Erich Fromm ve İnsancı Psikoloji
Engin Geçtan
Erich Fromm 1900yılında Almanya'nın Frankfurt kentinde doğdu. Haidelberg,
Frankfurt ve Münih Üniversitelerinde psikoloji ve sosyoloji öğrenimi yaptı.
1922 yılında Heidelberg Üniversitesinden doktorasını aldıktan sonra
Münih'te.ve ünlü Berlin Psikanaliz Enstitüsünde psikanaliz dalında eğitim
gördü. 1933 yılında Chicago Psikanaliz Enstitüsünde ders vermek üzere
Amerika'ya giden Fromm, bunu izleyen dönemde New York City'de özel klinik
çalışmalarında bulundu. Daha sonraları Amerika'nın çeşitli üniversitelerinde
ve diğer akademik kurumlarında öğretim görevlerinde bulundu. Yaşamının son
yıllarını Meksika'da geçiren Fromm burada, Meksika Ulusal Üniversitesinde
kurduğu bir enstitünün başkanlığını yaptı ve 18 Mart 19,80 de tedavi
amacıyla bulunduğu İsviçre'de öldü.
Fromm'un temel öğrenimi daha çok sosyoloji eğilimli olduğundan, psikolojiye
katkılan da toplumsal sorunların psikanalitik açıdan ele alınışı yönünden
olmuştur. Fromm Karl Marx'ın yapıtlarından önemli ölçüde etkilenmiş bir
yazardır. «Çağımızın Özgürlük Sorunu» (1962) adlı yapıtında Freud ve Marx'ın
görüşlerini kıyaslamış, birbiriyle çelişkilerini ortaya koymuş ve bu iki
görüşün bireşimini yapmaya çalışmıştır. Fromm'un yazılan onun tarih,
sosyoloji, edebiyat ve felsefe alanlarındaki geniş bilgilerinden
esinlenmiştir.
Fromm, yapıtlarında insanın doğadan ye birbirinden kopmuş olması sonucu
kendisini yalnız ve soyutlanmış hissettiği görüşünü vurgular. Soyutlanmış
olma insanın ayırıcı özeliğidir ve diğer hayvan türlerinde görülmez. Örneğin
çocuk ana babası ile olan bağlarını koparıp özgürlüğünü kazanırken, yalnız
ve çaresizlik duygularını da yaşamaya başlar. «Özgürlükten Kaçış» adlı
yapıtında (1961) Fromm, tarih boyunca insanın giderek daha fazla özgürlük
kazandığından, ancak bunun karşılığını yalnızlaşarak ödediğinden söz eder.
Bundan ötürü özgürlüğün insanın kaçmak istediği bir durum olduğunu anlatan
Fromm, yetkeci rejimlerin insanlara çekici gelmesinin nedenini de buna
bağlar.
Özgürlük uğruna gerçekleştirilen savaşlar, yeni özgürlükler isteyenler ve
ezilenler tarafından, sahip oldukları ayrıcalıkları korumaya çalışanlara
karşı açılmıştır. Herhangi bir sınıf, kendi özgürlüğüne ulaşmak ve
başkasının egemenliğinden kurtulmak için çarpışırken, aynı zamanda
insanlığın özgürlüğü için savaşmış olduğuna inanmış ve tüm ezilenlerde
özgürlük özlemini uyandırmayı başarabilmiştir. Bununla birlikte, özgürlük
adına yapılan her savaşta, bir zamanlar zulme karşı savaşmış olan sınıflar,
zafere ulaşıp savunulması gereken yeni ayrıcalıklara sahip olduktan sonra,
özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlarıdır. .
Fromm'a göre, insanın en çirkin eğilimleri gibi, en güzel olanları da
insanın doğal" yapısının değişmez öğeleri değil, insanı yaratan toplumsal
sürecin sonuçlarıdır. Bir diğer deyişle, toplumun yalnızca baskı yapan bir
işlevi yoktur; gerçi böyle bir işlevi de vardır ama, toplum aynı zamanda
yaratıcı bir işlevi de üstlenmiştir. insanın tutkuları ve kaygıları kültürün
ürünleridir. Gerçekte, tümüyle derlendiği zaman tarih adını verdiğimiz
sürekli insancı çabaların en önemli yapıtı ve başarısı insanın kendisidir.
İnsanın toplumsal tarihi, onun doğal dünyası ile olan birliğinden
sıyrılarak, kendisini çevreleyen doğa ve diğer insanlârdan ayrı bir varlık
olmasını farketmesiyle başlamıştır. Bu farkediş tarihin ilk dönemlerinde
belirsiz bir biçimde yaşanmış, birey uzun süre içinden çıkmış olduğu doğal
ve toplumsal dünyaya sıkıca bağlı kalmıştır. Ayrı bir varlık olduğunu kısmen
farketmekle birlikte, kendini dış dünyasının bir parçası olarak yaşamıştır.
Bireyin asal bağlarından giderek kurtulmuş olmasını. tanımlayan «bireyleşme
süreci günümüzde doruk. noktasına ulaşmıştır.
Birey kendisini dış dünyaya bağlayan göbek bağını kesmedikçe özgür değildir.
Ancak bu bağlar ona bir güvenlik ve ait olma duygusu da verir. Bireyleşmenin
gerçekleşmesinden önce varolan bu bağlar için Fromm «asal bağlar» terimini
kullanır. Bu bağlar insanın gelişim sürecinin bir parçasını buluşturdukları
için organik niteliktedirler; bireyleşmenin bulunmadığı anlamını taşırlar;
ancak, aynı zamanda bireye belirli bir güvenlik ve yön de sağlarlar.
Bireyleşme sürecinin diğer sonucu da giderek artan yalnızlıktır. Asal bağlar
insana güvenlik sağlar. Çocuk bu dünyadan koptukça yalnızlığını ve diğer
insanlardan ayrı bir varlık olduğunu farketmeye başlar. Bu durum onda
çaresizlik ve kaygı duyguları yaratır. İnsan kendi başına davranmanın olanak
ve sorumluluklarından haberdar olmaksızın yaşadığı sürece dünyadan
korkmayabilir. Ancak bir birey olduğu zaman, yalnız başına ve dünyanın türlü
tehlikeleriyle karşı kârşıya kalır.
Bu durum, insanın bireyselliğinden vazgeçip kendini dış dünya içinde
ezilerek çaresizlik ve yalnızlıktan kurtulma eğilimleri geliştirmesine neden
olur. Ancak, bu eğilimler ve bunlardan kaynaklanan yeni bağlar, daha önce
koparılıp atılmış olan asal bağların aynı olmaz. Bir çocuk nasıl fiziksel
olarak anasının karnına geri dönemezse bireyleşme süreci de psikolojik
yönden geri dönemez. Böyle bir girişimde bulunmanın sonucu otoriteye boyun
eğme olur. Boyun eğen çocuk bilinçli dünyasında kendini güvenlik içinde
hissetse de bilinç dışında böyle bir güvenliğin karşılığını kendi
bütünlüğünden vazgeçerek ödediğini farkedecektir. Dolayısıyla, boyun eğmenin
sonucu beklenilenin tam karşılığını vermiş olur. Üstelik, o güne değin
bağımlı olduğu kişilere karşı geliştireceği düşmanlık ve başkaldırma
istekleri güvensizlik duygularından da ürkütücüdür.
Aslında, yalnızlığın getirdiği kaygılardan kaçmanın tek yolu boyun eğme
değildir. Çatışma yaratmadan insanın istediği sonuca götürebilecek yol, onun
doğa ile olan kendiliğinden ilişkisi, yani insanı bireyleşmesinden
engellemeden dış dünya ile birleştiren ilişkidir. En yalın anlatımını
sevgide ve yaratıcılıkta bulan böyle bir ilişki kökenini kişiliğin gücünden
ve bütünlüğünden alır.
Fromm'a göre, (1947, 1955) feodalizm, kapitalizm, faşizm, sosyalizm ye
komünizm gibi toplum biçimleri, insanın özgür olma isteğiyle bağımlığı
yeğlemesinin yarattığı çelişkilerine çözüm getirebilme umuduyla
geliştirilmiş başarısız girişimlerdir. Bu çelişkiler insanın hem doğanın bir
parçası ve hem de doğadan kopuk, hem insan, hem de hayvan olmasından
kaynaklanır. Bir hayvan olarak insanın karşılanması gereken fizyolojik
gereksinimleri vardır. Bir insan olarak ise insan, kendi varlığından
haberdar olma, düşünme ve imgelem gücü gibi niteliklere sahiptir. insanın
hem hayvan hem de insan özelliklerine sahip olması onun varoluşunun temel
koşullarını oluşturur. İnsanın ruhunun anlaşılabilmesi de, insanın varoluş
koşullarından kaynaklanan gereksinimlerinin tanımlanabilmesiyle
gerçekleştirilebilir.
Fromm’un, bu gereksinimlileri beş bölümde toplar: İlişki gereksinimi,
aşkınlık (transendence) gereksinimi, kimlik gereksinimi, köklülük
gereksinimi ve de bir yönelim dayanağına duyulan gereksinim. İlişki
gereksinimi, insanın insan olma uğruna, hayvanın doğa ile olan birincil
beraberliğinden kopmuş olması gerçeğinden kaynaklanır. Hayvan doğa
tarafından içinde yaşadığı koşullarla başedebilecek biçimde donatılmıştır.
Oysa insan düşünme ve imgelem güçlerine karşı doğa ile yakın ve karşılıklı
bağımlılığa dayanan ilişkisini yitirmiştir. Hayvanın doğa ile olan içgüdüler
yerine insanı kendi ilişkilerini kendi kurmak zorundadır ve bu ilişkilerin
en güçlüsü insanların birbirlerine duyabileceği sevgi ile gerçekleşir.
İnsanlık dürtüsü insanın hayvan özelliklerinin üzerine çıkmak ve her hangi
bir yaratık olarak kalmayıp yaratıcı bir varlık olma gereksiniminden
kaynaklanır. Yaratıcı dürtüleri engellendiğinde insan yıkıcı bir varlık
olur. Fromm'a göre sevgi ve nefret birbirine karşıt dürtüler değildir: Her
ikisi de insanın hayvan özelliklerini aşma gereksiniminin birer sonucudur.
Hayvanlar ne sevebilir ne de nefret edebilir, bunlar insana özgü
niteliklerdir.
İnsan doğal kökenini arar, dünyanın tamamlayıcı bir parçası olmak ve bir
yere ait olduğunu hissederek ister. Çocukken kendini annesine ait hisseder,
ancak bu ilişki çocukluk döneminden sonra da sürerse zararlı bir saplanım
olarak nitelendirilir. İnsan bu gerek. Birlikte en iyi biçimde diğer
insanlarla kardeşçe duygular içinde yaşayarak karşılayabilir. Öte yandan
insan kişisel bir kimliğe sahip olmak, diğer insanlardan farklı ve tek bir
varlık olduğunu hissetmek de ister.
Eğer bu amaca kendi çabalarıyla ulaşmazsa, bir diğer kişi ya da bir grupla
özdeşleşerek sınırlı oranda bir farklılık sağlayabilir. Tutsak sahibiyle,
vatandaş ülkesiyle, işçi çalıştığı kurumla özdeşleşir. Böylesi durumlarda
kimlik duygusu, binisi olmaktan, değil, birisine ait olmaktan kaynaklanır.
İnsanın içinde yaşadığı dünyayı tutarlı bir biçimde algılamasını sağlayacak
bir yönelime gereksinimi vardır. Geliştirdiği yönelim dayanağı mantıklı ya
da mantıksız olabilir ya da her iki öğeyi de içerebilir.
Fromm, yukarıda tanımlanan gereksinimlerin insana özgü olduğunu ve
hayvanlarda bulunmadığı görüşünü savunur. Ona göre, bu gereksinimler ne
insanlar tarafından tanımlanmıştır, ne de toplum tarafından oluşturulmuştur.
Bunlar evrimi boyunca insan yapısıyla kaynaşmış gereksinimlerdir. Bu
gereksinimlerin ortaya çıkış biçimi, yani insanın içsel gizli güçlerini
gerçekleştirme olanakları içinde yaşadığı toplum düzeninin beklentilerine
göre belirlenir. Kişiliği o toplumun kendisine sağladığı olanaklar
doğrultusunda gelişir. Örneğin, kapitalist toplumlarda kişi zengin olarak
kimliğini bulur ya da büyük bir şirkette sözü geçen bir işçi olarak ait olma
gereksinimlerini karşılar.
Fromm'a göre, insanın kendini sevmesi, gerçekte özseverlikten farklı bir
anlam taşır ve diğer insanlara karşı duyulan sevgiden soyutlanamaz. Aslında
insan m kendini sevmesi ve özgecilik birbîriyle çelişkili durumlar değildir.
Tam karşıtı, bireyleşmeyi kabul eden ve kendisini, gerçek kendisini
sevebilen insan, diğer insanları da sevilecek varlıklar olarak
değerlendirebilir. Ancak böyle bir insan diğer insanları, kendisi için ne
anlama geldikleri için değil, kendileri için ne anlama geldiklerine göre
seve bilir. Gerçekten olağan dışı sayılabilecek durumlarda diğer bir insan
ya da amaç uğruna, bilerek ve gerekli olduğu için kendi varlığını tehlikeye
atacak denli özveride bulunur. Rastgele yapılan özveriler aslında bir
erdemlilik belirtisi değil, çoğu kez yanlız kalma korkusunu, bazen do
kendine ve diğer insanlara duyulan nefreti maskelemek için geliştirilmiş
davranışlardır.
Fromm'a göre, insanın bireyleşmesinin yarattığı tedirgin lifle evrensel bir
duygudur ve «normal olarak» her insan belirli biçimlerde kendi özgürlüğünden
kaçmaya çalışır. Dolayısıyla, bir insanda nevrotik davranışların oram,
bireyin kendisini ayrı bir varlık olarak ne denli kabul edebildiğine ve
bunun sonucu ne tür «üretken olmayan» kaçış mekanizmaları geliştirmiş
olduğuna göre belirlenir:
Bireyleşmiş insanın, toplumsal sistemler içerisinde geliştirilmiş duygusal
içerikli değer yargıları, tıpkı hayvanların içgüdüleri gibi, ona ne yapması
gerektiği konusunda rehber olur. Üstelik bu değerlerin sağladığı ait olma
duyguları, varoluş sorunlarını tek başına çözümlemede ona destek olur.
Toplumsal kurallar ve politik öğretiler, yalnızlık ve hiçlik duygularının
farkedilmesine karşı insanı korur.
Yalnızlık ve hiçlik duygulan insanın «normal» sorunudur. İnsan bir kez evren
içindeki durumunun gerçekten farkına vardığında varoluşunun önemsizliğiyle
yüzleşmek zorunda kalır. Fromm'a göre, insanın güçlerini harekete geçirten
temel etmen onun içinde bulunduğu «belirsizlik* dururundur. Eğer paniğe
kapılmadan gerçekle yüzleşebilirse yaşamın bir anlamı olmadığını, ancak
kendinde varolan güçleri harekete geçirerek yaşamına anlam katabileceğin!
farkedebilir. Bu nedenle Fromm, psikolojinin antropolojik ve felsefi bir
temel üzerine kurulması görüşünü savunur.
Fromm insanlığın, tarihsel evrimi içinde, yaşama anlam katma konusunda
güçlerini yanlış yolda kullandığı görüşündedir. Bu konuda özellikle
kapitalist toplumları ele alan Fromm, özellikle Amerika Birleşik
Devletlerindeki «pazar ahlâkını» kıyasıya eleştirir. Bu, Avrupalıların
Amerikalıların paraya, büyüklüğe ve hıza aşın önem veren tutumlarına ve
kültürden yoksun olmalarına karşı geliştirdikleri geleneksel eleştiriden öte
bir anlam taşır. Amerikalı birey, baskıcı devlet yönetimi, katı aile yapısı
ve yetkeci din kuramların m etkilerinden oldukça arınmış olmasına karşın
kendi benliğini yeterince geliştirebilmiş değildir. Fromm'a göre bunun
nedeni, pazarlama dünyasında bireyin yalnız ve önemsiz olmasıdır. Yeterince
«benlik gücü geliştirmeden aile, devlet, din, gelenek ve toplumsal düzenden
kopmuş olmak yalnızlık ve çaresizlik duygularına yol açar.
Fromm'a göre, Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu o andaki pazarlama
değerine göre alınan ve satılan «şeyler» dünyasında yaşar. Böyle bir
dünyada, kimse satın almıyorsa iyi bir ayakkabı yapmaya insan ilişkilerinde
dürüstlük yoksa dürüst olmaya, ahlak kurallarına uyulduğunda karşı cinsle
ilişki kuramıyorsa ahlâklı olmaya gerek yoktur. Çağdaş genç kızların
görünürdeki açık ve özgür tutumları, içlerinden öyle geldiği için
davranmalarından değil, kendi gruplarının beklentileri o doğrultuda olduğu
için geliştirilmiştir. Oysa baskıya karşı tepki olarak geliştirilmiş
Özgürlük, baskı altında olmaktan pek de farklı bir durum değildir. Bir
grubun üstü kapalı egemenliği alımda geliştirilmiş «açık» davranışlar daha
da olumsuz bir durumudur. Böyle bir olgu, olumlu ya da olumsuz tüm kişisel
değerlerin giderek yok olmasını ve bireyin bîr benlik olması yerine bir
robota dönüşmesiyle sonuçlanır. İnsanın gücü ve yetenekleri pazardaki bir
mal durumuna gelir. İnsan kendi olacağı yerde, iş ve toplum yaşamında kabul
edilebilmesi için ne olması gerekirse o olur. Toplum ve iş yaşamındaki
hareketlîlik bireyi sürekli olarak yeni gruplarla ve değişik beklentilerle
başetmek zorunda bıraktığından, benlik sürekli değiştirilen bir elbiseye, en
sonunda da bir hiçe dönüşür.
Bu hiçlik tehdidine karşı insanın çözümlemesi gereken sorun çevresindeki
insanlar ve şeyler dünyasıyla ve de kendi «benliği» ile nasıl ilişki
kurabileceğini belirlemektir. Doğuştan getirdiği sevgi ve sağduyu ve
birlikte özgürlüğünü kabul edebilen insanda bu ilişki «üretken» bir nitelik
taşıyabilir. Fromm Kendisi için İnsan» (1947) addı yapıtında insanın amacı
karşılığında «üretkenlik» teminini kullanmıştır. Üretkenlik, güçlerini etkin
bir biçimde kullanabildiğinde insanın yazgısını kendisine doyum
sağlayabilecek ^biçimde çizebilmesini tanımlar.
Burada tanımlanmak istenen etkinlik, insanın, kendi benliğiyle ilişkisi
olmayan büyük işler yapmak için yarışa çıkmışçasına çaba göstermesini
tanımlamaz. Gerçekte böylesine kompulsif bir koşuşma, tembellik gibi
nevrotik bir davranış biçimidir. Hor iki uç tip de dış beklentilere karşı,
boyun eğme ya da başkaldırma biçimlerinde, aşın bir duyarlık
geliştirilmesine neden olur. Her ikisi de Fromra'un tanımladığı üretkenlik
kavramından farklı olgulardır.
Gerçek üretkenlik insanları oldukları gibi görebilmeyi ve onlara bu
durumlarıyla saygı gösterebilmeyi içerir. Bir diğer deyişle, sevgiyi içerir.
Sevgi, yalnız kalmış insanın dünyasıyla bütünleşmek İsteğinin anlatımıdır.
Alışıla gelmiş anlamıyla sevgi, insanın böylesi bir binliğe ulaşabilmesi
için kendi bütünlüğünü gözden çıkarması anlamıma gelir. Böylesi bir sevgi
özgürlükten kaçışın bir anlatımıdır ve Fromm'un tanımladığı üretkenlik
kavramından da uzaktır. Üretken tutumun bir parçası olarak sevgi, kendisin
ilkine olduğu gibi diğer insanın bütünlüğüne de saygıyı içerir. Aşık olmak
kolaydır. Oysa gerçek sevgi yaşam boyu sürdürülen ve birbirini daha iyi
anlamayı ve yaşam sorunlarını giderek artan bir biçimde paylaşarak birlikte
çözümler aramayı gerektiren bir olgudur.
Fromm, üretken olmayan yönelim biçimlerini daha sonraları dörde ayırmıştır.
Aslında bu dört yönelim biçimi birbirine oldukça geçişmiştir ve hiç biri
«Arı biçimde» ve tek başka gözlenmez. Ancak üretken olmayan herhangi bir
insanda bu yönelim biçimlerinden biri kişiliğe egemendir.
Alıcı yönelimli kişiler diğer insanlardan sürekli destek bekler ve isterler.
Kendi başlarına kaldıklarında yalnızlık ve çaresizlik duygularına
kapılırlar. Herşey yolunda gittiğinde iyimser ve dost olan bu kişiler
bağımlı oldukları insanlardan beklediklerini bul alamadıklarında ya da onlar
tarafından itilmiş hissettiklerinde kolayca kaygı ve panik yaşarlar.
Güvenliklerini bağımlı oldukları kişilerin gücünden alırlar. Bu kişiler
bencil ve acımasız olsa bile. Alıcı kişi yaşam sorunlarını kendi gücüyle
çözümleyebileceğini düşünemez. Bu tip Freud'un tanımlamış olduğu karaktere
çok benzer. Fromm da alıcı tipi tanımlarken, bu insanların gerilimlerini
yiyerek ve içerek giderdiklerini, diğer kısanların kendilerini beslemesini
sevgi belirtisi olarak yorumladıklarını anlatır ve bu tiplere «açık ağız»
adını verir. Fromm'a göre, bir grubun, diğer bir grubu sömürdüğü toplumlarda
alıcı yönelimli insanlara daha
sık rastlanır. Feodal toplumlar ve kölelik düzeni buna en iyi örnektir.
Çağdaş Amerika Birleşik Devletlerinde dahi, bir yandan insanları girişimde
bulunarak ilerlemeye teşvik edici bir ortam oluşturulan, çaba göstermeden
rahata ve başarıya ulaşma eğilimleri de oldukça yaygındır. Çabuk zengin olma
yöntemleri yaygınlaşmakta, insanları bir okuyuşta mutlu, güçlü ya da
kültürlü yapacak kitaplar satılmakta, hiç bir çaba göstermeden bir saati
kurabilecek araçlar geliştirilmektedir.
Sömürücü karakter, davranışlarını «istediğimi elde ederim» sloganı
doğrultusunda düzenler. Freud'un tanımlamış olduğu oral saldırgan tipe
oldukça benzer. Fromm sömürücü tipe «ısıran ağız» adım verir. Bu insanlar
kendi değerlerini de dıştan alırlar. Diğer insanların sahip olduğu ve önem
verdiği şeyleri isterler. Karşılıksız verilen bir armağanın onlar için hiç
bir anlamı yoktur. Veren kişinin işine yaramadığı için kendi3 eri ne
verildiği sanısında okluklarından böyle bir armağanın da değeri olmaz. Diğer
insanlardan zor kullanarak ya da kurnazlıkla birşeyler almak isterler. Kendi
ürettikleri şeyler, diğer insanlardan aldıkları ya da kopardıklarından daha
az değerlidir. Bu tip erkekler bir kadım kendileri için değil, bir diğer
erkek tarafından sevildiği İçin severler. Hatta başkalarının
fikirlerini dahi kendilerine malederler. Duygularına düşmanlık ve haset
egemendir. Ancak diğer insanları sömürebildikleri zaman rahatlar ve
kendilerim güçlü hissederler.
Sömürücüler, Nazi Almanyasında olduğu gibi, belirli koşullar altında bir
toplumu denetimleri altına alabilirler ve «alıcı» insanların büyük
gereksinim duyduğu otorite durumuna gelirler.
İstifçi yönelim Freud'un tanımlamış olduğu anal karaktere benzer. Bu
insanlar biriktirdikleri ve sahip oldukları oranda kendilerîni güvenlik
içinde hissederler. Harcamayı bir tehdit olarak yaşarlar. Bu tip erkek bir
kadını sevemez, ona «sahip olmak» ister.
Fromm'a göre pazarlayıcı yönelim çağdaş dünyanın bir ürünüdür. Eşyalar gibi
insanların da paketleniş biçimleri,, etiketleri ve de ticarî adlarının önem
kazanması yakın zamanlarda ortaya çıkan bîr olgudur. Az önce tanımlanan üç
üretken olmayan yönelim bile, bir insanın diğerleriyle kendisi olarak ilişki
kurmasının biçimlerini içerir. Pazarlamacı yönelimde ise kişinin insan
olarak nitelikleri önem taşımaz. İnsanlar alınıp satılacak eşyalara dönüşür.
Bir satıcı, bir yönetici ya da bir işçi «kişiliği» bu pazarda alış veriş
konusu yapılır.
Böyle bir ortamda beceri, bilgi ve içtenlik yeterli değildir. Yasanım her
aşamasında insanın kendisini «satabilmesi» gerekir. Kuşkusuz bu, satış
sözcüğünün gerçek anlamından farklı olarak,' belirli bir kurumdaki belirli
bir iş için gerekli niteliklere sahip far kişi olarak satılabilmeyi dile
getirmektedir. Çeşitli kitle iletişim araçları yoluyla kişilik «modaları»
dahi oluşturulur. Fromm bu konuda sinemayı örnek gösterir ve insanların,
Ho3lywood'un vurguladığı türde başarılı kişiliğe ulaşmayı amaç
edindiklerinden söz eder.
Pazarlayıcı yönelim, çağdaş insanın kendisiyle ve diğer kişilerle
derinliğine ilişikiler kurabilmesini engeller. Bir insana duyulan sevgi,
insanlığa duyulan sevginin yerini alamaz. Çağdaş pazar alanında rolünü
oynamaya çalışmak insanı giderek artan bir doyumsuzluğa ve anlamsızlığa
sürükler, boşluk ve hiçlik duyguları yaşamasına neden olur.
Fromm'a göre, bugüne değin insan varoluşunun temel gereksinimlerini
karşılayabilecek bir toptum modeli geliştirilememiştir, ancak böylesi bir
toplum oluşturma olanağı vardır. Bu öylesi bir toplumdur ki orada herkes
insanlığım alabildiğince yaşayabileceği eşit olanaklara sahip olacak,
dolayısıyla yalnızlık ve umutsuzluk duyguları da olmayacaktır. Fromm «Olmak
ve Sahip Olmak» (1968) adlı yapıtında günümüz teknoloji toplumunun nasıl
insanlaşabileceği konusunda öneriler getirmiştir.
Bu kitabında çağdaş toplum insanındaki, sahip otona tutkusunun onu kendi
varoluşuna ne denli yabancılaştırdığını tartışan Fromm, bu arada sevgi
kavramına da bir kez daha değinmiştir. Sevgi sahip olunacak bir şey
değildir, çünkü sevgi bir nesne değildir, soyut bir olgudur. Sevgi ancak
üretken bir etkinlik olarak «yaşanır».
Sevgi «sahip olma» biçiminde yaşandığında sevilen kişinin kapatılmasını ve
denetim altında tutulmasını içerir. Bu, öldürücü ve boğucu bir durumdur.
Fromm, aslında çoğu insanın sevgi sözcüğünü sevgisizliklerini kapatmak için
kullandığı görüşündedir.
Fromm çağdaş aile kurumunu da eleştirerek, evliliklerin çoğunun gerçek
sevgiden yoksun beraberlikler olduğunu vurgular. Bu evliliklerde,
geleneklere uyma zorunluğu, ortak karşılıklı bağımlılık ya da karşı nefret
ya da korku bilinç düzeyinde «sevgi» olarak algılanır.
Sevgiyle başlayan beraberliklerde evlilik öncesinde kız ve erkek
birikirlerini çekici, ilginç ve güzel bulurlar. Henüz birikirlerine rakip
olmadıklarından, enerjileri «olmak» biçiminde kullanılır ve yaşanır.
Evlilikle her ikisi de birbirlerinin bedenine, duygularına ve ilgisine sahip
olurlar. Artık kazanılacak bir şey kalmamıştır, çünkü sevgiye sahip
olunmuştur. îkisi de sevgi üretmek için bir çaba göstermediklerinden
birebirlerinden sıkılmaya başlarlar, güzellikleri sona erer. Sevginin
yerini, para ev, sosyal statü, çocuklar gibi ortaklaşa paylaştıkları şeyleri
alır. Sevgiyle başlatılan beraberlikleri dostça bir ortaklığa dönüşür. Halâ
sevgiye «sahip olmayı» düşündüklerinden yeni bir sevgilinin bu
gereksinimlerini karşılayacağını düşlemeye başlarlar.
Fromm'un sosyal bilimlere en önemli katkısı, psikolojik ve toplumsal
etmenler arasında sürekli etkileşimi çok açık seçik biçimde sergileyebilmiş
olmasıdır. Fromm'a yöneltilebilecek başlıca eleştiri, psikolojiyle
sosyoloji, felsefe, tarih, edebiyat ve antropoloji arasındaki ilişkileri bu
denli ustaca açıklamasına ve toplumsal etmenleri bu denli canlı ve uyarıcı
bir biçimde sunmasına karşın, bu etmenlerin bireyin psikodinamiğine etkisini
fazla tek yönlü ve indirgeyici bir biçimde açıklamış olmasıdır.
KAYNAKÇA
Fromm, E. Escape from Freedom. Rinehart, N. Y, 1941. Fromm, E. Man for
Himself. Rinehart, N. Y, 1047.
Fromm, E. Beyond the Chains of llluslon. Shnou and Schuster,
N. % 1962. S Fromm, E. The Revolution of Hope. Harper and Row, N. Y. 1968.
Fromm, E. The Anatomy of Humarı Destrudtiveness. Rinehart and VVinston, N.
Y, 1973.
Fromm. E. To Have or To Be? Harper and Row Publishers, N. Y, 1976.