Emosyon ve İnsan Davranışlarının Evrimi
Özgür Öztürk, Defne Eraslan, Bülent Kayahan
GİRİŞ
Bugüne kadar insanların davranış biçimleri ve duygulanımları gerek
psikanalitik gerek bilişseldavranışçı gerekse nörobiyolojik yaklaşımlarla
açıklanmaya çalışılmıştır. Bu kuramların hemen hepsi belirli gözlem ve
gerçeklere dayanmakla birlikte, insanın canlılar dünyasındaki yeri ve
davranışlarının bu bağlamdaki nedenselliği konusuna herhangi bir atıf
yapmamışlardır. Oysa ilginçtir ki, kendimize has, özgün ve ayrıksı olarak
nitelendirdiğimiz birtakım davranışlarımız, türümüze yakın olan sâdece
primat âilesi değil birçok memeli tarafından paylaşılmaktadır (Panksepp
1998). Hepimizin kendi yaşantımızdan tanık olduğu gibi, bâzı anlarda
kontrolümüzü kaybeder ve istesek de mantıklı davranamayız. Bâzı anlarda ise
sâdece "isteyerek" olabileceğimizden daha mutlu, canlı ve neş'eli oluruz
(Bownds 1999). Acaba bu tür durumlarda, evrimsel geçmişimizden bize miras
kalan farklı bir "beyin sisteminin" etkisine giriyor olabilir miyiz? Bu
soruyu yanıtlayabilmek için insanoğlunun evrimine ve taksonomisine bakmak
gerekir.
İNSANSILARIN EVRİMİ
Bütün canlıların aynı 4 adet temel baz ve aynı 20 adet amino asid
sekansından oluştuğunun ve benzer protein yapılarının terliksi hayvanlardan
insanlara kadar paylaşıldığının ispatlandığı günümüzde bilim dünyasında
kimse evrimin varlığından şüphe etmemektedir (Doksat ve Savrun 2001). Hâlen
yeryüzünde varolan insanlar (Homo Sapiens Sapiens), Primatlar adı verilen
büyük bir âilenin üyesidirler. Primatlar, kendi aralarında Prosimianlar ve
Antropoidler olarak iki ana kola bölünür. "Homo" türlerinin de dâhil olduğu
Antropoidler, iki temel gruba ayrılır, bunlardan biri türümüzle oldukça
uzaktan akraba olan Yeni Dünya Maymunları'dır; diğer grup ise Catarrhini de
denilen Eski Dünya Maymunları'nı kapsar. Eski Dünya Maymunları yani
Catarrhini, babun ve makak maymunlarını, yakın akrabamız olan şempanze ve
gorilleri de kapsayan Pongidae denilen türleri ve Homo Sapiens türleriyle
artık varolmayan Australopithecines türlerini kapsayan Hominoidae'yi
(İnsansılar) içerir (Lewin 1993).
İnsansıların evrimi konusunda iki farklı model bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi "Çok Merkezli Evrim" modelidir (Wolpoff 1988). Bu modele göre, göç
ve gruplar arası karışım önemsenmeyecek düzeydedir. Belirli bölgelerde
bulunan ilkel türler, birbirlerinden bağımsız şekilde evrimleşip ilkel Homo
Sapiens'lere (Arkaik Homo türleri) dönüşmüşlerdir. Genetik bulgularla da
desteklenen "Afrika'dan Çıkış" modeline göre ise (Stringer ve Andrews 1988),
yaklaşık 120150 bin yıl önce Doğu Afrika'da (Bugünkü Etiyopya) ortaya çıkan
ilkel bir "Homo" türü göç yoluyla yayılarak (90 bin yıl önce Ortadoğu, 8060
bin yıl önce Asya, 50 bin yıl önce Avrupa, 40 bin yıl önce Avustralya ve en
son 14 bin yıl önce Kuzey Amerika) diğer türlerin yerini almış ve bugünkü
insanın atasını oluşturmuştur.
Afrika'dan Çıkış modelini destekleyen önemli genetik kanıtlar mitokondriyal
DNA (mtDNA) çalışmalarından elde edilmiştir (Goldman ve Barton 1992).
MtDNA'nın görece küçük ve daire şeklindeki molekülü, çekirdek DNA'sının uzun
ve çizgisel moleküllerinden yaklaşık 510 kat daha fazla mutasyon hızına
sahiptir (Lewin 1993). Ayrıca, mtDNA her iki ebeveynden gelen çekirdek
DNA'sının aksine, sâdece anadan geçmekte, bu nedenle bireyler arasındaki
genetik farklılıkları ölçmede çekirdek DNA'sından daha duyarlı bir saat
görevi görebilmektedir. İki toplum ne kadar uzun süre birbirlerinden ayrı
kalırlarsa, aralarındaki genetik farklılık da o denli büyük olmaktadır
(Lewin 1993). Sahra altı gruplar arasında %50'ye varan genetik farklılıklar
(mtDNA) Afrika'da dünyanın diğer bölgelerine göre daha uzun süreli bir insan
geçmişine işaret etmektedir. mtDNA dışında yalnızca bir ebeveynden yavrusuna
geçen tek genetik materyal olan Y kromozomu (babadan oğula geçer) bütün
insan ırklarında çok küçük içerik değişkenliği gösterir. Bu sınırlı
değişkenlik, günümüz Homo sapienslerinin geçmişteki sınırlı sayıdaki erkek
atadan türediğine diğer bir kanıttır (Bownds 1999). Son zamanlarda 12.
kromozom üzerinde yapılan çalışmalar, bu kromozomun içeriğinin sahra altı
popülasyonlarda oldukça çeşitlilik içermesine rağmen, Kuzeybatı Afrika'da bu
içeriğini giderek kaybettiğini ve dünyanın geri kalanında sâdece tek tip
olduğunu ortaya koyarak (Bownds 1999), bugünkü insanların Afrika'dan
dünyanın geri kalanına yayılmış oldukları düşüncesini desteklemiştir.
İki ayak üzerinde yürüdüğü düşünülen ilk insansı olan Australopithecus
Afarensis'in yaklaşık 5 milyon yıl önce ortaya çıktığı sanılmaktadır (Simons
1989). 1974 yılında doğu Etiyopya'da bulunan ve %40'ı korunmuş durumda olan
4 milyon yıl yaşındaki A. Afarensis fosili ilk insansılar konusunda oldukça
önemli bilgiler vermiştir. Bilim dünyasında tanınan ismiyle "Lucy" yaklaşık
120130 cm boyunda ve tip olarak daha çok bir şempanzeyi andırmakla birlikte,
iki ayak üzerinde yürümek için evrimleşmiş olan pelvik yapısı ve küçülmüş
köpek dişleri gibi insansı özellikler de barındırmaktaydı (Wood 1992).
Yaklaşık 2.2 milyon yıl önce ortaya çıkan ilk "Homo" türü olan Homo
Habilis'in Australopithecines türlerinden evrimleştiği düşünülmektedir (Wood
1992). Hiçbir Australopithecines türünün fosillerinden taş âlet kullanımının
varlığına dâir bir kanıt elde edilememiştir ancak, Homo habilisin sınırlı
bir taş âlet kullanımına sâhip olduğuna dâir bulgular vardır. Homo
habilis'in beyni kendinden önceki Australopithecines türlerinden %30 daha
büyüktür (650800cc). Homo habilis'te erkek ve dişi bireyler arasındaki
fiziksel büyüklük farkı (eşeysel dimorfizm) hâlâ daha varolmakla birlikte
%20'lere kadar düşmüştür. Oysaki örneğin bir dişi goril 100 Kg gelmekteyken,
erkek goril 175 Kg gelmektedir, dişi bir A. Afarensis erkeğinin yarısı
büyüklüğündedir. Erkek ve dişi bireyler arasındaki bu fiziksel farklılık
üreme amacıyla dişiler üzerinde erkekler arasındaki yoğun bir rekabete
işaret eder (Aiello 1990). "Homo" cinslerinden itibâren eşeysel dimorfizm'in
giderek azalması, yoğun cinsel rekabetin yaşandığı toplumsal bir sistemden,
eşleşebilmek çabasıyla ilgili erkeklerin belirli bir dişi grubunu
paylaştıkları ve onları ortak savundukları bir sisteme geçmenin evrimsel bir
yansıması olabilir (Lewin 1993).
Yaklaşık 2 milyon yıl önce ortaya çıkan ve 400 bin yıl öncesine kadar
varlığını sürdürdüğünü düşünen Homo erectusun beyin hacmi kendinden önceki
Homo habilise göre %50 oranında artmış ve 9001250 cc'ye ulaşmıştır. Seçici
bir "iki ayak üzerinde yürüyücü" (bipedal) olan Homo habilisin aksine,
zorunlu bir "iki ayak üzerinde yürüyücüdür" (Simons 1989). Avcıtoplayıcı bir
hayat tarzına sâhip olan Homo Erectus yaklaşık 1 milyon yıl önce Afrika'dan
göç ederek dünyanın büyük bir kısmına yayılmıştır. Avrupa'ya ulaşabilenler
önemli ve ayrıksı bir insan türü olan Homo neanderthalensise evrimleşirken,
Afrika'da kalanlar bugünkü Homo sapienslerin atalarını oluşturmuştur (Lewin
1993).
1855 yılında, bölgede yürüyüş yapmayı seven Alman besteci Joachim Neander'in
adını taşıyan vadide taş ocağı işçilerinin buldukları iskelet, daha
sonraları Homo neanderthalensis olarak adlandırılmaya başlamıştır. O güne
kadar bulunmuş olan insansı fosillerine, şempanze ve diğer maymunlara pek
benzemeyen, ağır ve kalın kemikli, öne doğru çıkık çene kemiği olan ve Homo
sapiens'lere göre bir miktar daha büyük beyin hacmine sâhip olan bu tür,
bugün soyunu devam ettirememiş farklı bir insan türü olarak
değerlendirilmektedir (Trinkaus ve Shipman 1993). Neandertal insanların
150200 bin yıl süreyle Homo sapiensler'le beraber dünya üzerinde
varoldukları sanılmaktadır. Elde edilen fosil bilgileri Homo
neanderthalensisler'in, özürlü bireylere baktıklarını, ölülerini
gömdüklerini ve dolayısıyla belirli bir "yaşam bilincine" sâhip olduklarını
düşündürtmektedir (Stauffer ve ark. 2001). Niçin ortadan kaybolduklarına
dâir kesin kanıtlarımız olmasa da, Homo sapienslere kıyasla işbirliği yapma
ve iletişim kurarak hayatta kalabilme konusundaki yetersizliklerinin bu
durumdan sorumlu olabileceği sanılmaktadır (Pinker 1994).
Homo erectustan Homo sapiense geçişin 300400 bin yıl önce gerçekleştiği
düşünülmektedir. Homo sapiens'lerde beyin hacmi yaklaşık 1400 cc'ye ulaşmış,
frontal korteks gelişmiş, dişler küçülmüş, öne doğru uzamış kafa yapısı
düzleşmiş ve belirgin bir çene ortaya çıkmıştır (Wood 1992). Homo sapiens
fosillerinin yanında bulunan silâh kalıntıları avcılığın giderek daha önem
kazandığına işaret etmektedir. Homo sapienslerin avlanma için işbirliği
yapabildikleri, belirli silâhları geliştirerek avlanma amacıyla
kullanabildikleri, ölülerini gömerek tören yaptıkları, yaşama ve varolmayla
ilgili kesin bir bilinç sâhibi oldukları, artistik soyutlama yapabildikleri
(duvar resimleri), beyinsel ve anatomik olarak konuşma kapasitesine sâhip
oldukları bilinmektedir (Bownds 1999). Sonuç olarak, bugün bilim dünyasında
kabûl gören yaklaşım, günümüz insanlarının, yaklaşık 200 bin yıl önce
bugünkü Doğu Etiyopya ve Turkana gölü çevresinde evrimleşip dünyaya yayılan
Homo sapienslerden türemiş olduklarıdır.
EMOSYONLAR VE DAVRANIŞLARIMIZ
Yaşadığımız tüm emosyonel davranışları tanımlamak oldukça zor bir iştir,
ancak bir emosyonel yaşantının birbirinden farklı 3 görüngüsü
olabileceğinden bahsedilebilir (Bownds 1999).
1) Otonom sinir sisteminin görev aldığı fizyolojik bileşen (kan basıncı, ter
bezleri, sindirim sistemi ve deri iletkenliğindeki değişiklikler gibi),
2) Hüzün, öfke, yakınlık, sevgi gibi duygularımızı yansıtan yüz ifâdesi, el
hareketleri, vücut duruşu (postürü) gibi davranışlarımız,
3) O anki emosyonla ilgili öznel duygulanımımız (korku, öfke, nefret, sevgi,
huzur vb).
Bu emosyonların bir kısmı temel hayatta kalma dürtülerinin yansımaları olup,
tüm memelilerde hâttâ yüksek omurgalılarda ortaktır (açlık, susuzluk, şehvet
acı ve saldırganlık gibi). Geri kalanlar büyük oranda insana özgüdür ve
kıskançlık, mutluluk, aşk, nefret, kibir gibi muhtemelen insanın kendine has
yaşam ve iletişim biçimleriyle ilişkili emosyonlardır (Porges 1998). Hangi
emosyonların birincil olduğunu belirlemek kolay değildir; hâttâ birincil ve
ikincil emosyonlar kavramına karşı çıkan bilim adamları da vardır, ancak
eğer birincil ve ikincil emosyonlar diye bir tanımlama yapılacaksa, birincil
emosyonlar için en uygun adayların daha temel olan ve kendisine bağlı bir
takım duygu grupları da içeren korku, utanç, haz, iğrenme ve sevgi
olabileceği öne sürülmüştür (Bownds 1999). Örneğin korku, nefret ve
tedirginlik duygularıyla, sevgi ise yakınlık, empati ve özgecilik
(diğerkâmlık: altruism) ile bağlantılıdır.
Serebral korteksi çıkarılan, ancak talamus ve hipotalamusu bırakılan
köpekler korku ve öfke gösterebilmektedir. Temporal lobları çıkarılan
maymunlarda korku duygusunun ortadan kalktığı, uygunsuz yeme ve cinsellik
davranışları ortaya çıktığı gözlenmiştir. İnsanlarda da amigdala ve inferior
temporal korteksin iki taraflı hasarlanması benzer bir sendrom olan
KluverBucy'e yol açar (Davidson ve Sutton 1995).
Klinik ve biyolojik olarak doğru olan, mantıklı düşünce süreçlerimizin,
emosyonları doğuran daha aşağı beyin bölgelerine ihtiyaçları olduğudur.
Emosyonların yokluğu veya anlaşılamaması (aleksitimi), mantıklı davranma ve
karar verme yetilerimizi bozmaktadır. Beynin mantıklı düşünce sistemleri,
temel emosyon sistemlerinden bağımsız ve daha yukarıda değil, tam tersine
onlarla iç içedir (Davidson ve Sutton 1995).
Emosyonların otonom sinir sisteminin nöral düzenlenmesinin bir yan ürünü
olduğunu öne süren görüşler de vardır (Ohman ve Mineka 2001). Sempatik
sistem norepinefrin aracılığıyla vücudu enerji harcama ve hareketlenmeye
yönlendirirken, parasempatik sistem bu işlemin tam karşısında durarak
asetilkolin (Ach) aracılığı ile onarıcıyapıcı işlevleri yerine getirir.
Örneğin AcH, REM (seri göz hareketleri) uykusu sırasında aktif görev alarak,
bellek kayıtlarının bütünleştirilmesi işleminde rol alır (Öztürk ve ark.
2002). Sempatik sinir sistemimiz irkilme ve âcil durumlarda enerji
harcanmasını gerektiren eylemlerde görev alırken, parasempatik sinir sistemi
daha çok dengeleme ve enerji depolanması gibi işlevlerde rol alır.
Hipotalamusun sorumlu olduğu sempatikparasempatik denge oranı,
savunmacısaldırgankaçıngan veya rahatgirişkenhuzurlu olmamızı etkileyerek
affektif hayatımızın temel belirleyicilerinden birini oluşturur.
Memelilerde ventral vagal sistem kalb ve iç organları inerve ederken, aynı
zamanda emosyonel dışavurumda gerekli olan yüz kasları ve vokal kasları da
inerve etmektedir. Bu sistemin sempatik aşırı uyarılma ve "kaç veya savaş"
yanıtını baskılayan sistem olduğu düşünülmektedir (Porges 1998). Herhangi
bir emosyonun tam olarak yaşanması toplam 34 dakikayı geçmez, ancak bu
emosyonun daha düşük yoğunluklu hâli olan duygudurum (mood) saatlerce
yaşanmaya devam edebilir. Bunların ötesinde her birimizin ayrıksıayırt edici
bir mizacı (temperament) vardır. Mizaç, belirli emosyonları ortaya
çıkarabilme eğilimi olarak da tanımlanabilir.
Damasio (1994), birincil emosyonların limbik sistemle bağlantılı ve doğumsal
olduğunu ancak, ikincil emosyonların birey büyürken sosyal etkileşim yoluyla
öğrenildiğini iddia etmiştir. Bu iddiayı destekleyen bâzı biyolojik kanıtlar
vardır. Örneğin frontal korteks ile limbik sistem arasındaki yolakların
etkilendiği kafa travmaları ve tümöral oluşum gibi durumlarda birincil
emosyonlar korku, kaçınma, saldırganlık, iğrenme korunurken, yaşantı ve
öğrenme ile ilişkili olan ikincil emosyonlar kaybolmaktadır (Bogousslavsky
2003).
Beynin sağ lobu, emosyonların ortaya çıkışı ve anlamlandırılmasında daha
etkin rol almaktadır (Fischer ve ark. 2002). Örneğin sol hemisferdeki
Wernicke alanının sağ temporal lobdaki homologu olan beyin bölgesinin hasarı
konuşmanın emosyonel içeriğini anlamayı zorlaştırırken, Broca merkezinin sağ
frontal lobdaki homolog bölgesinin hasarında konuşmanın emosyonel içeriğini
iletmede bir zorluk ortaya çıkmaktadır (Bogouslavsky 2003). PET
çalışmalarında anlamadıkları bir dile âit bir konuşma dinletilen deneklere
bu konuşmanın ne anlattığı sorulduğunda, sol hemisfer kan akımında artma
saptanırken, bu konuşmanın emosyonel tonunu tahmin etmeleri istendiğinde ise
sağ hemisfer kan akımında artış gözlenmiştir. Benzer şekilde sol hemisfere
projekte olan sol görme alanı yüzleri tanımada daha faâldir, sağ hemisfere
projekte olan sağ görme alanı ise yüz ifâdelerinin emosyonel içeriğini
anlamamıza yardımcı olur. Sol hemisfer işlev bozukluğu, sergilenen olumsuz
duygulanımların sağ hemisfer tarafından aşırı derecede ifâde edilmesine,
davranış üzerinde lisan yoluyla kontrolün azalmasına ve verbal iletişimin
bozulmasına yol açar; sağ hemisfer işlev bozukluğu ise prozodinin, yüz
ifâdesinin ve diğer nonverbal emosyonel cevapların intrahemisferik olarak
kodlanması ve dekode edilmesinde bozulmaya, dolayısıyla semantik işlemede
aşırı yüklenmeye neden olur (Doksat ve Savrun 2001). Sağ temporal lob
lezyonları veya sağ merkezli temporal epilepsilerde konuşmanın emosyonel
tonunu anlamada zorluk oluştuğu gibi, iletişim içerisinde olunan kişinin yüz
ifâdesinin emosyonel tonu da anlaşılamaz (Bogousslavsky 2003). Bu durum,
belirli tür epilepsilerde ortaya çıkan sosyal iletişim ve davranış
bozukluklarının altında yatan neden olabilir.
Darwin, emosyonları bir hayvanın iç dünyasının hâlihazırdaki durumunu
diğerine iletme sinyali olarak tanımlamıştır. Emosyonlar, diğer insanlara iç
dünyamızın durumunu sözel olmayan ve dolaysız yoldan aktardığımız bir
iletişim biçimi olarak da düşünülebilir.
Tüm insanlarda yaklaşık iki düzine kadar fobik yanıt ortaya çıkartan durum
tanımlanmıştır. Yine insanlar üzerinde yapılan bâzı çalışmalarda yılanı
andıran bir sicim resmi ve elektrik şoku ilişkilendirildiğinde kaçınma
yanıtı çok hızlı bir şekilde ortaya çıkarken, aynı ilişkilendirme bir çiçek
resmi ile yapıldığında kaçınma davranışı daha yavaş ortaya çıkmaktadır. Bu
durum atalarımızın hayatta kalmasına yardımcı olan mekanizmalar olarak,
belirli durumlar ve uyaranlar karşısında fobik yanıt geliştirmeye türümüze
özgü bir yatkınlığımız olduğu görüşünü desteklemektedir (Porges 2003, Bownds
1999).
Ortak emosyonel durumlarımızın korku, suçluluk, mutluluk, yas, öfke, utanma,
iğrenme, kıskançlık vb. Afrika'da avcıtoplayıcı bir yaşam tarzı süren
atalarımızın tekrarlayıcı biçimde karşılaştıkları çevresel koşullara
uyabilmeleri amacıyla evrimleştiği öne sürülmektedir (Pinker 1997).
Emosyonel davranışlarımızın ortaya çıkışında önemli rolü olan amigdalanın
evrimsel gelişimi ilginçtir. Amigdala evrimsel gelişim açısından daha geride
olan hayvan türlerinde daha önemli işlevler görür. Örneğin kuşlar, balık ve
sürüngenlerde mental yaşamın önemli bir kısmı amigdala ve talamusun
etkileşimi ile ortaya çıkar. Ancak, memelilerde görevi korkma, irkilme,
kaçınma gibi daha özgül davranışlarla sınırlıdır (Pitkanen ve ark. 1997).
İnsan yavrusu dünyaya geldiğinde amigdala kısmen gelişimini tamamlamış
durumdadır. Yaklaşık 8. ilâ 12. ay civarında bu gelişim tamamlanır, oysa
bellek işlevlerinde önemli rolü olan hippokampus ve ilgili yapıların
gelişimini tamamlaması 2. yaşın sonlarını bulur. Bu nedenle, yaşamımızın ilk
iki yılına âit emosyonel yaşantılar bugünkü kişiliğimizde etkili olmakla
birlikte, o döneme âit anılarımız hippokampusun yeterince gelişimini
tamamlamamış olması nedeniyle hatırlanamaz (Bownds 1999).
Herhangi bir hâricî duyusal uyarının hippokampustan amigdalaya ulaşması 40
milisaniye alır. Oysa bu uyaranın kortekste işlenip bir yanıta dönüşmesi
için çok daha uzun süre gerekmektedir. Bir başka deyişle, âni uyaranlar
karşısında amigdala aracılığıyla hızlı bir şekilde emosyonel nitelikte bir
yanıt verilebilir. Örneğin, çayırlıkta göz ucuyla gördüğümüz yılana âniden
tepki verebilmemiz, amigdala aracılığıyla ortaya koyabildiğimiz emosyonel
davranışlarımızla olur (Bownds 1999). Amigdala, görsel korteksten ve
özellikle yüz tanımaya duyarlı olan inferior temporal korteksten girdi
almaktadır. Bu nedenle amigdala emosyonların iletiminde görev alan yüz
ifâdelerini tanımakta da faâldir.
30 milisaniye öfkeli, 170 milisaniye nötral bir yüz ifâdesi gösterilen
denekler, sâdece nötral yüz ifâdesini hatırlamaktadır; ancak, PET
çalışmalarında amigdalada bir faâliyet artışı izlenmiştir. Aynı faâliyet
artışı, 30 milisaniye gösterilen nötral yüz ifâdesi ile ortaya
çıkmamaktadır. Amigdalanın bu türden "negatif" durumlarda daha faâl olduğu
öne sürülmüştür (Pitkanen ve ark. 1997).
Maymunlardan insansı maymunlara ve insanlara uzanan evrimsel çizgide, yüz
kaslarında belirgin bir artış olmuştur. Yüz, giderek karmaşıklaşan sosyal
ilişkiler ağında bir iletişim aracı olarak görev yapmaya başlamıştır. Afrika
yerlilerinden İzlandalılar'a kadar tüm insanların sevinçli ve hüzünlü
durumlardaki yüz ifâdeleri benzerdir. Korku ve şaşırma gibi durumlardaki
vokal tonlarda da benzerlik söz konusudur. İletişimde kullanılan yaklaşık 80
kadar farklı yüz kası kombinasyonundan bahsedilmiştir (Ekman ve Davidson
1993).
Yüz kaslarında belirgin artışa rastlanılan Homo erectustan itibâren "mimetik
zekâ" dönemi başlar. Mimetik zekâ, sağırdilsiz bireylerin veya konuşmaya
başlamayan çocuklarınkine benzer bir kognisyon türüdür (Donald 1991).
Grameri olan veya kelime içeren bir dil yoktur ancak belirli vokal ve
mimiklerle sosyal iletişim kurulabilmektedir (Donald 1991). Yumuşak
dokuların fosilleri bulunmadığından konuşma için gerekli beyin bölgelerinin
tam olarak ne zamandan beri varolduğunu belirlemek güçtür; ancak, Broca ve
Wernicke bölgelerinin Homo habilisten itibâren varolduğu ve Arkaik Homo
sapienslerden itibâren bugünkü hacmine ulaştığı sanılmaktadır (Lewin 1993).
Sosyal ilişkiler ve yaşam koşulları giderek daha karmaşıklaştığında mimetik
iletişim yeterliliğini yitirmiş ve daha işlevsel bir "dile" ihtiyaç ortaya
çıkmıştır. Başka bir deyişle, konuşmanın başlaması için "konuşulacak bir
şeyler olması" gerekmektedir (Pinker 1994). Yaklaşık 50 bin yıl önce
kullanılan âlet sayısında artış ve duvar resimlerinin ortaya çıktığı
"kültürel patlamanın" dilin faâl olarak kullanılmaya başlamasının bir sonucu
olduğu öne sürülmüştür (Bownds 1999).
Davranışların evrimsel kökenleri olabileceği düşüncesinin en temel
dayanaklarından bir tânesi doğada erkek ve dişilerin genlerini yavrularına
aktarmak için değişik yöntemler kullanmalarıdır. Doğada insanın da dâhil
olduğu birçok türün erkekleri senede yüzlerce defa üreyebilirken, dişiler
sâdece bir defa üreyebilmektedir. Farklı ve yeni "eşler", dişiler için
üreyebilme açısından risk anlamına gelirken, erkekler açısından genlerini
yeni kuşaklara aktarabilmeleri için daha çok şans anlamına gelmektedir
(Schuiling 2003). Karşılaştırmalı antropolojik çalışmalar, doğada dişilerin
cinsel eş seçiminde daha seçici olduklarını ve erkeklerin daha fazla eşle
üreme eğiliminde olduklarını göstermiştir (Schuiling 2003). Ayrıca, bilinen
hemen tüm kültürlerde dişilerin engellenemeyen libidoları daha sert
cezalandırılmaktadır. Tüm kültürlerde ve farklı coğrafî bölgelerde benzer
örüntülerin ortaya çıkmış olma olasılığının düşük olduğu ve Afrika'dan
yayılmış olan atalarımızın belirli kültürel davranışlarının yok olmadan
devam ettiği öne sürülmüştür. Ancak, paleolitik çağda uygun olan bâzı
davranışsal adaptasyonlarımız bugün uygun olmayıp, zararlı hâle gelmiş dahi
olabilir. Örneğin tuz, yağ ve şekerin çok az bulunabildiği dönemlerde bu
maddelerin bulunabildiği kadar tüketilmesi yararlı bir adaptasyon iken,
günümüzde hipertansiyon, diyabet ve obezite ciddi sağlık sorunları olarak
ortaya çıkmıştır (Bownds 1999). Milyonlarca yıllık bir geçmişin mirasçısı
olan kompleks biyolojik organizmalar olarak biz insanların, belli bâzı
davranışlara cinsel, besinsel eğilimli olmaları anlaşılabilir bir şey olsa
da, bu davranışsal adaptasyonların artık yaşamsal öneme sahip olmadığı ve bu
nedenle de uygulanmalarının şart olmadığı unutulmamalıdır.
Dawkins (1976), insana âit ayrıksı ve ahlâkî olarak nitelendirilen
davranışlarımızın aslında her bir bireyin genlerini daha fazla koruyarak
sonraki kuşaklara aktarabilmesi amacıyla geliştiğini iddia etmiştir. Örneğin
akraba bireyler arasındaki işbirliğinin varlığı, grubun başarısını
arttırarak, beraberce paylaşılan genlerin yeni kuşaklara aktarılma şansını
yükseltmektedir. Memelilerin yaklaşık %3'ünde âile benzeri oluşumlar vardır
(Bownds 1999). Günlük yaşantımızdaki ilişkilerimizde işbirliği ve rekabet
büyük yer tutmaktadır. İşbirliğinin getirdiği sosyal etkileşim, ihanete
duyarlılık, saygı, arkadaşlık, özgecilik, yakınlık duyma gibi temel insan
davranışlarının gelişiminde itici bir güç olmuş olabilir.
SONUÇ
Biyolojik varlığımızın gereklilikleri, davranışlarımız ve kültürümüz
arasında sonsuz bir geribildirim halkası bulunmaktadır. Bu geribildirim
halkası her bireyin gelişimi sırasında işlemeye başlar ve kuşaktan kuşağa
öğrenme yoluyla aktarılır. Sonuç olarak yaşama başladığımız yerin bir "sıfır
noktası olmadığı" olmadığı söylenebilir.
KAYNAKLAR
Aiello LC (1990) Pattern of stature and weight in human evolution. Am J
Physical Anthropol; 81: 186187.
Bogousslavsky J (2003) William Feinberg lecture 2002: emotions, mood, and
behavior after stroke. Stroke; 34: 10461050.
Bownds DM (1999) Biology of Mind origins and structu
res of mind, brain, and consciousness. Maryland: Fitz
gerald Science Press. Damasio AR (1994) Descartes' error emotion, reason,
and human brain. New York: Putnam's. Davidson RJ, Sutton SK (1995) Affective
neuroscience:
the emergence of a discipline. Curr Opin Neurobiol;
5: 217224.
Dawkins R (Asuman Müftüoğlu, çeviren) (2001) Gen Bencildir. 3. Baskı.
Ankara: Tübitak Yayınları, 273299.
Donald MD (1991) Origins of the Modern Mind. Chapter 6. Cambridge, MA:
Harvard University Press.
Doksat MK, Savrun M (2001) Evrimsel psikiyatriye giriş. Yeni Symposium; 39:
131150.
Ekman P, Davidson RJ (1993) Voluntary smiling changes regional brain
activity. Psycholog Sci; 4: 342345.
Fischer H, Anderson JL, Furmark T, Fredrikson M (2002) Rightsided prefrontal
brain activation during acquisition of conditioned fear. Emotion; 2: 233241.
Goldman N, Barton NH (1992) Genetics and geography. Nature; 357: 440441.
Lewin R (Nazım Özüaydın, çeviren) (1998) Modern İnsanın Kökeni, İkinci
Baskı. Ankara: Tübitak Yayınları, 2026, 35, 83, 115.
Ohman A, Mineka S (2001) Fears, phobias, and preparedness: toward an evolved
module of fear and fear learning. Psychol Rev; 108: 483522.
Öztürk Ö, Bora E, Veznedaroğlu B (2002) Güncel psikiyatride rüyalara bakış.
Türkiye'de Psikiyatri; 4: 7883.
Panksepp J (1998) Affective Neuroscience. The Foundati
ons of Human and Animal Emotions. New York: Oxford University Press, 3239.
Pinker S (1994) The Language Instinct. New York: William Morrow's, 5577.
Pinker S (1997) How the mind works. 5. Chapter. New York: Norton.
Pitkanen A, Savander V, LeDoux JE (1997) Organization
of intraamygdaloid circuitries in the rat: an emerging
framework for understanding functions of amygdala.
Trends in Neurosciences; 20: 517523. Porges SW (1998) Love: An emergent
property of the
mammalian autonomic nervous system. Psychoneuro
endocrinology; 23: 837861. Porges SW (2003) The Polyvagal Theory:
phylogenetic
contributions to social behavior. Physiol Behav; 79:
503513.
Schuiling GA (2003) The benefit and the doubt: Why monogamy? J Psychosom
Obstet Gynaecol; 24: 5561.
Simons E (1989) Human origins. Science; 245: 13431350.
Stringer CB, Andrews P (1988) Genetic and fossil evidence for the origin of
modern humans. Science; 239: 3568.
Trinkaus E, Shipman P (1993) The Neanderthals. New York: Alfred Knopf Press.
Wolpoff MH (1988) Reply to Stringer and Andrews. Science; 241: 772773.
Wood B (1992) Origin and evolution of the genus Homo. Nature; 355: 783792.