Beyin ve Düşünce İlişkisi
Felsefeciler, sinirbilimciler ve konunun uzmanı olmayan kişiler
bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını uzun süreden beri merak ediyor. Beyin
üzerine yapılan daha kapsamlı araştırmalar sonucunda yüzyıllardır akılları
kurcalayan sorun çözülebilir. Bir binyıl sona erdikten sonra yaşam
bilimlerindeki yanıtlanması gereken sorular listesinin ilk sırasında şu
sorunun geldiği görülüyor: Zihin (düşünce) dediğimiz bir dizi süreç, beyin
adını verdiğimiz organın etkinliğiyle nasıl ortaya çıkıyor?
Aslında bu yeni bir soru değil. Yüzyıllar boyunca aynı soruya şu ya da bu
şekilde farklı çözümler önerildi. Son zamanlarda bu soru hem uzmanların
bilişsel (cognitive) sinirbilimcilerin ve felsefecilerin- hem de zihnin,
özellikle de "bilincin" kökenini merak eden başka kişilerin kafalarını
kurcalıyor.
Bilinç, bugün üzerinde çok durulan bir mesele; çünkü genel anlamıyla
biyoloji -özelde sinirbilim- yaşamın bir sürü sırrını gözle görülür
başarıyla açığa çıkarıyor.
1990'larda -ki bu zaman dilimi "beynin on yılı" olarak adlandırılıyor- beyin
ve zihin hakkında psikolojiyle sinirbilimin tüm geçmiş tarihi boyunca elde
edilen bilgiden fazlası öğrenildi. Bilincin nörobiyolojik temelini
aydınlatmaya yönelik verilen mücadele -buna beden-zihin probleminin başka
bir türü de denilebilir- giderek güçleniyor.
Araştırmanın temel konusu "bilinç" olunca, zihni formüle etmeye çalışan
kişide bu çaba yılgınlık yaratabiliyor. Bazı düşünürler, uzmanlar ve hatta
amatörler sorunun yanıtlanabileceğine inanıyor. Başkaları ise yeni bilgi
akışındaki inanılmaz artış sayesinde, kuram doğru ve kullanılan teknik etkin
oldukça, bilimin saldırısına hiçbir problemin karşı koyamayacağı gibi baş
döndüren bir hisse kapılıyorlar.
Ancak bu tartışmalar, bilincin/zihnin öğeleri olan görme ya da bellek gibi
süreçleri beynin nasıl gerçekleştirdiğini açıklamaya yönelik karşılıklı
fikirler öne sürülmedikçe anlamlı olamaz. Temel sorunlar ve karşı savlar.
Zihnin nasıl oluştuğuna yönelik sağlam bir açıklama belki de çok yakında
yapılacak. Ancak "bilincin/ zihnin" biyolojik temelini araştıranları
bekleyen önemli problemler var. İlk problem, beyin ile ondan türediğini
düşündüğümüz "bilinç/zihin" arasındaki ilişkiyi kurarken hangi perspektiften
bakılacağıyla ilgili.
Herhangi birinin bedeni ile beyni, başkaları tarafından gözlenebilir; oysa
zihin ancak ona sahip olan kişi tarafından incelenebilir. Aynı beden ya da
beyinle uğraşan farklı bireyler, o beyin ya da bedenle ilgili aynı gözlemi
yapabilir; ancak karşılaştırma amacıyla, üçüncü bir şahsın herhangi bir
kişinin zihnini doğrudan gözlem olanağı yoktur.
Beden ve onun bir parçası olan beyin dışa açıktır ve objektif olarak
incelenebilir. Oysa zihin (düşünce) kişiye özeldir, gizlidir, içseldir ve
öznel bir varlıktır. Öyleyse birinci-şahsa ait zihin ile üçüncü-şahsın
bedeni arasındaki bağlantı nasıl ve hangi noktada kurulacak?
Kötümserler Ne Diyor?
Beyni incelemek için beyin taraması ve beyindeki nöronlar arasındaki
elektriksel etkinliği ölçmek gibi çeşitli teknikler kullanılır. Ancak
kötümserler, toplanan bir sürü verinin ancak zihin durumlarını deneştirmeye
(korelasyona) yarayacağını, asıl zihin durumuna ilişkin ise bilgi
veremeyeceğini düşünüyor. Onlara göre yaşayan madde üzerinde yapılan detaylı
gözlemler bizi zihnin (düşüncenin) açıklamasına değil, ancak yaşayan
maddenin detaylarına götürebilir.
Yaşayan maddenin, zihnin ayırtedici bir özelliği olan benlik bilincini
(sense of self) -başka deyişle "zihnimdeki imgeler bana aittir ve benim
perspektifimde oluşmuşlardır" düşüncesini- nasıl yarattığını açıklamak
olanaksızdır. Bu sav -yanlış olmasına karşın- zihni açıklamaya çalışan
birçok umut dolu araştırmacıyı sessiz bırakır.
Kötümserlere göre bilinç-zihin problemini çözmek o kadar güçtür ki, daha
zihinsel süreçlerin, farklı beden durumlarıyla ya da dış dünyadaki
nesnelerle ilgili neden içsel temsiller yarattığını açıklamak bile
olanaksızdır (Felsefeciler zihnin bu temsil yeteneğine karşılık gelen
"amaçlılık (intentionality)" gibi aklı karıştıran bir terim kullanır). Bu
karşıt düşünce de yanlıştır.
Son karşıt düşünce ise şöyledir: Bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını
akılda tasarlamak için yalnızca incelenecek zihnin kendinden
yararlanılabilir. Kendi üzerinde inceleme sürdürülen bir araç -zihin- ile
araştırmayı sürdürmek hem problemin tanımını hem de çözüme yönelik yaklaşımı
büsbütün karmaşık hale getirir. Bize şöyle söylenir: "Gözlemci ve gözlenen
arasındaki bu çatışma nedeniyle, insan zekasının, beynin zihni nasıl
oluşturduğunu tartışması mümkün değildir."
Böyle bir ikilem vardır, ancak bunun üstesinden gelinemeyecek olduğu görüşü
kusurludur. Özetle, bilinç-zihin probleminin benzersiz oluşu ve bu probleme
yaklaşımı karmaşık hale getiren zorluklar iki etki yaratır: Bunlar hem
çözüme ulaşmaya kendini adayan araştırmacıları hayal kırıklığına uğratır,
hem de çözümün bizim sınırlarımızın ötesinde olduğuna körü körüne bağlı
kişileri haklı çıkarır.
Zorlukların Değerlendirilmesi
Beynin yaşayan maddesi üzerinde "zihnin tözünü" açıklamak için araştırma
yapmanın olanaksızlığını düşünen kişiler, yaşayan maddeyle ilgili eldeki
bilginin böyle bir son yargıya varmak için yeterli olduğunu varsayar. Ancak
bu yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü nörobiyolojik olguları daha tam anlamıyla
açıklayamadık.
Moleküler düzeyde nöronların ve sinir hücresi devrelerinin işlevleriyle
ilgili bir sürü detayı aydınlattık. Ancak lokal bir beyin bölgesindeki sinir
hücrelerinin (nöronların) grup halindeki davranışlarını henüz tam anlamıyla
kavrayamadık. Farklı beyin bölgelerinden oluşan daha büyük ölçekli
sistemleri de tam olarak aydınlatamadık.
Birbirinden ayrı beyin bölgeleri arasındaki etkileşimin, her bir bölgenin
tek başına yaptıklarının toplamından daha karmaşık biyolojik durumlar
yarattığı gerçeğini ise yeni yeni anlamaya başladık. Fiziğin biyolojik
olaylarla ilgili açıklamaları da henüz eksik. Öyleyse "Bilinç-zihin problemi
çözümsüzdür, çünkü beyni bütünüyle inceledik ve zihni bulamadık" savı
gülünçtür.
Henüz zihnin ne nörobiyolojisini ne de onun fiziğini bütünüyle
inceleyemedik. Sözgelimi, zihnin tanımı ve duyusal imgelerin zihinde nasıl
kurulduğunu açıklamak için kuantum düzeyinde bir açıklama gerekebilir.
Kuantum fiziğinin zihnin tasarlanmasında bir rolü olabileceği fikrini Oxford
Üniversitesi'nden matematiksel fizikçi Roger Penrose ileri sürdü.
Kuantum düzeyindeki işlemler bizim bir zihne nasıl sahip olduğumuz konusunu
açıklayabilir. Bilinç-zihin problemini bu kadar tuhaf karşılamamız
çoğunlukla bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksiklik hayal gücünü
sınırlar ve olanaklıyı olanaksız gibi gösterir.
Bilim-kurgu yazarı Arthur C. Clark "Yeterince ileri bir teknoloji sihir
gibidir" demiştir. Beynin "teknolojisi" onun "sihirli" olduğunu, en azından
bilinemeyeceğini düşündürecek kadar karmaşıktır. Zihinsel durumlar (mental
states) ile biyolojik/fiziksel olgular arasındaki derin uçurum iki farklı
bilgi edinme yöntemi arasında eşitsizlikten kaynaklanıyor: Bir yanda
yüzyıllar boyunca felsefenin yöntemleriyle (içe bakışla) sağlanan kapsamlı
bir "zihin" kavrayışı, öbür yanda eksik sinirsel bilgiyi kullanarak
biliş*yeteneğini araştıran bilim adamlarının (cognitive scientists)
çabaları.
Ancak nörobiyolojinin bu uçurumu giderememesi için bir neden göremiyorum. Bu
yüzden de, biyolojik süreçlerin aslında zihin süreçlerine karşılık geldiği
konusunda ısrar ediyorum. Bence biyolojik süreçler ayrıntılarıyla
anlaşılınca bunun doğru olduğu görülecek. Zihnin varlığını reddetmiyorum.
Biyolojiye ilişkin gerekli her şeyi öğrenince zihin kavramının yok olacağını
da söylemiyorum. Yalnızca, eşsiz ve değerli, kişiye özgü zihnin de biyolojik
olduğuna ve günün birinde kişisel zihnin (düşüncenin), hem zihinsel hem de
biyolojik çerçevede tanımlanabileceğine inanıyorum.
Bir Diğer Sav
Zihnin kavranmasının olanaksız olduğuna ilişkin bir başka sav da, gözlemci
ile gözlenen arasındaki çatışma nedeniyle insan zekasının kendi zihni
üzerinde inceleme yapamaz olduğudur. Ne var ki zihnin de, beynin de bir
basmakalıp olmadığını bilmek çok önemlidir: İkisi de farklı yapısal
seviyelerden oluşur; en üstteki seviyeler diğer seviyelerin incelenmesine
(gözlenmesine) olanak verecek araçlar sağlar.
Örneğin dil yeteneğimiz, zihnimize, bilgiyi mantık ilkeleriyle
sınıflandırmayı ve kullanmayı bahşetmiştir. Bu da gözlemlerimizin doğru ya
da yanlış olduğunu açıklamak konusunda bize yardımcı olur. İnsan doğasını
bütünüyle açıklamak konusunda alçakgönüllü olmalıyız.