Geç kalan avcılar, Muhtar Prokofıy'in Mironositskiy Köyünün ucundaki
samanlığında gecelemeye hazırlanıyorlardı. İki kişiydiler: Veteriner İvan
İvanıç ile lise öğretmeni Bur-kin. İvan İvanıç'in 'Çişma Himalayskiy' diye
kendisine hiç de yaraşmayan iki isimden oluşan pek acayip bir soyadı vardı.
Bu yüzden çevrede herkes yalnız küçük adıyla çağırırdı onu. Kent dışındaki
harada kalırdı. Temiz hava almak için arasıra böyle ava çıktığı olurdu.
Öğretmen Burkin, yaz aylarını Kont P.'lerden geçirirdi. Buralarda tanımayan
yoktu onu.
İkisinin de uykusu yoktu. Uzun boylu, zayıf, sivri bıyıklı bir ihtiyar olan
İvan İvanıç, kapının dışında oturmuş piposunu tüttürüyor, ay yüzünü
aydınlatıyordu. İçeride, samanların üzerinde uzanan Burkin ise karanlıkta
kaldığı için gözükmüyordu.
Şuradan buradan konuşuyorlardı. Söz döndü dolaştı, muhtarın karısı Marva'ya
geldi: Kafası işleyen, sağlam bir kadın olduğu halde, ömründe bir kere bile
doğup büyüdüğü köyden dışarı çıkmayışından ne kenti, ne demiryolunu
gördüğünden, on yıldır gündüzleri sobanın arkasında pinekleyip geceleri
ıssız yollarda yalnız başına dolaştığından söz ediyorlardı.
— Bunda şaşılacak bir yan yok! dedi Burkin. Salyangoz gibi kendi kabuğuna
sinmek eğiliminde az insan vardır yeryüzünde. Kimbilir, bu belki ataerkil
yapının yasaları uyarınca eskiye, daha toplumsal yaşayışa geçmemiş,
mağarasında bir başına yaşayan ilk insana bir dönüş, belki de insan
yaratılışının her zaman görülebilen yasadışı bir örneğidir. Doğa-bilim-ci
olmadığım için bu konuda söyleyecek fazla şeyim yok. Ama şu kadarım
biliyorum ki, Mavra gibileri az değildir yeryüzünde. Uzağa gitmeye ne gerek, daha iki ay önce Belikov adında bir
arkadaşım öldü. Bizim lisenin Latince öğretmeniydi. Hakkında anlatılanlardan
bir kısmını sanırım siz de duymuşsunuzdur. Çok sıcak havalarda bile
çizmelerini ve pamuk astarlı paltosunu çıkarmaması, şemsiyesini bir an bile
elinden bırakmaması yüzünden kentte herkes tanırdı onu. Şemsiyesi de, saati
de, yalnız kalem açmak için çıkardığı çakısı da birer kılıf içindeydiler
daima. Palto yakaları her zaman kalkık durduğu için yüzü bile kılıflı
gibiydi. Siyah gözlük takar, siyah gömlek giyer, kulaklarını pamukla
tıkardı. Faytona bindiğinde ilk işi sürücüye tenteyi çekmesini söylemek
olurdu. Sözün kısası, varlığını bir örtüyle gizlemek ve çevresinde kendisini
dış etkenlerden koruyup yalnız kalmasını sağlayacak bir kılıf yaratmak
eğilimi vardı. Bu oldukça güçlü bir duyguydu onda. Gerçekler sinirini
bozuyor, ürkütüyordu onu. Belki de bu korkusunu, yaşadığı zamandan
tiksintisini haklı gösterebilmek çabası içinde daima geçmişi, hiç var
olmayan şeyleri över dururdu. Gerçeklerden gizlenmesine yarayan şemsiyesi,
çizmeleri ile öğretmeye çalıştığı Latince aynı şeydi onun için. Gözleri
parlayarak,
"— Ah! derdi. Ne hoş ve gür bir dildir şu Latince. "Ve sözlerinin doru
olduğu kanıtlamak ister gibi, gözlerini kısarak, parmağını sallayarak
eklerdi: "— Antropos!
"Belikov'un, düşüncelerini de kılıfta saklamaya çalışır bir hali vardı. Bazı
hareketleri yasaklayan genelge ve gazete yazılarından başka bir şeye güvenle
inanamazdı. Bir genelge öğrencilerin akşam saat ondan sonra sokağa
çıkmalarını ya da bir gazete yazısı cinsel ilişkileri yasaklıyorsa, artık
bunu başka bir şeklini düşünemezdi. Yasak yasaktı onun için: İzinlerde ise
her zaman kuşkulu, açık söylenilmemiş, bulanık bir yan arardı. Kentte bir
tiyatro, okuma ya da çay salonu açılmasına izin çıksa başını sallar, alçak
bir sesle,
"— Tabii haklılar, derdi. Bütün bunlar iyi ya, altından bir çapanoğlu
çıkmasa.
"Kendisiyle hiç ilişiği yokmuş gibi görünen en küçük bir yasadışı hareket
son derece üzer, umutsuzluğa düşürürdü onu. Arkadaşlarından biri kiliseye
geç kalsa, öğrencilerden birinin yaramazlığı duyulsa ya da memurelerden biri
gece geç vakit bir subayla dışarıda görülse hemen heyecanlanır,
"— Altından bir çapanoğlu çıkmasa bari, derdi.
"Çocuk eğitimi konusunda ileri sürdüğü fikirlerdeki aşırı ürkeklik ve
kuşkuculuğuyla, gerçekten kılıflı iddialarıyla ne kadar da umutsuzluğa
düşürürdü bizleri! Kız ve erkek liselerinde gençliğin gemi azıya aldığını,
sınıflarda çok gürültü olduğunu, bunları yukarının duymasından, altından bir
çapanoğlu çıkacağından korktuğunu, ikinci sınıftan Petrov, dördüncü sınıftan
Yegor atılsa çok iyi olacağını söyler dururdu. Sonunda ne oldu biliyor
musunuz? İç çekmeleriyle, acınma-larıyla, renksiz, küçücük yüzünün
ortasındaki -gerçekten ko-karcanınki gibi küçücüktü yüzü- siyah
gözlükleriyle sonunda hepimizi yendi. Yenilgiyi ister istemez
kabullenmiştik: Önce 'hal ve gidiş'ten Petrov ile Yegor'un birer notunu
kırdık, bir zaman sonra cezayı daha ağırlaştırarak izinsiz bıraktık ve
sonunda okuldan attık onları...
"Belikov'un pek yadırganan bir huyu daha vardı: öğret? men arkadaşlara
konukluğa giderdi. Girer oturur denetlemeye gelmiş gibi hiç konuşmadan
duvarlara, eşyalara bakardı. Bir iki saat böylece oturduktan sonra kalkıp
giderdi. Bunun adına da 'Arkadaşlarla iyi ilişkileri sürdürmek,' derdi. Bu
ziyaretlerin ona pek sıkıcı ve ağır geldiği açıktı ya, bir arkadaşlık görevi
sayıyordu bunu kendince. Biz öğretmenler son derece çekinirdik ondan. Müdür
bile korkardı, inanın. Öğretmenler az çok mürekkep yalamış, Turgenyev'i,
Sçedrin'i okumuş, kafası işleyen insanlardır, değil mi? Ama gelin görün ki,
çizme ve şemsiye ile dolaşan bu adam tam on beş yıl okulu avucunun içinde
tuttu! Yalnız okulu mu? Bütün kenti! Aman belki o duyar gibi eşlerimiz
cumartesi akşamlan toplanıp şöyle bir eğlenemezler, oruç ayında din adamları
onun yanında et yemekten, iskambil oynamaktan çekinirlerdi. Son
on-on beş yıldan beri onun etkisiyle kentte herkes, her şeyden korkar
olmuştu. Yüksek sesle konuşmaktan, mektup yazmaktan, uygunsuz kaçabilecek
bir dostluğa başlamaktan, kitap okumaktan, yoksullara yardım etmekten,
onları okutmaktan çekmiyorlardı..."
İvan İvamç bir şey söylemek istiyor gibi öksürdü, piposundan bir çekti, ay1
a baktı ve tane tane konuşarak:
— Evet, dedi. Kafası işleyen, Turgenyev'i de, Sçedrin'i. de, daha
birçoklarını da okumuş öğretmenler boyun eğdiler... Böyle işte.
Burkin hikâyesine devam etti:
"Belikov ile aynı apartmanda oturuyorduk. Dairelerimiz aynı katta,
kapılarımız karşı karşıyaydı. Sık sık görüşürdük. Evdeki yaşantısını da
biliyordum. Orada da aynı durum vardı: pijama, külah, panjurlar, kapı
sürmeleri, bir sürü yasaklar ve 'altından bir çapanoğlu çıkmasa!'lar... Oruç
ayında hamur işi yese mideye zarar, et yese olmaz: birisi duyar ya da görür
de 'Belikov oruç tutmuyor,' diye söz ederler sonra... Bunun da bir yolunu
bulmuştu, tereyağında alabalık kızarttırıp yerdi. Bu belki oruç yemeği
değildi, ama orucu bozacağını da kimse iddia edemezdi ya... Birinin aklına
kötü bir şey gelir diye evine kadın hizmetçi sokmazdı. Afanasiy adında
beceriksiz, yarım akıllı, askerliğinde emirerliği yapmış, şöyle böyle yemek
pişirebilen, altmış yaşlarında bir adamı aşçı olarak tutmuştu. Afanasiy,
ellerini göğsünde bağlar, kapıda dikilir, derin derin soluyarak durmadan
aynı şeyi mırıldanırdı: "— Eskiden böyle miydi ya!..
"Belikov'un yatak odası kutu gibi küçücüktü. Karyolasını koyu bir cibinlik
kuşatırdı. Yatağa girer girmez başını yorganın altına sokar, kalkıncaya
kadar bir daha dışarı çıkarmazdı onu. İçeride daima sıkıcı, boğucu bir hava
olurdu. Rüzgâr, kapalı pancurları, kapıları tıkırdatır, sobada ıslık çalar,
mutfaktan Afanasiy'in öfkeli solumaları işitilirdi...
"Yorganın altında boğulacak gibi olurdu. Kötü birşeyler olacağını,
Afanasiy'in onu kesmek istediğini, hırsızların eve
girmeye hazırlandıklarını kurar kurar, sonra sabahlara kadar kötü kötü
düşler görürdü. Ve sabahleyin birlikte okula giderken hep solgun yüzlü,
sıkıntılı görürdüm onu. Gitmekte olduğu kalabalık, gürültülü liseden
ürktüğü, çekindiği belli olurdu hareketlerinden. Benimle yürümekten bile
sıkılırdı. Ve bu can sıkıntısını gizleyebilmek için,
"— Son zamanlarda çocuklar sınıflarda çok gürültü ediyorlar, derdi. Bu
kadarı hiç olmamıştı.
"Ve bu Latince öğretmeni, bu kabuğuna çekilmiş insan, inanır mısınız, az
kalsın evleniyordu."
İvan İvanıç, birden dönüp içeri baktı:
— Şaka ediyorsunuz!
— Hayır, ciddi söylüyorum, inanılacak şey değil, ama ramak kalmıştı
evlenmesine. Kovalenko, Mihail Şavviç Kova-lenko adında Ukraynalı bir
tarih-coğrafya öğretmeni atanmıştı bize. Ablası Varenka ile geldi. Uzun
boylu, esmer, iri-yan, kocaman elli, kalın sesli bir gençti bu. Sıtma
görmemiş bir sesi vardı, konuşurken gümbür gümbür ederdi... Ablası ise genç
kızlık çağını arkada bırakmış, otuz yaşlarında, kara kaşlı, kara gözlü, al
yanaklı, kardeşi gibi iriyarı ve uzun boylu bir kızdı. Kız dedim ya, eni
konu geçkin bir şey olduğunu kestirmişsinizdir. Öyle canlı, neşeli,
gürültücü halleri vardı ki... Durmadan Ukrayna halk şarkıları söyler,
kahkahayla gülerdi. En küçük bir şey olsa ha, ha, ha! diye yüksek perdeden
kahkahayı koyverirdi. Hatırlıyorum, Kovalenko'larla müdürün yaş günü
partisinde tanışmıştık. Her zaman ciddi, ciddi oldukları kadar da sıkıcı,
yaş günü partilerine bile zoraki giden öğretmenler arasına köpüklerin
içinden birdenbire bir Afrodit doğuyor: ellerini beline koymuş ortalarda
dolaşıyor, neşeli kahkahalar atıyor, şarkı söylüyor, oynuyor... Önce duygulu
bir sesle 'Rüzgâr esiyor' şarkısını söylemişti. Peşinden bir iki halk
şarkısı daha söyledi. Hepimiz mest olmuştuk. Be-likov bile hayran hayran
dinliyordu onu. Şarkılar bitince gidip yanına oturmuş, tatlı tatlı
gülümseyerek,
"— Ukrayna dili de Latince gibi kulağı okşayıcı ve gür
sesli bir dil, demişti.
"Bu yakınlık kızın hoşuna gitmiş olacak ki, heyecanlı heyecanlı yurdunu,
Gadyaçeski ilindeki çiftliğini anlatmaya başlamıştı. Annesi çiftlikte
kalıyormuş, öyle armutlar, öyle kavunlar, kabaklar yetişirmiş ki orada... O
kadar lezzetli, o kadar lezzetli borsç çorbası yapılırmış ki, tadına doyum
olmazmış!..
"Ağzımız açık onlara bakıyorduk. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. Müdürün eşi
kulağıma eğilerek,
"— Onları evlendirirsek mi, ne dersiniz? diye fısıldadı. "Nedense hepimiz
aynı anda Belikov'un bekâr olduğunu hatırlamıştık. Bir arkadaşımızın
yaşantısındaki böyle önemli bir ayrıntının şimdiye dek dikkatimizi çekmemiş
olmasına şaşıyorduk. Acaba kadınlar hakkında ne düşünüyordu? Bu önemli
konudaki sorunlarını nasıl çözümlüyordu? Bu sorularla daha önceleri hiç
ilgilenmemiştik. Belki de, sıcak yaz günlerinde bile çizmeyle gezen,
cibinliksiz uyuyamayan bu adamın, birini sevebileceğine olasılık
vermiyorduk. Müdürün eşi, kulağıma fısıldamaya devam ediyordu:
"— Kırk yaşını geceli hayli oluyor, kız da otuzunda... Varenka'nın bu işe
hayır diyeceğini sanmam.
"Can sıkintısından neler yapılmaz ki taşrada! En akla hayâle gelmeyecek
saçmalıklar, delilikler! Bu durum, yapılması gereken şeylerin yapılmayıp da
boş şeylerle uğraşılmasından ileri geliyor bence. İşte bu avarelikten
olacak, evli halini düşünemediğimiz bir adamı evlendirmeyi koymuştuk
aklımıza. Müdürün, müfettişin ve öteki öğretmenlerin eşleri, hayatın amacını
görmüş, anlamış gibi birdenbire kendilerini bulmuşlardı. Bir akşam müdürün
eşi, tiyatroda bir loca kiralıyor. Bir de ne görüyoruz, elinde süslü püslü
bir yelpazeyle Varenka da sağ yanında oturmuyor mu? Mutlu mu mutlu, gözleri
pırıl pırıl... Yanında da Belikov süklüm püklüm... Evden kerpetenle sökülüp
alınmış gibi bir hali var. Bir akşam yemeği verecek oluyorum, kadınlar
Belikov ile Varenka'yı buyur etmem koşuluyla kabul ediyorlar. Anlayacağınız,
kazan durmadan kaynıyordu. Sonunda Varenka'nın bu evliliğe seve seve atılacağı
çıktı ortaya. Kardeşiyle aralan pek iyi değildi zaten. Her gün kavga gürültü
vardı aralarında. Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun: Bir keresinde sokakta
bağrışmışlar-dı. Eve dönüyorlardı, önde iriyarı, insan azmanı Kovalenko, sol
elinde bir paket kitap, ötekinde kocaman budaklı bir sopa, kasketinin
altından saçları alnına düşmüş, üzerinde yamalı bir gömlek, yürüyordu.
Kolları yine kitap dolu ablası iki adım arkasından söylene söylene
geliyordu:
"— O kitabı okumadın sen, Mihail! Yemin ederim ki okumadın! diyordu.
"Kovalenko elindeki sopayı parke taşlarına hırsla vurarak,
"— Okudum! diye bağırıyordu. Kaç kere söyleyeceğim, okudum işte!
"— Hey Allahım! Niçin kızıyorsun, canım? Güzel güzel konuşamaz mısın sen?
"Kovalenko, bu kez daha da yüksek sesle bağırıyordu:
"— Okudum diyorum sana! Kes artık!..
"Evde de aynı hır gür vardı. Birbirini yer dururlardı. Böyle bir yaşantı
tabii ki bıktırmış olmalıydı kızı. Kendi evce-ğizi olsun isterdi. Yaşını da
hesaba katıyor olmalıydı. Böyle durumlarda insan evlenmek için adam seçmez,
kim çıkarsa karşısına evlenir gider. Evleneceği erkek bir Latince öğretmeni
olsa bile... Hem, bizim kızlarımız için, evlenecekleri kimse değil, evlenmek
önemlidir. Her ne hal ise, Varenka, Belikov'a açıktan açığa aşırı ilgi
gösteriyordu.
"Ya Belikov? Bizlerin ziyaretimize geldiği gibi Kovalen-ko'lara da
gidiyordu. Girip oturuyor ve bir sözcük bile söylemeden yine duvarları
seyrediyordu. O sustukça Varenka ya 'Rüzgâr esiyor'u söylüyor, ya dalgın
dalgın ona bakıyor, ya da birdenbire kahkahayı basıyordu: "—Ha, ha, ha!..
"Aşkta, özellikle evlenme konusunda telkinin çok büyük rolü vardır. Hepimiz,
-arkadaşlar ve hanımlarımız- Belikov'un, artık hayatta onun için yapılacak tek akıllıca işin evlenmek
olduğuna inandırmaya, ayartmaya çalışıyorduk. 'Nikâh pek ciddi bir adımdır',
'Varenka güzel ve ilginç bir kızdır', 'Öyle basit bir kimse olduğu
sanılmasın sakın, babası kolbaşıydı', 'Hem çiftliği de var', 'Size ilgi
gösteren, içten olan tek kızdır' gibi bir sürü ipe sapa gelmez sözleri büyük
bir ciddiyetle söyleyerek adamcağızın başını döndürdük. Ve sonunda
evlenmesinin gerektiğine kendisi de inanır oldu." İvan İvanıç araya girdi:
— Önce çizme ve şemsiyesini attırsaydınız bari.
— Uğraştık, ama başaramadık bir türlü. Varenka'nın bir resmini masasının
üstüne koymuştu. İkide bir bana geliyor, Varenka'dan, aile mutluluğundan,
nikâhın ciddi bir adım olduğundan, Kovalenko'lara gittiğinden dem vuruyordu.
Öte yandan, yaşayışını hiç mi hiç değiştirmemişti. Aksine, evlenme
düşüncesi, kabuğunun daha da derinlerine çekilmesine yol açmıştı.
Zayıflamış, rengi iyiden iyiye uçmuştu. Bir keresinde cansız cansız
gülümseyerek,
"— Varvara Savvişna'dan hoşlanıyorum, demişti bana. Her insanın bir yuva
kurmak zorunda olduğunu biliyorum, ama... Her şey o kadar birdenbire oldu
ki... Çok düşünmek gerek.
"— Düşünecek ne var? dedim. Evlenin, olsun bitsin.
"— Olmaz, evlenme öyle basit bir şey değildir. İnsan önce, üzerine almaya
hazırlandığı tüm sorumluluk ve zorunlulukları taşıyabileceğinden iyice emin
olmalıdır... Sonra altından bir çapanoğlu çıkar. Çok kaygılandırıyor beni
bu. Gece sabahlara kadar uyuyamıyorum. Niçin gizleyecekmişim, korkuyorum:
kardeşinin de onun da öyle garip fikirleri var ki, bizden çok başka türlü
düşünüyorlar. Yaratılışı da çok hareketli. Evlenirsin, bir zaman sonra,
Allah saklasın, tatsız bir durum çıkar ortaya... O zaman da ayıkla pirincin
taşını bakalım...
"Evlenme önerisini bir türlü yapamıyordu. Her gün erteliyordu niyetini. Bu
durum müdürün eşiyle öteki hanımları
son derece üzüyordu tabii. Sorumluluk ve zorunlulukları gözünde büyütüyor,
ama öte yandan her gün Varenka ile dolaşıyordu. Bunun normal olduğunu,
durumunun öyle davranmasını gerektirdiğini sanıyor olmalıydı. Aile mutluluğu
üzerine konuşmak için hemen her güri bize geliyordu. Her şeye karşın, hiç
beklenilmedik büyük bir skandal patlak vermeseydi, avarelik ve sıkıntıdan
taşrada önayak olunan gereksiz ve saçma evliliklerden biri daha birleşme ile
sonuçlanacaktı. Şunu da söyleyeyim ki, Varenka'nın kardeşi Kovalenko, ilk
görüştükleri günden beri Belikov'dan nefret ediyordu. Görecek gözü yoktu
onu. Omuzlarını kaldırarak,
"— Bir türlü akıl erdiremiyorum, derdi. Herkesin işine burnunu sokan bu pis
herife, iğrenç yüzüne nasıl dayanabiliyorsunuz? Böyle bir kentte nasıl
yaşıyorsunuz, şaşıyorum. Havası insanı boğacak gibi oluyor. Sözümona
öğretmensiniz. Ne gezer?.. Kafalarınızın içi tın tın. Yasalara körü körüne
bağlı, beyni küflenmiş bir polis memurundan farkınız yok. Bu böyle gitmez
canım; sizin gibi insanlarla bir arada yaşayamam. Hemen Ukrayna'ya,
çiftliğime dönüp ıstakoz avlar, köylü çocuklarına birşeyler öğretmeye
çalışırım daha iyi. Sizi yalancı peygamberinizle baş başa bırakacağım, ne
haliniz varsa görün.
"Bazan gözlerinden yaş gelen dek o gürültülü sesini bir inceltip bir
kalınlaştırarak kahkahayla güler, sonra kollarını iki yana açarak,
"— Bizim eve de niçin gelir bilmem, dediği olurdu. Ne istiyor bizden? Gelip
oturuyor, duvarlara bakıp bakıp bir şey konuşmadan çekip gidiyor.
"Belikov'a bir ad bile takmıştı: 'Örümcek' diyordu ona. Ablası Varenka'nın
'Örümcek'le evlenmeye hazırlandığını hiçbirimiz söyleyemiyorduk ona tabii.
Müdürün eşi, bir keresinde, ablasının herkesçe sevilen ve sayılan Belikov
gibi ciddi birisiyle evlenmesinin pek iyi olacağını ima yoluyla çıtlatma- ,
ya cesaret ettiğinde kaşlarını çatmış,
"— Böyle şeylere ben karışmam, diye homurdanmıştı.
Cam isterse o iğrenç herifle bile evlenebilir. Başkalarının işine burnumu
sokmak âdetim değildir.
"Bakın sonra ne oldu. Yaramaz öğrencinin biri bir karikatür çizmiş: Belikov
ayağında çizmeleri, şemsiyesini açmış, pantolonunun paçalarını sıvamış
gidiyor; kolunda da Varenka... Altında şöyle bir yazı: 'Âşık antropos'. Siz
de kabul edersiniz ki başarılı bir buluş... Sanatçının birkaç gece sabahlara
kadar çalışması gerekmiş sonradan. Çünkü kız ve erkek liselerinin, papaz
okulunun bütün öğretmenleri, memurlar, birer tane istemişlerdi aynı
karikatürden. Belikov bile almıştı bir tane. Karikatürün çok ağır bir etkisi
olmuştu üzerinde.
"Mayısın biri pazardı. Öğretmen ve öğrenciler okulun önünde buluşup
yürüyerek kent dışındaki koruluğa gidecektik. Evden Belikov'la birlikte
çıkmış, okula doğru yürüyorduk. Yüzü yemyeşildi. Dudakları titreyerek, "— Ne
kötü insanlar var! dedi.
"Nedense, acımıştım ona. Okula yaklaşmıştık ki, birden ne görsek
beğenirsiniz? Kovalenko, bisikletle gelmiyor mu... Arkasından, yüzü al al
olmuş, yorgun, ama yine de neşeli, mutlu ablası başka bir bisiklette, ona
yetişmeye çalışırken bir yandan da bağırıyor:
"— Biz önden gidiyoruz! Hava o kadar güzel, o kadar
güzel ki!
"Ve bir dakika geçmeden ikisi de gözden kayboldular. Bizim Belikov'un yüzü
yeşilden beyaza dönmüştü. Dili tutulmuştu sanki, durmuş, anlamsız anlamsız
yüzüme bakıyordu...
"— Affedersiniz ama, dedi, bu da nesi? Yoksa gözlerim mi yanılttı beni? Lise
öğretmenleri ile kadınların bisiklete binmesi yakışık alır mı hiç?
"— Bunda yakışık almayacak ne var? dedim. Binebiliyor-larsa ve sağlıkları da
elveriyorsa varsın istedikleri kadar binsinler, bize ne?
"Benim bu umursamazlığım daha da şaşırtmıştı onu: "— Öyle mi? dedi. Demek
öyle ha?
"Çok bozulmuştu. Bizimle gelmekten vazgeçip eve döndü.
"Ertesi gün okulda hiç durmadan sinirli sinirli ellerini ovuşturuyor, zangır
zangır titriyordu. Sağlık durumunun pek iyi olmadığı açıktı. Ve ömründe ilk
kez dersleri yarıda bırakarak evine gitti. Öğle yemeğini bile yememişti.
Akşama doğru, dışarıda hava oldukça sıcak olduğu halde, sıkı sıkıya giyinip
tıs tıs Kovalenko'lara gitmiş. Varenka evde yokmuş, Kovalenko kaşlarını
çatarak soğuk bir tavırla buyur etmiş onu. Öğle uykusundan yeni kalktığı
için keyfi pek yerinde değilmiş:
"— Rica ederim, oturun, demiş.
"Belikov on dakika hiç konuşmadan oturmuş ve sonra başlamış:
"— Üzüntülermi size açmak için geldim, demiş. Canım çok sıkılıyor. İftiracı
alçağın biri, benim ve ikimize de çok yakın bir bayanın gülünç bir resmini
yapmış. Şuna inanmanızı istiyorum ki, bunda benim hiçbir suçum yoktur...
Böyle bir alaya yol açabilecek en küçük bir düşüncesiz hareketim olmamıştır.
Tam tersine, daima son derece dürüst ve ciddi davrandım.
"Kovalenko, önüne bakıyor, bir şey söylemiyormuş. Belikov sesini alçaltarak
devam etmiş:
"— Bir şey daha söylemek istiyorum size. Uzun yıllardan beri öğretmenlik
yapıyorum, siz ise daha yeni atıldınız mesleğe. Bir ağabey olarak sizi
uyarmak görevimdir. Bisiklete bindiğinizi gördüm dün. Oysa bu, görevi
gençliği eğitmek olan bir kimseye yakışmaz.
"Kovalenko bas sesiyle sormuş:
"— Niçin?
"— Bunun anlaşılamayacak ne yanı var, Mihail Savviç? Düşünemiyor musunuz ki,
öğretmenleri bisiklete binerse, öğrencilere binecek bir şey kalmaz!
Başlarının üzerinde mi yürüsünler onlar da? Yönetmelikte böyle bir izin
olmadığına göre binemezsiniz demektir. Dün görünce şaştım kaldım
106
doğrusu! Ablanızı da arkanızdan başka bir bisikletle sizi izlerken görünce
gözlerime inanamadım. Bir kızın ya da kadının bisiklete binmesi ne korkunç
şeydir!
"— Asıl istediğiniz nedir, sizin? Onu söyleyin. "— Sadece sizi uyarmak
istiyorum, Mihail Savviç, o kadar. Gençsiniz daha, önünüzde uzun bir
çalışma, çabalama dönemi var. Çok çok dikkatli olmalısınız. Ama siz öyle
tehlikeli hareketler yapıyorsunuz kî!.. Yamalı gömlekle, elinizde kitapla
dolaşıyorsunuz sokakta, şimdi de bisiklet çıktı. Yukarının haberi olursa...
İster misiniz yani, öyle bir §ey olsun? Kovalenko yavaş yavaş kızmaya
başlamış: "— Benim de, ablamın da bisiklete binmemiz kimseyi ilgilendirmez!
diye bağırmış. Aile işlerine burnunu sokacak olanları cehennemin dibine
yollarım.
"Belikov'un yüzü bembeyaz kesilmiş bir anda. Kalkıp, "— Bana karşı böyle
davranırsanız sizinle konuşamam artık, demiş. Rica ederim yanımda
üstlerimden bir daha böyle söz etmeyin. Büyüklerimize saygılı olmak
zorundasınız. "Kovalenko'nün tepesi atmış artık, öfkeli öfkeli bakmış
karşısındakine:
"— Kimseye saygısızlık ettiğim yok! Beni rahat bırakın, lütfen. Sizin gibi
dalkavuk herifle konuşamam ben. Üstelik iftiracılardan da nefret ederim.
"Belikov, pabucun pahalı olduğunu anlamış ve gitmek için aceleyle
hazırlanmaya başlamış. Ömründe ilk kez böyle kaba sözler işitiyormuş. Odadan
merdiven başına çıkarken,
"— Şimdi istediğiniz gibi konuşabilirsiniz, demiş. Yalnız şunu bilin ki,
konuşmamızı birinin duymuş olabileceğini hesaba katarak, yanlış anlamaya
meydan vermemek için tartışmamızın özetini müdür beye iletmek zorundayım.
Bunu yapmam gerek.
"— İletecek misin? Bas git, ilet, cehennemin dibine kadar yolun var!
"Kovalenko, artık kendinde değilmiş. Belikov'u yakasının arkasından
yakaladığı gibi itmiş. Beriki, çizmeleri basamaklarda gürültü çıkara çıkara merdivenden aşağı yuvarlanmış. Merdiven hayli
yüksek ve diktir, ama Belikov dibe kadar sağ salim varabilmiş. Ayağa
kalkmış, gözlükleri sağlam mı öğrenmek için burnunun üstünü yoklamış. Tam o
merdivenlerden yuvarlanırken giriş kapısından Varenka, yanında iki bayanla
içeri girmiş. Üçü de durmuş. Belikov'u seyredi-yorlarmış. Onun için asıl acı
olan da bu olmuş zaten. Keşke iki ayağı da boynu da kınlaydı, kadınların
gözünde küçük düşmeseydi. Şimdi bu olayı şehirde duymayan kalmayacak, herkes
onu konuşacaktı. Müdür bey duyacak, büyüklerin kulağına gidecek! Ah, bir
çapanoğlu çıkmasaydı altından! O insafsız öğrenci yeni bir karikatür çizecek
ve sonunda istifa etmesini isteyeceklerdi...
"Doğrulduktan sonra tanıyabilmiş onu Varenka ve gülünç yüzüne, buruş buruş
olmuş paltosuna, çizmelerine bakarak, durumu kavrayamadan, Belikov'un
yanlışlıkla düştüğünü sanarak kendini tutamamış, kahkahayı koyvermiş: "— Ha,
ha, ha!..
"Ve bu şakrak 'ha, ha, ha' ile her şey bitti: Evlenme işi de, Belikov'un
yeryüzündeki yaşantısı da. Varenka'yı işitmiyordu artık, gözleri kararmıştı.
Eve dönünce ilk işi Varen-ka'nın resmini masasının üstünden almak olmuş.
Sonra yatmış... bir daha da kalkmadı.
"Bu olay üzerinden üç gün geçmişti ki bir sabah Afana-siy çaldı bizim
kapılı. Beyinin çok hasta olduğunu söyledi ve doktor çağırsa nasıl olur
acaba diye sordu. Hemen Belikov'un yanına koştum. Gene cibinliğinin
içindeydi. Yorganı çenesine kadar çekmiş, hiç konuşmadan yatıyordu.
Sorularıma evet ve hayırdan başka yanıt vermiyordu. Afanasiy üzülmüşe
benziyordu. Derin derin soluyarak odada dolaşıyor, birşeyler yapmaya
çabalıyordu. Votka fıçısı gibi keskin bir votka kokusu yayılıyordu ondan.
Bir ay sonra Belikov öldü. Cenaze törenine hepimiz, iki lisenin ve papaz
okulunun öğretmenleri katıldık. Tabutta yatarken yüzünde cana yakın, hoş,
hatta neşeli bir ifade vardı.
Sanki, bir daha hiç çıkmayacağı kabuğuna girebildiğine seviniyordu. Evet,
ülküsüne erişmişti Belikov! Ve bunun onuru-naymış gibi, cenaze günü
yağmurlu, kötü bir hava vardı, hepimiz çizmeli ve şemsiyeliydik. Mezarlığa
kadar Varenka da gelmişti. Tabut çukura indirilirken acı acı ağlıyordu.
Ukraynalıların ya kahkaha attıklarını ya da ağladıklarını, ikisinin
arasındaki ruhsal durumlarının pek bulunmadığını o gün anladım.
"Doğrusunu söyleyeyim, Belikov gibilerini toprağa bırakmak insana bir
hafiflik veriyor. Mezarlıktan dönerken görevini yerine getirmiş insanların
rahatlığı vardı içimizde. Ta çocukluğumuzda büyükler bizi evde yalnız
bırakıp gittiklerinde bahçeye koşup sonsuz özgürlüğümüzün tadını
çıkardığımızda duyduğumuz hafifliğe benzeyen bu rahatlığı nedense hepimiz
içimizde gizlemeye, yanımızdakilere fark ettirmemeye çalışıyorduk. Ah,
özgürlük, özgürlük, ne tatlısın sen! Bir parıltın bile ruhlara kanat takmaya
yetiyor!
"Anlayacağınız, herkes evine mutlu döndü. Ne var ki, aradan günler geçtiği
halde, yönetmelik yasaklarıyla dolu, ama yine de yeterince özgür yaşantımız
eskisi gibi sıkıntılı, sert ve anlamsız devam ediyordu. Hiçbir şey
değişmemişti. Belikov'u toprağa vermiştik, ama onun gibi kabuğuna çekilmiş
daha niceleri vardı. Bu hep böyle de gidecek!" İvan İvanıç,
— Haklısınız, dedi..
Ve piposunu tüttürmeye devam etti. Burkin,
— Böyle insanlar yeryüzünden hiçbir zaman eksik olmayacaktır!..
Biraz sonra lise öğretmeni samanlıktan çıktı. Kısa boylu, şişman, dazlak
kafalıydı. Sakalları hemen hemen göbeğine kadar uzanıyordu. Onunla birlikte
iki avcı köpeği de çıktı
dışarı.
Burkin yukarı bakarak,
— Ey mehtap, dedi, mehtap!
Geceyarısı olmuştu. Sağda, köy ve beş verst ilerisi gözüken uzun köy yolu,
derin, sessiz bir uykuya dalmıştı. Ne bir ses, ne de bir hareket vardı.
Doğanın bu denli sessiz olabileceğine inanası gelmiyordu insanın. Mehtaplı
bir gecede iki yanında köy evleri, uyuyan söğüt ağaçlan, ot yığınlarıyla
geniş bir köy yolunu seyretmek kişinin içinde bir yumuşaklık verir. Gecenin,
bu yarı karanlıkta işten, kaygı ve üzüntüden arınmış sessizliği içinde cana
yakın, hüzünlü, hoş bir görünüşü vardır. Yıldızlar bile sevinçli bir
duygululukla bakıyor gibidir. Artık yeryüzünde kötülük yokmuş, her şey
yolundadır sanki.
Solda, köyün bitiminden sonra, ta ufka kadar süren bir düzlük başlıyordu.
Ayın ısıttığı bu bozkırda çıt çıkmıyordu.
— Haklısınız, dedi İvan İvanıç.
— Kentteki boğucu, yaşantımız, karaladığımız bir sürü gereksiz kâğıt,
oynadığımız briç de birer kabuk değil mi? Bütün ömrümüzü işsiz güçsüzlerin,
karaborsacıların, aptalların, avare kadınların arasında, günlerimizi
saçmasapan şeyler dinlemekle geçirmemiz de birer kabuk değil midirler?
Canınızı sıkmazsam ilginç bir hikâye anlatabilirim size.
— İstemez, yatalım artık, dedi Burkin, hadi Allah rahatlık versin.
Birlikte içeri girip samanların üzerine uzandılar. İkisi de üstlerini örtüp
uyumaya hazırlanıyorlardı ki, birden dışarıda ayak sesleri işitildi: tap,
tap... Yoldan birisi geçiyordu. Yürürken birden duruyor, aradan iki dakika
geçtikten sonra yeniden: tap, laplar başlıyordu. Köpekler hırlamaya
başladılar.
Burkin:
— Mavra geçiyor, dedi.
Biraz sonra ayak sesleri işitilmez olmuştu. İvan İvanıç öte yana dönerken
homurdandı:
— Başkalarının yalanlarını dinlemek ve bu yalanlan yutmuş göründüğün için
seni aptal bellemelerine göz yummak, alçalmayı sineye çekmek, dürüst, özgür
insanların yanında oldüğünü açık açık söyleyememek, üstelik yalan söylemek zorunda kalmak,
gülümsemek... Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek,
bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada
yaşanmaz! Burkin yarı uykulu bir sesle,
— Başka bir operaya geçtiniz, dostum, dedi. Hadi uyuyalım.
Biraz sonra derin bir uykuya dalmıştı. İvan İvanıç uzun süre bir o yana bir
bu yana döndü durdu, ofladı, pofladı. Kalkıp dışarı çıktı, kapının eşiğine
oturup piposunu yaktı...