Bir yerde mi okudum, bir kimseden mi duydum, şimdi bilmiyorum. Ancak, çoktan
beri bana öyle gelir ki, herkesin içinde bir "ben” vardır. Bir ufak, ufacık,
parlak bir nokta. Kimbilir insanın kafasının ne tarafından çıkmış iplik gibi
incecik, titrek, kıvrık bir sinirin ucunda bu parlak nokta olmasa, bence
hayat karanlık, sessiz bir yokluk, bir duygusuzluk, bir adem olurdu.
Herkesin dimağını, hareket ve hayatı temin eden elektrik merkezlerinin, muhtelif irtibat tertibatının ve hatırat mahfazalarının makine dairesi imiş gibi farz ederim. "Ben” dediğim o parlak, o ufak şey bu dairenin içinde sessiz, titrek, muntazır, faal dolaşır, tertibatı tahrik eder, irtibatı bağlar, çözer. O sessizlik içinde insan cihanın bütün figanını, velvelesini duyar ve kendini hisseder. Bir taraftan muhitin bütün tesiratını beşere akseden bütün esvatı, elvanı, hatıratı tutup dolaplarına saklar. Biz ancak "ben” onları tekrar ziyaret etmedikçe onları tamamen unutmuş oluruz ve günün birinde kimbilir ne sebeple "ben” onları ziyaret ettikçe, birdenbire onları tahattur eder, hatta bazılarını nasıl olup da ezberlemiş olduğumuza ve unutmadığımıza taaccüp ederiz. Bu taaccübü "ben” in bir latifesi gibi telakki ederim.
Bazen gözler açık bulunur, lakin bir şey görülmez; bazen çağırırlar, insan duymaz. Şüphesiz o zaman "ben” meşguldür. Bazen yorgun olur. Serseri, uyuşuk, ihmalci bulunur, insan saçma sapan şeyler düşünür, yahut hatıratının tertibini kelimelerin münasebetlerine terk eder: Önünde bir çöp görür, sonra çoban kelimesini tahattur eder. Bazen de aralarında hiç münasebeti olmayan şeyleri uzun uzadıya düşünür, durur.
Acayip hareketi vardır. Görüştüğüm kimselerde bu “ben”in nasıl çalıştığına dikkat ederim: Bunların içinde “ben”leri mantıki ağır münasebetli olanları, cevval bulunanları, tembelleri, yorgunları, sersemleri olduğu gibi ayrıca itiyat, iptila sahipleri de bulunduğunu gördüm.
Neden? Şüphesiz “ben” meşguldür yahut yorgun olur, o zamanlar serseri, uyuşuk, ihmalci bulunur. Dairesinin içinde sarhoş dolaşır ve insana saçma sapan şeyler düşündürür, ancak hastalanmadıkça harekatı idare etmekte ihmali görülmez.
Dimağın içinde böyle bir “ben” tasavvur etmek ve bununla meşgul olmak pek kolay değildir. Ancak ben, hayli zamandır böyle meşgul olduğum cihetle sine (?) levhasında bile gördüğüm adamların “ben”lerini tetkik eder, kendimi eğlendiririm.
Bu garip itiyadı arkadaşlarımdan birine naklettiğim esnada o tuhaf bir şey tahattur etmiş gibi birdenbire gülmeye başladı ve yarın öğleden sonra gidip nezarette kendisini görmemi rica etti, sebebini söylemedi.
Ertesi günü nezarete uğradım. Nezaret dairesinin içinde bir hal gözüme çarpıyor ki tarif edemeyeceğim, adeta bana herkes derin bir hayret içinde gibi görünüyordu. Büyük bir felakete uğramış adamların o garip ketumluğu bütün nezaret memurlarında, hatta odacılarda, kapıcılarda bile görülüyordu. Şüphesiz bu benim vehmimdir, lakin bana bu vehim neden geliyor diye düşündüğüm halde keşfedemiyordum. Yukarıdaki büyük salonda bir kalabalık vardı, baş başa birtakım adamlar konuşuyorlar, birtakımları bıyıklarını çekiştirerek nezaret odasının kapısına bakıyorlardı. Arkadaşımın odasını bulmak için birkaç odayı dolaştım, nezaretin bütün memurları işsiz oturuyorlardı. Nazarı dikkatimi celbetti. “Nedendir?” diye sordum. Arkadaşım cevap verdi:
"Evet burada iki oda işlemektedir, birisi mubayaat odasıdır, diğeri nezaret.
Nazır, Allah razı olsun bütün işleri yapar, biz böyle gördüğünüz gibi otururuz. Mesela bakınız, arkadaşım başlı başına filan işin memuru olduğu halde kimse kendisine müracaatta bulunmaz, çünkü herkes bilir ki, müracaatta bulunsa da hiçbir faidesi yoktur. Haydi, gel gidelim” dedi ve beni aldı nazırın yanına götürdü. Kapıda odacı duruyordu; selamsız, sabahsız, istizansız odaya girdik, ben hayretle, nazırı tanımam, nasıl gireriz, arkadaşımın elbet bir bildiği vardır, diyordum.
Odaya girdik, birtakım adamlar nazırın önünde ayakta duruyor, birtakımları da karşısında oturuyor, bir üçüncü takım da açıkta duvar dibinde sıra ile oturuyorlardı. Nazır, bizi görmedi bile. Arkadaşım, “Otur şuraya” dedi, oturdum. O da yanımda ayakta duruyordu. Bana kendisi bir de cıgara ikram etti, zaten herkes cıgarasını içiyordu. Bir aralık nazırı gördüm, telefon elinde cevap bekliyor gibi idi, lakin zannedersem cevap almadan telefonu kapadı. O esnada, gözü kapıdan yeni giren bir kimseye ilişti, hemen zili çalıp odacıyı çağırdı: "Ben sana kimseyi sokma dedim, bak geldi oturuyor” diye yeni geleni gösterdi. O adam aldırmadı, nazırın yüzüne bakıp sırıttı. O esnada başka bir odacı bir kartvizit getirdi, ona “Buyursun” dedi, sonra tekrar telefona sarıldı, ancak aklına ne geldi bilmem, tekrar yanına dönüp telefonu bıraktı ve önünde duran bir kağıdı imza edip karşısında ayakta duran bir adama uzattı, sonra sandalyesini taa yanına çekmiş oturan bir adama döndü, bu adamın yüzünde iç sıkıntısı ve sabırsızlık nümayan idi. Yavaş yavaş nazırın kulağına bir şeyler söyledi. Nazır ise yüksek sesle cevap verdi: “Hiç bekleme, cevap vermem, ben havaya para vermem” dedi. Ve döner sandalyesinin üzerinde telefon tarafına döndü. O adam hayretle, fesini arkaya itti, odadakilerin istimdat eder gibi birer birer yüzlerine baktı, ancak, herhalde nazırı bilir bir adam gibi görünüyordu, arkasını dönünce tekrar sustu, beklemeye başladı. O esnada kapı açıldı, içeri, omzunda iri yuvarlak bir demir ile bir adam girdi. Bu, bir makinenin parçası olacak, bir adam güç taşıyabiliyordu, bu demirin diğer bir parçası da başka bir adamın elinde idi. Nazır diğer biriyle konuşurken bunlar gözüne ilişince lakırdıyı yarıda bırakıp onlara baktı: "Kırılan neresi bakayım” diye gözlüğünü düzeltip gözlüğün kah üstünden, kah altından bakıyordu ve her iki gözünün hattı nazarı başka başka eğri olduğu cihetle iki gözü bir gözlüğe sığmıyor gibi görünüyordu.
Arkadaşım, yanımda izah etti ki, bu, dünden beri tamiri uzun bir mesele olan otomobilin demiri imiş. Nazır önündeki kağıtları karıştırdı, karıştırdı; hem karıştırıyor hem de gözlüğün üstünden bakarak karşısında elinde birtakım kağıtlar olduğu halde oturan nezaret erkanından birine, bugün ayın kaçı olduğunu soruyordu, o esnada telefon çaldı. Nazır döndü, aceleden telefonu ters tuttuğunu ve sol eliyle sağ kulağını aradığını görüyordum. İçimden bir gülmek uyandı, odadakilere baktım, nazırın karşısında oturanların yüzlerinde nezaret memurlarına mahsus yeis ve hayret alametleri vardı, uzakta oturanların içinde ise birbirine nazırı gösterip gülenler vardı; bir lahza sonra telefonu düzeltip görüşmeye başladı.
Ne soruyorlardı? Kiminle görüşüyordu? Bilmem. "Tetkik ediyorum, şimdi hiçbir cevap vermem, piyasaları kıracağım” diyordu. Şoför, omzunda demiri taşımaktan yorularak yağlı ucunu halının üstüne dayadı, nazır telefonu kapadı, eminim muhavere yarıda idi, odaya yeni giren genç bir efendinin elindeki kağıdı aldı ve derhal bu noksan diye iade etti. Efendi, kağıdı geri götürmeyerek masanın üstüne bıraktı çıktı.
Nazır, sandalyesinde tekrar döndü ve yanında oturan adamla tekrar yüz yüze geldiler. O daha hiçbir şey söylemeden nazır, "Tanımam” dedi, "ben havaya para vermem.”
"Canım, efendim neden havaya para verilmiş oluyor, ben size mili sattım, parasını isterim.”
“Mal buraya geldi mi?”
“Efendim konturat burada, ben size orada teslim sattım. Şimdi trenler işlemiyor imiş de gelmiyormuş, bunu siz düşüne idiniz.’’
Nazır, çoktan arkasını dönmüş idi. Tekrar gözüne şoför ilişti, ancak onunla konuşacak kadar tevakkuf edemedi, taa uzakta köşede oturan bir efendiye hitap etti:
“Eyy, pazarlığı ne yapacağız?” O adam, uykusu gelmiş gibi görünüyordu. Yavaşça başını kaldırarak, “İşte söyledim ya, efendim” dedi. “Yok senin söylediğin gibi olmaz, sen Mehmet Efendi ile görüştün mü?” Herif ne cevap verdi bilmem, arkadaşım yanımdan, “Mehmet Efendi ile görüştüler, un teslim olundu bile. Bu herif şimdi burada muhasebeciyi bekliyor, evrakı da imza ediliyor, nazır hala zanneder ki un pazarlık edilecek” dedi. Hiç hayret etmedim, şüphesiz bu adam zeki bir adam idi, ancak dikkate vakti yoktu. “Mehmet Efendi kimdir?” diye sordum, arkadaşım gülümsedi: "Nazırın kahyasıdır, şimdi gelir görürsünüz.”
Nazır, bizi orada şüphesiz bir şey satmaya veya almaya gelmiş adamlardan zannediyor ve hiçbir şey sormuyor, kendisi bir lahza, bir dakika boş durmuyor, mütemadiyen işliyor; ancak bir iş üzerinde yalnız bir an durabiliyordu ve mütemadiyen bir işten öteki işe geçmek için telaş ediyordu, bu telaş ve heyecan görülecek bir manzara idi.
Otomobil demirini tamir için gelenler otuz lira istiyorlardı, nazır razı değildi, gözleriyle bir tarafa, öte tarafa bakarak elleriyle telefonu karıştırarak, bir lahza da onlarla görüştü. Kaç okka kömür sarf edileceğini, usta parasını, çırak hakkını hesap etti, nihayet on lira verdi. Yanımda oturan bir adam arkadaşına yavaşça dedi ki: “Nazır, körük hakkıyla nefes parasını unuttu.' Bu lakırdı henüz tamam olmamıştı ki, nazırın gözüne köşede oturan kaba sakallı bir adam ilişti. Bu, gazete muhbiri imiş, ona dedi ki: “Görüyorsunuz, söyleyecek hiçbir şeyim yoktur. Bütün mesuliyetin benden evvelki nazıra ait olması iktiza eder, ellerinde hiçbir şey yok iken bu kadar ağır yükü deruhte etmişler, her şeyle ben uğraşmaya mecbur oluyorum. Nezarette hiç kimse işi üstüne vazife etmiyor" O adam ve hiç kimse cevap vermedi ve o adam sanki şimdiye kadar uyuyormuş gibi kalktı, sessizce çıktı gitti. O esnada kapı açıldı, boz renkli elbise giymiş kara sakallı, kara bıyıklı, nazır gibi şaşı gözlü bir adam girdi ve teklifsizce Nazırın karşısına gitti, durdu. Nazır, onu görünce şoförü ve demiri ona gösterdi ve dedi ki: “Biz ötede iken fıçıların çemberlerini tamir ettirdiğim bir Halit Usta vardı, o nerededir? Onu çağırıp görüşünüz, hemen şimdi" Ve artık dinlemedi, beklemedi. Şoför, demir, Mehmet Efendi, tamir için gelen ustalar bırakıp çıktılar, nazırın yanında oturan adam hala usanmamış idi. Nazır, döner sandalyesini çevirip ona döndü ve dedi ki: “Sen benim gibi, deli nazır gördün mü?” O adam, itidalle asla taaccüp etmeyerek ve bu sualin karşısında mephut kalmayarak cevap verdi: “Beyefendi sen bu nezarette bir akıllısını gördünse beraber asalım" Sonra biraz durarak ilave etti: “Lakin, beyefendi, bizim paralar ne olacak?” Nazır cevap verdi: “Yarısını vereyim, kontratları yırtalım, ne dersin, muhasebeci?" Muhasebeci, yalnız tebessüm etti ve elindeki kağıtları uzattı. Ancak yine telefon çalmış idi. Bir eliyle muhasebecinin kağıtlarını aldı, diğeriyle telefonu açmaya çalıştı. Acaba neresi? Ne soruyordu? Benim haberim yok, ben ne bileyim, Celal Bey bana öyle dedi.