Bu durum, belki de, onun mesleki yaşantısının büyük bir bölümünü, ne diye yan psikotik bir markize, ücret karşılığı arkadaşlık ederek geçirdiğini açıklayabilir. Söylendiğine göre, bu Markiz, Hume'un bu kitabını çok değerli bir kitap olarak görmüş ve beğenmiştir.
Bir süre sonra, başka kişiler de, bu psikotik markizin görüşlerini paylaşmışlar ve Hume, çağdaş Batı dünyası düş
ününde önemli bir yer tutmuştur.Gerçekten de Hume, ölümünden sonra değeri farkedilen kişilerden biridir. Hume'un annesi, onu, mutlu, fakat çok akıllı olmayan bir çocuk olarak algılamıştır. Ya, annesinin gözlemleri hatalı idi. ya da Hume «sonradan parlayanlardandı»; çünkü uzun dönemde çok zeki bir insan olduğunu kanıtlamış ve devlet yönetiminde önemli pozisyonlara geçmiştir.
Hume'un, meslek yaşantısının bir bölümünde kütüphaneci olduğu görülmektedir.
Fakat, onun seçtiği kitaplar, kütüphaneyi koruyan kişiler tarafından «adaba aykırı»sayıldığından, bu yaşantısı kısa sürmüştür.
Buna rağmen, bu olay, bize Hume hakkında bazı şeyler göstermektedir.
O, kendisinden önce sözünü ettiğimiz Locke'dan, daha inatçı bir kişidir.
Dini görüşleri geleneksel değildir. Protestan devrimini, «sanat aşkının, batıl itikatları yendiği küçük bir zafer» olarak nitelendirmiştir.
Berkeley ve Hume, her ikisi de, İngiliz deneyimcileri arasında sayılmakla beraber, zihnin doğasına ilişkin görüşlerinde, çok farklılıklar gösterirler.
Berkeley'e göre, «madde», zihin tarafından algılandığı sürece var olmakta; Hume'a göre ise, insan, diğer organizmalardan farlı olmayan bir başka «organizma»; bir başka «madde» olmaktadır.
Bununla beraber, Hume, yine de, Hobbes'ın «zihnin, maddenin hareketinden oluştuğuna ilişkin», diğer uçtaki düşüncesinden, kendini uzak tutmaya çalışmıştır.
Bunun yerine, kendisi Hobbes'dan daha kültürlü bir kişi olduğu için,
zihin ve madde sorununu, dış dünyanın varlığına ilişkin bir görüş
getirmeden, çözmeye çalışmıştır. Ona göre her şey, deneyimlerimizle,
duyusal izlenimlerle başlamaktadır; bu kadarını bilmek de bizim için
yeterlidir.
Zihinsel Fakültelerin Yadsınması :
Hume, zihnin, 'hafıza' (bellek) ve 'imgeleme' gibi güçleri olduğunu yadsımıştır.
Bunun yerine, Locke'un, «zihnin doğuşta bomboş olduğuna» ilişkin görüşlerini kabul ederek, bunu uç noktasına kadar götürmüştür.
Hume'a göre, doğuştan getirilen fikirler olmadığı gibi, doğuştan getirilen yerini, fikirlerin çağrıştırılması yasası alır. Zihinsel yasadaki bu yasa, fizikteki «yerçekimi» yasasına benzetilebilir.
Bellek ve imgeleme, bu fikirlerin çağrıştırılması sırasında izlenilen yollara verilen isimlerdir.
Hume için, başkalarının bellek fakültesi adını verdiği şey, yalnızca, bir dizi fikirler zincirini başlatmaktan başka bir şey değildir.
Bu fikirler, deneyimlerden gelmektedir; deneyimler de zaman ve alanda, aynen zihindeki gibi ilişkili olmuşlardır. Bu, zincirleme tepkileri başlatan, 'anımsama' yolunda yapılan ilk uyandır.
Belleği, bir zihinsel güç (fakülte) olarak isimlendirmek, onun nasıl çalıştığına ilişkin sorulan da ortadan kaldırmaktadır.
Eğer herhangi bir şey, zihinsel bir güç ise, bunu daha ileriye götürmeye gerek yoktur.
Durum kendiliğinden açıktır.
Hume ise, bir isim vererek açıklamak yerine, sürecin işleyişinin bir analizini yapmaya çalışmıştır.
Hume'ın, imgeleme ve yaratıcılık fakülteleri için öne sürdüğü şöyle bir örnek vardır:
Diyelim ki, size, yıldız Antares'in, dördüncü gezegenine bir yolculuk yaptığınızı düşünmeniz söylendi.
Aklınıza, belki de, hiç bir imge gelmeyecektir. Çünkü, belki de, size, yıldız Antares'in, dördüncü gezegenine bir yolculuk yaptığınızı düşünmeniz söylendi.
Aklınıza, belki de, hiç bir imge gelmeyecektir. Çünkü, belki de, Antares'in adını bile duymadınız; 4. planetinin olup, olmadığını bile bilmiyorsunuz.
(Gerçekten de astronotlar Antares'in gezegenleri konusunda pek bilgi sahibi değillerdir). Yalnız, biraz daha uğraşırsanız, belki de, gözünüzün önüne bazı imgeler getirebilirsiniz.
Belki de, 20 m. uzunluğunda hayvanlar veya bazı yaratıklar düşünebilirsiniz. Gezegenin atmosferini, dünyanınkinden 2 misli yoğunlukta düşünebilirsiniz.
Peki, bütün bunlar, nasıl olup da bir hiçlikten gelebilir? Hume'a göre, bunlar hep, daha önceki deneyimlerimizden gelmektedirler.
Örnekte düşünülen şeyler (kollar, gözler, kuyruklar..) bu dünyadaki deneyimlerimiz içindeki imgelerdir.
Yalnızca, birleştirilmeleri farklıdır.
Bu birleştirmeler, 'benzerlik', 'zıtlık' ve 'bitişiklik' gibi, birleştirme yaşaları içinde belirlenmektedirler.
Nedensellik Kavramı :
Hume, 'nedensellik' kavramının çok etkileyici bir analizini yapmıştır.
Ona göre 'nedensellik', insan zihninin doğuştan getirdiği bir kavram değildir. Gözlemleyebildiğimiz bir şey de değildir.
Buna rağmen, bu kavram yine de, gözlemlerimizden çıkmaktadır.
Diyelim ki, bilardo oynuyorsunuz.
A topunun B topuna vurduğunu görüyorsunuz. A duruyor, B öne doğru gidiyor.
Bu durumda, A'nın, B'yi hareket ettirme «nedeni» olduğunu söyleriz.
Fakat gördüğümüz şey, nedensellik değil, iki tane birbirini izleyen olaydır.
«Nedensellik», olaylardan çıkarılan bir «insan soyutlaması»dır.
Kavramın oluşturulmasının temelinde yatan şey de, birbirini izleyen bu olayların, sık sık tekrarlanmasıdır. Nedensellik ilkesi, hiç bir zaman tümü ile emin olabileceğiniz bir şey değildir.
Diğer bir deyişle, nedensellik, doğaya ilişkin bir gerçek olmaktan çok, doğaya ilişkin bir hipotezdir.
Benlik Kavramı :
Hume'un, tüm geleneksel fikirleri yadsımaya ilişkin yeteneği, benlik kavramına kadar uzanmıştır.
Pek çok kişi, benliklerinin farkında olduklarını söylerler.
En azından bu kadarından emin olduklarını belirtirler. Descartes de, tek emin olduğu bilginin, benliğinin farkında oluşuna ilişkin olduğunu söylemiştir. Fakat, Hume, kendi zihnini araştırmaya başladığında, benliğinin hiç bir zaman farkında olmadığını ileri sürmüştür. Farkında olduğu tek şey, duyularının izlenimleri ve çağrıştırdığı fikirlerdir. O halde benlik nerededir?
Hume, kendi benliğimizi direkt olarak farkedemediğimizi söylemektedir.
Ona göre, benlik de, «nedensellik» kavramı gibi bir hipotezdir. Biz, bu benlik hipotezini, kendi duyu izlenimlerimizdeki ve birleştirilmiş fikirlerimizde düzenliliği, tutarlılığa bağlı olarak, oluşturunuz.
SONUÇ:
İngiliz deneyimcilerinin ortak noktası, deneyime verdikleri büyük önemdedir. Fikirlerin çağrıştırılması (birleştirimesi) ise, zihnin en temel ilkesi durumuna getirilmiştir.
«Zihin», içinde Tanrı'nın verdiği, değiştirilmez ve ölümsüz fikirler olan, bağımsız ve özgür bir araç değildir.
Bunun yerine, «zihin», doğru ve güzel olarak düşünülen, büyük değişiklikleri yapabilen bir «güç» tür. Bu nedenle, bireylerin davranışları arasındaki farklılıklar, onların düşünce ve fikirlerindeki farklılıklara kadar götürülebilir. Böyle bir yaklaşım, belki de, felsefede bir Pandora kutusu açmıştır.
Eğer güzellik ve doğruluk fikirleri Tanrı'dan değil de, deneyimlerimizden geliyorsa, örneğin, hangi din'in görüşlerinin doğru olduğunu nereden bileceğiz?
Zihin konusunda deneyimcilerin ortaya attığı bu görüşün, inançlar üzerinde yıkıcı bir etkisi olmuştur. (Diğer bir yanda, «hoşgörü» üzerinde de, yararlı etkileri olmuş olabilir!)
Tabii ki, bu görüşlerin inançlar üzerindeki yıkıcı etkisi, bazı 18.yy. İskoç profesörlerini (Örneğin, Thomas Brown), bu bölümdeki öğretilere karşı çıkmaya götürmüştür.
Onlara göre, bu görüş 'insanı' aşağılamakta olduğundan, Aquinas ve Descartes'in temel görüşlerine dönmekte yarar olacağı düşünülmüştür.
Bununla beraber, başlatılan bir oluşum vardır ve bunu durdurmak olanaksız gibi görülmektedir. Thomas Brown ve arkadaşları dışındaki diğer kişiler deneyimciliği alıp, bu görüşleri sürdürmüşlerdir.
Hume'un çağdaşlarından David Hartley, deneyimcilerin öğretilerini sistematize etmiş ve fikirlerin çağrışımı, ve birleştirme ilkesini popülarize etmiştir. 19. yy. da, James Mili ve oğlu John Stuart Mili, ilk deney imciler tarafından ortaya» atılan görüşleri, daha genişletmiş ve vurgulamışlardır.
Özellikle John Stuart Mill'in eserleri Almanya'da Wilhelm Wundt üzerinde etkili olmuştur.
John S.Mill, Wundt'un Leipzig'de ilk psikoloji laboratuarını kurmasından 6 yıl önce 1873 de ölmüştür. Böylelikle, psikoloji yavaş yavaş «sırça köşkteki koltuk»tan, «laboratuar»a doğru hareket etmeye başlamıştır.