Sarkaç
Olivier Henry
Mavi giysili bir adam haykırarak, “Seksen birinci sokak..İndir şunları..”
dedi.
Bir sürü insan indi, onların yerine başka bir sürü bindi. Dan dan!..
Manhattan’ın atlı tramvayı tangırdayarak ilerledi ve John Perkins, yüksekçe
olan durak yeri merdivenlerinden az önce boşalan sürüyle birlikte aşağı
indi.
John evine doğru ağır ağır yürüdü. Ağır ağır, çünkü onun günlük yaşantı
sözlüğünde “acaba” diye bir sözcük yoktu. İki yıldır evli olan ve apartman
katında oturan bir adamı bekleyen sürprizler olamaz. John hem yürüyor, hem
şu monoton günün önceden belli sonuçlarını dalgın ve ezik bir kötümserlikle
düşünüyordu.
Katy onu kapıda karşılayacak, dudaklarına şekerlemeli bir öpücük
konduracaktı. Paltosunu çıkaracak, kanepeye otururuk akşam gazetesinde
öldürücü linotiplerin geberttiği Ruslarla Japonları okuyacaktı. Akşam
yemeğinde çömlek kebabı, deriyi çatlatıp incitmeyeceği garantili bir sosla
terbiyelenmiş salata, haşlanmış börülce ve kavanozu üstündeki kimyasal
saflığını bildiren belgeden utanmakta olan bir çilek reçeli bulunacaktı.
Yemekten sonra Katy ona yırtık yorgan için buzcunun boyunbağı ucundan kesip
vermiş olduğu yamalığı gösterecekti. Saat yedi buçuktan sonra üst kattaki
şişko adamın beden eğitimi hareketlerine başlamasıyla düşecek tavan
sıvalarından korumak üzere mobilyaları gazetelerle kapayacaklardı.
Saat tam sekizde, karşılarındaki dairede oturan vodvil topluluğundan işsiz
Hickney ile Mooney çifti hafif bir çılgınlık nöbeti içinde, besteci
Hammerstein’in elinde haftalık beşyüz dolarlık bir kontratla kendilerini
kovaladığı sanısına kapılarak sandalyeleri devirmeye başlayacaklardı. Sonra,
aydınlık aralığının karşı yanındaki pencereden görünen bay, flütünü
çıkarırdı. Yemek asansörü, telli makaradan kayardı. Kapıcı, Bayan
Zinoviev’in beş çocuğunu yine Yalu’nun ötesine kovalardı. Parlak iskarpinli
kadın İskoç köpeğiyle birlikte aşağıya iner, mektup ve zil kutusu üstüne
Perşembe günlerine öz adını bant ile yapıştırır. Böylece Frogmore
apartmanının her akşamki olayları sürer giderdi.
John Perkins bunların olacağını biliyordu. Ve yine biliyordu ki sekizi
çeyrek geçe cesaretini toplayarak, şapkasına uzanacak ve karısı huysuz bir
sesle şu sözleri söyleyecekti.
“Şimdi nereye gidiyorsun, bilmek isterim John Perkins?”
O, “Şöyle bir MacCloskey’e uğrayayım da arkadaşlarla bilardo oynayayım diye
düşündüm”, karşılığını verirdi.
Son günlerde böyle bir alışkanlık edinmişti John Perkins. Saat on, ya da
onbirde dönerdi. Kimi zaman Katy uyumuş olurdu. Kimi geceleri de evlilik
yaşantısının çelik zinciri üzerindeki altın kaplamadan birazını daha
kızgınlığının potasında eritmeye hazır durumda uyanık beklerdi. Bu şeylerin
hesabını, Frogmore apartmanındaki kurbanları ile birlikte yargılanırken,
çöpçatan Küpid (Roma Mitolojisinde aşk Tanrısı) verecektir.
Bu gece John Perkins, kapısı önünde hergünkü olayların olağanüstü
kargaşalığı ile karşılaştı. Tutkulu, şekerlemeli öpücüğü ile Katy orada
değildi. Üç odanın üçü de tekinsiz bir karışıklık içindeymiş gibiydi. Her
yerde karısının öteberileri karmakarışık saçılmış duruyordu. Ayakkabıları
orta yerde, saç kıvırma maşaları, firketeler, kimonolar, pudra kutusu,
konsolun, sandalyelerin üstüne saçılmıştı. Oysa Katy hiç böyle yapmazdı.
John, yüreği ezilerek, dişleri arasında karısının, kahverengi kıvırcık saç
telleri bulunan tarağını gördü. Olağanüstü bir telaş ve tedirginliğe
kapılmış olmalıydı, çünkü tarama sonucu dökülen saçlarını bir iğne yastığı
yapmak üzere şömine rafındaki mavi, küçük vazo içinde dikkatle biriktirirdi.
Havagazı musluğuna göze batacak şekilde bir iple bağlanıp sarkan katlanmış
bir kağıt vardı. John bunu kaptı. Karısının bıraktığı pusulada şunlar
yazılıydı..
“Sevgili John,
Annemin çok hasta olduğunu bildiren telgrafı biraz önce aldım. 4.30 treniyle
gidiyorum. Kardeşim Sam beni istasyonda karşılayacak. Buzdolabında söğüş
koyun eti var. İnşallah yine bademcikleri şişmemiştir. Sütçüye elli sent
ver. Geçen İlkbahar’da çok çekmişti. Havagazı saati için şirkete yazmayı
unutma. Temiz çorapların dolabın üst çekmecesinde. Yarın mektup yollarım.
Telaş içinde
Katy
Evlilik yaşamları iki yılı boyunca onunla Katy bir tek gece bile ayrı
kalmamışlardı. John, sersemlemiş olarak pusulayı birkaç kez okudu. İşte hiç
değişmeyen günlük yaşantısında bir aksama olmuş ve kendisini şaşkına
çevirmişti.
Orada, sandalyenin arkalığında, acınacak şekilde bomboş ve biçimsiz olarak
karısının yemek pişirirken giydiği hırka sarkıyordu. Gündelik giyecekleri
ise aceleyle şuraya buraya atılmışlardı. Onun en çok sevdiği şekerlemeyle
dolu kesekağıdı ağzı açılmadan durmaktaydı. Trenlerin gidiş geliş saatlerini
bildiren günlük bir gazete açık olarak yerde seriliydi. Odada bulunan her
şeyde bir yitiklik, bir öz yokolmuşluğu, ruh ve can uçup gitmişliği
seziliyordu. John Perkins, gönlünde garip bir yıkıntı, bir ıssızlıkla bu ölü
kalıntıların arasında ayakta durmaktaydı.
Odayı elinden geldiğince derleyip toplamaya başladı. Karısının eşyalarına
dokundukça içinden korkuya benzer bir ürperme geçiyordu. Katy’siz yaşamın
nasıl olacağını hiç düşünmemişti. Karısı onun varlığına öylesine girmişti
ki, ciğerlerine doldurduğu hava gibi gerekli ancak farkedilmez olmuştu.
Şimdi ise hiçbir haber vermeden gitmiş, ortalıktan yokolmuştu, hem de
öylesine bir yokoluş ki, sanki hiç varolmamıştı. Elbet bu yalnızca bir iki
gün için, ya da en çoğundan bir hafta içindi. Gelgelelim ona Azrailin
parmağı çalkantısız ve güvenli evini gösteriyor gibiydi.
John, koyun eti söğüşünü isteksizce çıkardı. Kahve pişirdi, çilek
marmelatıyla karşı karşıya tek başına sofraya oturdu. Çömlek kebapları, deri
cilasına benzer soslu salatalar, şimdi burnunda tütüyordu. Yuvası
yıkılmıştı. Bademcikli bir kaynana yuvar tanrılarını çil yavrusu gibi
dağıtmıştı. Tek başına yemekten sonra sokağa bakan bir pencere önünde
oturdu.
Sigara içmeyi canı çekmiyordu. Dışarda kent onu gürleyerek çılgın dans ve
eğlencesine çağırıyordu. Gece kendisinindi. Sorguya çekilmeden gidebilir,
orada neşeli bir bekar gibi eğlence tellerini kayıtsızca tıngırdatabilirdi.
İsterse kafayı çekip gün ağarana dek dolaşabilirdi. Üstelik elinde neşesinin
kalıntıları için tasını uzatarak bekleyen bir Katy de bulunmayacaktı.
İsterse Mc Closkey’in salonunda şamatacı arkadaşlarıyla Tanyeri Tanrıçası
elektrik ampullerini donuklaştırıncaya değin bilardo oynayabilirdi. Frogmore
apartmanında bulunduğu sürece taşıdığı evlilik geminin kantarmaları
gevşetilmiş bulunuyordu. Katy gitmişti.
John Perkins duygularını çözümlemeye alışık değildi. Gelgelelim üçe dört
metre ölçülerde Katy’den yoksun odada otururken şaşmaz bir vuruşla
tedirginliğinin bamtelini buldu. Artık Katy’nin mutluluğu için gerekli
olduğunu biliyordu. Ev yaşantısının durgunluğu yüzünden bilinç altına
gömülüp gitmiş olan karısı için beslediği duygu, onun yokluğuyla açık ve
seçik olarak yüzeye çıkmıştı. Bize atasözleri, öğretiler, masallar ya da en
azından bunlar gibi parlak ve gerçek bildirilerle, güzel sesli kuş kafesten
uçup gittikten sonra değeri bilinir diye binlerce kez söylenmemiş miydi?
“Katy’ye karşı davranışlarıma bakılırsa,” diye düşündü John Perkins, “Ben
çifte kavrulmuş zorbanın biriyim. Evde kalıp onunla birlikte oturacağım
yerde her gece dışarı çıkıp arkadaşlarla bilardo oynuyor, serserilik
ediyorum. Zavallı kızcağız ise eğlenecek hiçbir şeyi olmadan tek başına
burada kalıyor. Benim aklım bir karış havada! John Perkins, sen alçakların
en alçağısın. Kızcağızın gönlünü alacağım. Onu dışarı çıkarıp biraz
eğlenmesini sağlayacağım. Üstelik şu dakikadan geçerli olmak üzere McCloskey
çetesiyle her türlü ilişkimi keseceğim.”
Evet, dışarda kent, kendisini Eğlence Tanrısı ardında dansetmeye gürültüyle
çağırmaktaydı. McCloskey’de ise çocuklar aylak aylak ıstakalarla toplara
vuruyorlardı. Ancak ne çiçeklerle kaplı yollar, ne de ıstakaların
takırdayışları pişmanlıklarla dolu Perkins’i baştan çıkaramazdı artık.
Değerini iyi bilmediği ve nerdeyse küçümsediği şey, elinden alınmıştı. Oysa
onu istiyordu. Pişmanlıkla dolu olan Perkins atalarını geriye doğru meyve
bahçesinden kovulan Adem adındaki adama dek izleyebilirdi.
John Perkins’in sağ kolu yanında bir iskemle vardı. Bunun arkalığında
Katy’nin bluzu asılıydı. Hala onun gövde çizgilerini taşıyor gibiydi. Kadın,
kocasının rahat etmesi ve keyfi için çalışırken kol hareketleri yüzünden
bluzun kolları belirli yerlerde buruşmuş bulunuyordu. Oralarda hafif, gene
de kışkırtıcı bir hoş koku geliyordu. Burnuna. John onu eline aldı ve hiçbir
karşılıkta bulunmayan bu ince yünlüğe uzun uzun baktı. Katy hiçbir zaman
soğuk davranmamıştı. John Perkins’in gözleri yaşlar, evet gözyaşları doldu.
Tüm savsamalarını ödeyecekti. Onsuz yaşam bir hiçti!
Kapı çaldı. Elinde küçük bir el çantasıyla Katy içeri girdi. John salak
salak ona baktı.
“Oh! Geri döndüğüme öyle seviniyorum ki,” dedi Katy, “Annem gözde
büyütülecek kadar hasta değilmiş. Sam istasyondaydı. Annem küçük bir kriz
geçirmiş, bana teli çektikten sonra bir şeyi kalmamış. Ben de bu yöndeki ilk
trenle geldim. Bir fincan kahve içmezsem öleceğim.”
Frogmore apartmanının üçüncü kat ön dairesinde yaşantı mekanizması
vızıldayarak yeniden çalışırken ve sarkaç sağa sola sallanırken, dişli
çarkların çıkardıkları tıngırtıları hiç kimse işitmedi. Bir kayış kaydı, bir
yaya dokunuldu, vites ayarlandı ve tekerlekler kendi yörüngelerinde
döndüler.
John Perkins saate baktı. 8.15 idi. Şapkasına uzandı ve kapıya doğru yürüdü.
Katy, yakınan ve huysuz bir sesle, “Şimdi nereye gidiyorsun John Perkins,
bilmek isterim?” diye sordu.
“Şöyle McCloskey’e uğrayayım da arkadaşlarla bilardo oynayayım diye
düşünmüştüm,” dedi John.