Anlatıcı, Kültürel Hegemonya Ve Tüketim Toplumu

Hakan Övünç Ongur


Insomnia. Uykusuzluk. “Günlük fonksiyonların işleyişinin zarar görmesi ve bir ayı geçkin süre boyunca göze çarpan huzursuzluk ile ilişkilendirilen, uykuya başlamada, uyku durumunu devam ettirmede yaşanan güçlükler veya restoratif olmayan uyku durumu”.16

“Uykusuzluk böyledir işte. Her şey çok uzaklardadır, bir kopyanın kopyasının kopyası gibi. Dünyayla arana öyle bir mesafe sokar ki ne sen bir şeye dokunabilirsin ne de bir şey sana”.

Her şey böyle başlar.

Anlatıcı, yukarıdaki cümleler ile tanımladığı üç haftalık uykusuzluğunun ardından doktora gider. Uykusuzluğun ona acı verdiğini anlatır. İstediği şey basit bir reçetedir aslında. Her biri bir başka renkte sodyum amital bileşiklerinin, barbiturat tuzlarının, seko-barbitallerin üzerinde yazılı olduğu, şifresini yalnızca eczacıların ve tıp eğitimi görmüş olanların çözebileceği, imzalı, damgalı bir kağıt parçasına ihtiyacı vardır. Aldığı onca yıllık eğitimin ardından oynadığı yarı-Tanrıcılık oyununun ayetlerinden birini yazan bir doktora. Bir mucizeye. Acılarını, huzursuzluğunu, uzaklığını giderecek medikal bir mucizeye.

Oysa beklediği, istediği şeyi vermeye niyeti yoktur genç doktorun. “Kediotu çiğne” der anlatıcıya, “daha çok hareket et...” (17) Uykusuzluğun yalnızca bir semptom olduğunu, daha önemli bir şeyin habercisi olduğunu ekler ayrıca. Gerçek acı bu değildir ona göre. Gerçek acının ne olduğunu görmek istiyorsa, salı akşamları beyin parazitlilerinin bir araya geldiği destek grubuna gitmesini önerir. Ya da kemik erimesinden mustarip olanların gittiği gruba. Organik beyinsel bozuklukları olanların yanına. Testisleri alınmış erkeklerin arasına. Kendisinden daha kötü durumda olanların hayatlarına bakmasını ve belki de gerçek acı ile tanışıp kendi eften püften sorunlarına odaklanmamasını tavsiye eder anlatıcıya.

O da bu tavsiyeye uyar.

1. Charles M. Morin, “The Nature of Insomnia and the Need to Refine Our Diagnostic Criteria”, Psychosomatic Medicine, 62 (4), 2000, s. 484.

2. Referans takibinin kolaylığı için, Dövüş Kulübü romanından yapılan alıntılarda yalnızca kitabın sayfa numaraları parantez içinde verilecektir. Tüm alıntılar için: Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü, E. Özsayar (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1996/2001.

Önce kaseti geri saralım.

Etrafınıza bir bakın. Uzaklara değil, yanı başınıza. Yanınızdakilere. Sevdiklerinize. Sevmediklerinize.

Bir gün boyu, bir ay boyu, bir yıl boyu yaptıklarınıza bir göz atın.

Ne kadar farklılar birbirlerinden? Hangi ince çizgi ayırıyor onları, diğerlerinden? Aynada gördükleriniz ile dışarıda seyrettikleriniz arasında nasıl bir fark var? Aynadakilere dokunmak kadar imkanlı değil mi karşınızdakilere dokunmak?

Hadi mesafelerden bahsedelim. Kendinize ne kadar yakınsınız? Karşınızdakilere ne kadar uzak? Bir telefon kadar yakınken televizyondan izlediğiniz sunucuya; ne kadar uzağındasınız yapmak istediklerinizin? Bir dua ile iletişime geçebiliyorken inandığınızla; en son ne zaman çıktı ağzınızdan en dürüst kelimeler karşınızdakilere, kendinize?

Siz bu kadar uzakken her şeye, her şey ne kadar yakın birbirine? Benzerlik neden bu kadar güven veriyor insanlara? Güven neden bu kadar önemli, başı sonu belli olan bu iletişimsizlikte?

Kopyaların kopyalarının kopyaları...

Anlatıcının uykusuzluk tanımını hatırladınız mı?

Toplumsal bir insomnia bizimkisi. Anlatıcının bu kısa hikayesinde tasvir edilen her şey, kişiselleştirilen her benzetme, bir toplum hikayesi aslında. Toplumun yarattığı bizlere karşı bizim yarattığımız toplum. Ya da aralarında her ne fark varsa, işte ondan bahsediyor Dövüş Kulübü. Kendine yabancılaşmış bir bireye karşı bireylerine yabancılaşmış bir toplum. Ve bu ikilemin tam ortasında: tüketim.

Anlatıcının işi, çokuluslu bir araba firmasında ürün iptal koordinatörlüğüdür. Çalıştığı firmanın ürettiği arabaların yaptığı kazalar sonrası, o kazalarda meydana gelen hasarlar hakkında raporlar yazar, notlar tutar. Sonraları “Hayatınızı mahvetmenin en iyi yolu not tutmaktır”18 diyecek olan Chuck Palahniuk’in ilk ana karakteridir o ve sahiden de hayatını mahvetmekle meşguldür.

Bir şehirden başka bir şehre aralıksız yolculuklar yapar. Bir saat önce başka bir saat diliminde, bir saat sonra başka bir saat dilimindedir. Uçaklar, birer taksiye dönüşmüştür onun için. Zaman ve mekan bir konserve kutusunda bir arada saklanmaktadır sanki.

Gittiği şehirlerde sadece bir günlüğüne bulunur. Uçaktan iner. Kaza yerlerine gider. Raporları hazırlar. Onun için ayrılan otele giriş yapar. Odasına girer. Televizyonu açar. Duş alır. Yatağa uzanır. Uyumaya çalışır. Çoğunlukla beceremez.

Yaptığı iş mekaniktir. Kaza geçiren bir kümedeki araç sayısını tespit eder, bu rakamı araçların tahmini arıza sıklığı ve sorunu mahkeme dışında çözmek için gereken ortalama tazminat ile çarpar. Eğer bu işlemler sonucunda ortaya çıkan rakam, araçları geri çekme maliyetinden büyükse araçları geri çekme, küçükse geri çekmeme yönünde görüş bildirir.

O bir makinedir. On sekizinci yüzyıl Sanayi Devrimi ile kas gücünün yerine geçen, hesaplayabilme becerisinin yüzü ak bir göstergesidir. Kimliksizdir. Adsızdır. Yönsüzdür. Dayanaksızdır. Kolayca tüketilebilir. Yerine yenisi getirilebilir. Onu diğerlerinden ayıran şey... yoktur. Bir enformasyon bombardımanında, yere yatmış, elleriyle kafasını korumaya çalışan, işgal altında bir bireydir o.

“İstediğim şeyler gün geçtikçe hep istemeye eğitilmiş olduğum şeylermiş gibi görünmeye başladı. Herkesin istediği şeylerdi bunlar”.19

“İstediğimle, istemeye koşullandırıldığım şey arasındaki farkı kestiremiyorum. Gerçekte istediğim şeyle, istemeye zorlandığım şeyin ne olduğunu söyleyemiyorum. Sözünü ettiğim şey özgür irade”.20

Anlatıcının özgür iradesi var mıdır?

“Biz bu dünyanın bize söylediği oluruz”.21

Gelin anlatıcının evine bir göz atalım. “Ev dediğim, bir gökdelenin on beşinci katındaki bir [daire]; dullar ve genç profesyoneller için bir çeşit dosya dolabı.” (39) Yan odadan ya da yukarıdan/aşağıdan gelen her türlü sese karşı korumalı. Kalın duvarlı. Camları açılmayan. Klimalı. Işık düzeyini kendisi otomatik olarak ayarlayan. Hava geçirmez. Dışarıdan tümüyle korunaklı. Toplum ile sahibi arasında var olabilecek her türlü ilişkiyi kesmeye programlı. Bireyselleşmeye açılan bir kapı; ya da, “sözde bireyselleşmeye” (pseudo individualization).

Ve mobilyaları. Somon çürüğü bir ying ve turuncu bir yang deseni oluşturacak biçimde tasarlanmış Njurunda sehpaları. Erika Pekkari imzalı Haparanda koltuk takımı. Johanneshov koltuğu. Strirıne koltuk örtüleri. Rislampa/Har kağıt lambaları. Alle çatalbıçak takımı. Vild ayaklı saat. Klipsk kitap rafları. Hemlig şapka kutuları. Yedi değişik renkte (orkide, fuşya, kobalt, fildişi, siyah, yumurta kabuğu ve koyu kırmızı) Mommala yorgan takımı. Kalix mobilya cilası. Steg zigon.

“[Onları] almazsam ölürdüm.” (42)

“Bütün bunları satın almak için ömrümü verdim ben.” (42)

Siz vermediniz mi?

“Bu... yuva yapma içgüdülerine tutsak düşen bir tek ben [değilim]. Eskiden tuvalete porno dergileriyle giren tanıdıklarım, şimdi IKEA mobilya kataloğuyla giriyorlar. Hepimizde... aynı kağıt lambalardan var. Mobilya satın alırsınız. Sonra hayallerinizdeki yatak. Perdeler. Halılar.” (41-42)

Hadi listeyi biraz daha uzatalım. Kaç yıldır çalışıyorsunuz kullandığınız araba için? Ne kadar faiz ödüyorsunuz ev kredinize? Kaç patron fırçası daha yemeniz gerekiyor yeni taktıracağınız çelik kapı için? Nefret ettiğiniz kaç insana efendim diye hitap ediyorsunuz, henüz izlemediğiniz ve muhtemelen de hiç izlemeyeceğiniz ama zamanında sadece on iki dakikada tamamını internetten indirdiğiniz bir film için? Kaç bayram geçirdiniz sevdiğiniz bir çocuğa harçlık vermeden, mağazadan çıkar çıkmaz aynısını başkasının üzerinde gördüğünüz o harika kazağı almak için? Kaç işgünü uzaklıktasınız hep hayalini kurduğunuz o tatile?

Ne kadar farklı verilen cevaplar birbirinden?

Adınız ne kadar etkiliyor toplumdaki yerinizi? Siz olmasaydınız ne olurdu sahi? Hangi işleyişine zarar gelirdi büyük resmin? “Mekanik uygarlık”ta yeriniz, rolünüz ne sizin? Biyolojik olarak sizi sevmeye programlı olanların dışında, kaç insan gerçekten etkilenir ölümünüzden? Adınızı kim hatırlar bir nesil sonra?

Tıpkı sizinki gibi, anlatıcının da adı önemli değildir bu yüzden.24 Postscriptum.O, tüketimin kilit rol oynadığı bir toplumsal ilişki(sizlik)ler ağının, herhangi bir ferdidir sadece. İster bu yapıya Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in izinden gidip kültür endüstrisi26 (the culture industry) ismini verin, ister onu Guy Debord gibi gösteri toplumu27 (la societe du spectacle / society of the spectacle) olarak niteleyin, isterseniz de Jean Baudrillardcı bir bakış açısıyla tüketim toplumu28 (consumer society) ile özdeşleştirin. Burada isimlerin hiçbir önemi yoktur. İçinde bulunulan zamanı modern, geçmodern veya postmodern diye adlandırmak bir fark yaratmaz. Burada sıfatların da bir önemi yoktur. Önemli olan tek şey, şu anda içinde yaşanılan ve tüketim kavramını merkez dinamiklerine yerleştirmiş toplumun, tüm bu sayılanların bir örneği, melezi ve karışımı olduğu ve her şeyin üzerinde egemenlik kurduğudur.

3. Chuck Palahniuk, ninni, F. U. Irıklı (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2002/2007, s. 210.

4. Chuck Palahniuk, Görünmez Canavarlar, F. U. Irıklı (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1999/2004, s. 153.

5. Chuck Palahniuk, ninni... s. 223.

6. Ergin Yıldızoğlu, Köpeğin Ahlakı: Estetik, Otonomi ve Siyaset Üzerine, İstanbul, Gri Yayınevi, 2005, s. 7.

7. Theodor W. Adorno, “On Popular Music”, R. Leppert (der.), Essays On Music, S. H. Gillespie (çev.), Berkeley, University of California Press, 2002 içinde, s. 445.

8. Ivan Chtcheglov, “Formulary For A New Urbanism”, K. Knabb (der.), Situationist International: Anthology, Berkeley, Bureau of Public Secrets, 1953/2006.

9. Cynthia Kuhn, “I Am Marla’s Monstrous Wound: Fight Club and the Gothic”, C. Kuhn ve L. Rubin (der.), Reading Chuck Palahniuk: American Monsters and Literary Mayhem, Londra, Routledge, 2009 içinde, s. 40.

10. Jacques Derrida, isim Hariç, D. Eryar (çev.), İstanbul, Kabalcı Yayınları, 1993/2008.

11. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul, Kabalcı Yayınları, 1944/2010.

12. Guy Debord, Gösteri Toplumu ve Yorumlar, A. Ekmekçi ve O. Taşkent (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1967/2006.

13. Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu: Söylenceleri / Yapıları, H. Dileçaylı ve F. Keskin (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1970/2008.

Geçen yüzyılın başlarına kadar tüketim, neredeyse tamamen ekonomik bir olgu olarak kabul ediliyordu: üretilen malların, belli bir değişim değeri (para) karşılığında, üreticiden tüketiciye geçmesi işlemi.29 Tümüyle rasyonel/hesap edebilir kabul edilen tüketiciler, kapitalist piyasanın gizli eli tarafından düzenlenen ve bu düzenlenişi herkesi eşit ölçüde tatmin eden, belli bir değer karşılığında, tüketim mallarını üreticilerden elde ediyor; işlemin her iki tarafı da, bundan belli bir yarar sağlamış kabul ediliyordu. Ancak sonraları, aslında “tüketimin her zaman ve her yerde kültürel bir işlem olduğu”30 fark edildi ve tüketim olgusu, sosyal teorinin ilgi alanına, “yalnızca yararcılık açısından ve ekonomik bir süreç olarak değil, gösterge ve sembollerin de içinde olduğu bir sosyal ve kültürel süreç olarak”31 dahil edildi.

Dövüş Kulübü’nün anlatıcısının da içinde ister istemez yer aldığı, basitçe tüketim kavramının yarattığı ayrı ve özel bir kültür olarak tanımlanabilecek tüketici kültürü (consumer culture) kavramı ise “modern dönem boyunca Batı’da gelişen baskın bir kültürel yeniden[üretimi]”temsil eder hale geldi.

Modern dönem gönderimini içine alan zaman dilimi üzerine kafa yormak için tüketimin saf gereksinimlerin tüketimi boyutundan çıkıp semboller ve göstergelerle arzu edilen başka bir boyuta geçişine de göz atmak gerekiyor. Burada karşılaşılabilecek sorun şu ki, tüketim, her ne kadar özellikle 1980’lerdeki küreselleşme dalgası ve hemen her akademik makalenin kendisi ile birlikte anıldığı dönemde popüler bir ivme yakalamış olsa da, doğrudan tüketim olgusunu kuramsallaştıran bir teoriden söz etmek şu an için mümkün görünmüyor. Bu nedenle, Robert Bocock’ı takip edip farklı dönemlere ait tüketim modelleri ve yaratılan tüketici kültürlerini, birbirlerine bağlı teorik çalışmalarla gözlemlemek daha yararlı olabilir.

1993 tarihli Consumption (Tüketim) kitabında sunduğu modele göre Bocock, tüketimin ekonomik bir olgudan kültürel bir olguya dönüşüm tarihini, on yedinci yüzyıl Aydınlanma’sına kadar götürür.33 Bilhassa Batı Avrupa sahnesinde insan aklının üstünlüğünü, rasyonelliği, sekülarizmi, doğadan yararlanmayı ve bilimsel gelişmeyi öne çıkarması ile yüceltilen ve toplumsal düzenlenişin meşrulaştırılmasını bu değerlere bağlayan Aydınlanma ruhu34, modernolanın tanımında kilit rol oynar. Tüm bu değerlerin ve modernolanın altında ise merkantilizm ile başlayıp kapitalizm ile doruğuna ulaşan feodalitenin (derebeyliğin) yıkım süreci ve kapitalist söylem yer alır.35 Sınırlı bir üretimi hedefleyebilen feodalizmin, üretim verimliliğini ve kar elde etmeyi odak haline getiren kapitalizme dönüşümünde rol oynayan kilit gelişmeler şu şekilde sıralanabilir: şehirli nüfusun artışı ve sermaye sahipliği; toplumun tüm kesimlerini içine alacak kadar geniş bir kullanım ağına sahip, para, hukuk ve muhasebe sistemleri; yeterli bilim ve teknoloji; ve yığınları kontrol altına alabilecek silahlı güçlerin varlığı.36 Ancak Max Weber’e göre bu dönüşümü tetikleyen en önemli faktör, kapitalizme ruhunu/kültürel altyapısını sağlayan Protestanlık, bilhassa da çileci Kalvenizmdir.Her ne kadar Weber’in rasyonel kapitalizm değerlendirmesi eleştirilere son derece açık olsa ve bu rasyonel argümanını aşkın/mezhepsel gerekçelere dayandırsa da, reform sonrası ortaya çıkan Kalvenizmin lüks ve zevki gündelik hayattan dışlayan, disiplinli çalışmayı hayatın merkezine koyan ve daha önemlisi, kazanılanın harcanması yerine biriktirilip yeni işlerde değerlendirilmesini salık veren diskuru içinde, kapitalist üretimin ve yeniden üretimin anlaşılması pekala sağlanabilir.38

Peki, püriten bir mezhebin üretim odaklı mantığının katkılarıyla doğduğu kabul edilse bile, rasyonel tarzda bu kapitalist üretimin, yıllar içerisinde tüketim temelli bir hale geldiği önermesi nasıl açıklanmalıdır? Burada, Thorstein Veblen’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, Kuzey Amerikalı zenginler ve onların gösterişli tüketim (conspicuous consumption) modellerini incelediği, 1912 tarihli kitabı öne çıkarılabilir.39 Bu kitapta incelendiği üzere, Yeni Dünya’da yavaş yavaş belirmeye başlayan ve neredeyse yalnızca lüks tüketim alışkanlıkları ile öne çıkan küçük bir burjuva sınıfı, tüketimi saygı uyandıran bir yaşam tarzı ve zengin beyaz erkeğin (kadını aracılığıyla) gösteriş aracı haline getirmiş, dolayısıyla belki de tarihteki ilk tüketici sosyal sınıf haline gelmiştir. Bu sınıfı kısa bir zaman dilimi içinde Avrupalı zenginler (özellikle Almanlar) takip etmiş; büyük metropollerde şehirlilik arttıkça, tüketim tarzlarında da farklılaşmalar ve elbette artışlar meydana gelmiştir.40 Bu gelişmeleri, üretim tarzında standardizasyonu (tek tipleşmeyi) getirmesine karşın, işçi ücretlerinde artışa giderek tüketimi de körükleyen Fordizm akımı ve bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası Kuzey Amerika ve Avrupa’da patlama yapan kitlesel tüketim izlemiştir.41 Kısacası, önce küçük bir burjuva toplumuna ait olan tüketici kültürü, kısa süre içerisinde kitlesel bir fenomene dönüşmüş ve dünyayı etkisi altına almayı başarmıştır.

Weber’in sosyal statü grupları tezi akılda tutulur ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk tüketici sınıfının kökenlerinin İngiltere ve Hollanda’dan göç eden Protestanlar olduğu anımsanırsa, kapitalist üretimin kapitalist tüketime evrilmesini, kimlik kavramı üzerinden açıklamak daha anlamlı hale gelebilir. Sanayi Devrimi sonrasında, üretimin tavan yaptığı dönemde, kitleler ve sosyal gruplar (belki de sınıflar), kimliklerini ürettiklerine göre belirlerken (ya da kimlikleri, ürettiklerine göre başka gruplarca, onlar adına, belirlenirken); yirminci yüzyılın ortalarından itibaren dünya genelinde kimlik tanımı tüketilen ürünler ile yapılmaya başlanmıştır. Bir başka deyişle, 1950’lerden itibaren grupların iç dinamiklerini belirleyen ana faktör, tüketilebilen maddeler ve o gruba ait statüyü imleyen tüketici kültürü haline gelmiştir.42 Eğer Charles Taylor’un söylediği gibi, “kimliğimizin bir kısmı fark edilirlik veya onun yokluğu tarafından şekillendiriliyor”43 ise tüketim artık bir fark edilirlik (recognition) aracı olmuştur. Kim olduğumuz, bizi diğer insanlardan neyin ayırdığı ve bir topluluk içerisinde bizi fark edilir kılanın ne olduğu, belli bir zaman diliminden itibaren tükettiğimiz mallar ve hizmetler tarafından belirlenir hale gelmiştir.

İşte bu tüketimfark edilmekimlik ilişkisi, Mike Featherstone’a göre Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru, deyim yerindeyse alev alan küreselleşme ile birlikte doruğuna ulaşmıştır: Değişmeyen statü grupları ya da toplumu parçalara ayıran sınıfsal yapılanmaların yerini, bireysel ‘hayat tarzları’nın belirleyici olduğu bir (sözde) bireyselci tüketici kültürü almıştır.44 Postmodern olarak tanımlanan bu yeni tüketici kültürü, sürekli değişen tüketici profilleri, yeni demografiler, satın alma güçleri olmasa dahi tüketimin hedefi haline getirilen grupları (çocuklar, işsizler, vs.) ve elbette sosyokültürel faktörlerin yerini alan sembolpazarlamacılığı ile modern öncülünden ayrılır hale gelmiştir. Üretmeyenlerin de tüketime aktif olarak katılması, postmodern adı verilen yeni kimlik kazanımlarında tüketim faktörünün önemini daha da arttırmıştır.

Yine de bu durumda bahsedilmeden geçilmemesi gereken bir nokta daha var. Bugünkü tüketici kalıplarını anlamak için Featherstone’un izinden gidip tüketicilere postmodern sıfatını uygun görmek, anaakım postmodernizmin öngörebileceği şekilde, kapitalizmin hükümranlığının sona erdiği olarak anlaşılmamalıdır. Şu ana kadar anlatılanlardan da çıkarılabileceği gibi, tüketimin kendisi bir ideoloji olmak için, hele ki kapitalizmin yerini alacak bir egemenlik yaratmak için, fazlasıyla başka faktörlere bağlı ve bu anlamda da kısır bir olgudur. Bu sebepten, “tüketimi sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamın tek amacı değil, insan yaşamının mutluluğu için bir araç olarak”45 saptamak (ya da böyle pazarlandığını görmek) ve kapitalist geleneğin bir aracı olarak algılamak hala daha mantıklı olacaktır.

14. Deaton Angus, Understanding Consumption, Oxford, Oxford University Press, 1992, s. 143.

15. Don Slater, Consumer Culture and Modernity, Cambridge, Polity Press, 1997/2003, s. 8.

16. Robert Bocock, Tüketim, İ. Kutluk (çev.), Ankara, Dost Kitabevi, 1993/2009, s. 13.

17. Don Slater, Consumer... s. 8.

18. Robert Bocock, Tüketim... s. 20-41.

19. Peter Gay, The Enlightenment: An Interpretation The Science of Freedom, New York, W.W. Norton Co., 1969/1996, s. 24-55.

20. Robert Wuthnow, Communities of Discourse: Ideology and Social Structure In the Reformation, the Enlightenment and the European Socialism, Massachusetts, Harvard University Press, 1989/1993, s. 157-290.

21. Robert Bocock, Tüketim... s. 45.

22. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Z. Aruoba (çev.), İstanbul, Hil Yayınları, 1905/1997, s. 41-68.

23. Robert Bocock, Tüketim. s. 21-23.

24. Thorstein Veblen, The Theory of the Leisure Class, M. Banta (der.), Oxford, Oxford University Press, 1912/2008.

25. Robert Bocock, Tüketim. s. 24-30.

26. David Forgacs, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, İ. Yıldız (çev.), Ankara, Dipnot Yayınları, 2000/2010, s. 341-371.

27. Anthony Giddens, Modernity and SelfIdentity: Self and Society In the LateModern Age, Stanford, Stanford University Press, 1991, s. 181-208.

28. Charles Taylor, “The Politics of Recognition”, A. Heble, D. P. Perınee ve J. R. Struthers (der.), New Contexts of Canadian Criticism, Ontario, Broadview Press, 1997 içinde, s. 98.

29. Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, M. Küçük (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1991/2005, s. 140-157.

30. Robert Bocock, Tüketim... s. 17.

 

Tüketimin ne anlam ifade ettiğini aşağı yukarı çözmeye çalıştık, ama hala kilit bir soruya yanıt vermedik: İnsan neden tüketir?

Aslında hep tüketmiştir. O, doğuştan bir tüketicidir. Gereksinimleri vardır ve bu gereksinimleri karşılamak için ihtiyaç duyduğu şeyleri bulur, yapar, yaptırır, satın alır, sömürür ve en nihayetinde, tüketir. Ancak bu doğal aktivitenin ona bir kimlik kazandırması, yukarıda da bahsedildiği gibi, yirminci yüzyıl ile birlikte ortaya çıkan tarihsel bir olgudur. Bu yüzden, belki de soruyu şu şekilde sormak daha mantıklı olacaktır: İnsanın, kendi kimliğini içinde arayacağı bir kavram olarak tüketime dahil olmasının altında yatan sebep(ler) ne olabilir? Eğer bu soruya anlamlı bir yanıt bulabilirsek, anlatıcının içinde bulunduğu koşulları ve düzeni algılamaya biraz daha yaklaşabiliriz.

Tüketimin henüz etkin bir şekilde kuramsallaştırılmış bir kavram olmaması, esas soruya yanıt bulmak için başka toplumsal teorilerden yardım almayı gerektiriyor. Bocock, insanın tüketim güdüsünü, Marksist teoriye ve onun öne sürdüğü yabancılaşma (alienation) kavramına dayanarak açıklamaya çalışıyor.46 Bunu yaparken, genellikle Leninizm ile karıştırılan politik-ideolojik Marksizmin yerine, bizzat Karl Marx’ın ekonomik olduğu kadar sosyokültürel bir boyutu da olan Marksist kuramını merkeze alıyor. Marksist kuramın yüzlerce cilde sığmayan değerlendirmelerini, burada tekrarlamak elbette söz konusu veya gerekli değil. Basitçe iddia edilebilirse, Marksizm, toplumsal gelişmenin ve tarihsel ilerlemenin temeli olarak ekonomik ilişkileri görüyor: Bir toplumun maddi üretim ilişkilerindeki değişiklikler (tarihsel materyaller), o toplumun şekillenişinde ana rolü oynar kabul ediliyor. Bu nedenle Marx, analizini üretim modelleri, bilhassa da Sanayi Devrimi’nden sonra merkez model hale gelen kapitalizm üzerine yoğunlaştırıyor.

Aslında Marx’a göre “Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, derebeyi ve serf, lonca üyesi usta ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen, sürekli bir karşıtlık içinde”47 bulunmuştur. Kapitalizmi, öncüllerinden ayıran özellik, bu sınıf tarihi mücadelelerini, üreten (işçi) ile ürettiren (sermaye sahibi) arasında yaşatmasındadır. Tamamen kar odaklı bu düzende sermaye sahibi, kar elde etme amacı ile işçilerin ürettiklerinden artıdeğer sağlar. Marksist teoride kilit rol oynayan artıdeğer kavramı, üretilen malların değeri ile bu malların üretimi için sermaye sahibi tarafından işçiye ödenen ücret arasındaki fark ile açıklanır.48 Aslında uygarlığın ilerlemesi için artıdeğer’e illa ki ihtiyaç vardır. Ancak buradaki sorun, malların üretimi ile satışı arasında kalan bu değerin, topluma hiçbir şekilde geri kazandırılmadan, doğrudan sermayenin cebine girmesidir. Eğer Marksizmin savunduğu bir genel ahlak anlayışı varsa ki Norman Geras’a göre bu, diğer birçok şeyle birlikte, özellikle insanlık onurunun, koşulsuz toplumsal barışın ve insanın kendini gerçekleştirmesinin garanti altına alınması olabilir49 bu anlayış dahilinde artıdeğer, yalnızca toplumsal ahlakın çözülmesinin değil, aynı zamanda işçinin kendine yabancılaşmasının da temelinde yer alır.

Kendine yabancılaşma nasıl meydana gelir? Charlie Chaplin filmlerinden hatırlayacağınız basit bir üretim sekansı hayal edin. Dur durak vermeden ilerleyen bir tezgah, tezgahın üzerinden aynı aralıklarla geçen ürünler, tezgahın arkasında bekleyip her geçen ürüne aynı işlemi yapmakla (vidalamak, parlatmak, yağlamak, bir şeyler eklemek, vs.) yükümlü işçiler ve en nihayetinde meydana çıkan eksiksiz üretim malları. Tüm bu işlem sırasında en kritik rolü oynayan işçinin yerine koyun kendinizi. Mesela pahalı bir araba fabrikasında çalışıyor olun. Ellerinizde şekillenen onlarca arabanın bir tanesinin satıldığı fiyatla, günlük, haftalık ya da aylık elinize geçen parayı karşılaştırın şimdi de. Marksist teorinin bu karşılaştırma sonucunda sizden görmenizi istediği şey, o arabaları yapan işçiler olarak sizlerin de, artık o ürünün yapımında yer eden (bir tekerlek gibi, jantlar gibi, motor gibi, koltuklar gibi) bir nesne olduğunuzdanBöylelikle, yabancılaşmanın ilk adımı olan nesneleşme (objectification) gerçekleşmiş olur.

Marksizmin sizden görmenizi beklediği bir diğer şey ise yine yukarıda anlatılana benzer bir üretim sahnesinde ve şüphesiz sonrasında da, işçiler olarak sizlerin, birbiriniz arasındaki iletişim(sizlik)tir.Unutulmamalı ki, kar odaklı kapitalizmi ayakta tutan en önemli motiflerden biri de rekabettir. Rekabet yalnızca sermaye sahipleri arasındaki tekel elde etme savaşlarında yaşanmaz. Kapitalizmin ve sermayenin kurnazlığı, kendi bağlamındaki rekabet rejimini, üstelik de yaşama pozitif değer katan bir olgu gibi, işçiler arası ilişkilere de dayatabilmiş olmasıdır.53 Bu manipüle edilmiş rekabet kültürü, işçinin kendine yabancılaşmasının ikinci adımını da oluşturmuş olur. Buna göre işçiler (proletarya), sermaye sahiplerinin gözüne girmek adına, birbirlerinden uzaklaşır (estrangement). Tıpkı herhangi bir bireyin toplumdan kopuk yaşamasının doğuracağı sonuçlar gibi, bu durum da hem (sözde) bireyselleşmeye hem de yabancılaşmanın son adımı olan türüne yabancılaşmaya (alienation from species55) giden yolları açar.

Nesneleşmiş ve diğer işçilerden (kendi sınıfından) uzaklaşmış işçi, artık üretim sürecinin mekanik bir parçasıdır. Hislere ve duygulara profesyonellikte yer olmadığı için duyguları yok kabul edilir. İhtiyaçları zaten maaşı ile karşılanıyordun Batı Avrupa’nın genelinde, en azından on dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra56, öğle yemekleri, kumanyaları, hatta belki iş yerlerine ulaşım imkanları dahi sağlanmıştır. Bugünlerde ise bir takımın parçası olduğunu unutmasın diye, türdeşleriyle birlikte bowling oynamaya, takım ruhunu yücelten eğitici seminerlere katılmaya ve çalıştığı yer ve kişilerle bir bütün (yeni bir tür aile) olduğu fikrini kanıksamaya başlamıştır. Artık iş dışında bir hayatı olmasa da olur. İşçide yaratıcı aktivitenin kaybı (the loss of Creative activity—) hepsiyle beraber gelir. Yapması gereken işler önceden belirlenmiş ve mekanikleştirilmiş olan işçinin yaratıcılığına ve ruhuna gerek kalmaz. Artık emek araçsallaştırılmıştır. Hayatının büyük bir bölümünü (kaba bir hesapla üçte birini) geçirdiği işi sırasında işçi ise kendine/insanlığına yabancılaşmıştır.

Bir havaalanından diğerine yol alırken, arada şahit olduğu feci kazaları hiçbir duygu gösterisine mahal vermeden rapor eden anlatıcıyı getirin aklınıza.

Aslında Marksist teorinin anlattığı yabancılaşma kavramı bu noktaya kadardır. İşçileri yabancılaştıran ve parayı elinde tutan sermaye, bilhassa “modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, sonunda, modern temsili devlette, tüm siyasal egemenliği ele [geçirmiştir]. Modern devlet iktidarı, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir”.58 Başta ekonomi (üretim şekilleri) olmak üzere, siyaset, ahlak, aile ve birey de sermayenin elindedir artık. On dokuzuncu yüzyılı neredeyse savaşsız, bolca sömürgeleştirme hamleleriyle ve elbette piyasanın kendi kendini düzenlemesi diskuruyla geçiren sermaye, tıkandığı noktada savaşları patlatır.59 Dünyanın genelindeki üretici (işçi) sınıf(ı), artık savaşan (asker) sınıf(ı) haline getirilmiştir. İki dünya savaşı boyunca, devletin silah ve yaptırım gücünü de kontrol eden sermaye, işçilere asker rolünü uygun görmüştür.

Ama neden? Üretime ve mallarını ürettirdiği işçilere ve elbette bu ikisi arasındaki farkın getirdiği artıdeğere muhtaç gözüken kapitalizm, neden bir anda üreticilerini, eli silahlı erlere dönüştürmüştür? Bir başka deyişle, artık üretime değil, üretilenin yıkımına yapılan bu yatırımın sebebi nedir?

Bu soruların yanıtları, David Harvey’nin sermaye birikimi (capital accumulation) teorisinde bulunabilir. Harvey’nin teorisi, Marksist bir bakış açısı ve doğrusal bir tarih anlayışı içerisinde, kapitalizmin olası çözülüşünü arar. Ona göre sermaye, “kendi ayrı coğrafyasını oluşturacak şekilde zaman ve mekan içinde”60 hareket edebilen bir yapıdır. Bu yapının çıkış noktası, elbette üretim için zenginlerin ellerinde tuttukları yatırım parasıdır. Bu paranın sermaye haline gelmesi, karşılanan işçi ücretleri ve üretim araçları ile sağlanır. Bunun sonucunda yalnızca üretilen mal veya hizmetler değil, aynı zamanda kapitalizmin esas hedefi olan (artıdeğer kaynaklı) kar da elde edilmiş olur. Bu çevrimin (para-sermaye-kar) sürekliliği adına, karın elde edilmesi şarttır. Ne kadar fazla kar elde edilirse, çevrimin başka ürünler/hizmetler için tekrarı o kadar olasılık dahilinde olacaktır. Elde edilen kar, bir kez daha işçi ücretlerini ve üretim araçlarını sağlamakta kullanılıp sermaye haline getirilir ve en nihayetinde yeni ürün/hizmet ve yeni kar elde edilir. Çevrim böylelikle sürer gider. Her yeni çevrim, yeni bir sermayenin oluşumuna neden olacağı (böyle istendiği) için, bir müddet sonra malların, hizmetlerin, yeni anaparaların ve sermayenin biriktiği gözlemlenir. Bu öylesine güçlü bir arzudur ki, “devlet, kapitalistlerin faaliyetlerine karşı düşmanca ya da kayıtsız bir tutum takındığında devletin koyduğu kanunlara karşı gelebilirler. Bu kanunsuzluk, güçlü kapitalist devletlerde bile mafya, uyuşturucu kartelleri ve benzeri gibi sapkın formlara dönüşebilir”.61

Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus, bu çevrim teorisinin, biriken sermaye miktarına karşı olan hassasiyetidir. Sermayenin kontrol altına almaya çalıştığı zaman ve mekan olguları, sürekli sermaye birikimini arzu etmez.62 Bunun ana nedeni, her iki faktörün de sınırlı oluşudur. Sınırlı zamanın ve sınırlı mekanın tüketemediği fazla üretim malları ve sermaye için, ilk çözüm olarak zaman ve mekanı olabildiğinde genişletmek akla gelir (“temporal deferral and geographical expansion”). Dünya tarihinde sömürgecilik sürecinin başlaması ile kapitalizmin gelişmesi arasındaki paralellik, bu çözüme güzel ve bir o kadar da kanlı bir örnek oluşturur. Yeni elde edilen yerler, devletler için bir gösteriş kaynağı olmanın çok ötesinde, ulusal sermaye için, sermaye birikimini yeniden değerlendirme kaynağıdır da aynı zamanda. Belçikalı De Beers mücevher üreticileri ile Sierra Leone tarihi arasındaki yakınlık, böyle bir ilişkinin sıradan bir göstergesidir yalnızca. Günümüzde bu sorun, eskiden olduğu gibi doğrudan kanlı yöntemleri talep eden çözümleri gerektirmez. 1980’lerden itibaren günlük dile de yerleşen küreselleşme ile artık küçük işletmeciler ve hatta bireylerin sermayeleri bile, zamansız ve mekansız bir ortamda değerlendirilebilmektedir (“zaman-mekan sıkışması”64). Sermaye kendi yarattığı zamanları ve mekanları, neredeyse, sınırsız bir hale getirmeyi başarabilmiştir.

Esas sorumuzun başlangıç noktasına, iki dünya savaşı sırasında üretici işçilerin birer askere dönüştürülmesinin nedenine, geri dönersek, henüz sermayenin elinde o günün işçileri tarafından da pohpohlanan bir küreselleşme aygıtının olmadığının farkına varmakta gecikmeyiz. Yirminci yüzyılın başlarının bir diğer özelliğinin de, özellikle kısa süre önce birliklerini sağlayan Avrupa’nın yeni güçleri Almanya ve İtalya’nın varlığından sonra, giderek daha fazla rekabet isteyen ve zorlaşan sömürgecilik olduğu hatırlanırsa; aşırı biriken malların değerlendirilmesi amacıyla (tercihen küçük ölçekli) savaşlara neden ihtiyaç duyulduğu şüphesiz daha iyi anlaşılabilecektir. Tüm bunlara bir de 1929 Ekonomik Buhranı’nı eklersek, ortaya çıkan tabloda sermaye sahiplerinin iki seçenekle karşı karşıya kalmış olduklarını görebiliriz: ya biriken sermayeyi topluma yarar sağlayacak şekilde yeniden değerlendirmeye sokmak (örneğin, yeni otoyollar, demiryolları vb. açmak) ya da işgücünden daha fazla yararlanmayı bırakarak benzer kar oranlarını daha az işçi ve birikmiş malların yeniden satışa sunulması ile yakalamaya çalışmak. Bilhassa Büyük Buhran sırasında tavan yapan işsizlik oranları anımsanırsa, sermaye sahiplerinin hangi alternatifi seçmeye daha fazla meyilli oldukları da rahatlıkla anlaşılabilecektir. İşsizliğin büyük bir ekonomik kargaşaya yol açmasını engellemenin bir yolu, şüphe yok ki işsiz-amaçsız yığınları, kutsal bir görev üstlenen amaçlı askerler haline getirmektir.66 Kendine yabancılaşmış işçi grubunun artık bir amacı da vardır. Ülkeleri için kendilerini feda ederler. Dünyaya barış getirirler; kimileri bunu yüz binlerce insanın üzerine atom bombası atarak bile yapabilir. Artık kimlikleri budur: eski üreticiler, yeni askerler.

31. A.g.e, s. 42-59.

32. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, E. Özalp (çev.), İstanbul, NK Yayınları, 1848/2005, s. 11.

33. Friedrich Engels, “Marx’ın ArtıDeğer Teorisi”, M. Erdost (der.), Felsefe Metinleri: Karl Marx ve Friedrich Engels, A. Bilgi

(çev.), Ankara, Sol Yayınları, 1977/2009 içinde, s. 191-195.

34. Norman Geras, “Minimum Utopia: Ten Theses”, Socialist Register’da yayımlanan makale, 2000,

35. A.g.e., K. Somer (çev.), s. 19-35.

36. Robert Bocock, Tüketim... s. 53.

37. Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, K. Somer (çev.), Ankara, Sol Yayınları, 1932/2011, s. 138-153.

38. Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), S. Belli (çev.), Ankara, Sol Yayınları, 1845-1846/2010, s. 96-104.

39. Robert Bocock, Tüketim... s. 53.

40. A.g.e., s. 54-55.

41. Dick Geary, European Labour Protest 1848-1939, Londra, Croom Helm, 1981, s. 13-24.

42. Robert Bocock, Tüketim... s. 56.

43. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist... s. 13.

44. Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, A. Buğra (çev.), İstanbul, İletişim Yayınları, 1944/2005,

45. David Harvey, Yeni Emperyalizm, H. Güldü, (çev.), İstanbul, Everest Yayınları, 2003/2004, s. 76.

46. A.g.e., s. 77.

47. A.g.e., s. 91-97.

48. Giovarıni Arrighi, “Spatial and Other ‘Fixes’ of Historical Capitalism”, C. ChaseDurın ve S. J. Babones (der.), Global Social Change: Historical and Comparative Perspectives, Maryland, The Johns Hopkins University Press, 2006 içinde, s. 202.

49. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, İstanbul, Metis Yayınları, 1999, s. 174-177.

50. Robert E. Lucas ve Leonard A. Rapping, “Unemployment in the Great Depression: Is There A Full Explanation?”, The Journal of Political Economy, 80 (1), 1972, s. 186-191.

51. David H. Henderson, “The Myth of US Prosperity during World War II”, Antiwar.com’da yayımlanan makale, Mart 20, 2006,

Peki, tüm bu olan biteni tüketime, daha doğrusu tüketici kültürüne nasıl bağlayacağız? Bir başka deyişle, öncenin üreticileri, o günün askerleri, nasıl olacak da, bugünün tüketicileri haline gelecekler? Geldiler?

Yeniden Dövüş Kulübü’ne dönme zamanı.

“Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı, ama bizim de bir savaşımız var. Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz.” (150)

İşte kendisine ruhani bir savaş açılan bu kültür, tüketici kültürü, anlatıcının sorunlarının da kaynağında yer alır. Şimdi bize, bu kültürü deşifre etmek düşüyor. Zira anlatıcı da, anlatıcı gibi bu kültürün içinde yoğrulmuş diğer tüketiciler de, hatırlamaz bir zamanlar üretici olduklarını. Kimliklerini bir zamanlar üretim ile kazandıklarını. Yaklaşabildikleri en yakın tarihe, büyük dünya savaşlarına ve ekonomik bunalıma gönderme yapabilirler en fazla. Oysa gerçekte onlar da birer üretici, işçidir. Anlatıcı gibi beyazyakalı da olsalar, toplumun alt katmanlarının çoğu gibi maviyakalı da olsalar, bugün dönen sermaye çevriminin birer üyesidir onlar. Ve bunun farkına varmaya başlamışlardır.

“Ezmeye çalıştığın bu insanlar, senin muhtaç olduğun herkestir. Biz senin çamaşırını yıkayan, yemeğini pişiren ve önüne getiren insanlarız. Senin yatağını biz yapıyoruz. Uykudayken seni biz koruyoruz. Ambulansları biz kullanıyoruz. Telefonlarını biz bağlıyoruz. Bizler aşçıyız, taksi şoförüyüz ve senin hakkında her şeyi biliyoruz. Sigorta bildirimlerini, kredi kartı ödemelerini biz takip ediyoruz. Hayatının her alanını biz denetliyoruz.” (166) Anlatıcı gibi nesneleşmişler vardır içlerinde. Mekanize işlerinde, en mide bulandırıcı slasher filmlerinden bile daha iğrenç sahneler karşısında tepkisiz olanlar. Filmdeki kaza yapmış aracı inceleme sahnesini hatırlayın. Orada bulunan görevlilerin soğukkanlılıklarını aklınıza getirin. Saatte doksan beş kilometre hızla giderken aniden diferansiyeli kilitlenmiş, duvara çarpmış ve içindeki yolcularla birlikte alev almış bir aracı incelerken “modern resim gibi” tanımını yapan görevlinin gülen yüzünü anımsamaya çalışın. “Ben bütün iskeletlerin yerini bilirim” (28) diyerek, kendisi ile övünen anlatıcı ile karşılaştırın onu. Şimdi türünden uzaklaşmış işçilere verilecek bir örnek daha var elinizde. Sürekli yaptığı yolculuklar sayesinde hiçbir zaman bir işarkadaşı bile olmamış anlatıcıyı düşünün yeniden. Gittiği tüm havaalanlarında yanında oturan insanlarla “minyatür arkadaşlıklar” (29) kuran anlatıcıyı. “Patronum odasına dönüyor, ben de bilgisayarda fal açarak kendimi işime veriyorum” (129) cümlesiyle anlatır işyerindeki sosyalleşme ritüelini. Ve şimdi bir kez daha düşünün uzaklaşma kavramını. Anlatıcının tek gerçek zevkinin, kataloglardan seçtiği mobilyalar ve ev eşyalarıyla, ev adını verdiği dosya dolabını döşemek ve yeniden döşemek olduğunu hatırlatın kendinize. Hani eskiden porno dergilerle girdiği tuvalete şimdi mobilya kataloglarıyla giren adamı. Elinde uzaktan kumandasıyla kanepe köşesine kurulmuş, ağzından salyalar damlatarak, bir o kanaldan bir bu kanala yaptığı yolculuğu hatırladınız mı filmde? Yaratıcı etkinliğin kaybı, şimdi daha fazla şey ifade ediyor mu sizlere?

Nesneleşmiş. Uzaklaşmış. Yaratıcılığını kaybetmiş. Türüne ve kendisine yabancılaşmış. Kendisinden önceki üretici atalarıyla arasındaki tek fark, Bhabha’nın kuramsallaştırmaya çalıştığı “endüstriyel ekonomiden bilgi ekonomisine”67 geçiş sürecinde, belki de bilgi ekonomisinin tam göbeğinde olması. İnsanların üretimin aygıtları oldukları zamanlardan, tüketimin deposu (“receptacles of consumption”68) oldukları zamana geçişin tam ortasında yer alması.

Bir tüketici olduğunun zaten farkında belki de.

“Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor.

Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.” (150)

Yalnız anlatıcı da değil, onlar, Dövüş Kulübü’nde öyle ya da böyle yer alanlar, öğretildiler ki, bu kültürün hemen öncesinde, savaşların, buhranların ardında bir sömürge toplumu yaşıyordu. Sömürenlerden olmak, sömürülenlerden olmaktan iyiydi. Bugün bu ayrım illüzyonunu taşıyorlar akıllarının bir köşesinde. Tıpkı Antarktika’daki İngilizce isimli parsellenmiş bölgeler gibi, Belçika Kongosu gibi, Fransız Antilleri gibi, Hollanda Antilleri gibi, Yeni Zelanda gibi, İngiliz Virjin Adaları gibi; IBM uzay küresini, Phillip Morris galaksisini, Derıny’s gezegenini bekliyorlar. Bir zamanlar sömüren ülkeler tarafından şekillendirilen dünyalarının, artık sömüren çokuluslu şirketler tarafından şekillendirilmesini bekliyorlar.

“Her gezegen, ilk ırzına geçen şirketin kimliğine bürünecek.” (171)

Sömürülmenin, ırza geçmekle eşdeğer anlamda olduğunu bağırıyorlar, bağırabildikleri kadar. Hıristiyanlaşmış Afrika kabilelerinin, milletleşmiş, milletleştikçe de bugüne kadar barış içinde yaşadıkları komşularını öldürmeye başlamış Ortadoğu halklarının, günlüğü bir doların altına yirmi saatten fazla çalışıp bir çift Nike ayakkabının bağcıklarını üreten Asyalıların veya uyuşturucu ticaretinden başka hayatta kalma şansı kalmamış Latin Amerikalıların adlarını zikretmiyorlar belki ama tüm bunların altında yatan hegemonun en güçlü aracını açığa vuruyorlar her eylemleriyle: tüketim.

“Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra hayallerinizdeki yatak. Perdeler. Halılar. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.” (42)

67. Homi K. Bhabha, “Are You A Man Or A Mouse?”, M. Berger, B. Wallis, S. Watson ve C. Weems (der.), Constructing Masculinity, New York, Routledge, 1995 içinde, s. 57-68.

68. Henry A. Giroux, “Private Satisfactions and Public Disorders: Fight Club, Patriarchy, and the Politics of Masculine Violence”, Journal of Advanced Composition, 21 (1), 2001, s. 7.

Ama neden? Asker rolleri nasıl bir anda tüketici rollerine dönüştü herkes için? Ülkesi için canını verirken nasıl düştü tüketmezseölecek hastalığına insanlar? Neden kaçış yok tüketicilikten? Anlatıcının da örnek bir ferdi olduğu “geçdönem kapitalizminde ortaya çıkan materyalist ve insanlıktan çıkartıcı koşullardan”69 kaçış neden olası değil? Herkes neden bu kapana kısılmış bekliyor? Tüketmeden neden olmuyor?

Bu soruların yanıtı için önce, kapitalist sermaye sahiplerinin önderliğinde yaratıldığını ima ettiğimiz hegemonya (hegemony) tanımını yapmamız şart. Bunun için de söz konusu kavramı sosyal teori yazınına dahil eden Antonio Gramsci’nin düşüncelerini ziyaret etmemiz gerekiyor.

Gramsci’nin, 1920’ler ve 1930’lar İtalyan faşizminin yoğun baskısı altında kaleme aldığı Marksizm eleştirisi, en basit anlatımıyla, Marx’ın öngördüğünün aksine kapitalizmin yaşam eğrisinde inişe geçtiği noktada olmak bir yana; oluşturduğu askeri, ahlaki, entelektüel ve siyasi kapasite ile kendi yaşam ömrünü güçlendirmekte ve uzatmakta olduğu iddiasını taşır.70 Buna göre, klasik Marksizm, kapitalizmin kısa süre sonra çöküşe geçip sosyalizme yol vereceği önermesinde yanılmakta, kapitalizmin sosyokültürel gücünü görmezden gelmekle hata etmektedir. Çünkü bir hegemon gücünü, hem insanlar üzerinde uygulayabileceği silahlı/askeri baskıdan (zor coercion) hem de insanları halihazırda var olan sistemin, olabilecek alternatifler içerisinde en iyisi olduğuna ikna etme kabiliyetinden (rıza consent) almaktadır.71 İşin güç boyutunu silahlı kuvvet uygulama becerisi (ki bunu Weber’in devlet tanımı da bize sağlamaktadır) kotarırken, rıza boyutunda çok çeşitli faktörler devreye girmektedir.

Gramsci’nin belirttiği gibi, “bütün hegemonya ilişkileri zorunlu olarak pedagojik bir ilişkidir ve bu yalnız bir ulusun içinde değil, bunu oluşturan çeşitli güçler arasında ve uluslararası ölçüde ulusal uygarlıklar bileşimi ile kıtalar arasında da kendini gösterir”.72 Tıpkı sermayenin yaptığı gibi, zamanı ve mekanı belirleyen hegemonyayı oluşturan toplumsal kuvvetler (maddi olanaklar, kurumlar ve fikirler73) bizzat sermaye sahiplerinin kontrolü altındadır. İster üretim ilişkileri düzeyinde ister devlet-toplum kompleksleri arasında ister de daha büyük ölçekte (sistemler) cereyan etsin, bu toplumsal kuvvetler, küresel egemen tabakaların düşünme biçimlerinden güç alır ve daha önemlisi, yönetilenlere de kendi rızalarını etkileyecek biçimde manipüle edilerek kabul ettirilir.74 İşte tarihsel blok (“doğa ile düşünce arasındaki birlik”75) tam da bu noktada sağlanmış olur: Toplumsal düzeni sağlayan ekonomik-kurumsal kimlik, toplumun kültürü ile harmanlanmıştır.76 Gramsci’nin kullandığı pedagoji sözcüğü burada ayrıca bir önem kazanır:77 Egemen fikirler, bu hegemonik düzen içerisinde, öğretmen rolünü oynar; öğrencileri ise halk temsil eder. “Aynı akıl yürütme, öncesel olarak bilimsel kurumların eksiksiz şekilde kurulması için de geçerlidir. Devlet, millet adı altında, ilerleme yolunu göstermek için halkın eğitimi üzerinde doğrudan bir güç kazandığı her durumda özgürlük anlatısına müracaat etmektedir... Bu tavır, özgürlük anlatısı bağlamında, devletin meşruluğunu kendinden değil, halktan aldığı olgusunu gözden kaçırmaktadır”.78 Her şey (düzenin sağlanması ve elbette yenidenüretimi) rıza çerçevesinde olmuş gibi gösterilir. Sonuçta da herkes memnun olmalıdır.

Bu noktada kilit soru, toplumsal rızayı oluşturan faktörlerin ne olduğu ve olabileceğidir. Gramsci’ye göre rızayı maskeleyen en önemli kurumlardan biri metafizik/dindir.79 Katolik düşünce ile burjuvazinin iç içe geçmişliğini gözlemleyen Gramsa, burjuvanın dini pratikleri kullanarak kültürel hegemonya yaratmaya çabaladığını, bu sayede oluşturduğu üstyapı (superstructure) ile de kitlelerin rızasını kazanmakta çoğunlukla başarılı olduğunu belirtir.81 Ona göre, herhangi bir ideolojinin hegemonya kazanması ya da hegemonik hale gelebilmesi için insanların ruhani ihtiyaçlarına da yanıt verir hale gelmesi gerekmektedir.82

Başat elementi din olmasa da, kapitalist sermayenin yaratmayı başardığı (Gramscici) kültürel hegemonyanın, egemen olmayanların rızasını şekillendirdiği iddiası, tıpkı Holub’un öne sürdüğü gibi, Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisinin de dayanak noktalarından biri olmuştur.83 Bu iki düşünce sistemi arasındaki paralellik, tüketim kavramı ile kültür yoluyla şekillendirilen kapitalist rıza anlayışını bir arada değerlendirmeye yardımcı olacaktır.

69. David Simmons ve Nicola Allen, “Reading Chuck Palahniuk’s Survivor and Haunted as A Critique of ‘The Culture Industry’”, C. Kuhn ve L. Rubin (der.), Reading Chuck Palahniuk: American Monsters and Literary Mayhem, Londra, Routledge, 2009 içinde, s. 116.

70. Renate Holub, Antonio Gramsci: Beyond Marxism and Postmodernism, Londra, Routledge, 1992/1999, s. 311.

71. Steve Jones, Antonio Gramsci, Londra, Routledge, 2006, s. 41-56.

72. Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri: Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler, A. Cemgil (çev.), İstanbul, Belge Yayınları, 1935/2007, s. 53.

73. Robert W. Cox, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory”, Millenium: Journal of International Studies, 10 (2), 1981, s. 136.

74. Robert W. Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in Method”, S. Gill (der.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge, Cambridge University Press, 1993 içinde, s. 49-66.

75. Antonio Gramsci, Hapishane... s. 225.

76. David Forgacs, Gramsci... s. 234-235.

77. Henry A. Giroux, “Private... s. 19-25.

78. JeanFrançois Lyotard, Postmodern Durum, A. Çiğdem (çev.), Ankara, Vadi Yayınları, 1979/1997, s. 75.

79. Antonio Gramsci, Hapishane... s. 159-161.

80. Bu noktaya kadar gösterilmeye çalışılan Protestanlıkburjuvazi ilişkisinden farklı olarak, Gramsci’nin Katolikliği incelemesi, onun Katolik-İtalyan kökenlerine bağlanabilir.

81. David Forgacs, Gramsci. s. 230-234.

82. John Fulton, “Religion and Politics in Gramsci: An Introduction”, Sociology of Religion, 48 (3), 1987, s. 197-216.

83. Renate Holub, Antonio... s. 11-19.

Şu ana kadar tüketimi ve kültürel hegemonyayı sorgulamaya çalıştık. An itibariyle bir elimizde, bilhassa yirminci yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, yönetilenlerin/işçilerin kendine yabancılaşma sorunlarını çözmek ve onlara tükettikleri ürünler ile yeni birer kimlik kazandırmaya çalışmak iddiasında bulunan, egemen bir tüketim kavramı var. Diğer elimizde ise yirminci yüzyılın başlarından itibaren yalnızca silah/asker gücü ile değil, siyasetten, ahlaktan ve entelektüel birikimden de yararlanarak, toplumsal kuvvetler aracılığıyla, yönetilen kesimin rızasını kazanan ve diğer alternatifler karşısında üstünlüğü elinde tutan sermaye egemen bir kültürel hegemonya kavramı bulunuyor. Şimdi yapmamız gereken, iki elimizde bulunan bu kavramları bir araya getirmek ve Dövüş Kulübü’nün anlatımsal söylevini oluşturduğunu iddia ettiğimiz tüketici kültürünü deşifre etmek. Bunun için de, Gramsci’nin Marksizm eleştirisi ile antipozitivist bir Aydınlanmacı rasyonalizm eleştirisini birleştiren Frankfurt Okulu’ndan, özelde de Adorno ve Horkheimer’in ‘kültür endüstrisi’nden (the culture industry) faydalanmak yararlı olabilir.

1944 yılında yayımlanan Dialektik der Aufklarung: Philosophische Fragmente [Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar] isimli kitaplarında Adorno ve Horkheimer, kapitalizmin, insan yığınlarını edilgen duruma çağıran ve etkin bir Marksist karşıdevrimin oluşmasını, daha böyle bir devrime hazırlık bile planlanmamışken, zihinlerde yok etmeyi amaçlayan, kültürel mallar ve hizmetler üreten bir popüler kültür ortamı inşa ettiği iddiasında bulunur.84 Onlara göre bu fabrikavari oluşum, kültür endüstrisi olarak adlandırılabilir. Aynı zamanda Dövüş Kulübü’nün anlatıcısının da içinde yaşadığını iddia ettiğimiz bu kültür endüstrisi, sermayenin birörnekleştirdiği, var olan her şeyi bir bütünün parçaları haline getirdiği (sistemin birliği), standartlaştırdığı, seri(yeniden)ürettiği ve metalaştırdığı bir sistem olarak tasvir edilir. Bu sistemde, tüketim ürünlerinin değişim değerleri (exchange value) kullanım değerlerinden (use value) daha önemlidir. Tüketim malları, sanat ürünleri (müzik, sinema, tiyatro, heykel, vs.), mimari yapılar, radyo yayınları (kitabın yayımlandığı tarihte henüz televizyon günlük kullanıma dahil değildir), kitaplar, teknoloji, kısacası gözle görülen ve görülmeyen her şey yalnızca egemenin çıkarlarına hizmet eder. O günün “teknik rasyonelliği egemenliğin rasyonelliğidir. Kendine yabancılaşmış toplumun cebri karakteridir”.85 Rasyonel olan, insan aklına ait olan, aslında kendisini insana aitmiş gibi gösteren bir maskenin altındaki egemenin aklıdır.

Egemene ait olan her şey gibi tüm sektörler de iç içe geçmiştir. Kültürel sektörler, daha güçlü sektörlerin (finans, petrol, kömür-çelik gibi) çıkarlarına bağımlıdır. Medya ise bu iç içe geçmişliğin birleştirici parçasıdır. Medyanın her kolu, bireysel bilinci denetim altında tutmanın araçlarıdır. Egemen olanın onayladığı şeylerin üretilip tüketilmesine yönelik propaganda araçlarıdır. Bu durumda, üreticiler uzmanlaşmış birer kalıp üreticisi olurken, tüketiciler ise “birer istatistik malzemesi”nden başka bir şey değildir. Medyanın en önemli işi, mükemmel ölçüde planlanmış bu sistemdeki yenidenüretilen her şeyi yeni gibi sunmak ve bu şekilde tüketicide tahmin edebilme yanılgısını oluşturmaktır. Birkaç on yılda bir, aynı modelleri çevirip çevirip kullanan ve bunu her seferinde yeni bir şeymiş gibi tanıtıp insanlara zaten aşina oldukları şeyler sunan moda endüstrisini düşünün.

Sanatın kullanımı da bu anlamda (bilhassa da Adorno özelinde) çok önemlidir. Sanat ürünlerinin işlevini anlamak için, Marksist teoride yer eden, çalışırken insanlığından ayrılan işçi modelini yeniden anımsamakta fayda var. İşi sırasında kendine ve türüne yabancılaşan üretici, sanat ürünleri sayesinde işi dışında da, bu sıkıcı aynılığa, birörnekliğe maruz kalmaya devam eder. Popüler filmler, şarkılar, tiyatro oyunları, hatta edebiyat eserleri, her zaman iş yaşamının bıraktığı yerden devam eder. Bunları algılamak için ekstra yaratıcılığa, etkin katılıma ihtiyaç yoktur. Filmlerde birebir yaşanılan hayatlar vardır. Şarkılar hep aynı konulardan bahseder. John Berger’ın belirttiği gibi, yapılan yağlıboyaları duvara asmanın, resmedilen nesneleri bir beze sarıp duvara asmaktan hiçbir farkı yoktur.87 Resimler de, tıpkı sıradan insan yığınları gibi, nesneleşmiştir. Bir nesnenin resmedilişi ile bir diğerinin resmedilişi arasında hiçbir fark bulunmaz. Ve elbette mimari.

“Betondan merkezlerin çevresindeki eski evler şimdiden gecekondular gibi görünür ve kentin yamaçlarındaki yeni bungalovlarsa, tıpkı uluslararası fuarlarda görülen derme çatma konstrüksiyonlar gibi, bir süre kullanıldıktan sonra boş konserve kutuları gibi atılmaya davetiye çıkarırken teknik ilerlemeye övgüler düzer. Bireyi, hijyenik küçük dairelerde bağımsız biri olarak süreğenleştirmesi gereken şehir planlama projeleriyse onu iyice bütünsel sermaye erkinin, hasmının boyunduruğu altına sokar”.88

Hayır. Hemen yukarıdaki alıntı 1944 yılında basılan bir kitaptan alınmıştır ve bu sözler Dövüş Kulübü’nün anlatıcısına ait değildir. Buna rağmen, anlatıcının dosya dolabı kıvamındaki evini anımsadınız mı? Yalıtılmışlığını? Hijyenini? Teknik mucizelerini?

Devam edelim.

Kültür endüstrisinde her ayrıntı kusursuzca kurgulanmış, kayıt altına alınmıştır. Yeni olan bir şey, tabiatınca, yoktur. Nietzsche’nin “üslup birliği”89 (unity of style) adını verdiği ideale yaklaşmak için teknoloji kullanılır. Taklit olan, gerçek olandan makbuldür. İdeal bellidir. “Kusursuzlaştırılmış bir teknik sayesinde yaratılan şey ile gündelik varoluş arasındaki gerilim azaltıldıkça bu ideal kendisini daha buyurgan biçimde dayatır”.90 3D izlediğiniz filmleri düşünün. Gerçeğinden ayırt edilemeyen sporcu modelleri ile Play Station oyunlarını düşünün. Evinizi dekore ettiğiniz yapma çiçekleri düşünün.

Tüketim, artık kültür endüstrisinin, egemenin kültürel hegemonyasının en önemli araçlarından biri haline gelmiştir. Kültür endüstrisi, gereksinimleri üretir, yönlendirir, denetler ve gerekirse de geri çeker. Elbette insanın hayati gereksinimleri (temel besinler, su, hava, vs.) farklılaşmamıştır; ancak bunların dışında kalan her şeyi ve onların biçimini, içeriğini ve ambalajını, artık kültürel hegemonlar belirler. Amaç, herkesin temel gereksinimlerini güvence altına almak ve ardından olan biteni, banal bir gelişim sürecine sokmaktır. Mesela, “herkesin biçimsel özgürlüğü güvence altındadır. Resmi olarak kimse düşündüklerinden ötürü hesap vermek zorunda değildir... Gerçekten de bugün daha üst düzeyde bir refah devleti kurulmaktadır”.91 Ama özgürlüğün de, düşüncelerin de, refahın da tanımını aslında kültür endüstrisi yapmaktadır.

Rasyonel Aydınlanma’nın biricik özelliği kabul edilen bireyselleşme, yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Hem standartlaşma hem de etkin/yetenekli gösterilene özendirme bu yanılsamayı güçlendirir. Standartlaşma tarafında; birey, ekonomik ve sosyal olan her şeyin bir ürünüdür.

“Sen de en az bir araba kadar ürünsün. Bir ürünün ürününün, ürünü. Arabaları dizayn eden adamlar da birer ürün. Senin ailen bir ürün. Onların ailesi de birer üründü. Öğretmenlerin, ürün. Kilisedeki papaz, başka bir ürün... Her ne düşünüyorsan, onları milyonlarca başka insan da düşünüyor. Her ne yapıyorsan, onlar da yapıyor ve hiçbiriniz sorumlu değilsiniz. Çünkü hepiniz ortaklaşa bir çabadan ibaretsiniz”.92

Oy vermek, seri üretim sayesinde lüks tüketimin yaygınlaşması ve şekil değiştirmesi, sanatın metalaşması, vasat olanın kahramanlaştırılması veya ücretsiz meta dağıtımı gibi her promosyon çalışması, bireyi sözde bireyselliğine inandırma çabasıdır. İntihal aldatmacası. Elektronlar kadar ‘eş-kimlikli’ (identical) olunduğunun, o ‘eşsiz kar tanelerinin’ bile birbirinden farklı olmadığının, bilimsel sağlaması.93 Her seçim döneminde kendi oyunun birçok şeyi değiştirebileceğine inandırılan sıradan vatandaş. 4x4 arabalara binen orta halli esnaf İlla ki bir yarışmada birinci gelmiş alkışlanmaya aç insanlar. Ülkenin kendileri ile gurur duyduğu Yetenek Siz’ler. Arapsabunu aldığı için kendisine bedavaya verilen saç kreminden çok memnun kalan ev hanımı. Hepsi bir. Bireysiz bir yığın. Standart tüketim.

Gramsci’nin olmazsa olmaz dediği ruhani ve ahlaki doyum ise işin etkin gösterilene özendirme yanında yer alır. Aslında kültür endüstrisinde eleştiri de saygı da yoktur. O, “düzeyli eğlencenin katedrali”94, hafif sanatın, entelektüelleştirilmiş gülmecenin (güldürürken düşündürenin) ve sonsuz vaatlerin şekillendirdiği bir eğlence işletmesidir. Bu işletmenin en önemli ürünü, ambalajlama teknikleridir. Estetik olanın yüceltilmesi ve içeriğin önemsizleştirilmesi kuralı burada da geçerlidir. Öyle ki, bazen ürünün kendisine sahip olmak bile değildir tüketim (“hipergerçeklik”95 hyperreality).

“Endişe, arzunun nesne nedeni eksik olduğunda ortaya çıkmaz; endişeyi doğuran şey, nesnenin eksikliği değil, nesneye fazla yaklaşmamız ve böylece eksiğin kendisini kaybetmemiz tehlikesidir. Endişe arzunun ortadan kalkmasıyla oluşur”.96

Slavoj Zizek’in, Jacques Lacan’ın endişe anlayışını özetlediği yukarıdaki paragrafta olduğu gibi, tüketimin esas gücü de, tüketilecek şeyin bazen sadece ambalajının bazense tüketmeye paramızın yetmediği durumlarda sadece orada olduğunu bilmemizin (tüketilebileceğinin) verdiği ferahlıktan kaynaklanır. Tüketilecek olan nesneye kavuşamama durumu, ya güldürülerek doyuma ulaştırılan insanlarca kendiliğinden unutulur ya da kültür endüstrisi, bir gün kendisi tarafından keşfedilecek yetenekte oldukları konusunda her (sözde) bireyi ikna etmeyi başarır. Umut, ruhani doyumda, dinin yerini alır. Sinema perdesinde, radyo oyunlarında ya da (en azından bugün) televizyonlarda gördükleri talihlilerin yerine geçebileceklerine inandırılan insanlar, umudu bu “önhazzın [kışkırtılmasında]”97 bulur. Ambalajlarda. Tüketim maddelerine bir gün kendilerinin de sahip olabilecekleri yanılsamasında. Keşfedilme düşlerinde.

84. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 162-222.

85. A.g.e., s. 163.

86. A.g.e., s. 166.

87. John Berger, Görme Biçimleri, Y. Salman (çev.), İstanbul, Metis Yayınları, 1972/2008, s. 83.

88. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 162.

89. Friedrich Nietzsche’den aktaran, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 172.

90. A.g.e., s. 172.

91. A.g.e., s. 199-200.

92. Chuck Palahniuk, Görünmez... s. 151-152.

93. Peter Pesic, Çift Görmek: Fizik, Felsefe ve Edebiyatta Ortak Kimlikler, M. Doğan (çev.), İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2003/2010, s. 111-133.

94. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 191.

95. Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, O. Adanır (çev.), Ankara, Doğu Batı Yayınları, 1982/2008, s. 28-31.

96. Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş, T. Birkan (çev.), İstanbul, Metis Yayınları, 1992/2010, s. 21.

97. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 187.

 

Peki, ama nasıl? Nasıl başarıyor kültür endüstrisi, sana istediğin her şeyi verecek olduğu yanılsamasına inandırmayı insanlar; ne isteyeceklerini de bizzat kendisi belirleyecek olmasına rağmen? Hemfikirleştiren güldürü nasıl alabiliyor eleştirinin yerini? Direnmenin modası nasıl geçiyor? En önemlisi, nasıl hakim olabiliyor (tüketim) arzular(ın)a kültür endüstrisi?

“Gösteri, mevcut düzenin kendisi hakkında verdiği kesintisiz söylev, onun övgü dolu monoloğudur. Yaşam koşullarının totaliter yönetimi döneminde iktidarın kendi portresidir”.98

Eğer kültür endüstrisi bir eğlence katedrali ise onun yarattığı toplum da, Guy Debord’un betimlediği gibi, bir gösteri toplumu olacaktır. Aslında Debord’un gösterisi “kendini hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar”.99 O, “metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeyi başardığı andır”.“Tüketim sayesinde mutlu bir şekilde birleşmiş toplum imajında, gerçek bölünmeye ancak bir sonraki tüketim başarısızlığına kadar ara verilmiştir”.Bu yüzden, aynılaşmış ve aynı derecede kendine ve birbirine yabancılaşmış toplumu bu şekilde tutmak amacıyla, tüketimin sürekli başarılı kılınması şarttır. Bu da arzu nesnelerinin, yine aynı hegemonya tarafından belirtilmesiyle; bir başka deyişle, tüketimde neyin istenilip neyin istenilmeyeceğine de egemenin karar vermesiyle gerçekleşir. Kültürel hegemonya, tüketim arzularına hakim olmak durumundadır.

Adorno ve Horkheimer’in önceden belirttiği gibi, kültür endüstrisinde yer alan her şey bir metadır. Tüketilebilir. Kayıt altına alınabilir. İç içe geçmiş endüstriyel komplekslerde üretilir.

Satılabilir. İkame edilebilir. Ancak metanın anlamlandırılabilmesi, fark edilebilmesi, bir kimliğe kavuşturulması için göstergeye dönüştürülmesi şarttır. Ve burada devreye, semboller girer.102

Tüketimcilik, bir semboller dizisinin tüketici için anlamlı hale getirilmesi olarak tanımlanırsa; bu tanımın içeriğinde hatırlanması gereken en önemli faktör, anlamlı hale getirme işleminde var olan her unsurun bir toplum ürünü olduğudur. Bir başla deyişle, “modern tüketimde doğal olan hiçbir şey yoktur; bu sonradan kazanılan, öğrenilen, insanların arzu duymaları için toplumsal olarak eğitildikleri bir olgudur”.103 Amaç, zaten hegemonya tarafından eğitilen insanların arzularının tetiklenmesi ve Berger’a yapılan bir atıfla, görme biçimlerinin değiştirilmesidir. Sembollere anlam yükleyebilme, yalnızca somut göstergelere yanıt verebilen hayvanlardan, insanları ayıran bir özelliktir.104 İnsan hareketleri bu anlamda bir anlamlı semboller bütünüdür (symbolization). Tıpkı tüketimin kendisi gibi.

İşte bu benzerliği öne çıkaran ve bunu tüketimin banalleşmesinde kullanan, reklamcılık endüstrisi olmuştur. “Tarihte hiçbir toplum böylesine kalabalık bir imgeler yığını, böylesine yoğun bir mesaj yağmuru [görmediyse]”,bunun birincil sorumlusu reklamcılık endüstrisidir. Kültür endüstrisinin en temel kollarından biri olarak görülebilecek reklam yapanlar, sembollerini her zaman o an üzerine kurar. Çoğunlukla geçmişten (vargösterilenlerden) bahseder (nostalji, temel bir arzuyapımı makinesidir). Gelecek yalnızca bir umut olarak gösterilir: Lacancı arzunun yerini endişeye bırakışma kadar geçen sürede beliren umut. Verdiği bir başka olumlu mesaj da, alternatifleri sergilemesi imajıyla, özgür iradenin kullanılmasında bir katalizör görevi gördüğü olgusudur. Oysa kültür endüstrisinde olduğu gibi reklamcılıkta da bütün sektörler iç içe geçmiştir ve alternatifler yine hegemonlar tarafından belirlenmiştir (özgür iradenin, dolayısıyla da rasyonel insanın “halesinin kaybolması”106). Yiyeceğiniz patates cipsi ile mısır cipsi arasında yaptığınız seçim anlıktır. Birini tüketmeniz, diğerinden vazgeçmeniz anlamına geldiği için (fırsat maliyeti opportunity cost), tüketilmeyen diğeri konusunda merak ve arzu duymanıza neden olacaktır. Reklamlar genel bir çekicilik ve kıskançlık üretimi sürecidir. Çekici gelen metayı tüketme arzusu ne zaman ki satın almaya dönüşür, tüketici o anda, her ne kadar artık gerçek endişeyi yaşıyor olsa da, bir kimlik sahibi olur. Ben oluşur. “Bu kıskanılası Ben’i yaratan nedir öyleyse? Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette. Reklam, nesneleri değil toplumsal ilişkileri amaçlar. Reklam, zevk değil mutluluk vaat eder bize: Dışarıdan, başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk. Kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır”.107

“Reklam imgesi alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar”.108

Bocock,çoğunlukla bilinçdışının ürünleri olan bu arzuların, belli bir sosyokültürel (artık buna kültürel endüstriyel de diyebiliriz) ortam içinde nasıl geliştirildiğini anlamak için Lacan’ın psikanalitik teorisine başvurmuştur.109 Bu teoriye göre, bilinçdışı öğrenilir.110 Bu öğrenme sürecinde, birey öncelikle imgesel dönemden (the Imaginary) geçer. Konuşma öncesi bu dönemde, kişi (bebek) henüz anne bedeninden ayrılmamıştır ve tıpkı bir hayvan gibi yalnızca somut göstergelere tepki verir; henüz kimlik ortaya çıkmamıştır. Bireyin bu dönemden çıkışı sancılı olur. İlk bastırmanın (repression) ortaya çıktığı simgesel dönem (the Symbolic), kişinin kendisini diğer insanlardan ve nesnelerden ayırdığı, soyut sembollere tepki vermeye başladığı ve en nihayetinde bir kimlik geliştirme sürecinde yol aldığı dönemdir. İşte arzular tam da bu dönemde oluşturulur ve bu özdeşleşme (identification) dönemi de sosyokültürel bir ortamda meydana geldiğinden, bireysel arzulardan söz etmek yerine, toplumsal arzulardan söz etmek çok daha anlamlı bir hale gelir. Dil, öteki ve sembollerin düzeni türlü yapısal kavramlar gibi tüketim sembolleri de toplumsal bir olgudur. Bir başka deyişle, sembolik dönemde öğrenilenler (kurallar, anlamlar, ahlak, arzular vs.) kültür endüstrisinin öğretileridir (pedagoji). Reklamların yaptığı bu toplumsal arzuları tetiklemek ve yeniden üretmektir.

Belki de sembolik döneme hitap etmelerinden dolayı, reklamların içeriğinde cinsellik ve hadım edilme (kastrasyoncastration) korkusu111 her zaman başroldedir.112 Ancak bu, her reklamın cinselliği doğrudan konu ettiği anlamına gelmez. Semboller daha çok dolaylı yoldan ulaştırılır tüketiciye. Bu deodorantı sıkmazsanız, hoşlandığınız kişi sizi beğenmez. Şu arabayı almazsanız, kimse peşinizden koşmaz. O restoranda, mum ışığında evlenme teklif etmezseniz, reddedilirsiniz. Bahçe içinde, yüzme havuzlu, oyun parklı konutlarda eviniz bulunmazsa, çocuklarınızın yüzleri gülmez. Onları iyi üniversitelerde okutamıyorsanız, kötü birer ebeveyn olmuşsunuzdur. Tüketmezseniz, bir yanınız hep eksik kalır.

Pierre Bourdieu gibi tüketim üzerine yazan kimi yazarlar, tüketici kültürünün, insan gereksinimlerinin tümünü yaratmadığını; belli başlı bazı tüketim mallarının hala bu kültüre ait olmadıklarını ve bu ürünlerle (goods production), sonradan kültürel sermayenin yarattığı arzuların (taste production) arasında bir fark bulunduğunu öne sürer.113 Buna benzer bir başka ayrım da, Frankfurt Okulu’ndan, Herbert Marcuse’den gelmiştir. Marcuse, insan ihtiyaçlarını gerçek ihtiyaçlar (true needs) ve sahte ihtiyaçlar (false needs) olarak ikiye ayırır: Bireysel özgürlük, ifade özgürlüğü ve gerçek mutluluğa erişebilme kapasitesi gibi kültürel hegemonya tarafından bastırılmaya itilmiş olgular ilk kısımda yer alırken; aynı hegemonyanın yarattığı kapitalist-materyalist arzuların tümü ikinci grupta yer alırlar.114 Son olarak, Georges Bataille’a göre de tüketim faaliyeti ikiye ayrılmalıdır: “Azaltılabilir olan ilki, verili bir toplumun bireyleri için, yaşamın korunmasına ve üretici faaliyetin sürmesine gereken asgari kullanımla temsil edilir: dolayısıyla, yalnızca üretici faaliyetin temel koşuludur. İkinci kısım ise üretici olmadığı söylenen harcamalarla temsil edilir: lüks, yaslar, savaşlar, tapınmalar, gösterişli anıtların yapımı, oyunlar, gösteriler, sanatlar, sapkın (yani üreme ereğinden uzaklaşmış) cinsel faaliyet, en azından ilkel koşullarda, kendinde amaçları olan faaliyeti temsil ederler”.115

Oysa Jean Baudrillard, kendi ifadesiyle “tüketim toplumu”nda böyle ayrımlara yer vermez. Ona göre, içinde yaşadığımız toplum, tüketimi, gereksinimlerden soyutlanmış, anlamın sadece göstergeler ve semboller içerisinde yer bulabildiği ve yalnızca sembollerin ve göstergelerin tüketildiği bir sürece dönüştürmüştür. “Tüketim toplumu var olmak için nesnelerine ihtiyaç duyar, daha doğrusu onları yok etmeye ihtiyaç duyar. Nesnelerin ‘kullanım’ı sadece nesnelerin yavaş yavaş kaybolmasına götürür... Tüketim sadece üretimle yok etme arasındaki aracı bir terimdir”.116 Bu yok etme dürtüsünden dolayıdır ki, tüketim toplumunun ideolojisi, “etrafı kuşatılmış, zengin ve tehlike altında bir Kudüs [olmaktır]”.117

Adorno ve Horkheimer’in kültür endüstrisini tartışırken üzerinde durduğu, Aydınlanma toplumunda refah devletinin yaygınlaşması gözlemi, Baudrillard’a göre bir yanılsamadan ibarettir. “[Refah Devleti’nin] ve tüketim toplumunun tüm politik oyunu, niceliksel olarak otomatik bir eşitleme ve herkes için bütünsel bir refah anlamına gelen nihai bir denge düzeyi perspektifinde, mal yoğunluğunu arttırarak çelişkilerini aşmaktan ibarettir”.118 Buna göre, temel gereksinimler, üretim fazlasından karşılanır. Harvey’nin teorisine geri dönüş. Bahsedilen denge öylesine kurgulanmıştır ki, zenginlerin sayıları ne olursa olsun, toplumdaki bolluk-kıtlık oranı hiç değişmez. Demokrasi, olmayan demokrasi; eşitlik ise bulunmayan eşitlik durumundadır. Sürekli övgüler düzülen büyüme toplumu, aslında bolluk toplumunun tersidir; çünkü zenginler, kazandıklarına göre çok daha az tüketirken (underconsumption), yoksullar kazandıklarından fazlasına özendirilir (overconsumption).

Öğretilen ihtiyaçları kendi rızalarına dayatılan ve her zaman belli bir konformizmin hayalini kurup kendisine verilen standart paketler içerisinde özgür seçimlerini yapan Homo Economicus, toplumsal statüsüne, tüketerek ulaş(tırıl)ır. Tüketim artık materyalist değil, idealist bir aktivite olup çıkmıştır. Tüketilenler nesneler (materials) değil, düşüncelerdir (ideas). Bu durumda tüketim, ekonomik faaliyetini de geri plana atmış, doğrudan toplumsal kimliğine bürünüvermiştir; bu, aynı zamanda, tüketen insanın da Homo Economicus olmaktan çıkıp Homo Socius’a (ya da Ralf Dahrendorf’un tanımladığı şekliyle Homo Sociologicus’a) evirildiği anlamına gelir. Ve tüketimin, onun bu evrimi kışkırtıcı özelliğinin, en büyük özelliği de sürekli oluşudur. Lacan’ın ele geçirildiği anda, bireyde endişe yaratan arzu nesneleri gibi, tüketilen idealler de asla ama asla doyuma ulaştırıcı olmaz; her zaman tüketicide bir boşluk/eksiklik duygusu yaratır. Satın almak fikrinin yarattığı heyecan, tüketim ile doldurulmaz; aksine, katlanır. Bu yüzden, tüketim “artık nesnelerin işlevsel pratiği, mülkiyet vb. olarak değil; basit birey ya da topluluk prestiji işlevi olarak da değil; ama iletişim ve değiş tokuş sistemi olarak durmadan verilip alınan ve yeniden yaratılan göstergeler kodu olarak, dil olarak tanımlandığı [noktadır]”.120

Ve bu dilin içinde bulunduğu ağız, kitle iletişim araçlarıdır.

98. Guy Debord, Gösteri... s. 43.

99. A.g.e., s. 36.

100. A.g.e., s. 52.

101. A.g.e., s. 68.

102. Robert Bocock, Tüketim... s. 60-81.

103. A.g.e., s. 61.

104. Robert Bocock benzer bir argümanı Susanne Langer’a atıfta bulunarak yineler. Ayrıntılı bir inceleme için bknz. Robert E. Irınis, “The Symbolic Animal”, R. E. Irınis (der.), Susanne Langer In Focus: The Symbolic Mind, Indiana, Indiana University Press, 2009 içinde, s. 208-249.

105. John Berger, Görme... s. 129.

106. Walter Benjamin, Spencer Lloyd ve Mark Harrington, “Central Park”, New German Critique, 34 (1), 1985, s. 38.

107. John Berger, Görme... s. 132.

108. A.g.e., s. 134.

109. Robert Bocock, Tüketim. s. 92-95.

110. Anthony Elliot, Social Theory Since Freud: Traversing Social Imaginaries, Londra, Routledge, 2004, s. 36-41.

111. Bilinçdışı, kastrasyon korkusu, bireyin özdeşleşmesi gibi konulara ileride daha geniş kapsamlı olarak geri dönülecektir.

112. Richard Elliot, Abigail Jones, Andrew Benfield ve Matt Barlow “Overt Sexuality in Advertising: A Discourse Analysis of Gender Responses”, Journal of Consumer Policy, 18 (2), 1995, s. 187-217.

113. Pierre Bourdieu, Distinction: A Social Critique of the Judgment of Taste, R. Nice (çev.), New York, Routledge, 1979/1984, s. 230-243.

114. Herbert Marcuse, TekBoyutlu İnsan: İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler, A. Yardımlı (çev.), İstanbul, İdea Yayınları, 1964/2010, s. 2124.

115. Georges Bataille, Lanetli Pay, I. Ergüden (çev.), Ankara, Dost Kitabevi, 1949/2010, s. 23.

116. Jean Baudrillard, Tüketim... s. 46.

117. A.g.e., s. 30.

118. A.g.e., s. 53.

119. Ralf Dahrendorf, Homo Sociologicus: Ein Versuch zur Geschichte, Bedeutung und Kritik der Kategorie der sozialen Rolle, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 1958/2006.

120. Jean Baudrillard, Tüketim... s. 111.

 

Bu noktaya kadar Dövüş Kulübü’nün üzerine kurulduğunu iddia ettiğimiz tüketim kavramını, kültürel hegemonyanın en etkili araçlarından biri olarak tanıttık. Onun, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kimlik dönüştürücü potansiyelini tartıştık. Sermaye ve sözde bireyselleşmiş yığınlar arasında kurulan bağın gelişmesinde ne kadar etkili olduğunu göstermeye çalıştık. Bu bağ gelişimi sırasında sembollere ve göstergelere verilen öneme dikkat çektik. İnsan arzularının ne kadar bireysel ne kadar toplumsal olduğunu, doğal bir güdüden mi geldikleri ya da toplumsal bir eğitim sürecinde mi üretildikleri tartışmasında, fikrimizi ikinci iddiadan yana koyduk. Temel gereksinimlerin tüketimdeki rolü konusunda biraz çekimser kaldık. Ancak tüketimin nirengi noktasının, tüketici insanı sürekli bir eksiklik içinde tutmayı başarması ve o eksikliği de kendi arzulattırdığı nesneler ve fikirler ile doldurması olduğunun üzerinde durduk. Şimdi sıra bu arzu üretimi ve yeniden üretimi sırasında kullanılan yolları ve araçları tartışmaya geldi.

Filme kısa bir geri dönüş yapın. Anlatıcının evinde sürekli açık duran televizyonu, işyerinde karşısından hiç ayrılmadığı bilgisayarı, patronu sunum yaparken kullandığı yansıtıcıyı ve lazer kalemini, o meşhur otobüs sahnesinde Calvin Klein ve Tommy Hilfiger reklamı yapan billboard’ları, size her günü bir bayram havasında yaşatan süslenmiş Starbucks vitrinlerini, günün spesiyal kahvelerini, hayatınızı kolaylaştıran Microsoft ve Apple ürünleri ile dolu mağaza kataloglarını düşünün.

Kitle iletişim araçları, tüketici kimliğin evrenselleşmesinde kilit rolü oynar. On dokuzuncu yüzyılda yaşadığınız çevrede açılan bir fabrikada kazandığınız üretici kimliğinin veya yirminci yüzyılın başlarında mensubu olduğunuz ülke adına girdiğiniz savaştaki asker kimliğinin yerini, bugün dünya çapında bilinen ürünlere özenerek ya da onları satın alarak kazandığınız tüketici kimliği almıştır. Kültürel hegemonyanın yarattığı kültür endüstrisinde (veya tüketim toplumunda) organize edilen arzularınız, sözde bireysel istekleriniz, Pavlov’un köpeği gibi şartlı tepkiler verdiğiniz evrensel semboller ve tüketici olarak birörnekleşmiş sizler. Tüm bu kümeleri birbirinden haberdar kılan ise elbette kitle iletişim araçları.

Baudrillard’ın tanımladığı gibi, esas görevi kültürel çevrimi ve yeniden çevrimi sağlamak olan kitle iletişim araçları121, gerçek olanı modifiye etmekle yetinmez, bunları tarihsel gerçeklikler ya da kurallarmış gibi kitlelere yeniden dayatır. Amaç “tarihi kültür içinde unutturmak”122 ise araç da medyadır. Henüz altmış yıl önce birbirinin kafasını koparan Avrupa halklarına bugün, bir Birlik içinde yaşamayı öğütleyen, kitle iletişim araçlarıdır. Oysa dikkatli bakıldığında görülecektir ki, Joseph Goebbels’in propagandalarından hiç olmazsa teknik açıdanpek de bir farkı yoktur bugünün barış ve bir arada yaşama söylemlerinin. Unity in Diversity [Çeşitlilik İçinde Bütünlük] sloganını, Arbeit Macht Frei [Çalışmak Özgürleştirir] söyleminden ayıran, içerisindeki dostluk mesajı mıdır? Her ikisi de kamuoyu öğretisidir. Her ikisi de doğrudan halkı hedef alır. Her ikisi de tek bir ağızdan (hegemonun ağzından) çıkar. Her ikisi de nesillerin düşünme biçimini değiştirmeye yöneliktir.

Üstelik kitle iletişiminin propagandasından uzakta kalmak da mümkün değildir. Küçük esnaf, eğitimciler, akademisyenler, öğrenciler, işçiler, ev hanımları, hatta çocuklar bile günümüz trendlerinden ayrı kalmamak için, kitle iletişiminin bir parçası olmak zorunda hisseder kendilerini. İzlenilen bir televizyon dizisinin, herhangi bir sinema filminden; sabah kuşağı kadın programlarının, ana haber bültenlerinden; çizgi filmlerin, erotik şovlardan hiçbir farkı yoktur. Hepsi aynı sektöre (iç içe geçmiş hegemon kültür endüstrisine) hizmet eder. Hepsi insanların benzer arzularını tetikler. Bir çocuğun sahip olmak istediği çizgi film figürü ile bir spor delisi yetişkinin satın aldığı basketbol figürü, aynı doyumu sağlayacağı önsezisi ile tüketilir. Teflon bir tavayı, alelade bir seks oyuncağından ayıramazsınız: Biri yiyip içerek, diğeri üremeye yardım ederek soyun devamına katkıda bulunur. İkisinin reklamında da aynı tatmin olmuş suratlar vardır. İçerik, yerini tatmin olma olasılığına bırakmıştır.

Kitle iletişim araçları ile promosyonu yapılan nesneler, işlevlerini yalnız tek bir fonksiyona indirger: paylaşım. Bilgisayarınızdan forward ettiğiniz bir eposta ile paylaşır hale gelirsiniz zaten herkesçe bilinen/üretilmiş fikrinizi. Nesnelerin yerini çoktan fikirler almıştır zaten ve artık tüketilen şeylerin bir değeri de iletişimsel hale gelmiştir. Kitle iletişim araçlarında görülemeyecek, dolayısıyla da iletişilemeyecek hiçbir şey üretilmez. Bu yüzden en ahlaksız fikrinizi bile söylemek sıradan bir hal almıştır. İnternet sitelerinde veya forum sayfalarında yapılan eleştirilerin hepsi fabrikasyondur. En mahrem anınız herkesçe bilinir zaten. En tabu gördüğünüz değerlere saldırmak, sıradandır. Haklarında en büyük hakaretleri ettiğiniz toplumsal figürler/liderler, o insanların kendileri değil, simülasyonlarıdır.Bir devrim kahramanı olan Ernesto Che Guevara ile Che markalı gömlekler aynı anlamı paylaşmaz; ama gözlem düzeyinde bir o kadar da aynıdır. Bir ülkeyi emperyalist zorbalıktan çıkarmış ordunun liderine düzülen ahlaksız hakaretlerin hepsi aslında daha önce hegemon tarafından üretilmiş ahlaki sınırlar içindedir. Sınırı aştığını sanan her blogyazarı, çoktan belirlenmiş sınırları tekrar eder.

Tekrarlar. Kitle iletişim araçlarının en büyük silahları.

“İlerlemeye ve yapmaya devam etmek sistemin körü körüne sürüp gitmesini ve değiştirilemezliğini haklı çıkarır. Tekrar eden her şey sağlıklıdır; ister doğanın ister endüstrinin döngüsü olsun. Dergilerde hep aynı bebekler sırıtır durur, caz makinesi gümbür gümbür çalışmaya devam eder... Kültür endüstrisi döngülerden; annelerin her şeye rağmen hala çocuk doğurmalarına, çarkların her şeye rağmen durmamasına haklı olarak duyulan hayretten beslenir”.124

Tekrar edilenler, aynılığı, birörnekliği temsil eder. Her yerde çalınıp duran ve hepsi birbirine benzeyen aşk şarkıları gibi, herkesin üzerindeki aynı kıyafetler gibi, yıldan yıla değişiklik gösteren saç kesimleri gibi, uğruna binlerce fokun katledildiği moda ayakkabılar gibi, zengin kız-fakir oğlan filmleri ve bu filmlerin yeniden çevrimleri gibi, tekno müzik gibi, bilgisayarlara indirilen aynı diziler, filmler, hatta altyazılar gibi, herkesin güldüğü aynı espriler gibi. Ve elbette hep aynı bireyler gibi.

“Kültür endüstrisi hain bir biçimde insanı bir tür varlığı olarak gerçekleştirir. Herkes bir başkasının yerine geçebilecekleriyle vardır; herkes yedektir ya da yalnızca türün bir örneği. Birey olarak herkes yeri kesinlikle doldurulabilirdir, salt bir hiçliktir ve bunu zamanla o benzerliği kaybettiğinde iyice hissetmeye başlar”.125

Ve eğer herkes eşitse, herkes aynıysa, herkes birbirinin yerini doldurabilirse; o zaman rastlantısal olan ile planlanmış olan da aynı şeydir. Bugünün ünlüleri hem bir rastlantı hem de bir plan dahilinde bulundukları yerlerdedir. Zenginleri de öyle. Başarılıları da öyle...

Ama fakirleri, ünlü olmayanları ve başarısızları da vardır bu toplumun. Eğer mevcut diğer tüm ideolojileri dışlayan “yeni ideolojinin nesnesi dünyanın bu olduğu [haliyse]”,126 bu dünyadan payını alamayanlar, dıştakilerdir (the outsiders). Dışlanmışlardır ve dışlanmaları gereklidir. Bugünün refah devletinde aç kalanlar, kaybedenlerdir. Bunu hak ettikleri için kaybetmişlerdir. Zira kendinizi bu tekrarlar içinde bile sisteme adapte edememişseniz, sadece bir başarısızlık hikayesisinizdir. Sizi bu zavallı dışlanmışlığınızdan kurtarmak için kültür endüstrisi sosyal yardım kuruluşlarını bile seferber etmiştir. Aşevleri, düşkünlere yardım dernekleri, komşuluk müessesesi neden vardır sanıyorsunuz? İyi durumda olan, mutlu insanlar, siz zavallı dıştakilere yardım etmeye çalışırken, eğer hala dışarıda kalmakta ısrar ediyorsanız, bu sizin başarısızlığınız, fakirliğiniz ve ünsüzlüğünüzdendir. Bir gün kapınız çalınıp içeriye kameralarla giren, size yardım etmeye çalışan yarı giyinik güzel hanımlara ters davrandıysanız, milli piyango bileti almadıysanız, gazetelerin verdiği kuponları kesmeye tenezzül etmediyseniz, seminerlere katılıp diplomalar almadıysanız, İngilizce bilmiyorsanız, kimseye geri dönmediyseniz, bir kulübe üye değilseniz, özel bir şirkette yönetici asistanlığı yapmıyorsanız, hala ailenizin kredi kartını kullanıyorsanız, milyonlarca taraftarının olduğu bir futbol takımı tutmuyorsanız, sanatın kültürün başkentinde yaşamıyorsanız, yaşayıp da bu aktivitelere katılmıyorsanız, hayatınızda hiç alışveriş merkezine yolunuz düşmediyse, platin plak kazanmış bir albümü dinlemediyseniz, son teknolojiyle çekilmiş Oscar’lı filmi izlemediyseniz, özel güvenlik görevlilerince korunan bir sitede oturmuyorsanız, bir hafta süren caz festivaline zaman ayıramadıysanız, sadece üç yüz dolar karşılığında Prag’ı ziyaret etmediyseniz, bugüne kadar en az bir iş arkadaşınız sizin hakkınızı yiyerek terfi etmediyse, hakkınızda kimin haksız yere suç duyurusunda bulunduğu ile hiç ilgilenmemiş hatta ona beddua etmemişseniz, hiçbir hocanızın arkasından konuşmadıysanız, hala risotto ile kuskus pilavını birbirinden ayıramıyorsanız, yüzünüzü nemlendirmek için kullandığınız ürünler Provence çiçekleri gibi kokmuyorsa, içinizden dört yüzüncü baskısını yapmış kitabı okumak gelmiyorsa, henüz bir yarışma programında sesli harf satın almadıysanız, bugüne kadar hiç ödül kazanmadıysanız, internet gazetelerinin hiçbirinde fotoğraflar için tıklamadıysanız, hiçbir sosyal paylaşım sitesine üye değilseniz, kalçanızın hemen üstüne bir dövme yaptırmadıysanız, hala Tanrı’ya değil ama bir gücün varlığına inanmıyorsanız, yoga yapmıyor, sağlıklı beslenmiyorsanız, burcunuzun değerli taşını cüzdanınızda taşımıyorsanız, kalbiniz milli takımınızın Avrupa Şampiyonası’ndaki başarısı için milyonlarca kalple beraber atmıyorsa, en az bir fobiniz yoksa, takıntılı değilseniz, panik atak henüz sizin lügatinize girmediyse, yüksek lisansınız işletme üzerine değilse. “başarı dininin”127 cehenneminde yanmaya mahkûmsunuz demektir.

121. A.g.e, s. 121-126.

122. Guy Debord, Gösteri... s. 150.

123. Jean Baudrillard, Simülakrlar... s. 13-15.

124. Theodor W. Adomo ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 198.

125. A.g.e., s. 194.

126. A.g.e., s. 197.

127. A.g.e., s. 194.

 

Eğer yukarıdaki listeyi uzattıkça uzatabilecek örnekleriniz varsa, bilin ki siz de bir parçası ve aynı zamanda sebebisiniz bu kültür endüstrisinin. Gerçi, nasıl olmayacaksınız ki zaten? Tüketici kültürün en önemli sırrına geldi şimdi sıra: Devamlılığına. Çıkmazlığına. Sistemin bağlayıcılığına.

Adorno ve Horkheimer’in, Alexis de Tocqueville’nin günümüzden iki yüz yıl önce yazmış olduğu satırlarından alıntıladığı gibi; kültür endüstrisinin egemenliği altında “tiranlık, bedeni özgür bırakır ve saldırısını dosdoğru ruha yöneltir. Hükümdar artık şöyle demez: Ya benim gibi düşün ya da öl. Şöyle der: Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin senin olarak kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın”.128

Kendine ve türüne yabancı tüketici, tüketimin kurallarına uymadığı müddetçe, hegemona da yabancılaşır. Bu durumda artık ekonomik gücü de sıfırlanmıştır. Temel gereksinimleri olarak gördüğü şeylere bile uzaktır. Dıştakilerden biri olmuştur. Sistemin ona yardım etme çabalarını bile hiçe saymış kabul edilir. Sonunda da sistem ve ürünleri (diğer insanlar) tarafından yetersizlikle itham edilir. Saygın bir matematik profesörüyken seri katile dönüşen Ted ‘Unabomber’ Kaczynski gibi olur. Sorunu seri katil olmak da değildir üstelik. İzleyenler bayılır seri katil hikayelerine. Harınibal Lecter’ın sofistike kanibalizminden haz duyar. Ted Bundy’nin çocukken kardeşlerine bebek bakıcılığı yaptığı gerçeğinin gözüne gözüne sokulmasına bayılır. Onlar hakkında yazılmış şarkıları ve yapılmış filmleri en çok satanlar arasına sokar. Kaczynski’nin durumu ise farklıdır. Onun birilerini öldürüp öldürmediği bile kesin değildir. Onu dıştakilerden biri haline getiren şey, saygın bir profesörken tüketim toplumunun dayattığı şehirli yaşamı terk edip bir ormanın içine, modern her türlü icattan uzağa yerleşmiş olmasıdır. Onun öldürmüş olabileceği herkes, önünde parlak gelecekler bulunan birer kurbanken; Lecter’ınleşlerinin saygısızlıklarından rahatsız olunur. Dexter Morgan gibi bir eş adayı aranırken, Kaczynski’nin çirkinliği ön plana çıkarılır.

Bir kez çıkıldıysa dışarı, bir daha sisteme geri dönmek neredeyse imkansızdır. Bu nedenle, asla ama asla dışarı çıkılmamalıdır. Sınırlar geçilmemelidir. Zira “kapitalist üretim [bizzat tüketicilerin] bedenlerini ve ruhlarını öyle bir kuşatmıştır ki, önlerine konulan her şeye direniş göstermeden kapılıverirler. Hükmedilenlerin, hükmedenlerden gelen ahlakı onlardan fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı mitosuna gerçekten başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılmaktadır. Kitlelerin kendi istekleri vardır. Onları köleleştiren ideolojide şaşmaz biçimde ısrar ederler”129. İşte bu yüzden ne kendileri dışarı çıkmaya yeltenirler ne de dışarı çıkanları affederler. “Herkes sistem içinde kendisine artık yardım edemeyeceğini bilir ve ideoloji bunu hesaba katmak zorundadır”.

Bugün en büyük günah dışarıda kalmaktır. Yoksullar tembel falan değil, bilakis son derece tehlikelidir toplumun gözünde. Çünkü gerçekten çok zordur bu toplumda yoksul kalmak. Yoksullar mutlaka bir şekilde dışarı çıkmak istemiştir zamanında; en azından ilan edilen budur. Tüketim toplumunda trajik olan değil yoksul olan problemdir: Trajik olan yalnızca “henüz evcilleştirilmemiş”131 olandır, illa ki bir şekilde evcilleştirilir; “geç kapitalizmde var olmak hiç bitmeyen erginlenme ayinidir”.132 Çünkü “herkes mutluluğa kavuşabilir, yeter ki etiyle kemiğiyle teslim olsun ve mutluluk talebinden vazgeçsin”.133

Maaşlılar, emir erleridir. Her işi yaparlar. Muhakkak bir üniversiteden mezun olmuşlardır. Bilgisayar kullanırlar. Microsoft Office programlarını orta düzeyde bilirler. Çat pat da olsa yabancı dilleri vardır. Öğrenmeye ve takım çalışmasına açıktırlar. Dinamik bir ortamda parlak bir gelecektir, kariyer planları köşesinde yazdıkları. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi ve sinemaya gitmeyi severler. En az bir yıl, profesyonel bir takımda lisanslı sporculuk yapmışlardır. Yolculuk yapmaya engel teşkil edecek bir durumları yoktur. Varsa belirtirler. B tipi sürücü belgesine sahiptirler ama gerekirse, diğer tiplerde de araç kullanabilirler. Sigara içmezler. Alkol kullanmazlar. En az ayda bir tane olmak üzere, free shop’tan aldıkları bir parfüm şişesini bitirirler. Espri anlayışları pek tabii sofistikedir. Hepsinin İngilizce yazılmış özgeçmişlerinde belirtilir bunlar. Ve eğer en büyük günah dışarıda kalmaksa; şeytanın vücut buldukları da, onların sahip olmadıkları zekaya sahip olmalarına karşın, hala bir baltaya sap olamamış tiplerdir. Ama öyle ya da böyle, seri üretilmemiş her şey gibi, onlar da bir gün ya bu toplumdan silinecek ya da bu topluma geri dönecektir. Er ya da geç.

“Tüketim bir söylendir. Yani tüketim çağdaş toplumun kendisi üstüne bir söz, toplumumuzun kendisiyle konuşma tarzıdır. Bir anlamda, tüketim toplumunun tek nesnel gerçekliği tüketim fikridir, günlük söylem ve entelektüel söylem tarafından sürekli yinelenen ve sağduyu gücüne ulaşmış olan bu yansımalı ve söylemsel bileşimdir”.134 İşte bu yüzden, tüketimden çıkış yoktur. Kaçış bir hayaldir. “Escape [kaçma], tıpkı elopement [kocaya kaçma] gibi, kişileri başlangıç noktasına geri götürmeye yazgılıdır”.135 Yabancılaşma bir farzdır. Durkheimcı anomi, artık bir imkansızlıktır; intihar, anlamsızdır.136 Zira normlar belli, sarsıntılar minimal ve değişim de olanaksızdır. Kültür endüstrisine girmek, orada ölmek demektir.

128. Alexis de Tocqueville’den aktaran, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 178.

129. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 179.

130. A.g.e., s. 201.

131. A.g.e., s. 203.

132. A.g.e., s. 204.

133. A.g.e., s. 204.

134. Jean Baudrillard, Tüketim... s. 254.

135. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın... s. 190.

136. Emile Durkheim, Suicide: A Study in Sociology, A. Spaulding ve G. Simpson (çev.), New York, The Free Press, 1897/1979, s. 241-276.

 

Adorno ve Horkheimer, Debord ve hatta Baudrillard, bu karamsar, uzlaşmaz ve bir sonu olmayan tüketici merkezli tabloyu çizdiğinde, dünya henüz küreselleşme çılgınlığı ile sarsılmış değildi. Bahsi geçen yazarların kitaplarından en sonuncusu (Baudrillard’ınki) ilk baskısını 1970 yılında yapmıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 yılı ile Soğuk Savaş’ın temsilen Berlin’de ortadan kaldırıldığı 1989 yılları arası, kültürel hegemonyanın siyasi/askeri hegemonyaya karşı sağladığı üstünlüğü (ve elbette tüketici kültürün etkisini) bariz biçimde ortaya koyan bir dönemdir. Bahsedilen yıllar arasında altın çağını yaşayan neorealist siyaset/uluslararası ilişkiler kuramına göre, Soğuk Savaş yılları, iki kutuplu bir dünyayı temsil eder.137 Avrupa’nın batısını, Amerika kıtasını ve Asya’nın uzak doğusunu kontrol eden Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa’nın doğusunu ve Asya’nın çoğunluğunu kontrol eden Sovyetler Birliği, bir taraftan nükleer kuvvetlerini kullanma tehditlerini çarpıştırırken diğer taraftan kapitalist ve sosyalist ekonomik modellerinin savaşımını vermektedirler. Her ne kadar Sovyetler Birliği’nin ekonomik gücü 1980’ler itibariyle ciddi bir güç kaybı yaşamış olsa da, nükleer gücü ve asker potansiyeli hala yerli yerinde olan demir perdenin doğusu, 1990’lara girmeden bir anda ortadan kalkar. İki kutupluluğu hem bir ideal hem de sarsılmaz bir yapı olarak değerlendiren güç temelli neorealizm, bu çöküşü anlamlandırmada sınıfta kalır.138 Oysa bu noktaya kadar tartıştığımız tüketim kültürü penceresinden, Sovyetler Birliği’nin bu sözde nedensiz yıkımı tahmini zor bir olgu değildir. Sovyetler Birliği, o günün koşullarında, yüksek ihtimalle dünyanın en tutarlı ve en kaliteli (her tür sanat dalı ve spor hakkında) eğitimini, birliğin hemen her köşesine ulaştırmakta başarılı bir sisteme sahiptir. Klasik yazarlar ve klasik enstrümanlar, Rus tarihi ve dili sınırları içerisinde, tüm vatandaşlara eksiksiz tanıtılır. En azından teoride, alınan bu eğitimlerin pratik yaşama adapte edilmesi, devlet tarafından teşvik edilir. İnsanlar mesleklerini seçmekte özgürdür. İlgi alanlarını gerçekleştirebilirler. Buraya kadar her şey ideal olabilir ve var olan bir Sovyet kültürel hegemonyasından söz edilebilir. Ama Sovyetler Birliği, kendi kültürel hegemonyasını sadece sınırlı bir alanda, kendi sınırları içinde yayabilmiştir. Ve bu noktada, Amerikan kültürel hegemonyası ile baş etmesi mümkün olmamıştır.

Amerika merkezli kültürel hegemonya, kültür endüstrisi, tüketim odaklı arzu makinesini dünyanın her tarafında çalıştırmakta ve Erosoklarını tüm dünya insanlarına doğru fırlatmakta sonsuz başarı sağlamıştır. Buna, Sovyetler Birliği vatandaşları da dahildir. Hollywood film endüstrisinin girmediği sinema salonu, Amerikalı şarkıcıların İngilizce şarkılarının duyulmadığı radyo, zengin Amerikan burjuva ailelerini anlatan dizilerin nüfuz etmediği televizyon yoktur. Tüketim, yalnızca Amerikan temelli hegemonyasının yer ettiği sınırları değil, karşı cephenin sınırlarını da fethetmiştir. Ve Sovyetler’in buna karşı verilecek etkili bir yanıtı olmamıştır. Gramscici terimlere dökersek: Amerika Birleşik Devletleri, hem kendi etki alanında hem de dünyanın geri kalanında, hem zor hem de rıza anlamında, Protestan ahlak anlayışı, neoliberal ekonomi politikaları ve organik entelektüelleri ile askeri ve kültürel hegemonyasını kurmayı başarırken; Sovyetler Birliği, askeri ve kültürel hegemonyasını kendi sınırları dışına çıkaramamış ve bu iki kutuplu savaşı sürdürmeyi başaramamıştır. Neorealist kuramların gücü tek taraflı algılayan bakış açıları bu ayrımı görmekte sınıfta kalır. Eleştirel kuramlar ise çift taraflı güç (zor ve rıza) anlayışları ve kültürel hegemonyanın sınırlararası transferi kavramı ile tarihi aydınlatmak konusunda daha başarılıdır.140

Baudrillard’ın La Societe de consommation’unun [Tüketim Toplumu] basıldığı 1970’li yılların ilk yarısı, Amerikan kültürel hegemonyasının ayırt edici özelliğinin ortaya çıkması anlamında büyük bir kırılma noktasını temsil eder. 1960’lı yıllar gibi, neredeyse yüz yıllık bir aradan sonra bir başka Kondratiev yükselişinin yaşandığı, dünya ekonomik gelişmesinin tavan yaptığı bir dönemden sonra,141 1970’ler, sarsıcı bir petrol krizi ve hemen ardından gelen Amerikan Dolar’ının artık dünya finansal sisteminin ortak para birimi olarak kullanılmaması anlamına gelen Breton-Woods Sistemi’nin çöküşü ile birlikte, bu pembe tabloyu tersyüz etmiştir. 1968 yılında Batı Avrupa’da ve kısmen de Amerika’da ayaklanan öğrenciler, yükselen hippi kültürü, doğum kontrol hapının icadı, Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddeden Amerikan vatandaşları gibi aykırılıklar, belki de bu tersyüz edilişin bir sonucu olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin himayesi altına giren, Marshall Yardımları sayesinde, bu doğrultuda önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (1952), ardından da Avrupa Toplulukları’nı (1967) kuran Batı Avrupalı savaş mağduru devletler, Amerika’nın kendilerini daha fazla besleyemeyeceğini anlayıp aralarında daha fazla ortaklığa doğru yelken açmıştır.142 Bu doğrultuda, daha önce bir Avrupalı olarak bile görmedikleri Birleşik Krallık’ı bünyelerine katıp (1973), bir anlamda Amerika Birleşik Devletleri-Birleşik Krallık arasındaki Anglo-Sakson köprüleri yıkmayı dahi denemişlerdir. Bu anlamda 1970’ler, hem sivil hem de Avrupa’nın Batılı devletleri çapında, Habermas’ın “meşrulaşma krizi”143 adını verdiği duruma sahne olmuştur.

“Bununla birlikte, bu dönem, ne politik sistemde ne de Batı kapitalizminin ekonomik sisteminde önemli değişikliklere yol [açmıştır]”.144 Habermas’ın kriz adını verdiği olgu, bir anomiye dönüşmeden ortadan kaldırılmıştır. Hippiler ile tüketimcilik arasındaki mücadeleyi açık bir farkla daha cool olan145 tüketimcilik kazanmıştır. Postyapısalcı bir bakış açısıyla, zaten böyle bir mücadele hiç var olmamıştır. İki kutuplu dünya masalı gibi, hippiler de sadece işlevsiz bir simülasyondan ibarettir. Tüketici kültürü, kendi inşasına tam gaz devam eder. Baudrillard’ın 1970’te yayımlanan kitabı, ortada herhangi bir kriz ya da anomi olmadığını, aksine tüketim aktivitesinin, kültürel hegemonyanın başlıca aracı olduğunu dünyaya bir kez daha haykırır niteliktedir.

1970’ler, dünya siyaset sahnesinde silahlanmanın sınırlandırıldığı, Sovyetler Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupalı devletlere insan hakları ve demokrasi propagandası konusunda biraz daha yaklaştığı (1973 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı ve 1975 Helsinki Nihai Senedi), küreselleşme eğrisinin yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya başladığı detente dönemi ile sonlanmıştır.1980’ler ise Reagan-Thatcher karikatürleri ile başlasa da, neoliberal politikaların ve küreselleşmenin artık standart bir norm haline geldiği yıllar olarak hatırlanacaktır. Daha ziyade gelişmiş devletlere ve çokuluslu şirketlere serbest bırakılmış ticaret, IMF ve Dünya Bankası’nın gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere verdiği (rızalı) krediler, dış kaynak kullanımı (outsourcingönceleri bir firma içinde üretilen mal ve hizmetlerin başka firmalardan tedarik edilmesi) ve franchising (bir işverenin, başka bir markanın ismini ve standart ürünlerini kullanarak kar sağlaması) faaliyetlerinin artışı ve ulusal sermaye piyasalarının uluslararası yatırımcılara açılması gibi girişimler ile sermayenin zaman ve mekan sınırları genişletilmiş, ulus ötesine geçiş başlamıştır.147 Sermayenin serbestçe akışına açılan bu kapılar, hiç şüphesiz tüketicine kültürüne de açık olacaktır.

1980’lerden itibaren tüketimin akışı keskin bir yol değiştirmiştir: Artık tüketim ürünlerinin hitap ettiği kitle çok daha genişlemiştir.148 Irk, din, dil, etnisite, cinsiyet veya yerel-küresel ayrımları, pazarlama endüstrisi için ortadan kalkmıştır. Kültür endüstrisinin hedef kitlesi ve ürün yelpazesi artık herkes ve her şey olmuştur. Budist Hollywood starları, fal baktıran şirket yöneticileri, dinsel ayinlerle açılışları yapılan fabrikalar, kendi yazdıkları Aydınlanma’nın sekülarizmi tezini reddeden bilim adamları, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra yeniden hortlayan mikromilliyetçilik ve bölgesel çatışmalar ile dünya “içi boş türdeş [zamanını]”149 yaşıyordur artık. İçi boş türdeş zaman, sermayeye aittir ve sermaye bu zaman içinde kendisine karşı gelebilecek hiçbir direnişe izin vermediği gibi, tüketim ürünleri ile insan arzularını, her zaman olduğundan daha güçlü bir biçimde, etkilemeye devam ediyordur.

Artık radyo gibi insanın hayal gücüne hala gereksinim duyan gadget’ların150 (potansiyel olarak yararsız ama birleştirici iletişim nesnelerinin) yerini, tüketiciyi tamamen edilgen role soyunduran; ona ne düşünmesi ne hissetmesi ve ne anlaması gerektiğini doğrudan gösteren, televizyon almıştır. Çok yakında pasifize eden televizyonun yanına, enformasyon bombardımanını doruğa ulaştıran ve sermayenin denetiminden sanıldığı kadar kolay kaçamayan internet de eklemlenecektir.151 Kitle iletişim araçlarının artışı, dünyayı Baudrillard’ın tanımladığı şekliyle bir drugstore’adaha fazla yakınlaştırmıştır: “Drugstore mal kategorilerini yan yana dizmez, göstergelerin alaşımını, tüketici bir gösterge bütünlüğünün kısmi alanları olarak görülen tüm mal kategorilerinin alaşımını uygular. Kültür merkezi, drugstore’da alışveriş merkezinin bütünleyici parçasına dönüşür... Kültür, drugstore’da kültürelleştirilir”.158 Bu yüzden drugstore’lara bir kilo domates almaya diye gidip yirmi çeşit farklı ürünle eve döndüğünüz gibi; kültür endüstrisinde de istediğiniz tüketim malına (bu bir kitap, bir porno film, bir bardak kahve ya da yine bir kilo domates olabilir) ulaşma yolunda, birçok farklı metaya maruz kalır ve tüketim açlığınızı, sürekli tetiklenen arzularınız doğrultusunda doyurmaya çalışır halde bulursunuz kendinizi. Bazen zamanı satın alır, bazen Tanrı için alışverişyapar, bazen sınırlarınızı satın almak için ihaleye girer, bazen de ‘geleceği hack’leyip’ yaşlanmanın önüne geçiren ürünlere kavuşursunuz.154 Tüm bu alışverişlerden karlı çıkan her zaman hegemon, yani sermaye olacaktır.

137. Kerıneth Waltz, Theory of International Politics, New York, McGrawHil, 1979.

138. Richard N. Lebow, “The Long Peace, the End of the Cold War, and the Failure of Realism”, International Organization, 48 (1), 1994, s. 249-277.

139. Julie Hessler, “Culture Trade: The Stalnist Turn Towards Consumerism”, S. Fitzpatrick (der.), Stalinism: New Directions, New York, Routledge, 2000 içinde, s. 182-209.

140. Andrew Linklater, “The Transformation of Political Community: E.H. Carr, Critical Theory and International Relations”, Review of International Studies, 23 (1), 1997, s. 321-338.

141. Eric J. Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl: Aşırılıklar Çağı1914-1991, Y. Alogan (çev.), İstanbul, Everest Yayınları, 1994/2006, s. 360-369.

142. John M. Roberts, The Penguin History of Europe, Londra, Penguin Books, 1996, s. 627-630.

143. Jürgen Habermas, Legitimation Crisis, Londra, Heinemarın, 1976.

144. Robert Bocock, Tüketim... s. 12.

145. Thomas Frank, The Conquest of Cool: Business Culture, Counterculture, and the Rise of Hip Consumerism, Chicago, Chicago University Press, 1997, s. 133.

146. Steven Weber, “Realism, Detente and Nuclear Weapons”, International Organization, 44 (1), 1990, s. 55-82.

147. Zygmunt Bauman, Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, A. Yılmaz (çev.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1998/2006, s. 19-34.

148. Gary Cross, An AllConsuming Century: Why Commercialism Won in Modern America, New York, Columbia University Press, 2000, s. 193-232.

149. Partha Chatterjee, “Heterojen Zamanda Millet”, U. Özkırımlı (der.), Yirmi Birinci Yüzyılda Milliyetçilik, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008 içinde, s. 35.

150. Jean Baudrillard, Tüketim... s. 138-142.

151. Lawrence Lessig, “The Internet Under Siege”, Foreign Policy, Kasım 2001, s. 5665.

152. Amerika Birleşik Devletlerindeki ‘mall’ adı verilen büyük alışveriş merkezlerinin bir benzeri; ya da bizim toplumumuzdaki, Migros, Carrefour, BİM gibi, birçok ürünün aynı anda teşhir edilip satıldığı mağazalar.

153. Jean Baudrillard, Tüketim... s. 19.

154. Arthur Kroker ve Marilouise Kroker, Hacking the Future, New York, New World Perspectives, 1996.

Meşrulaşma krizi atlatılmış, Soğuk Savaş’ın sözde ayırdığı dünya yeniden kültür endüstrisinin dişlileri arasına girmiş, tüketim kendini açık açık başrolde izletmeye başlamıştır. Artık herkes tüketici, her şey bir metadır. En azından artık bu bilgi bile bir meta haline gelmiştir. Standarttır. İnsan beyni, yarı bilinçli bir süzgeçten, bilinçsiz bir eleğe doğru yol almıştır. Mevcut her arzusu tetiklendiği için, çalıştığı iş dışında kalan zamanı hangilerine yetiyorsa, o arzularını doyurmakla tüketir hayatını. Bu her yerde böyledir. Ama Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüketiciler, tüm bu tüketim kültürünün denek kobayları olarak diğer türdeşlerinden ayrılır: Amerikan yabancılaşması.

Dövüş Kulübü’nün anlatıcısının bahsettiği de bu değil midir zaten?

Amerikan kültürü, yaygın inanışa göre, liberal ve demokratik değerler üzerinde kurulmuş olsa da, Milton Friedman’ın 1962 yılında açıkça yazdığı itiraf ettiği gibi, tüm bunların özünde kapitalist, bireysel kar elde etme anlayışı yatar.155 Buna göre özgürlük, para kazanmanın yollarına herhangi bir kurum tarafından taş konulmamasıdır. Bu kurumlara toplum, kilise örgütler ve elbette devlet de dahildir. Bourdieu’nun başarıyla özetlediği gibi:

“Birleşik Devletler’de devlet ikiye bölünür, bir tarafta yalnızca ayrıcalıklı olanlar için toplumsal garantiler sağlayan bir devlet vardır, ki bu ayrıcalıklılar kendilerini sigorta sistemi ile daha da ayrıcalıklı kılarlar; ve diğer tarafta da halk tabakasına karşı baskıcı ve polislik yapan bir devlet bulunur”.156

Özgürlük para kazanmaktır ve toplumsal kurumların tek işlevi, para kazanmanın yollarını, halihazırda parası olanlar için tıkamamak, gerekli durumlarda da, yine parası olanlara yardımcı olacak faaliyetlerde bulunmaktır. Adorno ve Horkheimer’in sözde bireyselliği bir kez daha iş başındadır. Herkesin bir birey olarak kendi gereksinimlerini karşılama şansı vardır ama zenginler her zaman daha fazla desteklenir. Planlama ile rastlantı arasındaki farksızlık bir kez daha ortaya çıkar. Egemen olanların düzeninde ırkçılık hala yaygındır: United Colors of Benetton reklam panolarını aklınıza getirirseniz, sadece tüketirken eşit olduğunuzu anımsarsınız. Toplumsal adaletten bahsetmek söz konusu bile değildir: Amerikan hapishanelerindeki göçmenler ve siyahların sayısı, beyaz Anglosakson Protestanlara göre onlarca kat daha fazladır. Kurumsal ırkçılığın her yerde mevcut olduğu gerçeği gibi, fakir olanın dışlanması da Amerikan kültürünün bir parçası haline gelmiştir.

Şurası açıktır ki, kültür endüstrisinin Amerika ayağında, bireyi kimse, hele devlet asla, kurtarmayacaktır. Amerikalılar bu fikri öylesine kanıksamışlardır ki, 2008 ekonomik krizi ile birlikte batan Amerikan şirketlerine (oysa o şirketler kendilerini Çokuluslu olarak tanımlamıştır) yapılan devlet yardımlarını algılayamamıştır bile.157 Dünyanın başka yerlerinde Amerikan devletinin bu yaptığının bariz bir sosyal devletçilik uygulaması olduğu yankılansa da Amerikan vatandaşları bunun farkına dahi varamamıştır. Kültür endüstrisinin kobayları, tüketimin narkotik etkisi gösterdiği hipergerçekliklerinde aslolan ile dayatılan ayrımını yapamaz hale getirilmiştir zaten.

Mendieta, “Tüketmek Amerikalıdır” der ve ekler:“Tüketim yoluyla sivil dinimizi canlandırır, ülkemize ve anavatanımıza karşı görevlerimizi yerine getiririz”.158 Tüketim, yeni çeşit bir ahlaktır Amerikan vatandaşları için. Yeni normlar, kurallar ve ritüeller meydana getirir. “Satın almak iyidir, tüketmek ise kurtuluştur... Devasa miktarlar belirsizliğe, hatta kaygıya dönüştürülür. Her şeyden bu kadar fazla varsa, yapılan her seçim bir inanç [sıçramasıdır]”.159 Baudrillard’ın drugstore’larının en büyüğü Amerikan tüketim kültürüdür.

Her şeyden o kadar fazla vardır ki, bu fazlalık seçim yapmayı S0ren Kierkegaard’ın angst’ına (kaygıya) dönüştürür. Yaptığınız her seçim, bir başka şeyi seçememeniz, yani tüketememeniz anlamına gelir ve bu da hem üstesinden gelinmesi güç korkulara (Kierkegaard’a göre dread) hem de psikolojik sorunlara (Sigmund Freud’a göre neurosis) yol açar.161 Amerikan toplumu, tüketimin psikolojik bir etken olduğu böyle bir ortamda nefes alıp verir.

Amerikan vatandaşları için işlevde aynı olmak tüketmek bir huzur, rahatlama kaynağı iken, bireyleri (sözde) birbirinden ayıran, aldıkları ürünlerdir. A marka cep telefonu bir Amerikalıyı X kategorisine (sınıfına, statü grubuna) sokarken, B marka cep telefonu bir diğerini Y kategorisine (sınıfına, statü grubuna) yerleştirir. Temelde yaptıkları işlem, 1950’li yıllardan beri kültür endüstrisinin dayattığı ve tetiklediği arzuları (hiper) gerçekleştirmek olsa da, Amerikalılar dünyanın geri kalanından ayrılmak derecesinde tüketim ile özdeşleşmiş, kimlik yaratımını tüketime bağlamış durumdadırlar. Tüketim, onlar için artık banal bir obsesyondur. Üstelik “Amerikan kültürü [de], Birleşik Devletler’in bir numaralı ihraç ürünüdür”162. Bir başka deyişle, yapılan şey, bu obsesyonun küresel düzeyde yayılmasını sağlamaktır. “Toplumun McDonaldization”ı,’ bu obsesyon yayılımını tarif eden kavramlardan biridir. Rasyonelleşmenin yerini aldığı iddia edilen ve yaygın bir fastfood restoranı ile sembollenen tüketim; merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nden olmak üzere hem Amerikan toplumuna hem de dünyaya yayılmakta, hegemonyanın birörnekleştirici kültürüne temel katkıyı sağlamaktadır. Amerikan vatandaşları, bu şemada, ilk denek (kültür) tüketiciler(i) olarak adlandırılabilir.

155. Milton Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, D. Erberk ve N. Himmetoğlu (çev.), İstanbul, Plato Yayınları, 1962/2008, s. 929.

156. Pierre Bourdieu’den aktaran, Henry A. Giroux, “Private... s. 23.

157. Michael Parenti, “Capitalism’s SelfInflicted Apocalypse”, Communications’da yayımlanan makale, Ocak 19, 2009,

158. Eduardo Mendieta, “Surviving American Culture: On Chuck Palahniuk”, Philosophy and Literatüre, 29 (2), 2005, s. 398.

159. A.g.e., s. 398.

160. S0ren Kierkegaard, Kaygı Kavramı, T. Armaner (çev.), İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1844/2006, s. 34-39.

161. Preston J. Cole, The Problematic Self in Kierkegaard and Freud, New Haven, Yale University Press, 1971.

162. Eduardo Mendieta, “Surviving. s. 394.

163. George Ritzer, “The ‘McDonaldization’ of Society”, Journal of American Culture, 6 (1), 1983, s. 100-107.

 

Öyle bir ortamda beyaz bir orta sınıf Amerikalı çalışan olan anlatıcı, benzerlerinden ayrılmayan, “düşünmenin yasaklandığı”164 bir piyasa demokrasisinde kendi yolunu bulmuş, belli bir kariyere ve paraya kavuşmuş, topluma göre kendini kurtarmış bir birey portresi çiziyordu. Daha önce bahsedildiği, esasında çok da şikayetçi olmadığı bir işte çalışmakta,165 belki de şikayetçi olmayı aklına bile getirmemekte, bir şehirden başka bir şehre koşturup dururken nasıl bir tüketim kültüründe yer aldığı üzerine kafa yoracak zamanı bulamamaktaydı. Evet, kendisini rahatsız eden bir hastalığı (insomnia) mevcuttu, ama bu toplumda kim herhangi bir hastalıktan mustarip değildi ki? Tıbbileştirilmiş (medicalization) ve ilaçlanmış (medicated) Amerikan toplumunun başat tüketim metalarından biri insan vücudu ve ruhu olduğuna göre, hastalıklar ve ilaç kullanımı şaşırtıcı ya da sorgulatıcı bir şey olamazdı.166 Üstelik ilaç endüstrisi boşuna silah endüstrisinden sonra en büyük küresel kar payını kapmıyordu. Bir bildikleri vardı. Herkes hastaydı.167

Anlatıcı bu hastalığına, yine tüketim toplumunun öğrettiği yollar dahilinde bir çözüm ararken, aslında hiç de tahmin etmediği ve Dövüş Kulübü ile ilgili çoğunlukla gözden kaçan bir ayrıntı meydana geldi. Kendisine yarı-Tanrıcılık oynama hakkı verilmiş doktorlardan biri, ona bu standart sorununun çözümünün, standart reçetelerde bulunmadığını söyledi.

“Uykusuzluk sadece bir semptomdur, daha önemli bir şeyin işaretidir. Gerçek sorunu araştır. Bedenini dinle... Gerçek acının ne olduğunu görmek [istiyorsan], bir salı akşamı Birinci Komünyon’a uğra. Beyin parazitlilerini gör. Kemik erimesi hastalarını gör. Organik beyinsel bozuklukları olanları, hayata asılan kanserlileri gör.” (17)

O da bunu yapar.

Tüketim kültürünün kendine ve diğer insanlara yabancılaştırdığı, bir dosya dolabını andıran evinde toplumdan izole olmuş, sorgulamadan sürekli mekan ve zaman değiştirdiği işine bağlanmış, hepsinin sonucunda da yalnız kalmış anlatıcı, doktorun bu tavsiyesi ile hiç olmazsa toplumun bir parçasına, dolayısıyla da kendine, yeniden dönme şansını bulmuştur artık.

İşte Dövüş Kulübü tam da bu noktada, yabancılaşmadan topluma dönüş ayağında, ilk kırılma noktasını yaşar.

Anlatıcı için hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır.

Toplumun yabancılaştırdığı, toplumun izole ettiği, toplumun tükettirdiği, toplumun hasta ettiği anlatıcı, tüm bunların çaresini yine toplumda arayacaktır.

164. Theodor W. Adorno, Critical Models: Interventions and Catchwords, H. Pickford (çev.), Columbia, Columbia University Press, 1963/2005, s. 290.

165. Dövüş Kulübü’nün film adaptasyonu ile romanı arasındaki farklardan biri, romanda anlatıcının işinden doğrudan nefret etmemesi hatta bir noktada “ben aslında patronumu seviyordum” (186) itirafında bulunmasıdır. Filmdeki işinden nefret eden anlatıcı portresi, kültür endüstrisinin pasifize ettiği tüketici profiline de uymamaktadır zaten.

166. Charles Barber, “The Medicated Americans”, Scientific American Mind, 46 (2), 2008, s. 311.

167. Alan Cassels ve Ray Moynihan, Satılık Hastalıklar, E. Yıldırım ve G. Tamer (çev.), İstanbul, Hayykitap, 2005/2006.


 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült