Bir seçim yapma veya bir
karara varma yeteneğimiz, psişik determinizm yasasıyla nasıl uyum içinde
olabilir? Psikanaliz, ilk olarak, ancak rasyonalize edebildiğimiz irrasyonel
güçlerin bizi nasıl sürüklediğini, ve ikinci olarak da, psişik işlevlerimize
narsistik bir aşırı değer verme eğiliminde olduğumuzu, böylece de, pek değer
verdiğimiz yüksek zihinsel etkinliklerimizle ilgili olarak büyüklenmecilikle
kandığımız bir özgürlük hissi taşıdığımızı göstererek, ilk bakışta özgür
seçimin varlığına karşı fikirlere ağırlık verir gibi görünüyor. Ne var ki
daha yakın bir araştırma, seçimin ve kararın varlığına dair psikanalitik
tutumların, hem karmaşık hem de çelişkili olduğunu gösteriyor. Freud’un
kendi çelişkili durumu belki de en iyi şu şekilde anlatılabilir: O her
zaman, satır aralarında ve kişisel fikri olarak, insan psikolojisinde
özgürlük, seçim ve karar alanlarının varlığına inandı, ancak diğer yandan,
bu fikri samimiyetle kendi biliminin kuramsal çerçevesine katmakta uzun bir
süre son derece isteksiz davrandı. Psikanalitik psikoterapinin hedefine dair
en çok alıntı yapılan sözlerinin bir dipnota indirgenmesi bu kararsızlığın
bir ifadesidir. “Ego ve İd”de (Freud, 1923) psikanalizin amacının, “hastanın
egosuna yollardan birini ya da diğerini seçme özgürlüğü vermek”, olduğunu
söylemektedir (s.50; italikler Freud’a ait). Freud’un daha önceki kuramsal
formülasyonları, mutlak psişik determinizme yönelikti ve bu kuramsal
sistemde egonun “...karar verme özgürlüğüne” pek de yer verilmemiş gibi
görünüyordu. Ichtriebe (ego dürtüleri, ego içgüdüleri) kavramı, egonun idden
türediği, ya da gerçeklik ilkesinin sadece değişikliğe uğramış haz ilkesi
olduğu gibi ifadeleri, bu bakış açısının örnekleridir. Oysa daha sonraki
kuramsal formülasyonları, egonun bir derece özgür ya da bağımsız olduğuna
dair önceki inançlarına, kabul etmek gerekir ki çoğu zaman üstü kapalı
biçimde, ancak daha sık yer vermeye başladı. Bir psişik yapı olarak egoya
yapılan vurgu ve “Ego ve İd”deki sözlerine ek olarak, egonun bağımsız
kökenine dair, “Sonlandırılabilir ve Sonlandırılamaz Analiz”deki (Freud,
1937) ifadeleri, onun kuramsal bakış açısındaki ufak değişimin örnekleridir,
ve belki de şimdi Hartmann’la (1939) genellikle egonun özerkliği olarak
adlandırdığımız şeyin öncülleridir.
Probleme tekrer, kuramsal soyutlamalarımız için gereken ham malzemeyi elde
etmemizi sağlayan gözlem yöntemini net bir biçimde tanımlayarak yaklaşırsak,
belki kafa karışıklığının birazı giderilebilir. Gözlemsel malzemesini
içebakış ve empati yoluyla elde eden bir bilim için, şöyle bir soru
sorulabilir: Seçim yapma ve karar verme becerisini kendimizde
gözlemleyebiliyoruz – peki daha fazla içebakış (direnç analizi) bu beceriyi
altta yatan bileşenlerine ayrıştırabilir mi? Tam karşıtı olan psikolojik
yapılanmalar, yani zorlanma, (mesela obsesyonel) kararsızlık ve şüphe
deneyimleri, genellikle içebakış sayesinde bileşenlerine ayrılabilirler. Bu
olguları, güdülerini saptama yoluyla psikanalitik olarak başarıyla
çözümleyebildikçe, aynı anda, özgür seçimi ve kararı yeniden kurmaya doğru
yol alıyoruz. Aynı şeyi içebakışla gözlemlenen seçim yapabilme becerisine de
uygulayabilir miyiz? İçebakış yoluyla, seçim yapma deneyimini zorlantı ve
narsizm bileşenlerine ayrıştırabilir miyiz? Psikanalizin bilinçdışı
güdülenme ve rasyonalizasyona verdiği öneme rağmen, cevap hayırdır; uygun
koşullarda, bilinçdışı güdülenmelerin ve rasyonalizasyonların ısrarla açığa
çıkarılmalarının tek sonucu, daha kapsamlı ve daha canlı bir özgürlük
deneyimidir.
Her bilim dalının, aşağı yukarı temel gözlem aracının sınırlamaları ile
belirlenmiş olan, doğal sınırları vardır. Bir fizik bilimci, tüm kuramların,
nedensellik yasalarının ötesinde kalan bazı açıklanamaz olgularla, mesela
evrendeki enerjinin varlığıyla, işe başlamak zorunda olduğunu itiraf eder.
Fiziksel bilimler değiştikçe ya da ilerledikçe, açıklanamamayan
değişkenlerin (elementler, ısı, elektrik ve benzerleri) yerine başkaları
geçebilir, ya da sayıları azalabilir. Ancak böyle birincil unsurların
sayılarının sıfıra kadar düşürülmesi düşünülemez. Tek bir unsura indirgeme
de, çeşitli doğal görüngüleri açıklamak zorunda olan bir bilimin pek işine
yaramaz. Böylece her bilim optimal sayıda birkaç temel kavrama ulaşır.
Psikanalizin sınırları, potansiyel içebakış ve empatinin sınırları ile
belirlidir. Gözlemlenen alanda psişik determinizmin yasaları egemendir, ki
bu yasalar serbest çağrışım ve direnç analizi biçimindeki içebakışın, arzu,
karar, seçim ve eylemlerimizin güdülenmelerini ortaya çıkarmaya potansiyel
olarak muktedir olduğu varsayımını içerir. Ne var ki içebakışçı bilim,
gözlem aracının aşamadığı sınırlar olduğunu ve halihazırda belli
deneyimlerin eldeki yöntemle daha fazla çözülemediğini kabul etmek
durumundadır. Arzuların ve diğer zorlayıcı içsel faktörlerin farkına
varabiliriz ve içebakışla indirgenemez bu gözlemsel gerçeği, “dürtü” ya da
cinsel ve saldırgan dürtüler kavramlarıyla ifade edebiliriz. Diğer yandan
etkin bir “ben”in deneyimini gözlemleyebiliriz: Kendi kendini gözlemde
dürtüyle bağı kopmuş olarak, arzu deneyimi olarak boşalmamış dürtüyle iç içe
bir halde, ya da eylem olarak, motor boşalma örüntüleriyle kaynaşmış halde.
Seçim yapma özgürlüğü, karar verme ve benzeri deneyimlerimiz, ben-deneyimi
ve etkinliklerin bu deneyimden çıkan çekirdeğinin, içebakış yöntemiyle şu an
için daha fazla bileşene ayrıştırılamayacağı gerçeğinin birer ifadesidir. Bu
nedenle de bunlar güdülenme yasasının, yani psişik determinizm yasasının
ötesindedirler.