Göç zamanı
deniz kıyısında toplandık. Son gelenlerdendik biz, neredeyse akşam oluyordu;
kıyı göz alabildiğine kalabalıktı. Bizlerden başka sürüyle kırlangıçlar da
vardı. Havalanma işareti ertesi sabah verilir sanıyordum. (Aslında işaret
falan değildir bu. Bildim bileli güneyden kuzeye, kuzeyden güneye yılda iki
kez bu büyük denizi aşarız; hiçbir sefer işaret verildiğini duymadım; sırası
gelince birlikte havalanırız. Nasıl olur bu, bilemem... Anlaşılan bütün
bunlar kimselerin bilmediği eski zamanlarda düzenlenmiş.)
Yeni eşimle yan yana yüksekçe bir kayaya tünedik. Pek yorgun değildim;
birkaç yerde, su kıyılarında dinlenmiştik. Kuzeydeki köyden sabahleyin gün
doğarken çıkmıştık; sağlığım yerindeydi, sevinçliydim. Bir yaştan sonra
duymadığım bir kıpırtı vardı içimde; yeni bir yaşam, bir serüven kıpırtısı:
Dört günlük eşimle güneye gidiyordum. Yolda ona alıkça bir gösterişe bile
kalktım. Öğle sonu yoğun havadan yukarlara, güneşe doğru, başım dönünceye
dek yükseldim; o baş dönmesiyle yükseklerde uçtum bir süre; tüylerim
bedenimden ayrılıyor gibiydi; sonra kanatlarımı, bacaklarımı koyverdim,
kendi yelimin uğultusuyla iniyordum, bir nokta gibiydi eşim, yaklaştı,
büyüdü, hızla geçtim önünden, yeryüzüne doğru, toplanıp döndüm, yanına
geldim. "Ne güzel!" dedi. Yüreğim çarpıyordu.
Kayanın üstünde yan yanaydık. Sol bacağımı indirip sağımı kaldırdım. Yedek
yiyeceğimi azar azar ağzıma çıkarıp yemeye başladım. O da yiyordu. Yolculuğa
boş kursakla çıkmak gerekirdi; yarım gün uçtuktan sonra minimini bir böcek
bile taş gibi ağırlaşırdı. Bir kurbağa budu aldım gagamın ucuna, ona
uzattım; nazlanmadan uzandı. Gözleri karaydı. Başını sağa çevirdi yavaşça.
Güneş denize batıyordu.
"Sakın sönmesin?"
"Sönmez," dedim.
Sorması hoşuma gidiyordu. Öteki pek sormazdı. Becerikli bir dişiydi. Fırsat
buldukça yakın yuvalardan çalı çırpı, paçavra aşırırdı. Yakalandı mı
kıyasıya dövüşürdü. Kuzeydeki köyde bir cami üstünde sekiz yuvaydık ve her
yerde olduğu gibi komşular arasında sürekli bir didişme vardı. Bu yüzden mi
bağlıydık birbirimize? Bunca zaman bozulan yuvalarımızı birlikte yaptık,
yavrular büyüttük, uçurduk. Sevişirdik. Zamanı geldiğinde her gün her gece
sevişirdik. Ayaklarını sımsıkı basardı yere, kuyruğunu kaldırır, bırakırda
kendini, boynunu öper ısırırdım, uzun uzun, bağıra bağıra yapardık bu işi.
Sekiz gün önce kayboldu. Akşamüstü yuvaya döndüğümde yoktu; durgun gecede
kulağım bir kanat sesinde bekledim; arasıra çağırıyordum. Komşulardan biri,
"Yeter!" diye bağırdı. Doğruydu. Ertesi gün ovada aradım, ama üzgün
değildim; bir rahatlık duyuyordum; yalnızlığın, sorumsuzluğun rahatlığı. Bir
de arasıra gelen bir korku, komşular, "Niye bir eş aramaz bu," der gibi
baktıkça. Geleneklerimiz sağlamdır. Bir gün köyün alt başında yalnız kalmış
bir dişi olduğunu söylediler. Tek katlı bir evin bacası dibinde bir
yuvadaydı. Az öteye kondum. Bakıştık. "Nasıl da gençsin," dedim. "Evet."
"Bir dengini bulman gerek."
"Hayır. Burada mı kalacağız?" "Olmaz," dedim. Uçup yuvama döndüm. Az sonra o
geldi caminin üstüne. İnce, güzel; ağır ağır yürüyordu bana doğru. "Dur!
Güneyde bir dengini bulursun yakında. Yaşlanıyorum ben artık." "Biliyorum."
Yanıma geldi. "Burada mı kalacağız?" Akşamüstü onun yuvasına gittik.
Kalabalık istemiyordum.
Sabah gün doğarken çıktık ordan. Yarın...
Uyandığımda hava ağarıyordu. Yakından, uzaktan ötekilerin sesleri geliyordu.
Kanatlarımı açıp gerindim. O da uyandı. "İyi misin?" "Evet. Ya sen?"
İyiydim. Az sonra hava iyice ağardı. Birden bir sessizlik oldu. Başımızı
yukarı kaldırdık, bekledik. İşaret verildi (mi). Uzaktan o bildik hışırtı
duyuldu; kanat sesleriydi. Havalandık ve deniz üstünde akşama dek sürecek
uzun yolculuk başladı. Yeterince yükseldikten sonra güneye yöneldik.
Telaşsız, çabasız, tekdüze uçulurdu. Denize bakmamak, özellikle denize
inmemek gerektiğini bilirdik, ama denize inmek zorunda kalsak ne olacağını
bilmezdik. Etimizle bilirdik bunu.
Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Gözucuyla baktım; bir
kırlangıçtı.
"Hayrola?" dedim.
"Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya."
"Olur yüzsüzlük değil," dedim öfkeyle. "Şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu
yolculuk tek başına yapılır."
"Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle
bir kolaylık kimsenin aklından geçmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın
etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma."
Kızmadan bir kurtuluş yolu düşünmem gerekti. Eşimden bile bir yardım
bekleyemezdim. Uçarken başımı geriye çeviremezdim. Uzun süre uçtum.
Yoruluyordum. Birden ters dönüp silkindim. Tırnaklarını etime geçirdi.
"Bana bak kocakafalı, beni düşürsen bile gelip yine konacağım sırtına.
Boşuna yorma kendini," dedi.
Doğruydu. Güneş batıya devrilmişti ama sevinemiyordum. Bir daha denedim.
"Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni, birlikte düşeceğiz."
"Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir başkasının sırtına konarım. Bak,
sizinkilerden biri daha düştü."
Kurtuluş yoktu. Binlerce soydaşım arasından niye beni seçmişti bilmiyordum;
ama seçildiğim belliydi; ben taşıyacaktım bu yükü. Konuştukça daha
ağırlaşıyordu sanki. Yuvalarını, eşlerini anlatıyordu.
"Sizinkiler boyuna düşüyor."
Kötü olduğunu bile bile ağzımı açtım. Güçlükle soluyordum. Boğazım yanıyor.
(Kurtuluş inmekte mi? Hayır, düşersem bilmeden düşeyim.) Eşim sağ
ilerimdeydi; gittikçe yabancılaşıyordu. Kendi kanatlarım bile. Güneş bir
kavak boyu kalmıştı denize. "Boyuna düşüyorlar." Birden karayı gördüm.
Bağırdım. Başkaları da bağıröı. Telaşla uçuyordum. Kara yaklaşıyordu.
Yaklaştı. Kumsala yüzlercesi inmişti benden önce, sere serpe. Sırtımdaki
yaratığı duymuyordum artık. Kanatlarımı, bacaklarımı koyverdim; aralarındaki
bir boşluğa indim, tökezledim. Doğruldum, ağzımdan kumlar dökülüyordu,
bacaklarım bitkindi. (Duramayacak mıyım? Olmaz bu olamaz; düşmemem gerek,
ayakta kalmam gerek.)