Dilyetisi, Dilbilim, Toplumbilim

Zeynel Kıran


İnsani etkinliğin, toplum çerçevesinde yayıldığı ve dilyetisinin insanlar arasındaki iletişimi sağladığı herkesçe bilinir. Yine de toplum çerçevesi, iletişim ve dilyetisi kavramlarım tanımlamak istediğimizde bazı sorunlarla karşılaşırız. Toplum çerçevesi, yani "toplum", sadece insanların belli bir alan ve belli bir zaman aralığında birarada yaşadıkları görgül bir olgu değildir. Bir birliktelikteki ilişkiler dizgesidir ve bu ilişkiler kurumlaşmış, sağlamlaşmış ve iyice oturmuş konumlar getirir, bazı görevler yürütür. Sonuçta, bunların büyük bir çoğunluğu, belki de hepsi, dilyetisini yaratır ve belirli bir iletişim sağlar.

Toplum gelişmesinde, dilyetisinin rolü nedir? Bu soruyu yanıtlamak için, dil etkinliğinin iç yapısını incelemek gerekir. Ayrıca, dil etkinliğinin toplum açısından doğasının yapı olarak neye benzediği sorusu da bu arada yanıt bulmak zorundadır.

I. Dilyetisi ve Diller

Dilbilimin babası sayılan F. Saussure’e göre, dilyetisi ancak dil çerçevesinde varlığını gösterebilen bir etkinliktir. Fransızca olarak yazdığı eseri,[1] "dilyetisi" ve "dil" arasındaki, yani dilyetisi etkinliği ile varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan çerçeve arasındaki farkı açıklayabilmek için önemli bir kaynak olmuştur. Aslında bu eser, dilyetisi üzerine yazılmıştır.[2] [3] [4] [5]

Genel Dilbilim Derslerinde “söz" dilyetisinin gerçek kullanımı olarak adlandırılır. Dil, kişiye özgü olan sözün tasarladığı ortak bir aktarım aracıdır.

(... ) Dil, sözün anlaşılır olması ve tüm dil uygulamalarını yürütebilmesi için gereklidir. Söz de, dilin oturması, yerleşmesi için gereklidir. Söz olgusu, zaman içinde her an öncelik taşır. (s. 37)

Bir dil, kendisini “derin” anlamda söz etkinliğinin içine, “yüzeysel” anlamda da insani yapabilirliğe ve genel etkinliğe götüren dilyetisiyle “çerçevelenmiştir’'. Dil, bir güncelleşmedir. Oluşur ve geçmişin bir ürünüdür. Ruhbilim, insanbilim, betikbilim gibi birçok dal tarafından tanımlanabilir. Dilbilime göre, dilyetisi etkinliği, biçimler arasındaki sağlam ve düzenli ilişki sayesinde “anlam yapma”ya yarayan bir gelişme olarak tanımlanmaktadır.

1. Dil ve Diller Saussure' e göre dil, belli bir topluluk içinde, bir sözü aktarmaya yarayan bir dizgedir. Doğrudan gözlemlenemez. Söz bağlamı içinde bir anlam taşır. Dil (dizge) ve söz (etkinlik) kavramlarını tekil anlamlarıyla tanımlamak, dil türleri sorununu belirsiz kılmaktadır.

Dilbilimcinin işi, aynı dile ait tüm sözce ailesinde biçimlerin yorumlayıcılara bağlanmasını sağlayan ortak kuralları ayırmaktır. Fakat, sözcelerin aynı dizgeye ait olup olmadıklarını belirleyebilmesi için bir dış ölçütü olmayacaktır. Dayanabileceği tek nokta birçok sözcenin aynı toplum alanı içinde yer alıyor ve kullanılıyor olmasıdır. Yani toplum dilinin iç yapısını bir varsayıma dayanarak inceler.

Bu görüşün aslında o kadar açık ve basit olmadığını daha sonra göreceğiz. (Bölüm 2). Dilbilimci, dilsel uygulamaların toplumsal sınıflandırılmasına bağlı olarak hareket etmek durumundadır.

Dilin dilbilim konusu olduğunu bir an için kabul edelim. Diller ise, çeşitlilikleriyle, toplumdaki görüş açılarım, dil uygulamalarının simgeleşmelerini yansıtırlar. Örneğin; Fransızca ve İtalyanca ayrı dillerdir; Suriye ve Fas'ta ise aynı dil, yani Arapça konuşulur. Arıcak, Suriye’de konuşulan Arapça'yla, Fas'ta konuşulan Arapça arasında, neredeyse İtalyanca ve Fransızca arasında olduğu kadar fark vardır.

Dilbilimcinin dili ve toplum açısından diller başka noktalarda da karşımıza çıkar. Dilbilimci için, dile ait olmayan anlaşılır bir söz kavramı yoktur. Toplum açısından ise, sözün her zaman belli bir dilden kaynaklandığı düşünülmez. Diller, şiveler, taşra ağızları arasında bir ayrıma gidilir. “Dil” olarak adlandırılan olgu ise yazarlara ve tarih dönemlerine göre değişir. Toplum açısından, dil etkinliği herzaman öylesi bir dizge değildir ve bütün dizgeler de eşdeğer sayılmaz.

Toplumbilim için, belli bir konuma sahip dil uygulayımları arasındaki farklılıklar gözlemlenebilir. Ama bunun bir dizge içinde olması, toplumbilim için gerekli değildir.

1. Değişkenlik Dilbilimci dili tanımlar, ama dil toplum tarafından gerçekleştirilir. Saussure'den çok önce bile, birçok araştırmacı dili tanımlamaya çalışmıştır. Yazıyla başladığı söylenebilecek tüm bu araştırma tarihi boyunca, dilbilgiciler ve sözbilimciler, bir bilgi edinebilmek için uğraşmışlardır. Üstelik bugün bile, modern dilbilimciler en köktenci ve en dizgeci betimleyicilerdir.

Klasik dilbilgiciler, dil uygulayımlarını tanımlar, aralarındaki çeşitliliği belirler ve bunların nedenlerini bulmaya çalışırlardı. 17. yüzyılda Vaugelas, en iyi uygulayımları belirlemek amacıyla tanımlar hazırladı. Burada en iyi kullanımlar derken, Fransa'da zamanın toplum sınıflarına göre, asil tabakanın dil uygulayımlarından bahsetmekteyiz. Aynı dönemde, “Messieurs de PortRoyal”, genel ve açıklamalı bir dilbilgisi oluşturdular. Bu dilbilgisinde, gerçek dile ait kuralları sınıflandırmak ve dil üretimlerini anlaşılır kılan genel kuralların hangileri olduğunu açıklamak kaygısını taşıyorlardı. 19. yüzyılın ilk yarısında, özellikle Almanya’da baskın çıkan bir görüş doğdu. Bu bakış açısı, dillerin tarihi gelişimiyle ilgileniyordu.

O güne kadar, geniş bir hayal gücünün ürünü olan kökenbilim, bu şekilde somut bilimler ulamına katılmış oldu. Bu bilimin kullandığı karşılaştırmalı yöntem, dil birimlerini fazlasıyla küçük parçalara bölmüş olsa bile, Saussure'cü dil kavramının ortaya çıkmasına yol açtı.

Çağdaş dilbilim, dil verilerini klasik dilbilgiciler gibi dizge üzerinde, tarih dilbilimcileri gibi dilbilimsel olayların görgül ve sesçil özyapıları üzerinde toplar. Ama,ne klasik anlayışla, iyi-kötü kullanımlar arasında bir fark gözetir, ne de tarihçinin artzamanlılık anlayışını izler. Her tür kullanımı eşzamanda ele alır. Buna karşın, iki engelden kurtulmayı yine de başaramaz:

• Dil olayları çeşitlilik nedeniyle açığa çıkar. Tanımlar, her şeyi belirleyemez.

• Dil olguları zamanın akışındaki değişimlerle açığa çıkar. Dilbilim, dili değişmeyen belirli bir dizge olarak ele alır.

Kısaca diler, değişken İlkleriyle bir belirlilik kazanırlar. Amerikalı dilbilimci W. Labov, düzenli bir şekilde, değişkenliği dil olaylarıyla birleştirmeye çalışmıştır. Araştırmasının sonunda, (bölüm 3) bütün dillerin değişken olduğunu ve bir tek kişi tarafından bile, aynı dilsel üretimde eşzamanda birbiri ardına, birçok kuralın ortaya çıkarıldığını görür.

Fransızca konuşan herkes ulama olgusunu bilir. Bir sözcüğün sonunda bulunan ünsüz, kendisini izleyen ve ünsüzle başlayan bir sözcükle hece oluşturabildiği zaman, bu iki sözcük birbirine ulanır. Konuşucular, konuşma şekillerine dikkat edecekleri yerde, ulama dizgesine (bir anlamda kulak alışkanlıklarına) daha çok güvenirler. Bununla birlikte, ne ulamayı her zaman yaparlar, ne de söyledikleri her ulamaya doğru gözüyle bakabiliriz.

Fransızca'da buna benzer bir örnek daha verebiliriz. Dilbilgisi okumuş ya da okumamış her konuşucu sessiz e’yi bazen söyler, bazen söylemez. e'nin söyleyişi, kısmen diğer seslerin söyleyişine göre değişir. iki ünsüzden sonra e, varlığını koruma eğilimi gösterir.3 Tek bir ünsüzden sonra düşme eğilimi gösterir: Eğer e' nin düşüşüyle yine birbirini izleyen iki ünsüz ortaya çıkıyorsa ve onu bir başka e daha izliyorsa, bu ikinci eyerini koruyacaktır. Bu durumda “Je me le demande" gibi bir tümcede iki olasılık söz konusudur: je m'le d'mande ve j'me l’demande. Daha ender olarak görünen je me l'demande gibi bir seçeneği de burada sıralamak yerinde olur.4 (ç.n.: Türkçede bunun için, “postahane-postane” değişkenindeki soluksuz, “Ahmeti-Ahmedi değişkenindeki ünsüz yumuşaması, dilbilgisinde bir istisna olarak kabul edilebilecek "ağabeyi-abisi" değişkenindeki ses olaylarını örnek verebiliriz.)

Değişkenlik ancak istatistikler ışığında gözlemlenebilir. Hiçbir konuşucu, dilbilgisinin gerektirdiklerini tam olarak yapmaz, ama hiçbir zaman da hepsini unutmaz. Bu dil gereklerini gerçekleştirmek için, birbirlerine oranla eşit olmayan eğilimleri vardır. Söylediklerine dikkat ederek konuştuğu zamankinden çok daha doğru bir şekilde konuşmaya bu şekilde devam ederler.

Ses olaylarının dil tanımlarına düzenli bir biçimde yerleştirmek için, dilbilimcilerin 20. yüzyılın ilk yarsını beklemeleri şaşırtıcı görünebilir5

17. yüzyılda Vaugelas, saraydaki dil kullanımlarına öncelik tanıyarak, dil uygulayımlarını aşamalandırarak ilk kez değişkenlik kavramını ele alıyordu. Bauzee de Encyclopedia' nın “Dil" maddesindeki açıklamasında konuşma biçimlerini, konuşucuların siyasal yasallıklarına göre aşamalandırdı. (Bir millet, bir hükümete bağlı değilse lehçeler yasaldır. Eğer bu sözkonusu değilse, sadece tek bir yasal lehçe vardır. Gerisi alt tabakanın adi taşra ağızından başka bir şey değildir). Labov'dan önceki dilbilimcilere gelince: onlar, değişkenlikte dilbilim bağlamındaki koşulların çok etkili olduğunu' düşünmüyorlardı. Kavram açısından ayrı, ama birbirine yakın dilleri, yan lehçeleri oluşturan olgunun, daha çok sözün toplumdaki koşulları olduğu görüşünde birleşiyorlardı. Bu eğilim mutlak değildi. Ama, Gillieron, Gauchat gibi zamanın lehçebilimcileri tarafından yapılan çalışmalar, daha sonra yine de Labov'un kullandığı kaynaklar olmuştur.

Değişkinliği bu şekliyle ele almak, toplumbilim birimlerini tanımlamayı kaçınılmaz kılar. Sadece, dilbilim çevresinin, konuşucunun toplumdaki durumu ya da toplumsal parametreler içinde yaptığı istatistik çalışması, sağlam kanıtlar sunamaz. Çalışma üç boyutlu olmasına ve dil olayının düzenli olmasına karşın, her türlü durum ve koşullar tanımlanmadıkça eksik kalacaktır.

3 Örnekleri F. Gadet'den aldık.

4 Bu, özellikle sözlü dili yazıya geçirmeye çalışan romancıların tercihidir.

5 “Serbest değişkeler” konusundaki ilk çalışmalar A. Martinet'ye aittir (özellikle, 1955). Labov bunun sorunsallığına dikkat çekmiş, olgunun dizgesel tanımıyla beraber, istatistik boyutunu da tanımlamaya çalışmıştır.

Değişkenlik sesbilim alanında kolaylıkla kanıtlanabilir. Sözdizimi ya da anlambiliminde, sesbilimin konumu çok daha zayıftır. Fakat bu, değişkenlik olgusuna hiçbir şey kazandırmaz. Diller benzer değildir. Her an, her konuşucu için, bağdaşmayan kurallar birarada varlıklarını sürdürebilirler. Dil kuralları içinde en geçerli ve sabit dizge, dil seçeneklerinin arasındaki olasılığa dayanan dizgedir.

Değişimi, dilbilim açısından tanımlamak gerekir. Dilde, değişkenliğin konusu olmayan ulamlandırılmış kurallar vardır. Örneğin, Fransızca konuşan her kişi b ve p seslerin ayırt edebilir. Sözdiziminde, Latince ve Rusça'dan farklı olarak tanımlık kullanır. Anlambilimde ise, eylem zamanlarındaki bazı değişkenlere rağmen, genel yapı ortaktır. Belirli olduğu varsayılan bir dil için aşağıdaki gibi bir sınıflama yapılabilir:

Dil

Durum

Ulamlandırılmış

Tüm konuşucular tarafından ortak kısım kabul edilen, değişkenlik olmadan uygulanan kurallar


 

Değişken kısım

Seçenekli kurallar. Tüm konuşucular duruma göre istedikleri olasılıkları (gereken olasılıkları) kullanabilirler.

Lehçe olan kısım

Seçenekli kurallar. Dil üretiminde bulunan konuşucuların uıamlanmış dağılımları

Dilleri ayrıca, şu şekilde de sınıflayabiliriz:

İyice sınırlandırılmış dil

baskın olan ulamlandırılmış kısım

Toplum sınıflamasına karşı duyarlı olan dil (“çift-dillilik" durumu)

baskın olan değişken kısım; burada da toplum etkenleri belirleyicidir.

Değişimde olan dil

baskın olan değişken kısım, burada konuşucunun yaş etkeni belirleyicidir.

İlişki kurma durumu Almaşıklık ve alıntıların sıkça gerçekleşmesi; bu, bütün konuşucular için değişken olabilir.

İşlevsel dağılım

Durum toplumbiliminin egemen olduğu değişkenler

Toplumsal görünüşü ele almak durumunda kalan dilyetisinin dilbilimsel incelemeleri üzerinde değişkenliğin etkisi, bu konunun ne kadar önemli olduğunu yeterince göstermektedir. Böylece ortaya çıkan değişkenci dilbilim, dilin toplumbilimine bir kavram kazandırmak için bize yol gösterir.

II. Söylem ve Toplumsal Etkileşim

1. Söylem Kavramı ve Toplumbilim Dilsel toplumbilim sadece dillerin çeşitliliği gibi konularla ilgilenmez. Saussure tarafından söz kavramıyla ortaya atılan dil uygulamalarını da incelemeliyiz. G. Guillaume ve Z. Harris, bu konudan bağımsız olarak ve benzeşme nedeninden dolayı, sözün etkin kullanımını karşılayan söylem terimini getirmişlerdir. Bu terim, onlara göre, sadece dilin basit bir güncelleşmesini değil, bir dil eylemine karşılık geliyordu. Bu terim, birçok yazar tarafından birçok farklı anlamda kullanılmıştır.

Bize göre söylem, uygulayım durumundaki dil kullanımıdır. Bu kullanım, etkin dil eylemi olarak tasarlanmıştır ve bir eylemler (dilsel olsun olmasın) bütünüyle ilişkidedir. Kendisi de bu bütün içinde yer alır.

Söylem kavramı, teknik anlamıyla kullanılan bütün ortak anlamlı kavramlar gibi, sakıncaları olan bir terimdir. Bu terim bazen belli bir konumdaki dilyetisini, bir yandan bağlam açısından, diğer yandan bir isteğin kılgıcılığına göre değerlendirir. Bazı dilbilimciler daha az farklılık oluşturacak terimler önermişlerdir. Benveniste tümcenin “dilbilimsel çözümlemenin ulaşabildiği en son düzey” olduğunu yazar ve şöyle devam eder: “Belirsiz bir yaradılış, sonsuz sayıda çeşitlilik anlamına gelen tümce, etkinlikteki dilyetisinin bile can damarıdır. (...) tümceyle, gösterge dizgesi olan dilin alanından çıkılır; söylemin anlatımı ifade ettiği, iletişim aracı olan dilin apayrı bir dünyasına girilir”.

Dillerde, tümceleri kendi aralarında düzenleyen sözcükler vardır. Bunların dilbilim işlevleri, tümce sınırlarını bir çırpıda aşıverir.

Mantıksal bağıntılar (çünkü, sonuçta, o halde, ama, ve,...); yinelem adılları (o, onda, onun, oraya,...); ya da hala, hiç, şimdi gibi belirteçler; metne bir geri gönderi yapıldığında devreye giren gösterme adıl ya da sıfatları... Aslında gerçekten dikkate alınması gereken bu noktalardan bazı yazarlar, söylemin tümceden daha uzun bir sözceler düzeni olduğu sonucunu çıkardılar.

Dil ve söylem arasındaki fark, tabi! ki bir uzunluk sorunundan değil, bir bakış açısından kaynaklanır: Herhangi bir sözce iç yapısı gereğince bir tümcedir. Bir söylem de, herhangi bir durumda, herhangi bir insan tarafından etkin bir biçimde söylenmiş ya da yazılmış olduğu andaki ölçüsüyle bir tümcedir. Onu tümce yapan, bir dil dizgesine (Sassure'cü dil) uygunluğu, onu bir söylem yapansa, etkin kullanımı ve gerçek özyapısıdır.

Benveniste’in dikkat çektiği bu nokta, köktenci açıdan açıklanmalıdır. Dil söylemle var olabilir ve söylemin uygulanışı dil dizgesine dayanır. Bu açıktır. Ancak, yine de köktenci bir açıklamaya gereksinimimiz var. Çünkü, söylem çözümlenmesi sadece dilbilimini değil, yoruma dayalı diğer bilim dallarını da ilgilendirmektedir.

Dil kullanımı demek olan söylem, tam anlamıyla toplumbilime dayanmaz. Gerçek dil kullanımı, sonsuz, açık bir ufuk çizgisi gibidir. Dilbilimci, gerçekleşmiş herhangi bir tümce karşısında, her türlü yoruma açık bir yapı bulacaktır (değişkenliği de göz önünde bulundurursa). Fakat, herhangi biri tarafından, herhangi bir ortamda, söylenen herhangi bir tümce birçok yoruma açık kalacaktır: tümceyi söyleyen kişinin özel yaşamı, eylemlerin diziliş düzeni, toplum kurallarına uygunluk, dinleyicilerle oluşturduğu ilişki, tümcenin güzelliği veya niteliği,... Artık, her bilim dalı, incelediği olaylarda (ruh, tarih, toplum, edebiyat vb.), dil eylemleri tek bir yönüyle de olsa, üstlendiği görevlere göre incelemeye başlayacaktır.

Diyebiliriz ki, bakış noktalan bir dizi oluşturdukları anda, somutlaşmaktadırlar. Dilbilimci için, bir sözce dizisi aynı dizgeden kaynaklanmaktadır. Bir söylem çözümleyicisi içinse, sözce dizisi, dilyetisinin oluşturduğu kullanımla eşdeğerdir. Bu ayrımla, bir anket, gerek bireyin verdiği bütün yanıtlar, gerekse bir soruya verilen tüm yanıtlar dikkate alınarak incelenebilir. Sözce, göz önünde tutulan değerlere göre çok farklı anlamlar taşıyacaktır.

Ancak, tüm bunlar görecelidir. Seçilen dizi ne olursa olsun anlam, belirli bir toplumsal kesimden kaynaklanır. İnsanoğlu, paylaşılacak tek toplumsal koşulun dil olmasını isterdi. Ama, dilbilimde, değişkenliği ele almak durumunda bırakan akımlar, bu umudu yıkmıştır. Diğer bilim dallan, kendi sorunlarını, söylemin toplum boyutunda çözemezler. Aslında hiçbir şey tek bir odak noktasıyla çözüm kazanamaz. Bir söylemi gerçekleştiren kişi ele alınmadan, toplum etkileri göz ardı edilerek, tarih bilgisi hiçe sayılarak ve toplum boyutları düzene sokulmadan hiçbir şekilde tam, somut bir bilgi elde edilemez. Bu bazı bakış noktalarını tanımlamamızı sağlar ama bunları elememize katkıda bulunmaz.

2. Etkileşim Söylem kavramı, sözün kullanımının bir toplum eylemi olduğunu gösterir. Dilbilim dizgesi, yani dil, bu eylemin gösteren olmasını sağlayan içimdir. Etkileşim kavramı ise, bunların tersine bir tutuma işaret eder: Bu, toplum gelişmelerinde, dil boyutunun ele alınışıdır.

Toplumbilim, her zaman, dile dayanan birçok toplumsal olguyu kapsamına almıştır. Les Formes elementaires de la vie religieuse (Dini yaşamın temel biçimleri) adlı eserinde Durkheim, inançlara değinir. Weber, oldukça çapraşık olayları ele alarak iktidar çeşitlerini saptar. İdeolojilere manevi bir özyapı kazandırmış görünen Marx ve Engels de "bilgi”nin önemini kabul etmeyen “adi maddiyatçılığa” karşı koymuşlardır.

Ancak, bazı dil olaylarını ele almakla, çapraşık özgüllüklerini, hatta dilbilimsel biçimlerini ele almak arasında fark vardır. Budunyöntembilim, budunbilim, iletişim ya da etkileşimsel simgecilik gibi bir okul dizisi nedeniyle, 30 yıllık bir süre boyunca, bu konudaki denemeler açısından yol kısmen kapalıydı. Bu görüşler, dıştalık öngerçeğini az çok “klasik” toplumbilime atıyorlardı. “Dışardaki” toplumbilim olaylarını ele almıyorlardı.

Toplum üyeleri arasındaki etkileşimleri araştırarak, onlar için gerçekliği olan toplum ulamları (örneğin, toplumsal sınıflar) oluşturmaya çalışıyorlardı: konuşma, sözcüklerin seçimi, söz kesme, bir dilekçedeki hitap biçimleri ya da iltifat gibi dil olayları onlar için daha önemliydi. Daha sonra “Dilbilimsel edinç” biçimi üzerine “İletişimsel edinç” kavramını geliştirdiler. Onlara göre, sözün ifade edilişi, yalnızca dilsel bir yapabilirlik gerektirmiyordu. Görgü kurallarına, yerleşik toplum kurallarına ya da bunların izlerine de bağlıydı. Dilbilim biçimlerine fazla değinmemekle beraber, bu çalışmalar, dilin sadece insanlar arasında bir iletişim aracı olmakla kalmadığını; toplumbilimin kesinlikle, dilin inceleme alanına girmesi gerektiğini gündeme getirdi.

2. Dil ve Toplumsal Yaşam insanbilimsel olarak çok farklı dillerle bir karşılaştırma yapıldığında bazı yazarlar, düşün yapısı ile dil yapısı arasında çok dar bir ilişkiye dayanan bir varsayım geliştirdiler: Sapirhorf varsayımı.

Fishman (1971) bu varsayım tartışmasına iki bakış açısı kazandırır: Birincisi, dilyetisinin, yani söylemin etkin kullanımında dil yapısının az çok belirleyici özyapısıdır; Fishman bunu dilbilim ve dilbilimdışı arasında bir karşıtlık olarak ele alır. İkincisi ise sözlük / sözdizim karşıtlığıdır. Bu ikinci karşıtlık her alana kadar genişletilebilir: insan, her şey için (sesbilim, sözlükbilim, sözdizim, anlambilim, edimbilim, vb.) neyin dilden, neyin söylemden kaynaklandığını kendi kendine sorabilir.

Bunların her biri dilbilim dilbilimdışı ve sözlükbilim dilbilgisi karşıtlığına sahip dört nokta ortaya çıkarır:

1. Sözlükbilim tam anlamıyla dilbilimden kaynaklanır; sözdağarı ile dünyevi algılar arasında zayıf bir bağ vardır.

2. Sözdağarı bir dünya görüşü değil, bazı kavramların algılanmasını kolaylaştıran ya da zorlaştıran bir “kafes”tir.

34. Üçüncü ve dördüncü noktaları aynı şekilde gruplamak olanaklıdır. Ancak,ayırıcı dil olgusu olarak sözdağarı yerine dilbilgisini alır.

Dil, dilbilimci tarafından dış yüzüyle ele alınır. Böylece diller toplumbilimin konusu olarak kalır. Sonuçta, dilbilim açısından düzensiz de olsa bazı olaylar, dillerin toplumbilim açısından yapılandırılmasını sağlayabilir.

O halde "Eskimolarda karla ilgili terimlerin, Araplarda at cinsleri ile ilgili sözcüklerin bolluğu” açık bir sonuçtur (Fishman, s. 107). Yaşam biçiminin değişmesiyle, hiçbir dilbilim etkisi olmadan, bir sözdağarı yok. olabilir. Örneğin, Fransızca'da, anlambilim alanı dışında çok az tanınan atre (Bleuatre, rougeatre) veir soneklerini alan (bleuir, rougir) bazı renk terimleri biçimbilgisel ya da sözdizimsel özyapılaıa sahip olsalar, durum çok daha farklı olur.

"Düşünce” ile sözdağarı arasındaki ilişki, insanların bir "düşünce geleneğinin "ardından” ya da "çerçevesinde" düşündüğünü gösterir. Ama, kalıcılıkları hiçbir zaman “kesinlik" kazanma şansına sahip olmayan terim yaratma çabası da (eğretileme, düzdeğişmece, ekler ya da alıntılar yoluyla), bu terimlerin dilden (Saussure'cü anlamıyla) kaynaklanmamasına karşın her zaman devam etmiştir.

Sapir ve Whorf tarafından ortaya atılan varsayımın bu yansıması, dili bir kenara koyarak, söylem çerçevesinde, “zayıf" bir ifade için sözlük boyutunun ne anlama geldiğini sonuç olarak ortaya koymuştur.

Diğer bütün şeyler de sözdizimini ilgilendirmektedir.

Benveniste, ünlü “Düşün ulamları ve dil ulamları" adlı makalesinde (1966), Aristo'nun ulamlarını inceler:

Bunlar on tanedir. Yedincisi “duruş" anlatır. örneğin, “il est couche". Sekizinciyse “oluş" anlatır; örneğin, “il est chausse”. Bunlar, filozof tarafından genelile “süs" olarak ela alınmış. Oysa, "faire” (yapmak) ve “subir" (katlanmak), yani 9. ve 10. ulamlardan önce yer almışlar. Bütün bu ulamların, Yunan dilbilim ulumlarına karşılık geldiği unutulmamalıdır tabii. 7. ulam, ortaya denk gelmekte. Yani, edilgen ve etken arasında tam bir yere sahip değildir. (ç.n.: Edilgen bir tümce kuruluşuna sahip olmakla birlikte, bu tümce etken bir anlam yüklüdür. Kimi Fransızca dönüşlü eylemler de aynı değere sahip bir orta çatıdır. Sekizinci ulam ise, zaman ve kip arasında belirsiz bir biçime sahiptir. Yunancada asıl karşıtlık bu orta çatı ile etken arasındaydı; edilgen “türemiş” bir biçimdi. Bu nokta göz önüne alınırsa, “Katlanmak” ulamının sonda olmasına ve belirli geçmiş zamanla orta çatının dilbilgisine sokulmadığı diller üzerinde çalışan yorumcuların 7. ve 8. ulamı “süs" olarak ele almalarına pek şaşmamak gerekir. Bu ulamlara atfedilmiş esas yapıyı onlar kavrayamamış ama, anlamış ve çevirebilmişlerdir. O halde, dil ulamları, düşün ulamlarını oluşturur, ancak belirleyemez.

Jacobson, söylenmesi gerekenlere göre, diller arasındaki farkın daha az göze çarptığını belirtir (“Her şey" söylenebilir ya da en azından çevrilebilir). Fransızca, İngilizce ve Yunanca’da bir nesne belirlidir ya da değildir. (J’ai vu un livre /le livre; Kitap gördüm/ kitabı gördüm). Ancak Latince ve Rusça'da durum farklıdır. Nesneye belirlilik kazandırmak elbette ki olanaklıdır ama, nesnenin kökünde değişiklik yapmak gerekir. Böylece, konuşucu da, nesnelerin doğasına göre zorunlu değişiklikleri yapmaya eğilimli olur.

Sapir horf varsayımı, kuvvetli biçimleri açısından (1. ve 3. değişkeler) yansıma savının ters bir öğretisi gibidir. Bu biçimlere göre düşünceyi belirleyen, insanın “somut" ama dilsel olmayan yaşam koşullarıdır.' Dilyetisi sadece bir yansımadır. Lenin tarafından yaygınlaştırılmış bu yansıma savı, söylemin (hatta uç boyutunda dilin de) altyapısını (biyolojik ve noekonomik altyapı), üst yapısına dönüştürenin dilsel toplumbilim olmasına dayanır.

Kısaca, söylem işlevi konusunda iki biçem görebiliriz:

SapirWhorf varsayımı

Dil—> söylem—> uygulayım (dilbilimsel altyapı)

Yansıma Savı

Özdek uygulayımlar—> söylem (Özdek altyapı)

Altyapı kavramı, çok uzun zaman kullanıldığı halde, bugün değerini tümüyle kaybetmemiş olmakla beraber kullanılmamaktadır. Toplumun dağınık olmayan kesimlerinde diğerlerinden çok daha “durgun” olan birimler vardır. (Nüfus ve karayolları hafif sanayiye oranla daha durgundur). Aynı şekilde dağınık evrende de diğerlerinden daha durgun birimler bulmak olanaklıdır (Moda konusundaki söylemler, bilimsel konulardakinden daha hareketlidir). Ama sesbilgisi ve sözdizimi bileşenleri açısından dil çok sabit bir yapıya sahiptir.

Yine de diller ne bir üst ne de bir alt yapı içine sıkıştırılamaz. Söylem bir uygulamadır ve “son aşamada" ne dil tarafından ne de dilsel olmayan uygulamalar tarafından belirlenebilir.

III. Dilbilimsel Bakış ve Toplumbilimsel Bakış

Dilbilimsel bakış ve toplumbilimsel bakış zaman zaman birbirlerinden çok farklı, zaman zaman da çok bağlı özellikler gösterirler.

Dilbilim, biçimler üzerindeki düzenli işlemleri ve dilsel gelişimlerin dökümlerini konu olarak ele alır. Bu biçimler asıl olarak sese dayanır ama, anlam taşımaya elverişli yüz hareketleri ya da grafikleri (şekil ya ı;la yazı) de içerir. Biçimler düzeni dediğimiz, Saussure’ün dil olarak adlandırdığı, belli değişkenliklere dayanan düzendir.

Dil yetisi dil kavramınca kapsanır: Hem yüzeysel anlamda dillerin çeşitliliği nedeniyle, hem de özgül olarak; çünkü "düzen" her zaman söylemdeki yerini korur. Her iki yönden, toplumbilimi ilgilendirir.

• Yüzeysel yönden, toplumbilim farklı dillerin, gerek dilbilimsel bakışı gerek toplumsal algısı açısından, aynı toplumda, farklılaşmış uygulamalarda nasıl işlediğini inceler.

• Özgül yönden, toplumsal gelişimlerdeki söylemlerin yerine geçer ve onların dilbilimsel yapılarından soyutlanamaz.

• Aynı toplumda konuşulan farklı diller birbirlerinden kesin olarak ayrılamadığı takdirde, durum çok daha karmaşık olur. Değişkenci dilbilim, dilbilim dünyası İyi sınırlandırıldığında, toplumbilimi bir araç olarak kullanabilirse, dillerin ayrımı konusunda toplumsal bir anlaşım olmadığı görülebilir. O halde, değişimler ve dil ayrımları konusunda bir toplumbilim araştırması kaçınılmazdır.

Dili, dış yapısıyla inceleyen toplumbilim, tüm gerekli yöntemlerle, dilleri ve değişkenliği ele alır. Toplumsal kullanımı inceleyen toplumbilim ise söyleme dayanır. Söylem, basit bir yansıma şeklinde değil de, etkin bir şekilde, nesnelerle değil toplumbilimin yöntemleriyle kaynaşır.

Dilbilim, üstü kapalı olarak dili inceleyen toplumbilime iki şekilde girer. Bir yandan dilin ufkunu çizer, diğer yandan da gücül anlam varlığını ortaya çıkarır. Bir akustikçinin yaptığı gibi, biçimlerin kendisiyle anlam taşımadıkları sürece ilgilenmez. Örneğin, sesbilim, anlam ayırıcı olmadığı ya da "yansız" olduğu Zaman, sesbilgisi açısından iki farklı sesi özdeş algılar.

Buna rağmen, bazı durumlarda, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan iki ayrı biçim aynı anlama gelebilir (örneğin, "pencereyi açamaz mıyız?” ya da “Hava amma da sıcak"). Anlam düzeni o halde, dilbilime değil, içinde toıplumbilimin de yer aldığı yorumcu düzeneklere dayanır. Ayrıca dilin eylem boyutuyla, anlamın sadece düzeneklerde yer almadığı, aynı zamanda nesneleri de oluşturduğu sonucuna varırız. Toplumbilimsel olgulardan bahsedebilmek için, bu olgunun hangi söylemde oluştuğu ve anlam boyutunun nasıl biçimlendiği sorularına hemen bir yanıt bulmak gerekir.

Dilselbiçimler, birbirlerinden oldukça farklı iki şekilde bir anlam kazanabilir: Birincisi "kaplam” (bir kavramın kapsamına giren ögelerin tümü)ikincisi “kullanım uygunluğu” (adlandırıldığı sözcükle gösterilebilmesi için, nesnece tanımlanması gerekenler. Edilgen, etken, kişi adılları, Avrupa dillerindeki kipsel eylemler, tanımlıklar vb. diğer dilsel birimler sözceleme etki ve işlevine sahiptirler ama, “tanımları" ya da "kaplamları” yoktur. Bunlar çoğunlukla, iyi sınıflandırılmış, düzenli ve değişmez dilbilimsel işlevlerdir. Dil eylemlerinin edimi için bu işlemler ayrı bir önem tutar ve sözcelemeyi inceleyen dilbilime yer verilmesine neden olur.


[1] Dilbilimin temel eseri Genel Dilbilim Dersleri Saussure’ün kendisi tarafından kaleme alınmamıştır. Öğrencilerinin (C. Bally, A. Sechehaye, A. Riedlinger) derslerde biraraya getirdikleri ders notlarıdır.

[2] Genel olarak dil, duyma ve ses üzerine kuruludur. Ancak bu gerekli bir koşul değildir. Yazı, oluşan bir uygulayım olarak, sese dayalı kullanımlardan kaynaklansa da, el-yüz hareketleri de bağımsız ve bütün bir dil oluştururlar: Sağırlar dili (Cuxac, 1983).

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült