Bunaltı Ve İçgüdüsel Yaşam
Sigmund Freud
Bunaltı ve psişik yaşamın temel içgüdüleri anlayışımızın geliştiğini ve
değiştiğini size öğretirsem hiç de şaşmayacağınızı umuyorum. Bütün bu yeni
verilerden hiçbirinin sorunu tamamı tamamına çözümlemeye yetmediğini
öğrenmekle de hayret etmeyeceksiniz. «An layış» sözcüğünü bile isteyerek
kullanıyorum. Hiçbir iş bizimkinden daha çetin değildir. Bize çözülecek
bulmacayı veren gözlemlerin en sık görülen alışılmış gözlemler olmaları
dolayısıyla yetersiz sayıda gözlemler ortaya koymamamızdan değil. Burada
küçük bir rol oynayan soyut kuramlar sözkonusu olduğundan da değil. Fakat
yalnız anlayışlardan başka bir şeyin gerçekten sorun olmayacağındandır.
Çünkü, gözlemin her maddesine uygulandığına da, ona düzen ve aydınlık
getirecek olan soyut fikirler bulmak sözkonusudur. Bunaltıya zaten
konferanslarımdan birini, yirmincisini ayırmıştım, size burada onun özetini
vereceğim.
Bunaltı duygusal bir durumdur yani haz-hazsızlık dizisinden birtakım
duyguların, onlara uygun gelen boşalmaların birleşimidir. Bununla birlikte
onların algılanması, kuşkusuz ki, kalıtsal bir iletimle bazı önemli
olayların kalıntısını temsil eder. Bu durum bireysel olarak edinilmiş isteri
taşkınlıklarına benzetilebilir. Doğumun ve doğum süresince korkuya eşlik
eden kalp ve solunum olaylarının pek gerçek olduğu eylemin, böyle duygusal
iz bırakabildiğini kabul ettik.
Demek ki her bunaltı toksik asıllıdır. Sonra gerçek bunaltı ile nevroz
bunaltısı arasındaki ayrıma gittik. Gerçek bunaltı dış tehlike yani herhangi
bir muhtemel acı algısına karşı tepki olduğu halde, ikincisi büsbütün
gizemli ve yararsız kalmaktadır. Gerçek bunaltıyı çözümleyerek onu duygusal
dikkat haline ve bunaltıya hazırlık dediğimiz hareket ettirici gerilime
indirdik. İşte bunaltı tepkisi bundan doğmaktadır; bu tepkiye iki çıkar yol
sunuluyor: Ya gerçekten bunaltının oluşması eski travmatik eylemin
yinelenmesi, yalnızca bir sinyaldir ve bu durumda tepkinin kalan bölümünü ya
kaçmaya, ya savunmaya, ya da yeni tehlikeli duruma karşı koymaya yarar; ya
da eski travmatik eylem bütün gücünü elinde tutar, o zaman bunaltı,
tepkisinin tümünü o-luşturur, ve kötürümleştirici duyguya sonunda güncel
koşullar içinde uygunsuz olarak ortaya çıkarır.
Nevroz bunaltısını incelemiş ve bunu üç değişik tarzda göründüğünü
söylemiştik.: Önce genel bir sıkıntı olarak kararsız bunaltı kendisine
bahane sağlayabilecek olan her türlü yeni belirişlere bağlanmaya hazırdır;
işte buna, bekleme bunaltısı denir; örneğin, tipik nevroz bunaltısında
olduğu gibi, fobiler dediklerimizde olduğu gibi bazı belirişlere kuvvetle
bağlanır. Bununla birlikte, hâlâ burda dış tehlike korkusu son derece
büyütülmüş gibi görünmektedir. Sonunda isterik bunaltı olarak ya da ağır
nevrozlara eşlik ederek...
Bunaltı kimi zaman başka semptomlara çokça bağlıdır, kimi zaman bağımsız
olarak ürer, kimi zaman da uzun sürer ve kalıcı bir hal alır, ne var ki
bunaltı bütün hallerde, asla bir dış tehlikeden ileri gelmiş görünmez. Sonra
kendi kendimize şu iki soruyu sorduk : Sıkıntılı kimse neden korkmaktadır?
Bunaltı ile dış tehlikenin gerçek korkusu arasında ne bağlantı vardır?
Araştırmalarımız verimsiz kalmadı ve bir takım önemli sonuçlar elde
edebildik. Sıkıntılı bekleyişle ilgili olarak, klinik deneyi bize onun daima
cinsel yaşamdaki libido içindekilere bağlı olduğunu göstermiştir. Bunaltı
nevrozunda sık sık görülen neden, şekli belirsiz uyarmaya, kışkırtılmış,
fakat ne doyurulmuş, ne kullanılmış olan libido uyarması-dır. Demek ki
sıkıntı bu işlevinden çevrilmiş libidonun yerinde görülmektedir.
Doyurulmamış libidonun doğrudan doğruya bunaltıya döndüğünü
söyleyebileceğimi sanıyorum. Bu görüş bazı küçük çocuklarda pek sık
rastlanan birtakım fobilerle doğrulanmış gibidir.
Bu fobilerin çoğu bize bulmaca gibi gelmektedir, kimileri ise tersine,
örneğin yalnızlık korkusu, yabancı kimselerden korkma, pek iyi
açıklanmaktadır.
Yalnızlık, tanınmayan yüz, çocukta annesinin alışkın olduğu çizgilerini
görme isteği uyandırır. Bu libido uyarılmasına ne egemen olabilir ne de onu
askıda tutabilir, onu bunaltıya çevirir. Bu çocukça bunaltı, gerçek
bunaltılar kategorisi içine sıralanmaz, fakat nevroz bunaltıları içine
girer.
Çocuk fobileri, bunaltı nevrozunun sıkıntılı bekleyişinde olduğu gibi, bize
libidonun doğrudan doğruya iletimi ile bir nevrotik korkunun oluşması
örneğini verir. Şimdi, birincisine oldukça yakın ikinci bir mekanizmayı
tanımayı öğreneceğiz.
Önce bunaltının ve başka nevrozların büyük sorumlusu, bize göre içetıkılma
sürecidir diyelim. îçetıkılmaya ayrılmış fikrin kaderi ile bu fikri
yüklenmiş olan libidonun kaderini ayrı ayrı incelemekle bu süreci eskiden
yaptığımızdan daha iyi anlatabileceğimizi düşünüyoruz, tçeükılacak fikrin
tomnm^7. hale geliş noktasında biçimi bozulabilir, fakat duygu dolgunluğu,
şekli ne olursa olsun, ister saldırma, ister sevgi olsun şaşmaz biçimde
bunaltıya çevrilir.
0 sırada, ya çocuk Ben'inin zayıflığı yüzünden çocuk fobilerinde olduğu
gibi, ya cinsel yaşamın bedensel süreçleri yüzünden bunaltı nevrozunda
olduğu gibi, ya içetıkılma yüzünden isteride olduğu gibi, libido
dolgunluğunun kullanılmaz kılındığı nedenin az önemi vardır.
Nevroz bunaltısı oluşumunun iki mekanizması sanki birbirleriyle rastlaşır.
Bu araştırmalar sırasında bunaltı doğması ile semptom oluşması arasında
bulunan pek önemli bağlantının varlığım belirtebildik. Bunda karşılıklı bir
işleyiş, iki olay karşılıklı olarak birbirinin yerini aldığından, birinin
öbürüne vekillik ettiği gözlemlenir. Örneğin, agorafobi hastalığı sokakta
bir bunaltı taşkınlığıyla başlar. Bu taşkınlık her sokağa çıkışta yenilenir,
fakat bir yasaklama, Ben'in çalışmasının görevsel bir kısıntısı gibi kabul
edilebilen semptom oluşması bunalma taşkınlığını önler.
Semptomun oluşmasına, örneğin saplantı eylemine karışılmaya girişilirse
tersi görülür. Eğer hastanın, usulüne göre bir yıkama yapması engellenirse
o, semptomun kendisini açıkça koruduğu pek ağır bunaltı durumuna düşer.
Doğrusu, semptomlar sıkıntılı durumun görülmesini önlemek için yaratılmışlar
gibi, bunaltı üretimi semptomdan önce olmuşa benzer. Başka bir doğrulama da
şudur : Çocuğun ilk nevrozları, fobiler, bunaltının başlangıçtaki oluşunun
semptomun sonradan oluşmasıyla durduğunu açıkça gösteren olgulardır; nevroz
bunaltısını bize bu bağlantılardan daha iyi hiçbir şeyin aklatmayacağı
izlenimi vardır. Aynı zamanda nevroz bunaltısında neden korkulabileceğini
öğrenmeyi başardık ve böylece nevroz bunaltılarıyla gerçek bunaltılar
arasında bir bağlantı kurabildik. İnsanın korktuğu şey, elbette kendi
libidosudur.
Demek ki nevrotik korku iki noktada gerçek korkudan ayrılmaktadır : Önce
tehlike içte olduğundan ve sonra da nevrotik korku bilinçli olmadığından
dolayı...
Fobilerde iç tehlikenin dış tehlikeye döndüğü açıkça görülür ve dolayısıyla
nevrotik korku görünüşte bir gerçek korku gibi hareket eder. Verilmesi güç
bir açıklamayı kolaylaştırmak için, agorafobim şiddetli istekler korkusuyla
kıvrandığını kabul edelim. Sokaktaki bazı karşılaşmalar bu istekleri
uyandırabilirler.
Bu durumda hasta, fobisi içinde bir yer değiştirme yapar ve dış bir durumdan
kaygıya düşer. Besbelli ki, böylece daha etkili bir korunmayı sağladığını
düşünür. Kaçmakla insan dış tehlikeden kurtulabilir, ama, iç tehlikeden
kaçmaya çalışmak zor iştir.
Bunaltı üzerinde verdiğim ilk konferansımı, araştırmamızın çeşitli
sonuçlarını, şunu açıklayarak bitirmiştim : Bunlar çelişik değillerse de
birbirleriyle büsbütün uygunluk halinde de değillerdir. Bunaltı duygusal bir
hal, oldukça geçmiş ve tehlikeli bir olayın yeniden üretilmesidir; korunma
içgüdüsünün hizmetinde kalır ve yeni tehlikelere işaret etmeye yarar. Bir
tür kullanılmaz hale gelmiş olan libidodan da ileri gelir ve içetıkma süreci
içinde ürer. Yeri semptom tarafından alınınca, psişik olarak bağlı kalır.
Bütün bu dağınık parçaları tek bir bütün halinde toplamak için burada bir
şeyin eksik olduğu hissedilmektedir.
Bayanlar, baylar; psişik kişiliğin Benüstü, Ben, ve Şu halinde son
konferansımda anlattığım şekilde bölünmesi, bunaltı sorununda bizi yeni bir
yön bulmayı kabule zorlamaktadır. Bunaltının yalnızca Ben'de ürediğini ve
yalnız Ben'in bunaltı yaratabildiğim ve duyabildiğini kabul etmiştik : Hal
böyle kabul edilince duruma yeni bir açıdan bakmamıza olanak tanınmaktadır.
Şimdi «şu'nun bir bunaltısı» m nasıl akla uygun biçimde kavramalı? Benüstüne
bunaltı duyma olanağını nasıl yakıştırmak? Buna karşılık bu-naltının şu üç
başlıca değişkenliğini görmekten memnunuz : Gerçek bunaltı, nevroz bunaltısı
ve vicdan bunaltısı Ben'in üç bölümüne kolayca taşınabilir. Sorunu bu yeni
şekilde düşünme tarzı, bize bir alarm belirtisi olarak sahip olduğu rolün
önemini kavramamıza olanak sağlar. Bu rol zaten bizce bilinmiyor değildi.
Fakat artık bunaltının neden üretilmiş olduğunu o kadar ilgi ile sormuyoruz
: Gerçek bunaltı ile nevroz bunaltısı arasındaki bağlantı şimdi
aydınlanmıştır. Üstelik karışık denilen olguların artık basit diye ün yapmış
olgulardan daha kolay açıklandığını da belirtelim.
Geçende bunaltı isterisine yüklediğimiz bazı fobilerde bunaltının
görünmesini incelemiştik. Seçilen olgu Oidipos karmaşasından ileri gelen
tipik içetıkmaları göstermeye pek yanaşmıyordu. Bizim görüşümüze göre ana
hedefine olan libido bağlanımı bunaltıya dönmüştü, sonra yerini alan babaya
bağlanmış olarak, semptom tarafından gösterilmişti. Oysa bizim umudumuz boşa
çıkmıştı : Burada size incelememizin bütün ayrıntılarını tanıtmak benim için
olasıdır; yalnız biliniz ki, bu bize şaşırtıcı sonuçlar, hesapladığımıza
aykırı sonuçlar vermiştir. Aslında bunaltıyı doğuran içetık-ma değildir. İlk
görünüş olan bunaltı içetıkılmayı doğurur. Fakat bu bunaltı ne niteliktedir?
Dış tehlikeden ileri gelmiştir, gerçektir. Aslında çocukcağız libidosunun
isteklerinden korkmaktadır. Demek ki bu bir nevroz bunaltısıdır. Bununla
birlikte, çocuk tarafından algılanmış olan iç tehdit, onu, sevilen kimsenin
reddi ile kurtulunabilen bir dış tehlikeyi anımsatmaya elverişli olduğu için
korkmuştur. İncelenen bütün olgularda benzer bir sonuç elde ediyoruz. Şunu
açığa vuralım : içgüdüsel iç tehlikenin gerçek dış tehlikeyi koşullamasını
ve hazırlamasını beklemiyorduk.
Fakat çocuğun, annesine karşı duyduğu aşk yüzünden kendisini tehdit ettiğine
inandığı bu tehlike acaba nedir? Hadımlaşma tehlikesidir, uzvunu yitirmedir.
Elbette bunda gerçek bir tehlike sözkonusu değildir diye bana itiraz
edeceksiniz. Kimse bizim küçük çocukları Oidipos'luk evresi süresince
annelerine âşık iken cezalandırmayı düşünmez. Fakat sorun ilk bakışta
görüldüğünden daha karışıktır.
Hadımlaştırmanın gerçekten uygulanıp uygulanmayacağını öğrenmek sözkonusu
değildir; bizi ilgilendiren şey, dışardan tehdit ile çocuğun buna temelde
inanmasıdır; çünkü fallus evresi süresince, erken mastürbasyon anında,
uzvunun kesileceği tehdidine uğramıştır ve bu cezaya birtakım anıştırmalar,
besbelli ki, onun içinde «filojenetik» bir biçimde güçlenmek zorunda
kalmıştır. İnsanlığın ilkel çağlarında hadımlaştırmanın bir delikanlı
üzerinde kıskanç ve kıyıcı bir baba tarafından uygulanmış olduğunu
sanıyoruz. Kimi ilkel uluslarda sünnet pek sık olarak erkeklik törenlerine
katılır ve çıkışını besbelli ki eski hadımlaştırmadan almaktadır. Bu
noktadaki görüşümüzün genel görüşten uzaklaştığını biliyoruz, ama
hadımlaştırılma korkusunun içetıkılmamn, bundan dolayı da nevrozun
oluşmasının en sık ve en güçlü nedenlerinden biri olduğunda direniyoruz.
Hadımlaştırma değil, fakat ya tedavi amacıyla ya da mastürbasyonu
cezalandırmak için sünnet edilmiş kimseler bize analiz için getirildiğinde
bu kanımız açıkça güçlenmiştir. Bu durum Anglo - Amerikan toplumunda az
görülür bir olgu değildir.
Bu sorunu daha derinliğine incelemek için büyük istek duymamıza karşın
konumuzdan uzaklaşmamaya bakıyoruz. Hadımlaştırma korkusu içetıkmanın tek
nedeni değildir, kadınlarda ise yoktur. Ama onlar yine de bir
hadımlaştırılma kompleksine sahip olmaya eğilim gösterirler. Öbür cinsteki
hadımlaştırılma korkusunun yerini bunlarda sevgiyi yitirme korkusu alır; bu
annesinden yoksun kalan süt çocuğunun duyduğu korkunun devamıdır. Bu
korkunun gerçek bir tehlikeye karşılık verdiğini görüyorsunuz. Anne
bulunmadığı ya da çocuğunu sevgisinden yoksun bıraktığı zaman, bu çocuk
gereksinimlerinin yerine getirileceği güveni içinde değildir. Hatta o zaman
en acı gerilim duyguları içindedir. Bizim şuna inanmamıza izin verilir :
Kısacası bu korku, doğum sırasında anne ile ilk ayrılmada uğranılan ilkel
korkunun ürünüdür.
Ferenczi'nin yargısını benimseyerek hadımiaştırılma korkusunu aynı
kategoriye koyabilirsiniz; çünkü erkeklik uzvunu yitirmek, bundan böyle
cinsel eyleme anne ile, ya da onun yerini alanla yeniden birleşme gücünde
olamama demektir. Bu arada şunu da söyleyelim ki, ana koynuna sık sık düşme
hayali o cinsel birleşme isteğinin yerini alan bir duygudur.
Bu konuda size anlatacak çok şeylerim olacaktı, fakat psikanalize basit bir
girişin sınırlarım aşma yetkisini kendimde bulamıyorum. Sadece size burada
psikolojik araştırmaların bizi biyolojik olgulara götürdüğünü göstermekle
yetineceğim.
Psikanalizin hayli güzel incelemeleri borçlu olduğu Ot-to Rank, doğumun,
anne ile ilk ayrılmanın önemini açıkça ortaya çıkarma yeteneğini
göstermiştir. Bununla birlikte hepsini, ortaklaşa bir uzlaşma ile, nevrozlar
kuramı, hatta psikanalitik tedavi bakımından bu etkenden çıkardığı sonuçları
reddedemez.
Ona göre sonraki tehlikeli durumlar şu ilk ve korkunç deneme üzerine
kalıplanmıştır : Doğum! Tehlikeli durumları inceleyerek her gelişme
döneminin, kendine özgü bir bunaltıya karşılık olduğunu saptıyoruz. Psişik
vazgeçiş tehlikesi Ben'in hemen uyanışı, hedefi (ya da sevgiyi) yitirme
tehlikesi ilk çocukluğu karakterize eden bağımsızlık yokluğu ile,
hadımiaştırılma tehlikesi fallus evresi ile, sonunda özel bir yer tutan
benüstü korkusu, gizlilik dönemi ile rastlaşmaktadır. Korkusunun eski
motifleri evrim boyunca kaybolmak zorundadır; çünkü ona karşılık veren
tehlikeli durumlar Ben'in güçlenmesi sayesinde değerlerini yitirmişlerdir;
fakat gerçekte işler tamtamına böyle geçmemektedir.
Çok sayıda kimse sevgiyi yitirme korkusunu ytneme-mektedir, onlar için
sevildiğini duyma alt edilmez bir gereksinimdir; bu bakımdan çocuklar gibi
davranmakta diretirler. Normal olarak benüstü korkusu hiç kesilmez, çünkü
vicdan korkusu toplumsal bağlantıların sürdürülmesi için vazgeçilmez bir
olanak görülür. Gerçekten, birey pek az istisnalar dışında hep bir topluluğa
bağlıdır. Tehlikeli durumlar arasında bir kısmı bazen geri çağlara dek
dayanır, korkunun nedeni ise zamana uyarak değişmiştir. Bundan dolayı
hadımiaştırılma korkusu frengi hastalığı maskesi altında görülebilir.
Yetişkin adam, kendini cinsel hazlara kapıp koyverdiği için hadım
edileceğinden elbette korkmamaktadır; buna karşılık kendisini içgüdülerine
vermekle ağır hastalıklara yakalanma tehlikesiyle karşılaşacağını
öğrenmiştir. Nevrozlu denilen kimseler tehlike karşısında, su götürmez
tarzda, bir tutumdan ayrılamazlar ve yıllanmış korkularını alt etmeyi
başaramazlar. İşte aslında nevrozlunun karakterinin göze çarpan
çizgilerinden biri budur: fakat bu durumun niçinini bulmak kolay değildir.
Umarım, amacımızın bunaltı ile içetıkma arasındaki bağlantıları incelemek
olduğunu unutmamışsınızdır. Bize iki yeni olgu görünmüştür : Sandığımızın
tersine önce bunaltının içetıkmayı doğurması ve arkasından, işin sonunda,
tehlikeli bir dış durumdan korkulan içgüdüsel durumun üre-mesidir. Şimdi
bunaltının etkisi altında içetıkmanın nasıl ürediğini arayacağız. Benim
görüşümce işte oluşun nasıl geçtiği : Ben, yeni bir içgüdüsel isteğin
doyumunun anısını sakladığı tehlikeli durumlardan birini anımsattığım görür.
Kendisi için onu bastırmak, boğmak, bu dürüst bağlanımı güçsüz kılmak
gereklidir. Ben'in, güçlü olduğu zaman bunu pek iyi başardığını ve sözkonusu
içgüdüsel dürtüyü kendi oluşması içine çekebildiğini biliyoruz.
Fakat içetıkma olgusunda bu dürtü henüz Şu'ya aittir ve kendi güçsüzlüğünün
farkında olan Ben, o zaman normal düşünceninkinin tıpkısı bir teknik
kullanır. Düşünce az miktarda enerjiye yapılan deneme yöntemidir.
Birliklerinin tümüne ilerleme buyruğu vermeden önce düşman ülkesinin
haritası üzerinde heykelcikleri oynatan bir generale benzer. Yani Ben,
kaygılandırıcı içgüdüsel itmeye uygun doyumu öne sürer ve korkulan tehlikeli
durumun başında hazsızlık duygularının yeniden görünmelerine izin verir.
Böylece sonradan tehlikeli içgüdüsel itmenin içetıkılmasmı gerçekleştiren
haz-hazsızlık ilkesinin otomatizmini çalıştırmaya başlar.
Durun, artık izliyemiyoruz! diye bağıracaksınız. Hakkınız var. Savlarımın
kabul edilebilir görünmeleri için onları başka ayrıntılarla bütünlemem
gerekmektedir. İlk önce, normal düşünce dilinde açıkça bilinçdışı ya da
önbilinçli, kuşkusuz tanımlanmaz bir heyecanın enerji doğurucu dolgunluğunu
ilgilendiren bir süreci anlatmaya girişmiş olduğumu itiraf ediyorum. Başka
yerde giderilmesi olanaksız olan bu güçlük yenilmez değildir. Önemli olan,
içetıkma sırasında, bir yandan Ben'de, öte yandan Şu'da geçenleri iyi ayırt
etmektir. Bir deneme bağlanımına yarayan ve bunaltı işareti ile
haz-hazsızlık otomatizmini harekete getiren Ben'in davranışını betimledik.
Kimi zaman az ya da çok karışık çeşitli tepkiler üreyebilir : Ya bunaltı
taşkınlığı tam açılma haline gelir ve ben, o zaman heyecanda herhangi bir
rolü oynamayı reddeder, ya da ben, deneysel bağlanımın yerine karşıt
bağlanım kurar, bu sonuncusu, içetıküan heyecanın enerjisiyle birleşir, ya
da bir semptom oluşturmak, bir kez Ben tarafından yalanlandıktan sonra
yerleşebilir; tepkiler bir kuruluş olarak bazı düzenler kuvvetlenmiş
bulunurlar. Bunaltı üretimi ne denli basit bir işaret rolüne indirilecek
olursa, Ben'in, içetıkılmış olanı bağlamak amacıyla o denli çok savunma
tepkileri kullanması gerekecek ve süreç ona erişememekle birlikte normal
oluşuma o denli yaklaşacaktır. Mademki bu konudayız, burada bir an daha
duralım. Karakter denilen şeye uygun gelen bir tanımlama besbelli ki güçtür;
yine de bunun Ben'e bağlanabileceğini siz kendi kendinize
görebilmişsinizdir. Biz de onu belirten etkenlerden kimilerini tanımayı
öğrenmiş bulunuyoruz. Bu ilk planda benüstü üzerinde eski ana - baba
dayatmalarının değişimidir. Bu, hepsinin en önemlisi, en kesin olanıdır,
daha sonra ana - babaya ya da başka etkili kişilere benzeme arkasından
terkedilmiş hedef bağlantılarının kalıntıları olan daha başka benzemeler
gelir. Bütün buna karakterin oluşmasında daima rollerini oynayan ve Ben'in
daha normal yöntemlerle önce içetıkılmalarında, arkasından istenilmeyen
içgüdüsel dürtüler arttığı zaman edindiği tepkisel oluşları da ekleyelim.
Şimdi geriye dönelim ve Şu ile uğraşalım. İçetıkma anında dürtüler ne
oluyorlar? İşte çetin bir sorun. Özellikle enerjiye, bu heyecanın libido
doygunluğuna ayrılan kader nedir ve nasıl kullanılmıştır? Anımsayacağınız
gibi uzun süre onun içetıkmanın hemen arkasından bunaltıya çevrildiğine
inanmıştık. Bugün artık bunu söylemeye cesaret edemiyoruz, ve alçak
gönüllülükle diyeceğiz ki, bu enerjiye ayrılan kader her zaman kendinin
benzeri değildir. Kuşkusuz, içetıkılmış dürtü konusunda Ben'deki ve Şu'daki
süreçler arasında sıkı bir anlaşma sürmektedir; bu bizce bilinmesi gereken
bir anlaşmadır.
Gerçekten, bunaltı belirtisi tarafından uyandırılmış olan haz-hazsızlık
ilkesinin içetıkılmada oynadığı rol belirtildikten sonra, anlayışlarımızı
değiştirebiliriz. Bu ilgi tüm egemen olarak, Şu'daki süreçleri yönetir ve
sözkonusu içgüdüsel dürtüler pek derin değişiklikler yapmaktan geri kalmaz.
İçetıkılma tarafından üretilmiş sonuçların pek değişik olmasından ve az çok
büyük yankılar uyandırmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Kimi durumlarda,
ibastırılmış içgüdüsel dürtü, libido doygunluğunu saklar ve Ben tarafından
yapılan baskıya karşın Şu içinde dokunulmamış olarak kalır. Başka sefer,
toptan bir yıkıma uğramışa benzer, bu durumda libidosu başka yollara
sokulmuş gibi görünür.
Her şeyin, Oidipos kompleksinin normal tasfiyesi sırasında olduğu gibi
geçtiğini varsayalım. Bu kompleks elverişli durumlarda yalnız içe tıkılmaz,
Şu içinde yıkılır. Ayrıca klinik deneyi bize her zamanki içetıkılma yerine
libidonun azalmasının, bunun daha önceki bir döneme doğru gerilediğinin sık
sık olduğunu göstermiştir. Bütün bu, doğal olarak Şu içinde ve yalnız alarm
işaretinin harekete getirdiği çarpışmanın etkisi altında yapılabilir. Bu
olayın en iyi bir örneğini veren saplantı nevrozudur; çünkü libido
gerilemesi ve' içetıkılma onda uygunluk içinde olur.
Bayanlar, Baylar; bu açıklamanın size pek karanlık görünmesinden korkuyorum.
Tamamlanmamış olduğunu da tahmin edersiniz. Sizi düş kırıklığına uğratmaktan
pek üzgün olarak tek amacımın size araştırmalarımızın niteliğinin bir
görünüşünü ve izlediğimiz hedefleri vermek olduğunu yineliyorum. Psişik
olayların incelenmesinde ilerlediğimiz Ölçüde, onların zenginliğini ve
karmaşıklığım daha iyi anlıyoruz. Önce bazı basit formüller gerçeğe uygun
gibi görünüyorlar, daha sonraları yetersiz görünüyorlar. Onları durmadan
değiştirmek ve tamamlamak uygun geliyor. Size düş kuramından söz ederken,
sizi on beş yıldan beri hemen hemen hiçbir yeni buluş yapılamamış olan bir
alana sokmuştum; şimdi bunaltı sözkonusudur, kendinizi gelişme dolu bir
ortam içinde bulacaksınız.
Aslında bu yeni olgular da henüz derinliğine incelenmemişlerdir ve bu yüzden
hiç kuşkusuz onları anlatmak güçtür. Sabrı ele alınız, çok geçmeden bu
incelemeyi, itiraf ederim ki, tam doyurucu bir sonuca erişmeden
bırakacaksınız; fakat, yine de birkaç adım ilerleyebilmiş olmak mutlu bir
iştir.
Giderek birkaç yeni fikir toplamış bulunuyoruz; işte böylece bunaltının
incelenmesi şimdi bizi Ben'in anlatılmasını tamamlamaya götürüyor. Ben'in
sadık hizmetçisi olduğu, isteklerini doyuma, buyruklarını yerine getirmeye
çabaladığı Şu karşısında büyük bir güçsüzlük gösterdiğini söylemiştik.
Sözümüzü geri almayı hiç düşünmüyoruz, fakat öte yandan bu Ben'in daha iyi
örgütlendiğini ve gerçeğe daha iyi yöneldiğini bilmek gerekir.
Bu farkı büyültmeye de, Ben, kendi yanından, Şu içinde geçen sürece bir etki
yaparsa, şaşırmaya yer yoktur. Onun alarm işareti aracıyla hemen hemen tüm
kudretli haz-hazsızlık ilkesini böylece harekete getirdiğini düşünüyorum.
Bununla birlikte, hemen arkasından, içetıkma olgusundan savunucu örgütünün
bir bölümünü terkedecek ve içgüdüsel dürtünün, etkisinden korunmuş olduğunu
görmeye katlanarak yeniden güçsüzlüğünü açığa vurduğunu bilelim.
Bunaltı sorunu üzerine bir şeye daha dikkatinizi çekerim. Nevrotik korku
ellerimiz arasında gerçek korkuya, birtakım dış tehlikelerden ürküntüye
çevrilmiştir. Biz burada kalamayız ve bir adım, ama geriye bir adım atmak
zorundayız. Tehlikeyi, korkulan şeyi sÖzkonusu alarm verici durumda neyin
oluşturduğunu kendi kendimize soruyoruz. Bu elbette acı duygusu değildir t
Nesnel olarak kabul edilen bu duygunun psişik bakımdan hiçbir önemi yoktur.
Örneğin doğuş, bizim gözümüzde bunaltı halinin bir prototipidir,- her zaman
olabilir bir acı tehlikesine karşın, doğum başlı başına bir zarar olarak
güçlükle kabul edilebilir.
Doğumun esası, her tehlikeli durumda olduğu gibi psi-şizmde, bir haksızlık
gibi duyulan ve bir boşanma ile kur-tulunabilen büyük bir gerilim halinin
görünüşüdür. Eğer haz ilkesi çabalarının başarısızlığa uğradığı bu durumu
travmatik diye nitelersek, nevroz bunaltısını —gerçek bunaltıyı — tehlikeli
durum sayarak işte şu basit sonuçlamaya varırız : Korkulan şey, bunaltının
nesnesi, daima haz ilkesi esasına göre uzaklaştırmamız olanaksız olan
travmatik bir etkenin görünüşüdür. Bu ilkenin bizi dış zararlardan korumaya
yetmediğini, fakat sadece psişik ahengimizin uğrayabileceği bazı
incinmelerden sakındırdığını hemen kavrarız. Haz ilkesi ile korunma
içgüdüsünün karşılıklı olarak birbirine yardımda bulunması için hayli zaman
geçmesi gerekiyor. Fakat bir şey bize belki de aranılan çözümü verecektir.
Gerçekten, burada bağıntılı büyüklüklerin sözkonusu olduklarını görüyoruz.
Bu haz ilkesinin işlemesini kötürüm-leştiren, tehlikeli duruma kendi
ağırlığını yükleyen, travmatik etken üzerine etki yapan heyecanların
toplamının büyüklüğüdür. Gerçekten de böyle ise, bulmaca bu denli basit bir
yargıyla çözümlenebilirse, benzer etkenlerin bütün tehlikeli durumun
yokluğunda bile kendini gösterme olanağım niçin reddetmeli? Böyle bir
durumda, bunaltı artık yalnızca basit bir belirti olmaz, fakat yeni bir
yaratış gibi ve yeni nedenler için ortaya çıkar. Klinik deneyi bize işlerin
tam tamına böyle geçtiğini öğretmiştir.
Yalnız sonraki içetıkmalar, yukarda anlatılmış olan bunaltının eski bir
tehlikeli durumun belirtisi gibi göründüğü mekanizmayı ortaya çıkarır : ilk
öncekiler, ilkeller, Ben travmatik etkenler dolayısıyla aşırı libido
isteğine gelip çarptığı zaman doğrudan doğruya ürerler ve bunaltılarını
yeniden yaratırlar. Fakat bu doğumun görünümü biçiminde olur. Kuşkusuz ki,
işler cinsel işlevin bedensel bir bozukluktan ileri gelen nevroz bunaltısı
halinde, bunaltının görünmesi sırasında aynı şekilde geçer.
Libidonun kendisinin bunaltı haline döndüğünü ileri sürmüyoruz, fakat ya
doğrudan doğruya travmatik etkenden gelebilen ya da kendi yanından yeni bir
tehdit belirtisi olabilen bunaltının çift asıllı olduğu fikrini hiçbir şey
yalanlar gibi görünmüyor.
Bayanlar, baylar; bunaltı konusunu bitirmiş olduğumuz için kuşkusuz
seviniyorsunuzdur; bununla birlikte, bir şey kazanmış olmayacaksınız, çünkü
yanaşacağımız konu kendinden önceki kadar çetindir. Size bugün libidonun
kendisini, içgüdüler öğretisini tanıtmak niyetindeyim. Bu nokta üzerinde de
fikirlerimiz gelişmişlerdir, fakat gerçekleşmiş olan ilerlemeler değer
kazanmadan onun üzerine rasgele bilgi almaya girişilmektedir.
Bu alan üzerinde, ancak kendimize bir yön vermek için, yeni görüş açıları
bulmak için el yordamıyla ilerliyoruz. Sizi yalnız girişimlerimizin tanığı
yapmak istiyorum. Yine burada makineyi geri çalıştırmak zorundayım. İçgüdü
öğretisi sanki bizim mitolojimizdir. İçgüdüler kötü tanımlanmış yüce efsane
yaratıklarıdırlar. Çalışmamız boyunca, onları iyi anladığımıza
güvenmediğimizi hiç göz önünden ırak tutmayacağız. İçgüdülerin genellikle
nasıl göründüklerini bilirsiniz; bütün gereksinimlere karşılık vermek için
yaratılmışlardır. Gurur, öykünme, oyun içgüdüleri, toplumsal içgüdü ve daha
birçokları...
Onlar, herbirine özel görev verilerek ayrı ayrı incelenirler, sonra onlarla
uğraşmaya son verilir. Uzun zamandan beri bu çok sayıdaki küçük içgüdülerin
arkasında kudretli, ciddi bir şeyin, sakınganlıkla yaklaşılması gerc-ken bir
şeyin saklandığını seziyorduk. Başlıca iki gereksinimimiz olan açlığa ve
aşka göre iki içgüdü türü ya da grubu ayırıp yanlış yola sapmamak için pek
az şans olduğunu düşünerek çekine çekine bir ilk adım attık. Öbür bilimler
karşısında genel olarak psikolojinin bağımsızlığı için ne denli kıskanç
olursak olalım, burada yadsınmaz bir biyolojik olgudan etkilenmiş
bulunduğumuzu teslim etmek zorundayız.
Canlı varlığın ilk amaca doğru gittiği bilinir : Pvendini koruma ve cinsini
sürdürme; bu iki gereksinim birbirinden ayrı görülmediği gibi, bunların
ortaklaşa hiçbir çizgisi de yoktur. Dahası var : Hayvan yaşayışında sık sık
biı birine aykırı düşerler. Demek ki biyolojik psikoloji ile uğrajmak ve
biyolojik sürece eşlik eden psikolojik olayları incelemek uygun olur.
Bu «ben'in dürtüleri» nin ve tcinsel dürtüler» in psikanaliz içine katılmış
olduğu anlayışını doğrulamalarından dolayıdır. Birincileri arasına kişiliğin
korunması, hak iddiası, kişiliğin serpilmesi ile ilgili her şeyi sıraladık.
İkincilere çocuk cinselliğine ve sapık cinselliğe gerekli olan her
zenginliği bağladık. Oysa, nevrozları incelerken, Ben'in kısıcı ve içetıkıcı
bir güç olduğunu, cinsel dürtüleri kısmanın konusu olduğunu öğrenmiştik.
Böylece yalnız iki şey arasındaki aykırılığa değil, iki grup içgüdünün
çarpışmasına da parmak bastığımıza inandık. Önce yalnız cinsel dürtülerle
ilgilendik ve yüklü oldukları enerjiye dibido» adını verdik. Onları
inceleyerek bir içgüdünün ne olduğu ve ne yapabildiği üzerine bir fikir
vermeye giriştik. Libido kuramının aldığı durum budur.
Demek ki; dürtü, çıkağını aynı bedenin içinde bulunan uyarma kaynaklarından
aldığı, sürekli bir güç gibi hareket ettiği halde, uyarmadan ayrılır. Oysa
özne, dış uyarma ortaya çıktığında kaçabilir, ama ondan kaçamaz. İçgüdü
incelenerek kaynağı, konusu ve maksadı ayırt edilir. Kaynak bedenin uyarılma
hali, amacı bu uyarılmanın yatıştırılma-sidir. Onu belli bir yöne doğru
giden bir miktar enerji olarak tasarlıyoruz; işte bu itme ona dürtü adını
verdirmiştir. Etkin ve edilgin içgüdülerden söz edilmeye alışılmıştır;
içgüdülerin etkin ya edilgin amaçlara doğru gittiğini söylemek daha doğru
olur.
Gelgeldim, edilgin amaca varmak sözkonusu olduğunda bile bir etkinlik
göstermek gereklidir. Bu amacı, bazen özne kendinde bulur, fakat genellikle,
içgüdünün üzerine dış amacını eriştirebileceği bir nesnenin araya konduğu
olur. İç amaca gelince, onu oluşturan daima tatmin olma gibi duyulan
bedensel değişikliktir. Bedensel kaynakla olan bağlantısında içgüdü bir
özellik kazanır mı? Kazanırsa ne niteliktedir? İşte bilmediğimiz şey budur.
Analiz deneylerimiz bize herhangi bir kaynaktan gelen içgüdüsel dürtülerin,
sonradan aynı yazgıyı paylaşmak için başka bir kaynaktan çıkan dürtülerle
pek iyi bir biçimde birleşebildiğini göstermiştir. Bununla birlikte, itiraf
edelim, bütün bunlar, henüz büsbütün açıklanmış değillerdir. İçgüdünün amaç
ve nesne ile bağlantısı değişebilir de; bu sonuncuların yerini başkaları
alabilirler, fakat nesne ile olan bağlantı en kolay değişebilen bağlantıdır.
Toplumsal değerin de işe karıştığı bazı amaç değişmelerine, bazı nesnelerin
yerine başka şeyleri koyma oluşlarına yüceltme diyoruz. Bazı içgüdülerin
engellerle sıkıştırılarak amaçlarına varmayı başaramadıklarını biliyoruz;
bunlar, asılları bilinen, belli bir amaca doğru giden, fakat doyuma
ulaşmayan, dolayısıyla sürekli bir hedefe bağlanım, değişmez bir eğilim
kazanan içgüdüsel dürtülerdir. Örneğin, doğmuş oldukları halde asla doyuma
ulaşamayan cinsel gereksinimin o tatlı duygularını bu kategoriye koymak
gerekir. İçgüdülerin talihinin ve karakterinin bizce tümüyle tanınmış
olduğunu görüyorsunuz.
Unutmayalım, cinsel dürtülerle korunma dürtüsü arasında başka bir ayrılık
daha ortaya çıkarmak yerinde olur. Bu ayrılık bütün grubu içine alırsa büyük
bir kapsam kazanır. Cinsel dürtülerde dikkati çeken şey onların yumuşaklığı,
sahip oldukları amaç değiştirme yetisi, Şu'yu doyurma, bu doyuma karşı
değiştirme kolaylıkları ve engellenmiş dürtüler olgusunda görmüş olduğumuz
gibi, güçlerini gösterebilecekleri daha iyi bir fırsatı beklemedir. Korunma
iç-güdüsündeki bütün bu karakterleri yadsımaya ve onların sarsılmaz
olduklarını, belirişlerinin başka zamana bırakılamayacaklarını, çok daha
buyurucu olduklarını ve bağlantılarının içetıkmadan olduğu kadar bunaltıdan
da farklı nitelikte bulunduklarını söylemeye girişirdik. Fakat düşününce bu
yargının, Ben'in bütün içgüdüleri için ortaklaşa olmadığını, yalnız açlık ve
susuzluk olgusu için yapılmış, doğal içgüdüsel kaynaklarının bir özelliği
üzerine kurulmuş olduğunu görüyoruz.
Sıkıntımız başlangıçta Şu'ya bağlanmış içgüdüsel dürtüler tarafından
uğratıldığı değişmeleri, örgütlenmiş Ben'in etkisi altında ayrı ayrı
incelenmiş olmamızdan ileri gelmektedir.
Dürtüsel ya§amın cinsel işleve yarıyan tarzını incelediğimiz zaman daha
sağlam bir alan üzerinde ilerliyoruz. Çoktan bildiğiniz görüşlerimiz bu
nokta üzerinde iyice durmuştur : Çıkış yerinden beri işlevinin amacına
doğru, yani iki hücrenin birleşmesine doğru giden tek bir içgüdüden söz
etmenin yeri yoktur. Tersine, bedenin çeşitli yerlerinden ve bölgelerinden
gelen ve birbirlerine pek de bağlı olmayan doyumlarını organik haz
diyebileceğimiz duyguda arayan ve bulan bir sürü kısmî dürütüler
gözlemliyoruz. Şehvet uyandırıcı (erojen) bölgeler arasında üreme organları
sorunu ortaya çıkanlardır bu sefer de; onların kışkırtmaya elverişli
oldukları hazzı. cinsel diye nitelemek olanaksızdır. Hazza karşı bu
eğilimlerin hepsi cinsel işleyişin kesin düzeni içine katılmaz : Aralarından
kimileri, kullanılmayanlar, ya içetıkılma ile ya da başka bir biçimde
çıkarılırlar.
Anlatmış olduğumuz garip tarza uyarak amaçlarından sapmış olanlar, başka
eğilimleri güçlendirmekte kullanılırlar; sonunda daha başkaları ikinci
derecede rollere kapanmış kalırlar ve hazırlayıcı eylemlerin yapılmasına,
ilkel şehvet doğmasına yararlar. Bu ağır gelişme sırasında birçok geçici
düzenleme aşamaları gözlemlenebildiğini ve cinsel işleyişin bu akışının,
sapmaları ve zayıflamaları açıklamaya olanak verdiğini işitmişsinizdir; bu
üreme öncesi aşamalarından tarihsel bakımdan en eskisine ağız aşaması
diyoruz.
Onun süresince süt çocuğunun beslenme tarzı sayesinde, yaşamın bu döneminde
cinsel faaliyet denilebilen oluşa egemen şehvet uyandırıcı şey ağız
bölgesidir. İkinci aşamada sadik ve anal dürtüler görülür ki bunlar besbelli
biçimde diş çıkması, kasların gelişmesi ve halka kasların işleyişine egemen
olma ile birlikte görülürler. Bu şaşırtıcı döneme ilişkin dikkate değer
gözlemler yapılmıştır. Üçüncüsü fallus dönemidir. Bu dönem süresince
erkeklik organı ya da kız çocuğunda buna karşılık olan organ her iki cinste
de gözardı edilemeyecek kadar önem kazanır. Kesin or-ganlanmaya üreme
aşaması adını verdik. Bu erginlikten sonra ortaya çıkan ve erkeklik
organının ve çok zaman sonra kadınlık organının, belirdiği aşamadır.
Kuşkusuz, bütün bunlar gereksiz yinelemelerdir, ama bu kez, değerlerini pek
koruyamayan bazı anlayışlar üzerinde susuyorum; bu yineleme gerekliydi,
çünkü bize yeni verilerimizi eskisine bağlama olanağını sağlıyor. Yalnız
libidonun, organlanmaların, bize çok şey öğretmiş olmasından değil, ne
zamandır bilinen olayları daha 4yi anlatmasından memnunuz.. Hiç değilse size
birkaç örnekle kanıtlamaya giriştiğim de budur.
Abraham 1924'le, sadik anüs aşamasında iki evre ayırt edilebildiğini
göstermiştir. En eskisinde, başlıca egemen olanlar yıkıcı yok etme ve zarar
verme eğilimleridirler, öbüründe, aksine olarak, nesnel biçimde iyilik
yapıcı bağlanma ve sahip olma eğilimleri egemendir. Demek ki, bu aşamanın
ortasında görünen nesneye karşı saygılar sonraki sevgi bağlantısının
öncüleridirler. Her şey inşam, ağız aşama-sındakine benzer bir alt
bölünmenin varlığını kabul edebilme inancına götürür.
İlk alt bölüm süresince ağızdan bir içe almadan başka çey sözkonusu olamaz;
nesne ile (anne memesi) bağlantılarda hiçbir çift değerlilik yoktur. Diş
çıkması ile karakte-rize edilen ikinci evre, sadik ağız evresi olarak da
adlandırılabilir. Çiftdeğerlilik orada ilk kez kendini gösterir.
Sonuncusunun görünmesi ondan sonraki evrede sadik anüs evresinde daha çok
kesinleşir. Bu yeni ayrımların yararı, özellikle kimi nevroz durumlarında
—saplantı nevrozu, melankoli— libidonun gelişmesindeki eğilimli saptama
noktaları aranırken ortaya çıkar. Libidonun saptanması eğilimi ile
gerilemesi arasındaki bağlantıyla ilgili olarak öğrettiklerimizi
anımsayınız.
Libidonun evreleri anlayışımız, kısacası, biraz gelişme geçirmiştir..
Eskiden evrelerden herbirinin kendinden sonra gelene net bir şekilde yerini
terkettiğini sanıyorduk. Şimdi her evrenin sonraki oluşmalarda iz
bıraktığını ve bu izin daima libidonun düzeni içinde ve kişinin karakterinde
bulunduğunu kabul ediyoruz. Daha önemli başka incelemeler bize, bazı
patolojik durumlara sık sık önceki evrelere doğru gerileme olduğunu
göstermiştir. Birtakım hastalık biçimleri bu gerileme ile belli olur; fakat
nevrozlardan özel psikoloji alanına giren bu sorunu burada gözden
geçire-mem.
Başka benzeri olaylar gibi anüs erotizmi, anüsün şehvet uyandırıcı
bölgelerinin verdiği uyarmalar bizim özellikle dürtülerin sapıtmalarını
incelememize olanak sağlamıştır. Anüs bölgesinin gelişme sürecindeki rolü
daima küçümsenmiştir ve kuşkusuz bu küçümsemeyi unutmak kolay değildir.
Bununla birlikte Abraham'va bize anüsün dö-lüt oluşumunda ilkel ağzın yerini
karşıladığını, sonra bağırsağın ucuna götürüldüğünü kabul etmeyi
öğütlediğini anımsayalım. Sonra öğreniyoruz ki, tortuların, dışkıların
değersizliği, bu dürtüsel ilginin armağan gibi kabul edilecek nesneler
üzerine dönmesini doğurmuştur; bu yerinde bir oluştur, çünkü kakalar, süt
çocuğunun kendisine bakana sevgi güvencesi olarak verdiği ilk armağanı
oluşturmaktadırlar. Daha sonra, nesnesi dil olanı anımsatan bir anlam
değişmesiyle tamamen cocufc'un ve penis'in duygusal bağlanımına katılarak
eski ilgi altın ve gümüş üzerine aktarılır.
Bütün çocuklar uzun bir zaman iğrenç yer kuramından yana olarak kalırlar ve
bebeğin kaka gibi anüsten çıktığına inanırlar. Böylece apdest bozmak bir
doğum temsili olur. Fakat penisin kendisinin de bir ön habercisi vardır ve
bu haber bağırsak mukozasını dolduran ve kamçılayan pisliktir. Çocuk ister
istemez bazı insanların bu organdan yoksun olduklarını öğrenince, penisin,
bedenin kalan bölümünden koparılabilen bir şey olduğunu sanmaya başlar ve
bundan dolayı onu tıpkı dışkıya benzetir. Bu vazgeçmek zorundan kaldığı,
kendinden ilk parçadır. Anüs erotizminin büyük bir bölümü böylece penis
üzerine taşınır; bununla birlikte bu organın doğurduğu ilginin ağız
erotizminden, belki de anüs erotizminden daha sağlam kökü vardır.
Gerçekten, , emzirme sona erince anne memelerine taşınmış olan duyguları da
miras alır. Bu derin bağlantılar bilinmezse, fantazmaları, bilinçaltınca
etkilenmiş fikirleri ve insanların semptomatik dilini anlamak olanaksızdır.
Ka-ka-gümüş-armağan-çocuk, bizim için eşdeğerdedirler ve aynı sembolle
gösterilirler. Bu konudan ancak kısaca söz etmiş olduğumuzu unutmayınız.
Birkaç sözcükle şunu da ekleyeceğim : Sadece daha sonra dölyolunun doğurduğu
ilgi dahi özellikle anüs erotizminden çıkmaktadır. Bunda şaşılacak bir şey
yoktur, çünkü dölyolu Lou Andreas Salome'-un mutlu bir deyimine göre, anüse
«kiralanmış» tır. Cinsel gelişmenin belli bir evresini geçirememiş olanlar
için durum tersinedir, dölyolunun yerini anüs alır. Sık sık düşlerde, önce
tek olan odanın bir bölme ile ikiye ayrıldığı ya da tersi olduğu
sözkonusudur : Bundan dölyolunun bağırsakla olan bağlantısına bir anıştırma
vardır. Kız çocuğunda, kadınlığa aykırı olarak bir penise sahip olma
isteğinin, penis sahibi ve çocuk verici erkek isteği haline nasıl değişmeye
vardığını açıkça gözlemliyoruz. Burada yine başlangıçtaki anüs ero-
tizmi ilgisinin sonraki üreme organlarına nasıl geçebildiği görülüyor.
Libidonun üreme öncesi evreleri üzerindeki bu incelemeleri sırasında
karakterin oluşması üzerine bize bazı yeni görüşler sağlanmıştır. Üç
niteliğin birbirinden ayrıîmayaca-ğım öğrenebilmiş bulunuyoruz : Düzen,
uygunluk, direnme. Bu niteliklere sahip bireylerin analizi, niteliklerin
anüs erotizminden çıktığım ve onu kuvvetten düşürdüğünü kanıtlamıştır. Aynı
zamanda bulunmaları bize anüs karakteri'n-den söz etme olanağı vermektedir,
bu da, ham anüs erotizminin bir tür karşıtıdır. İdrar yolu erotizmi ile arzu
arasında buna benzer belki daha sıkı bir bağlantı buluyoruz Bazı efsaneler
sözü geçen bağlantıya garip bir anıştırma yaparlar. Gerçekten, Büyük
İskender'in, salt hırsla harekete geçen Erostrate adlı birinin çok güzel bir
anıtı, Efes'teki Ar-tomis tapmağını yaktığı gece doğduğu söylenir. Bu öyküyü
işitince, insan, sözünü etmiş olduğumuz ilişkinin eskilerce bilindiğine
inanmaz mı? İşemenin ateşle ya da ateşin sön-dürülmesiyle bir bağlantısı
olduğunu bilirsiniz.
Her şey bizi, daha başka karakter çizgilerinin, libidonun bazı üreme öncesi
biçimlerinin tepkisel oluşmaları ya da kalıntısı olduğuna inanmaya
götürmektedir.
Şimdi konunun tarihine ve yasanın kendine dönmemizin, içgüdüsel yaşamın en
genel sorunlarının incelenmesini yeniden ele almamızın zamanıdır. İlk Önce,
bizim libido kuramımız Ben'in dürtülerinin ve cinsel dürtülerin aykırılığı
üzerine kurulmuştur. Sonra Ben'in kendini daha yakından incelemeye
geldiğimiz zaman, narsisizmin ne olduğunu öğrendiğimiz zaman, bu ayrım
ilgisini yitirmiştir. Bazen pek az olarak Ben'in kendine aşıkmış gibi
kendini hedef olarak aldığı olur, bundan dolayı, masaldan şu ad alınmıştır :
Narsisizm!
Fakat bunda, sonuç olarak, normal bir halin aşırı büyütülmesi sözkonusudur.
Sonunda Ben'in, libidonun her zaman başlıca haznesi olduğu ve hedeflik
libido bağlanımlarının çıkış ve varış noktası olarak kaldığı anlaşılır. Oysa
libidonun asıl büyük bölümü orada sürekli olarak durur. Ben libidosu asla
hedef libidosuna dönmez, tersi de olmaz.
Fakat bu iki libido ayrı nitelikte değildir, karşılıklı enerjilerini
birbirinden ayırmak yararsızdır; böylece ya bu libido terimi büsbütün
bırakılır ya da yalnızca psişik enerjiyi belirtmek için kullanılır.
Bu görüşten vazgeçmekte gecikmiyoruz. İçgüdüsel yaşamın içinde bile bir
uygunsuzluk olduğu kavramı çok geçmeden, daha açıkça ve başka bir biçimde
kendini kabul ettirir. Bu buluşun bütün inceliklerini burada size vermek
istemiyorum. Yalnız şunu biliniz ki, yeni içgüdüler kuramımız biyolojik
düşünceler üzerine kurulmuştur; elde edilen, sonuçtan sizi haberli kılmak
istiyorum.
Temelden farklı olan iki cins içgüdü olduğunu kabul ediyoruz : Cinsel
içgüdü, cinsel sözcüğü en geniş anlamda alınmıştır. Buna isterseniz Eros ve
amacı yıkma olan saldırma içgüdüsü diyelim. Burada yeni hiçbir şey
bulamayacaksınız; ben de yalnızca aşkla nefret arasındaki karşıtlığı, belki
de öbürüyle karışan karşıtlığı kuramsal olarak denetlemekten başka bir şey
yapmıyorum : Bu, inorganik dünyada fiziğin varlığını kabul ettiği çekme ve
itmedir.
Fakat işin tuhafı hayli kimsenin tehlikeli bir yenilik gibi sayacağı bu
açıklamayı alabildiğince çabuk reddetmenin uygun oluşudur. Benim görüşümce
bu reddedişte duygusal iki etki görünmektedir. Niçin biz kendimiz, saldırma
içgüdüsünün varlığını tanımakta bu denli geciktik? Niçin göze çarpan ve
herkesin tanıdığı olguları çoktan cesaretle aydınlığa çıkarmadık ve kuramsal
olarak açıklamadık. Böyle bir içgüdü hayvandan alınmamış olsaydı, kuşkusuz
direnme daha zayıf olurdu. Fakat insan doğasında bu içgüdünün varlığını
kabul etmek... İşte bize küfür gibi görünen, çok sayıda dinsel varsayımlara
ve toplumsal anlaşmalara karşıt olan, budur. Hayır, insan iyi, biç değilse
iyilik ister olmalıdır. Fakat fırsat düştükçe kaba, haşin, kıyıcı
görünüyorsa hatta, duygusal yaşamının kimi geçici bozukluklarından,
yoğunlukla, kışkırtılmış ve kuşkusuz bugüne dek süregelmiş kusurlu düzenin
sorumlu olduğu bozukluklardan ileri gelmektedir.
Fakat çok yazık! Tarihin bütün bize öğrettiği, bizim kendi
gözlemlediklerimiz bu görünüşü yalanlamakta ve bize daha çok insan doğasının
«iyilik» ine inanmanın esef edilecek aldanışlarından biri olduğunu
göstermektedir. İnsan, bunların yaşamını güzelleştireceğini ve
kolaylaştıracağını umar, oysa hepsi de sadece zararlıdırlar.
Öyleyse bu yararsız tartışmayı bırakalım : Bizi insanda bir saldırma ve
yıkma içgüdüsü olduğunu kabul etmeye götüren şeyin ne tarih öğretimi, ne
kendi yaşam denememiz değil, fakat iki olayın gözleminin esinlediği bazı
genel düşünceler olmuştur. Bu iki olay sadizm ile mazoşizmedir.
Cinsel bir doyum sağlamak için cinsel nesneye acı çektirmeye, kötülük
yapmaya onu aşağılamaya sadizm ve insanın kendisine başkalarınca daima
eziyet edilme gereksinimi duymasına mazoşizm (ya da mazohizm) diyoruz.
Bu iki eğilimin normal cinsel ülişkilerde de rol oynadığını, başka cinsel
amaçlan ortadan kaldırdıktan sonra onların yerine kendi öz amaçlarını
koyduğunu bilmez değilsiniz. Bu arada gizli bir uygunluk varmış gibi
sadizmin erkekliğe, mazoşizmin ise kadınlığa sıkıca bağlı olduğuna da dikkat
edebilmişsinizdir. Bununla birlikte henüz gecikmeden bu yolda epey ilerlemiş
olduğumuzu eklemeliyiz. İki eğilim, sadizm ve mazoşizm, daha çok mazoşizm,
libido kuramı için pek esrarlı kalmaktadır ve bir kuram için engel o-lan
şeyin arkadan gelen kuram için bağlama taşı olması kuraldandır.
Sandığımıza göre sadizm ve mazoşizm bize iki türlü içgüdünün, Eros'la
saldırmanın gizli ilgilerinin en güzel örneklerini sunar; bu örneklerin
tipik olduklarım, uğraşabileceğimiz bütün içgüdüsel dürtülerin aynı gizli
ilgileri, iki içgüdünün aynı alaşımlarını gösterdiklerini kabul ederiz.
Elbette karışım onları değiştirebilir. Erotik dürtüler o-na cinsel
amaçlarının çokluğunu getirirler, oysa başkaları ona tekdüzenli eğilimlerin
hafiflemelerinden, bozulmalarından başka şey sağlamazlar. Bu veriler, bize
hastalık süreçlerinin anlaşılması bakımından, önemi bir gün pek büyük olacak
araştırmalarımızı sürdürme olanağı vermiştir.
Gerçekten, gizli ilgileri kendi kendilerini yıkabilirler ve bu oluş bizim
dürtü ilgisizliklerinin, işlev için en ağır sonuçlan taşıdığına inanmamıza
izin verir. Fakat bu görüş pek yeni olduğundan henüz kimse onları pratikte
kullanmaya gitmemiştir.
Yeniden özel mazoşizm sorununu inceleyelim, eğer o-nun erotik birleşenlerini
geçici olarak bir yana bırakırsak, mazoşizm bize bir kendini yıkma
eğiliminin varlığını açığa vurur. Yıkma dürtüsü olgusunda ben'in bütün
içgüdüsel dürtüleri içine aldığı (Şu'nun tümünün daha çok burada olduğunu
sanıyoruz) doğru ise, bundan mazoşizmin sadizmden daha eski, olduğu sonucu
çıkar, fakat sadizm dışa doğru çevrilmiş ve saldırgan birniteliğe
bürünmüştür. İlkel yıkma içgüdüsünün bir bölümü içerde kalmış olmalıdır,
fakat, onu ancak şu iki halde görürüz gibi geliyor bize: Erotik dürtülerle
birleşip mazoşizme döndüğünde ya da saldırganlık biçimi altında ve az çok
erotizm yüklü iken, dış dünyayı tehdit ettiğinde. O zaman deriz ki, eğer
saldırganlık dış dünyada doyuma ulaşamazsa, bu belki gerçek engellere
çarpmış olmasındandır; o zaman dışarda kendini göstermekten vazgeçmesi ve
gelip içerde kaynayan kendi kendini yıkma dürtülerinin kütlesini büyütmesi
olasıdır. Az sonra işlerin gerçekten böyle olduğunu ve bu sürece pek büyük
bir önem vermenin uygun olacağını göreceğiz. Karşı gelinen bir saldırganlık
zararlı bir hal alır; her şey kendi yıkımımızı önlemek için, kendi kendini
yıkma eğilimine boyun eğmemek için insanları ve şeyleri yıkmak zorundaymışız
gibi geçer. Ahlakçı için hazin bir oluş!
Fakat ahlakçı daha uzun zaman bizim ileri sürdüklerimizin yalnızca
varsayımlar olduğunu söyliyerek avunacak -tır. Kendi yuvasını yıkmak isteyen
garip bir içgüdü doğrusu bu! Besbelli, şairler bazen benzer şeylerden söz
ederler, fakat herkes şairlerin sorumsuz olduklarını bilir. Yalnız onlar
şairin hoşgörülmesi denilen hakka sahip değil midirler? Kuşkusuz, fizyoloji
bize bir kendi kendini yıkma örneği sunmaktadır: Bu kendi kendim sindiren
mide mukozasıdır. Bu varoluşun kanıtlarının pek eksik olarak ortaya
çıktığını itiraf etmek gerekir.
Böylece bazı talihsiz delilerde cinsel doyumun hayli ağır sonuçlu bir görüş
edinmek için, bazı garip koşullara bağlanması yetecektir. İçgüdülerin daha
derinleştirilmiş bir incelemesinin bizi aydınlatacağına inanıyorum.
İçgüdüler yalnız psişik yaşama egemen olmazlar, bitkisel yaşama da egemen
olurlar. Bu organik içgüdüler özellikle bir noktada dikkatimizi çekmeye hak
kazanırlar. Daha sonra bu sözkonusu noktanın bütün dürtülerde ortaklaşa
olduğunu göreceğiz.
Çünkü bu sonuncuların daima eski bir hali kurmaya eğilimli oldukları ortaya
çıkmaktadır. Bu halin, yıkıldığı andan başlayarak kendisini diriltmeye
çalışan bir içgüdüyü doğurmuş olduğunu, böylece de o yineleme zorlanımı adı
verilen olayları ürettiğini kabul ediyoruz. Embriyoloji bir yineleme
otomatizminden başka bir şey değildir. Hayvan dizisinin pek yukarısında
kaybolmuş organları yeniden yaratma erki bulunur.
Tedavi biliminde çok sayıda iyileştirmeyi korunma, iç-güsüne pek borçluyuz,
fakat bu içgüdü belki yalnızca aşağı hayvanlarda pek iyi gelişmiş bir
yetinin kalıntısıdır. Balıkların, yine kuşkusuz kuşların göç etmesi
kısacası, hayvanlarda içgüdü gösterisi dediğimiz şey, içgüdülerin koruyucu
nitelikleri'ni iyice gösteren yineleme zorlanımı sayesinde olur. Zaten onun
ruh alanında her an açığa vurulduğunu da görüyoruz. İlk çocuklukta içeri
tıkılmış ve unutulmuş o-layların analiz çalışması sırasında düşler ve
tepkiler biçiminde (özellikle bu düşler ve tepkiler aktarmayı
ilgilendirdikleri zaman) yeniden doğdukları dikkatimizi çekmişti.
Bununla birilikte bu geçmiş olayların yeniden görünmeleri haz ilkesi ile
çatışacağa benzer, o zaman yineleme zorlanımı haz ilkesinden daha güçlüdür.
Aslında bunu andıran olgular analiz dışında görünürler. Bazı kimseler
ömürleri boyunca değişmez biçimde aynı zararlı tepkileri yineler; daha
inceden inceye bir gözlem bu gibilerin kendi felâketlerinin bilinçsiz
yaratıcıları olduklarını gösterir. Böyle bir durumda yineleme zoılanimma
şeytansı bir nitelik yakıştırırız.
İçgüdülerin koruyucu olduklarını öğrendik, bize kendi kendini yıkmayı
anlatmak için bu kavram nerden yai'd)m görecektir? Koruyucu içgüdü hangi
eski duruma geri dönmek istemektir? Karşılığı basittir ve bize geniş ufuklar
açmaktadır. Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte,
düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o
zaman bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek
nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması
gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızdaki kendi kendini yıkmayı da bulursak, o
zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan ölüm dürtüsü'nün belirtisi
olarak kabul edebiliriz.
Böylece varlığını kabul ettiğimiz içgüdüleri şu iki gruba ayırabiliriz:
Onlardan daha büyük birlikler kurmak için daima daha çok canlı maddeler
toplamaya eğilim gösteren erotik dürtüler ve bu eğilime karşı duran ve canlı
maddeyi inorganik hale getiren ölüm dürtüleri, Erotik dürtülerle ölüm
dürtüsünün yarışmasından ve çatışmasından yaşamın olayları doğar ki onlara
ölüm son verir.
Belki omuzlarınızı silkerek şöyle diyeceksiniz: «Fakat bize burada
açıkladığınız Schopenhauer'in felsefesidir, bilimsel bir kuram değildir!»
Peki bayanlar, baylar; cesur bir düşünür, sonra acı ve kuru gözlemin
doğrulayacağı şeyi önceden niçin keşfetmemiş olsun? Zaten her şey çoktan
söylenmiş değil midir? Schopenhauer'den önce buna benzer fikirler
yayımlanmamış mıdır? Ayrıca bizim fikirlerimiz tam tamına
Schopenhauer'inkiler de değillerdir. Ölümün, yaşamın birinci amacı olduğunu
ileri sürmüyoruz, ama bu bize önemsenmeyecek gibi de görünmüyor. Herbirine
kendi amaç larmı bırakarak iki temel içgüdünün varlığını kabul ediyoruz. Bu
iki içgüdünün yaşamın süreci boyunca nasıl birbirine karıştığını, ölüm
dürtüsünün, özellikle dışarda saldırganlık biçiminde kendini gösterdiği
zaman Eros'un niyetlerine yardım etmeye gelişini kanıtlamak ilerde yapılacak
çalışmalara ait olacaktır. Biz yeni ufuklar açmış olmakla yetiniyor ve
burada kalıyoruz. Böylece, erotik dürtülerin, onların dahi, yeniden kurmaya
ve canlı maddenin bileşimi ile büyük birlikler yaratmaya eğilimli olup
olmadığını aramaktan vazgeçiyoruz.
İşte üssümüzden biraz uzaktayız ve size gecikmiş olarak şunu söyleyeceğim:
Bu düşüncelerin başlangıç noktası, hatta bizi Ben'le bilinçsizlik arasındaki
bağlantıları gözden geçirmeye, hastanın analiz çalışması sırasında
gösterdiği ve büsbütün bilinçsiz olan direnmenin algılanmasına götüren bu
olmuştur.
Şu var; direnmenin nedenleri, onlar dahi bilinçsiz kalırlar. Bu nedeni ya da
nedenleri araştırmak zorunda kalan biz, büyük bir şaşkınlıkla, onları güçlü
bir cezalanma gereksinimi içinde bulduk. Bu gereksinimi mazoşist istekler
arasına koymamız gerekti. Bu buluşun pratik önemi kuramsal öneminden az
değildir. Çünkü bizim tedavi çabalarımıza hiçbir şey cezalanma
gereksiniminden daha çok karşı koymamaktadır. O, nevroza bağlanmış acıda
kendini doyum yolu bulur. İşte bunun için de hastaya balta olur. Bu etken
bilinçsiz cezalanma gereksinimi, bütün nevroz hastalıklarında belli bir rol
oynar gibi görünmektedir.
Nevrotik bozukluğun yerini başka türden bir nevrotik bozukluğun aldığı,
olguların özel bir şekilde kanıtlayıcı olarak gösterdiği durum budur. Size
bir örnek vereceğim: Orta yaşta bir kız, kendine aşağı yukarı on beş yıldır
acı çektiren ve onun normal bir yaşam sürmesini engelleyen bir semptomlar
karmaşasına tutulmuştu. Sözkonusu semptomları yok etmeyi başardım. Kendini
iyileşmiş duyan kız, taşkın bir hareketlilik gösterdi, zaten gerçek olan
verilerini işlemeye çalıştı, yitirmiş olduğu zamanını yakalamayı ve sonunda
başarıyı ve sevinci tanımayı istedi. Fakat bütün girişimleri başarısızlıkla
sonuçlanıyordu.
Ona başarıya erişemeyecek kadar yaşlı olduğu belirtiliyor, bunu kendisi de
görüyordu. Bütün bu tatsız durumlardan sonra, onun tekrar hastalığına
tutulmuş olduğunu görmek hiç de insanı şaşırtmaz, fakat bu artık
olanaksızdı. Buna karşılık, her hayal kırıldığından sonra bir kaza oluyor,
bu ona acı çektirerek bir zaman faaliyet göstermesini engelliyordu: Düşme,
ayak burkulması, dizini, elini yaralama gibi... Ona bütün bu sözde
rastlantılarda belki de kendisinin bir rol oynamış olduğunu gösterdim. O
zaman sanki taktik değiştirdi. Kazaların yerini aynı fırsatlarda hafif
rahatsızlıklar aldı: Nezle, anjin, gripimsi haller, romatizma şişkinliği. Bu
oluş, bunlara kendisi boyun eğmeyi kabul edinceye dek sürdü. O zaman bütün
bu düzensizlikler durdu.
Fikrimizce, bilinçsiz cezalanma gereksiniminin kaynağıyla ilintili hiçbir
kuşku mümkün olamaz. Bilincin bir parçası, bilincin bilinçsizlik içinde
uzanması gibi davranır ve kuşkusuz onunla aynı kaynaktan çıkar, yani içe
alınmış bir bölüm, benüstünün elegeçirmiş olduğu bir bölüm gibi davranır.
Kelimeleri birbirine uymuyormuş gibi bir «bilinçsiz suçluluk»
gereksiniminden söz edilebilir ve niteleme pratik bakımdan doğrulanır.
Kuramsal bakımdan hâlâ kuşku içinde kalıyoruz: Gerçekten, dış dünyadan
çevrilmiş olan her saldırganlığın, ben-üstü tarafından kendine bağlanıp
Ben'e karşı dikildiğini kabul etmemiz mi gerekir? Yoksa bu saldırganlığın
bir bölümünün Ben'de ve Şu'da garip, kaygüandırıcı ve dilsiz etkinliğini
yıkma içgüdüsü biçimi altında işler mi saymalıyız? Dağılma varsayımı bize en
akla yakını gibi görünmektedir, fakat bütün söyleyeceğimiz bu kadardır.
Benüstünün kuruluşu sırasında, besbellidir ki, bu dayatmanın oluşmasına
katılan saldırganlık parçası, tamamen, anababaya karşı yöneltilen bölüm, dış
güçlükler yüzünden olduğu kadar, çocuğun libidosunun saptanışından dolayı da
dışarda kendini gösterememiştir. İşte benüstünün şiddetinin, eğitimin
sertliğine zorunlu olarak uymasının nedeni budur. Saldırganlığı
içetık-manın, sonraki her fırsatında dürtünün, bu kesin anda, ona açılmış
olan yeni yola girmesi pek mümkündür.
Aşırı büyütülmüş bir bilinçsiz suçluluk duygusuna sahip olan kimseler,
analiz işlemi sırasında pek kötü belirtili olumsuz tedavi tepkisi
gösterirler. Onlar bu semptomun doğrulanmasına katılınca, normal olacağı
gibi, bu semptomdan, geçici bile olsa, bir kaybolma sonucu çıkmaz, tam
tersine, hem semptomun, hem de hastalığın ani bir ağırlaşması doğar. Sık sık
bu hastaların kötüleşme halini görmek için onların, tedavi süresindeki
davranışlarını alkışlamak ya da a-nalizin ilerlemesi konusunda birkaç
cesaretlendirici söz söylemek yeter.
Mesleğe yabancı olan biri, bu hastalarda «iyileşme isteği yoktur»
diyecektir. Psikanalistin gözünde bu davranış, hastalığın acılarını ve onun
karşı çıkardığı engelleri doyuma gelen bilinçsiz suçluluk duygusunun ve onun
ahlakla, pedagojiyle, kriminolojiyle suç işlemeyle bağlantısı bugün
psi-kanaliste bütün öbürlerinden yeğ tuttuğu bir inceleme alanı sunar. îşte
psişik cehennemden çıkınca ansızın genel alan üzerinde buluyoruz kendimizi.
Sizi daha ileri sürüklemeyece-ğim, fakat bugün sizden ayrılmadan önce bir
düşünce çağrışımını bildirmek istiyorum: Biz uygarlığımızın cinsel
eğilimlerin zararları üzerine kurulmuş olduğunu söylemeye alış-mışizdır.
Gerçekten bu eğilimlerin kimileri içetıkılmaya uğramıştır, öbürleri yeni
amaçlar için kullanılmışlardır. Uygarlığın ilerlemesinin bize esinlediği
bütün gurura rağmen onun bütün isteklerine boyun eğmenin ve onun koynunda
rahat içinde yaşamanın pek güç olduğunu itiraf ettik.
İnsanın içgüdülerini baskı altına tutması ağır bir görev değil midir? Cinsel
içgüdüler üzerine söylediklerimiz belki daha iyi bir şekilde saldırma
içgüdüsüne uygulanabilir. Bu sonuncusu ortaklaşa yaşayışı pek çetin kılar,
hatta tehdit o-der.
Toplumun bireyden istediği birinci ve en ağır özveri onu saldırganlığını
sınırlandırmak zorunda bırakmaktır. Bu baş kaldırmanın ezilmesinin ne denli
ustaca yapıldığını görebildik. Tehlikeli saldırgan eğilimleri kendine çeken
benüstünün oluşması sanki ayaklanmanın tehdit ettiği yere birliklerin
yerleştirilmesine eşittir.
Fakat, öte yandan, salt psikolojik bakımdan, Ben'in kendini böyle toplumun
gereksinimlerine feda edilmiş gördüğü zaman, yıkıcı eğilimlere, başkasına
karşı kullanmak istemiş olduğu o saldırganlığa kendisi boyun eğmek zorunda
kaldığı zaman, Ben'in hiç de rahat olmadığını iyi bilmek gerekir. Burada,
organik yaşama egemen olan o ikilemin psişik yaşama bir uygulaması vardır:
Yenmek ya da yenilmek. Bereket versin ki saldırgan dürtüler asla yalnız
değillerdir, daima e-rotik dürtülerle birleşmişlerdir ve insanların yaratmış
olduğu uygarlıkta yatıştırıcı ve koruyucu bir rol bu sonunculara
düşmektedir.