Fatih camiinden düşen ezanla uyandı Hattat. Pazardı.
Dün kurulan semt pazarının artıklarını topluyordu çöpçüler. Pencereyi açtı.
Yıkanma zamanı gelmiş olan perdenin biri havalandı. İçeri çürük meyve sebze
geceden kalma pis bir insan bayat balık deniz ve lağım kokusu doldu.
Geceleri serinliyordu hava. Yüzüne soğuk bi yel vurdu. Esnedi. Dağınık
eşyalar arasından geçerek banyoya gitti. Lavabo pisti. Suyu akıttı bir süre.
Aynaya baktı. Pas lekelerinin arasından traşsız, yorgun çehresini gördü.
Yüzüne suyu birkaç kez çarptı. Ayaklarını yıkamak için biçimsiz, yüksek
lavaboya güçlükle kaldırdı. Nemli, ter kokulu el havlusunu aldı, salona
döndü. Evi balkonsuz, bitişik düzen eski Fatih kagirlerinden birinin üçüncü
katında,
bir oda bir salon ve içinde iki kişinin güçlükle durabildiği kilerden
ibaretti. Salonda geçiriyordu gününü. Kamışlar kalemler divitler kamışların
ucunu
kestiği incelttiği keskiler yarım jiletler küçük çakılar maktalar kayısı
erik veya şeftali ağaçlarının reçinesine is katıp sulandırarak elde ettiği
yazı maddesinin bulunduğu nun harfine benzeyen bakır çanak çini mürekkep
kırmızı ve mavi mürekkep şişeleri kopya kağıtları meşk için kullandığı beyaz
renkli kartonlar
çay ile renklendirdiği çizim kağıtları eski hattatların çizimlerinden
kopyalar hat kolleksiyonları albümler çeşitli romanlar şiir kitapları hat
tarihine ilişkin birkaç kitap şeyh hamdullah ve özyazıcı’nın simetrik hiç
hatları çeşitli istifli rik’a hiçleri esed’in tefsirli meali sahih-i
buhari’den yaptığı çevirinin birinci
cildi haydar dümen’in cinsel sorunlarımız’ın genişletilmiş yirmisekizinci
basımı mehmed kırkıncı’nın kader nedir’i sarı gülü koyduğu ortasından
kesilmiş bir litrelik pınar şaşal şişesi içindeki kirli su üzeri muşamba
kaplı katlanabilir
masa poğaça kırıntıları kanepenin yanında sürekli çay demlediği küçük tüp
yanında yerde birkaç damla çay artığı bulunan su bardakları öğrenciliğinden
kalma alüminyum çaydanlık birkaçı yere saçılmış küp şeker kutusu, radikal
gazetesinin spor eki kadirli’nin azaplı köyünde yaşayan annesinin ördüğü
eprimiş altı delik patikler kokusu odaya sinmiş olan dolu mika küllük boş
dolu sigara paketleri kibrit kutuları beypazarı maden suyu şişesi sigara
dumanından sararmış duvarda divani yazıyla istifli edeb ya hu ve rik’ayla
yazılmış besmele kopyaları miro’dan kurbağa yavrularına benzeyen iki
tıpkıbasım bir hafta öncesinde kalmış diyanet takvimi antep işi fildişi
süsle- meli aynalı kandil rafı karşıda duvara yaslanmış eski yemek masası
üzerinde naylon sürahi su bardağı birkaçı kullanılmış vermidon tablet, kağıt
peçeteler
toshiba marka küçük, kapağı kırık teyp yanında erkan oğur’un anadolu beşik
albümü yanında ekranı tozdan ağarmış siemens marka otuzyedi ekran televi-
zyon üzerinde iki alüminyum çanaklı küçük portatif anten,birkaç sandalye
saldalyede tek kişilik başyastığı kenarında dantel işlemesi üzerinde salya
kiri alelacele katlanmış cami desenli seccade yerde keçi kılından yörük
kilimi ayakkabılıktan sızmış kurumuş çamur parçaları saç kılları toz toprak
makta
ve bütün bunlara ayrı ayrı sinmiş yalnızlık...Havluyu bıraktı sandalyeye,
pencereyi kapadı, sıvanmış kollarını düzeltti, seccadeyi serdi, namaza
durdu. Sünneti kıldıktan sonra çaydanlığı doldurup tüpü ateşledi. Farzdan
sonra kanepeye oturdu, ism-i azamı mırıldanmaya başladı. Yacemiluyaallah
Yakebiruyaallah Yağaniyyuyaallah..derken bir ritim tutturdu, sallanmaya
başladı, her ismi iki kez okudu sonra üç dört beş...kez tekrar etti,
ettikçe ettiği ismin harflerinin çözüldüğünü hissetti...çözülen harfler
dağılıyor, boşluğa savruluyordu, savrulduğu boşlukta yeniden birbirini
bularak yeni sözcüklere dönüşüyor yeni duygular keşfediyor isimle varolan
değişen
büyüyen kırılan küçülen dağılan yeniden yapılan nesnelerin üzerindeki örtü
havalanıyor örtüsü kalkan nesnenin içgüzelliği beliriyordu. Söyledikçe ve
harf- leri savurdukça boşlukta olduğunu farketti. Duvardaki Şeyh Hamdullah
hiç’ine baktı. Güzel he ile ye’nin bitişmesini gördü. Çe sonda gereksiz
gibiydi..hii
diye okudu. Sonra ç dedi ç. Çe demedi, kapalı e’yi söylemeden, sadece ç, e
veya i’siz, iyeliği olmaksızın, ç diye sondaki sesliyi yuttu. Yutunca biten
hiç başlamayan bir şey oldu. Boşluk gibi bir şey. Yokluk gibi. Olmayan,
olmamış olan gibi. Yokluğun varlığın öteki yüzü olduğunu düşünürdü hiç
yazmayı
her düşündüğünde. Varlığın içyüzü. Varlığın içi dışa çevrilince yok
oluyordu. Varolan birşeydi yokluk. Varlığı boşluklayan bir şey. Amaaan
diyerek kalktı. Başı ağrıyordu. Çay demledi, iki hap içti. Paketi aldı açtı
boştu attı
sehpanın üzerine, ötekini aldı, sigara çıkardı, kibritte aynı sorunu
yaşamadı, çakınca ateş...altı mavi üstü sarı ortada yanan çubuğun kararıp
kuruması, yandıkça biten bittikçe boşluğa düşen bir şey. Biri bitti. Parmağı
yandı, emdi parmağını, üfürdü üfürdü. Gidip suya tuttu. Suda kaldı
bir süre. Su gibi akıcı şeyde. Dışarda dünya ışıyordu ağır ağır...yavaş
yavaş...giderek...zaman içinde...zamanla birlikte...zaman altında...ona
bağlı olarak...zamanın içinde...dışında olmayan...olmayan yani...Geldi
yeniden
yaktı kibriti, sigarasının ucunu yaklaştırdı, kibritin dumanı bitince
yaklaştırdı, çekti, çekince sigara parladı, küçük, zayıf bir alev, bir daha,
yandı ucundan dumana dönüştü ağzından burnundan çıktı, çıkınca biçim
değiştirdi, parmağı yanıyordu, tekrar suya tuttu...Su akıyor, kibrit
yanıyor, hava ışıyor, şehrin sesleri artıyordu. Su kaynayınca demledi. En
çok demlikteki çay artığını dökmeyi, demliği temizlemeyi sevmiyordu. Yere
döküyor silmek zorunda kalıyor, çöp bidonu olmadığından mutfak kapısının
koluna astığı naylon
poşete döküyor, yırtık poşetten yere çay artığı sızıyor, sızarken çöpün
koku- sunu da sızdırıyordu. Perdeyi açtı, gün ışımıştı. Simit, poğaça
satıcıları, esnaf, çöpçüler, kamyonet homurtuları, kamyon gürültüleri, ekmek
süt dağıtıcıları, kumruların tekdüze ötüşleri, kepenk sesleri...Şehrin
sesleri çoğalıyordu. Çoğaldıkça karışıyor, uğultuya dönüşüyordu. Kanepeye
döndü. Çayı döktü bardağa. Üzerinde taneler. Haşlanmış gibiydi. Bir sigara
daha yaktı.
Başındaki ağrı hafiflemişti. Yeni gün başlıyordu. Birazdan uyumak üzere
yatağa dönecekti. Şehir uyanınca Hattat uyuyordu. Hattat uyuyunca rüyalar
uyanıyordu. Öğleye kadar uyuyacaktı. Birkaç kez uyanacak, gürültünün
uyumasına izin vermediğinde kalkacaktı. Kalktı. Yerden maktayı aldı. Kalem
yuvasına baktı uzun uzun. Ayrı bir nesne olarak kalemin ucundan kesildiği
yuva. Kalem evi. Onun da evi olduğuna göre yersiz yurtsuz bir nesne var
mıydı? Mekanı olan her nesne gibi kalemin de zamanı var. Zamansallığı
aşmak üzere hokkaya, nun harfine dalıyor oradan aldığı mürekkeple yine ayrı
bir nesne olan kağıda yokluktan harfler düşürüyor. Harfler varolurken
kendisi ve kağıt yok oluyor. Kalemle harf varlığın iki yüzü. İçi ve dışı.
Kalem, mürekkep ve kağıt dış harfler iç. Varlığın özünü taşıyor kağıda.
Bıraktı maktayı masaya. Makta...kesilen yer...kesilen biten yer. Burada
kesiliyorsa biryerlerde başlıyordu kalem. Kalem kesilmeden başlayan bir şey
değildi. Maktayı biryerlerden hatırlıyordu, maktayı matlayı. Beyitle ilgili
bir şey. Evle. Divan dersleri almıştı bir dönem okulda. Sahi okulu vardı bir
zamanlar.
Beyazıt meydanına bakan görkemli bir kapısı. Beyazıt camiine, meydana,
meydandaki çınara, çınarın yanından girilen sahhaflar çarşısına bakan. İki
yanında polis bekleyen. Uzun saçlı, blucinli ve başı örtülüleri içeri
almayan. İtiraz edenleri coplayan bir okulu vardı. Portalinde arapça yazılar
yazardı.
Fetihle İstanbul’la ilgili şeyler. Ne olduğunu girip çıkanların anlamadan
mezun olduğu. Olup bitenlere anlam veremeden geçip gidildiği. Kapıdan
girilirken polisin girilince rektörün ardından dekanın ardından bölüm
başkanının nöbet tuttuğu. Bir komiserliğe bağlı. Hayatta en hakiki mürşidin
ilim olduğu.
Hakiki’nin nemli bunaltıcı yaz sıcaklarında buharlaştığı. Mürşid’in nemli
kış soğuklarında donduğu. İlim’in şiddetli güz lodoslarında yitip gittiği.
Rektör
bey derhal Çin’e gidip ilim alınız geliniz. Emredersiniz paşam. Bu
delikanlıların böyle şallap şullap girip çıkmalarına oturup kalkmalarına
öyle yırtık pırtık giyinmelerine hocalarına öyle hürmetsiz edepsiz cevap
vermelerine ellerinde pankart asayişi bozmalarına ilmin birinci şartı olan
itaati terkedip her tatbikatı protesto sadedinde kazan kaldırmalarına asla
müsaade etmeyiniz. Kolluk kuv- vetleri ne güne duruyor. Bu güzide ilim
yuvasında huzuru bozanların derhal kellesi koparıla. Emredersiniz sultanım.
Bakınız rektör efendi biz sizi oraya mukaddes öğrenim hakkını muhafaza
etmeniz ve talebeleri devlete yararlı ve itaatkar kişiler haline getirmeniz
için tayin ettik. Vazifenizi biliniz ki talebeler
de hadlerini bilsinler. Emredersiniz efendim. Ha şöyle herkes haddini
bilmeli efendim. İçeride bindolarlar verildiğinde verenin çıkarı
doğrultusunda müta- laalar yazan hukuk profesörlerinin olduğu bir okulu. En
çok çevre hukukunu severdi. En az onda kafası şişerdi. En çok medeni hukuku
sevmezdi. Medeni olanla başı hoş değildi. Kütüphanesi yıkılan, kitapları
çöplüğe atılan bir okulu vardı. Kendini tabur komutanı gibi gören bir
rektörü, bölük başçavuşu olarak düşünen bir dekanı vardı okulunun. Bölümde
okula gitmesine, sınavlara, derslere girmesine neden olan birkaç hoca da
vardı. İyi ki vardılar. Biri, sokak kedilerine her gün ciğerler, dalaklar
getirir, kapı önünde, naylon kaplarda
onlara paylaştırır, kolları sıvalı, elleri kanlı koridorda dolaşırdı. Bir
başkası, yoksul öğrencilere harçlık verir, herkesin hukukunu gözetir,
alanıyla ilgili
yeni yayınları izler, birkaç dil bilir, yaratıcı zekaya sahip, üretken ve
onurlu bir adam. Onun da kedilerle, sokak köpekleriyle başı hoştu, o da
mutad yiyecek getirirdi onlara. Bir keresinde rektörlükten bir uyarı yazısı
gelmiş, bahse konu olan kedi, köpek vesair sokak hayvanlarının ve onlara sunulan
çeşitli tegaddi nesnelerinin bölümü ve bilhassa bölüm girişini kirlettiği,
buna sebebiyet verenler hakkında soruşturma açılacağı’ belirtilmişti. Hoca,
bunun üzerine, özel kalem müdürünü aramış ve ‘rektörünüze söyleyin bölüm
girişindeki kedi ve köpekler başörtülü değil’ demişti. Altı yılda bitirmişti
hukuğu. Bitirmişti ya staj bile yapmamış, hukukla ilgili kitap ve notlarını
mezun olduğunun ertesi kışında sobada yakmıştı. İşe yaramıştı sonunda kita-
plar. Özel hukukla ilgili olanları özellikle kazancı yayınevininkiler
gecenin en soğuk anlarında ısıtmıştı sigara küf yalnızlık kokan odasını.
Hamamböcekleri
de özel hukuk kitaplarını çok sevmişti. Poğaça kırıntılarıyla özel hukuk
doktora tezleri hamamböceklerince çok sevilirdi. Hattat, dersliklerde de
rastlıyordu böceklere. Böcek kelimesini, borçlar hukuku dersinde
kitaplarıyla yetinmeyip onlardan çıkardığı not teksirlerini dağıtan hocası
beşir beyin mastürbasyonla ilgili geyiğini dinlerken teksirin ilk sayfasına
iris celi hattıyla yazmış ve böcek biçiminde istiflemişti. Beşir beye
benzemişti yazı. Böcek
bey diye fısıldadı. Sesi, hocanın yorgun ama ihtiraslı sesine karıştı.
Kondom kullanmanın mahzurlarını anlatıyordu borçlar hukukunda. Eldivenle
mastür- basyon yapmak gibidir prezervatif kullanmak, demişti hoca. Bu kez
bilinç ve iradeden çok zaaf ve incelikle yazılan talik hatla bir prezervatif
yazdı kağıda. Böcek. Be ile ce’nin arasına zarif bir vav çizdi, kef’le
bitirdi. Kef’in kuyruğunu
yukarı uzattı kıvırarak. Kuyruklu böcek. Prezervatife benzedi böcek bu kez.
Prezervatif bey diye fısıldadı. Sesi biraz yüksek çıkmış olmalı ki yanındaki
çiçek yanığı suratlı arkadaşı baktı. Bence de diye ünledi. Lebdeğmez
söyleyen ozanları düşündü. Be patlak ünsüz müydü? Hem ünü yok hem patlak.
Patlak prezetvatifle ilgili temel fıkrasını anlatıyordu hoca şimdi borçlar
hukukunda. Hocam bizi kendinize çok borçlandırdınız. Bunu nasıl ödeyeceğiz
size prezervatif bey? Talik yazıyla. Talik yazısı bir uyum hattıdır.
Ötekine uyan devlete
uyan girdiği yere uyan birbirine uyan yönetime uyanların hattı. Hattat’ın
talik biçimleriyle dışavurmak istediği, çizgilerin orantı ve uyumudur.
Çizgilerin müziği...Efendim musikide olduğu gibi talik hattında da çizgiler,
güzellik
ve uyumla çıkan sonsuz seslerin birleşimidir. Birleşmeden önce diyordu
hoca mutlaka hangi prezervatifin uygun olacağı ehlince belirlenmelidir. Ama
bana sorarsanız...Sana sormuyoruz hocam dedi. Bu kez sesi biraz fazla
çıkmıştı, hoca duymamıştı ama hayli duyan olmuştu. Gülüşmeler olunca
hoca kürsüye vurdu. Vurunca sessizlik oldu. Hoca, şimdi ilk istikrazla
beraber alacaklının...diye konuya girdi. Girince zili bekledi. Beklerken
boşluk oldu. Boşluklar sıklaşmıştı. Sıkı boşluk varlığın özüne doğru bir yol
açıyordu Hattat’ta. Oradan varlığın yüreğine sızıyor sızdıkça göğsündeki
sızı derinleşiyordu. Boşlukta hem kimsesizlik hem hiçlik. Hiçlikte kimse
olmadığından kimsesizlik de yoktur. Bu yüzden zili bekliyor ve çıkıyordu.
Okulun en çok çıkışını severdi, çıkış kapısını. Hem ucuz giysi ve kitap
bulabildiği bir pazar kuruluyordu hem de çınaraltında taze çay içip
insanları
seyredebiliyordu. İnsanları hatta bulaşmasının sekizinci yılında artık harf
gibi görüyordu. Şu çizgili gravatlı, koyu vişneçürüğü takımelbiseli genç
adam
sessiz harflere ulanan elif’e, şu beli bükülmüş ya eşini yitirmiş yalnız
veya
evinde durdurmayan bi sıkıntıyı yaşayan yaşlı adam dal’a, şu kafasında
tilkiler dolaşan, ucuz antika avına çıkmış, üstten kesilmiş ince bıyıklı,
sağ yanağında
iri et benli, öğretmen emeklisi adam re’ye, az önce getirdiği çay fincanının
boşalmasını bekleyen güneydoğulu delikanlı noktalarını yitirmiş şın’a,
camiin kuzey kapısında bağdaş kurmuş oturan bu şişman, ortayaşlı kadın
ayn’a, yaslanmış uyuyan çocuğu mim’e, üçtekerli arabasında çorap satan şu
bıyıklı kasketli adam cim’e, değerli ama ucuz kitap arayan şu kitapkurdu
yaşlı adam fe’ye benziyordu. Çınar daima lamelifti. Ne zaman baksa elifle
lam’ın birleştiği lamelifi görüyordu çınarda. Çınardan habersiz bir insan
ırmağı akıyordu
yerde. Yerde ayaklanmış harfler kaynıyordu. Onlardan dilediğini alıp kağıtta
birleştirebiliyordu. İlkin heceler çatıyordu onlardan. Hece çatmanın keyifli
olduğu kadar güç bir yanı vardı. Keyifli yanı dilediğinde
birleştirebilmesinden, güçlüğü onların kendi başlarına bir anlam ifade
etmemesindendi. En çok
yoksul insanların benzediği harfleri seviyordu. Onlar daima dal, zal veya re
gibi eğik, boynu büküktüler. Kimsesiz ve açtılar. Sofralarında bir gün çay
ve çökelek bir gün patates haşlaması bulunca bayram yaparlardı. Kışın
ısınmak için yakacakları odun veya kömürleri olmuyordu. Eski giysiler,
papuçlar toplayıp yakıyorlardı sobalarında. Onları bulamayınca piknik tüpü
yakarak ısınıyorlardı. Çok çocukları oluyordu bu harflerin. Sessiz ve dişil
olduklarından çoğalıyor ve seslerini çıkaramıyorlardı. Herşeye rağmen evde
bir televizyonları oluyordu ve oradan şarkıcı ve mankenlerin haberlerini
dinleyebiliyorlardı. En çok mutfak ve yemek programlarını, gurmelerin
katıldığı programları izliyor, onlara ve mankenlere bakarak yutkunuyor
ve olmadık birleşmelerle tuhaf heceler oluşturarak sözcüklere hazır hale
geliyorlardı. Televizyonda konuşan politikacıların sözcüklerinden bir şey
anlamıyorlardı. Kendilerinden oluşan heceler, kelimeler ilettiklerinde
onların
da bir şey anlamadıklarını görüyorlardı. Ama bir nezaket vardı arada, herkes
birbirine sayın diyordu. Durmayın sayın. S ile a ile ı ile y ile n. Beş ayrı
harften oluşun. Beş harf beşibiyerde gibi durmayın birleşin. Birlik ve
beraber- likten söz edilince yoksullar kendilerinin biraraya gelerek
kelimeler oluşmasını anlıyordu. Bu kelimelerin parçalanarak tek tek bir
kağıda düşmesi hattatlarca yapıldığı için yoksullar nesli tükenmiş bu
yazıcıları tanımadığından siyasetçilerle kendileri arasında bağlanamaz bir kopukluk olduğunu görüyordu.
Sonra gayrisafimillihasıla denilen bir harf kümesi vardı ki her işadamı ve
ekonomidensorumludevletbakanının mutlaka her konuşmasında gösteriyordu
kendisini. Yirmi ayrı harfin isteksiz biçimde biraraya geldiği bu öbeğin
ken- disinden ayrılmayan yakınları vardı. Kişibaşınadüşenmilligelir gibi
eşanlamlı yakınları dışında yoksulların kendilerine benzemeyen ve
hiçbirdilde karşılığını göremedikleri başka harf yığınlarına da artık
kulakları aşina zihinleri yabancı pek çok kelime uçuşuyordu. Bu kelimelerin
uçuştuğuna göre birşeyleri çok seven ve üşüşen sinekler mi yoksa beyinleri
aşağılanan kuşlar mı olduğu
tartışma götürürdü. Tartışma programlarında bilhassa harfleri acımasızca
bir- araya getiren ve onlardan anlamsız sözcükler üreten konuşmacıları
yoksullar her dinlediklerinde beyinlerinin boşaldığını görmeleri için
hattatın onları mut- laka kufi ile yazması gerekiyordu. Çünki kufi
geometrikti. Kanavayı oluşturan
parçalar kufide yatay veya dikey olmalıydı. Ya sürünen veya ayağa kalkan
harfler...Arada, eğip bükülmeyen, biraz eğik veya biraz dikey olmayan.
Yani yarıyatık veya yarıdikey harflerle kuş veya sinek gibi uçuşan harflerin
oluşturduğu sözcükler anlamsız olmaktan kurtulamazdı. Böylece yoksulların
piyasaların bunu nasıl algıladığını saatlerce dinleyip, göstergelerin önü-
müzdeki haftayı iyi göstermesini hayra yorup, bir yılda sekizinci bankanın
nasıl fona devredildiğini öğrenip bebedekadan bankaya kaçmilyondolar
aktarıldığını hesaba ne zamanları ne mecalleri kalıyordu. Sofrada yine
ya patates veya sıvı yağla karıştırılmış tuzlu çökelek ve bayat ekmek
oluyordu. Baba yine işsiz sabah evden dışarı çıkamıyor anneler yine
akşam pazardan artık topluyor çocuklar okula gitmeyip yüzleri gülmüyor
oyuncakları vitrinlerde görerek annelerinin uzanan her mikrofona neden
ağladığını anlamıyordu. Çünki kufi bazen nesih bazen sülüs ve nesih bazen
de satrançlıydı. Satrançlıydı çünkü dikey çatılıyordu harfler. Üstten.
Genelkur- may için siviltoplumkuruluşu diyen siyasetçi satrançlı kufiyle
yazılıyordu. Kufi
en geleneksel yazı biçimiydi. Kökü kökeni en eski. Tarihin tozlu raflarına,
çöp sepetine, örümcek bağlamış koridorlarına uzanan. Uzun, upuzun, ıpıssız
bir geçmişi vardı, karanlık bir mazisi. Bu maziden çıkıp bugüne, üstten,
tepeden, üsbiyerlerden inen bir yanı oluyordu. Olunca bugüne en kolay
çevrilebilen karakterleri üretebiliyordu. Ana karakterlerinden biri düz
çizgilerden oluşan, daima çizgili gravatlı olan düz renklerden en çok
neftiyeşili seven paralel kısımlar arasındaki açıklığı her yerde aynı olan
aynı hizada duran hizaya gelmesini bilen geldiği yerleri unutan giderek
yersizleşen oturoturduğunyerde denilince hazırola geçen hep hazır olan
hazırlop olan hazıra konarak boka konuyormuş gibi sinekleşen askergibisiviltoplumkuruluşlarından brifing alarak gerdan kırıp ekranlarda
halkın yapılandırılması diyerek ağzına aldığı her harfi
harfilikten çıkarıp sakız gibi çiğneyip tüküren tükürüp tükürüp yüzüne
yağmur yağan yağdıkça yiyen yedikçe şişen şişdikçe hindi gibi kabaran hindi
türk gibi kabaran kabarıp kabarıp kara fatma annen güzel sen çirkin ben
güzel sen
çirkin sen ben yok biz varız biz bize benzeriz biz ne çirkin ne güzeliz biz
ne ürkek ne erkeğiz biz biziz bizim bizden başka dostumuz yoktur bizden
olmayanlar çık dışarı ya sev ya terket ya yağ sat ya bal tut bal tutup
yala parmağını yalakalığını ermeni kanıyla karıştırma deprem geldi hoş geldi
kan geldi hoş gelmedi kan ermenistandan geldi bölücübaşı terör ne seni ne
beni gördü bir tasarı geçince çok değerli ve sayın ve saygın ve muhterem
ve kardeşlerim ve romalılar ve zehirliler ve zenginler ve fareler ve
insanlar
ve uzanlar ve uzayanlar boyu oyunlular oyunu koyunlular üç merkezden iki
merkeze iki merkezden tek merkeze götürürler herkeze üniversite sayısını
çıkar ikiyüzmerkeze oradan gelbaşörtülümektebe kapıda zincirlesinlersenibil-
haddini egemenlik kayıtsız şortsuz tişörtlü denetle askerini denetlesin
asker seni sen sen sev ülkeni sevmezsen sevecekler en seni en senin
olmayandan vazgeçerek gel iktidara iktidar gelsin sana gel gel olsun çocuk
gelsin çocuk büyüsün annenin babanın malı meli takısından sıyrılsın evden
kaçsın çocuk kaçıp kaçıp gitsin arka sokaklarına koklasın tinerleri
kurtulsun imefeden alsın
başını gitsin aksaraydaki köprünün altına sersin çöplükten bulduğu paltosunu
yatsın uyusun kurtulsun savcılıkiyihalkağıdından uyansın şehrin
gürültülerine hattat sabah namazını kılarken gitsin arasın çöplüklerden bi
parça esmer
ekmek yesin kurtulsun açlığından otursun beklesin ta ki yazılsın kufi
sülüsle
... Karelerden oluşan bu yazıya makıli diyordu eskiler. Eskilerle yeniler
birbirinin harflerinden hece kuramıyor, sözcüklerini anlamıyordu. Dil bir
anlaşamama olduğunca anlaşılabiliyordu hattatın elyazısı. Saf aklından saf
altın gibi gelirdu harfler. Hattat, elinin güzelliğinin dilin ve düşüncenin
zerafeti olduğunu farkedince başladı yazmaya. Hocaların girip çıktığı
kapıdan inince Süleymaniye’ye giden sokağa sapar Diyarbakırlı Hamid’in tek
odalı evine uğrardı. En çok vav’larını severdi onun. Ve’lerini. Uzun, upuzun
cümleler
kurar ve ile bağlardı onları, kurup kurup bozardı hoca. Cümle uzadıkça söy-
lemek istediğini unutur yeni şeyler söylerdi. Her defasında artık yeni
şeyler söylemek lazım diye bitirirdi. Bitirdiği imzasından anlaşılırdı.
Amid-i Hamid. Amid Diyarbakır’ın eski adıydı. Hocadan aldığı meşk
kağıtlarını saklıyordu. Meşksiz yazardı. Hamid. Kubbelere yazdığı insan
büyüklüğündeki elifler
vavlar ve nunlarla biliniyordu. Bir de tevafuklu Kuran yazmıştı. Bir daha
istediler bir daha yazdı. Yazmak üzere gelmişti dünyaya. Sabah uyanınca
başlıyor gece uyuyana değin yazıyordu. Bütün harflerin elif’ten geldiğine
inanırdı. Ne yazsa elif yazıyor gibi yazardı. Vav elifin sağ ucundan
bükülerek kendi içine doğru kıvrıldığı, içe döndüğü bir harfti. İçedönüklüğü
anlatan sözcüklerin başına gelirdi. Nun elifin yatarak iki ucundan
yükselmesiyle belirmişti. Hem yatay hem dikey bir harfti. Zaman ve mekana
bağlı olmayan soyut kelimelerin başına gelirdi. Elif birdi. Noktadan
doğmuştu. Nokta
birimdi özdü. Hattat, Hamid’in hattından sıyırdı bakışlarını, yeni çay
doldurdu yeni sigara yaktı. Televizyonu açtı. Gün Başlıyor programında
sinüsleri iltihap- lanan dalmaçyalı köpekler için neler yapılması
gerektiğini anlatıyordu konuk. Kanepeye uzandı. Gözkapakları ağır ağır
kapanırken konuşmacının sesi eridi. Dalmaçyalıların üçayda bir karma
aşılarının...Rüyasında kendini mim harfi
olarak görüyordu. Şiddetli bir deprem olmuş, yerinaltı üstüne gelmiş herşey
yokolmuş, sadece harfler kalmıştı. Şimdi harfler ülkesinde yaşıyordu hattat.
Ülkesinin üç yanı harf deniziyle çevreliydi. Kullanılmayan harflerin
yığılması sıkışması ve pörtlemesiyle harf dağları oluşmuştu. Yatay engin ve
düz harf- lerden ovalar oluşmuştu. Sadece servi vardı. Ağaç olarak elif
harfi
kendinden koparıp attığı parçalarla serviler bitirmişti. Hayvan olarak
sadece sad harfinden yapılmış salyangozlar dolaşıyordu ortalıkta. Hattat mim
idi ve cümle sonlarına geliyordu. İki adlı nesnelerin birinci
adlarını kısaltıyor ardına geliyordu. Sözcüklere girmek istemeyen harfleri
mimliyorlardı. Bir düzen bir yönetim biçimi bir laiklik bir şeriat tehlikesi
bir ekonomidensorumludevletbakanları bir devlet yoktu ülkede. Devlet
olmayınca hiçbirşey yoktu zaten. Ülkenin ordusu da yoktu. Silahı uçağı,
taburları,
bölükleri, yeşil giysileri, kısa veya uzun künyeleri, mehmetçik defterleri,
emirkomutakademesi yoktu asker siyasileri ikidebir uyarmıyordu uyarılmayan
siviller de yoktu sivillerin uyarılmasının etkileyeceği kırılgan bir piyasa
da yoktu. Borsa tahtası ne kapalı ne açıktı. Tahta yoktu. Köy yoktu. Tahta
ve köy olmayınca tahtalıköy de yoktu. Özel ve resmi bankalar batmıyordu.
Onlar da yoktu. Onlar üzerinden özel sektöre krediler aktarılamıyordu. Kredi
yoktu. Satın alma gücü her ay yüzde on azalmıyordu. Satın alınacak veya
zayıflayacak güç yoktu. Harfler ne güçlü ne güçsüzdüler. Güç yoktu. Güce
inanan veya boyuneğen, karşıçıkan veya inanmayan yoktu. Güçsüz bir ülkeydi
burası. Gücün olmadığı. Arabalar evler apartmanlar plazalar şirketler yollar
otobanlar trenler vapurlar vampirler kumpirler yoktu. Kimse kimseyi
yiyemiyor kanını içemiyordu. Kan da yoktu. Kansızdı ülke. Elektrik su jilet
ekmek bilgisayar halı mobilya doğalgaz güvenlik siyaseti türk dil ve tarih
kurumu atatürk yüksek dil tarih kurumu türk hava kurumu boing yediyüzy-
irmiyedi yoktu. Dil yoktu tarih yoktu. Kimse kimseyle kurumlar üzerinden
haberleşmiyordu. Haberleşme sistemi yoktu. Sistemsiz bi ülkeydi. Birlik yoktu birlik yoktu ber yoktu a yoktu ber yoktu lik zaten yoktu
beraberlik hiç yoktu. Hiç vardı ama beraberlik yoktu. Kardeşlik ve özgürlük
biçiminde başlayan cümleler olamazdı kardeşlikle özgürlük birbiriyle
olamazdı. Yangın yoktu orman yoktu. Ormanyangınları haberleri teretebirden
verilmiyordu. Terete de bir de yoktu. Hattat bu yokluklar ülkesinde olmayan
şeylerden haberdar tek harfti. Kendini mim olarak görüyordu ama iki m’nin
arasına
i’yi alarak oluşmuş elifin bir ucundan kendi içine doğru kıvrılmasıyla,
içedön- mesiyle oluştuğunun ayrımında değildi. İçedönüktü Hattat. Bu
doğruydu. Evden nadiren çıkıyor, kimseyle görüşmüyor, aydabir otuzluk kart
alarak annesini arıyor, kısa birkaç nasılsın iyi misin iyiyim sen nasılsın
merak etme bakarım diyordu o kadar. Davet edildiği toplantılara, düğün ve
iftarlara,
hat sempozyumlarına, geleneksel sanatlarımız ve geleceğimiz toplantılarına,
kurs çağrılarına kulak asmıyordu. Günaşırı gazete alıyor, gazete, çay
ve sigara aldığı bakkalla da konuşmamaya gayret ediyordu. Bakkalın
siparişlerini alırken, paranın üstünü verirken yavaş davranması çileden
çıkarıyordu Hattat’ı. Ayakkabısına kösele yaptırmak için Huzur apartmanının
giriş katındaki tamirciye bu yüzden gitmek istemiyordu. Gittiğinde poşete
sarılı ayakkabı tekini bırakıyor ne derse tamam diyerek kaçıyordu. Berberin
gevezeliğine tahammül edemediğinden iki aydabir yaptırdığı saç traşı da
kabustu. Bu yüzden en çok Ergüder Yoldaş’a gıpta ediyordu. Büyükada olmasın
Kadirli’nin Azaplı köyü olsun razıydı bir yerde hiçkimsenin olmadığı
bir yerde yaşasın istiyordu. Bu yüzden mi bir ucu içine dönük mim olarak
görüyordu. Bu, ‘yüzden’ sözcüğünü de sevmiyordu. Yüz kökü ve den ekinin
zoraki buluşması. Zoraki olmayan herşeyden kaça kaça evinin bir köşesine
sıkışmış kalmıştı işte. Akranları avukat, yargıç veya savcı olmuş, özel
hukuk büroları açmış, o mahkeme senin bu haciz benim koşuşturuyor, para
kazanıyor, eşine de araba alıyor, yazlık, ikinci ev kooperatifi yurtdışı
derken sosyal yaşamın renkli hülyalarının denizinin derinliklerinde
vurgunyemiş yüzerken, Hattat bu vav’ın ucu biraz ince mi olsa, şu güzel
he’nin simetrisi sorunlu’ya boğulmuştu. Aynası bile paslı idi. Ne traşı ne
giyim kuşamı
ne sosyal yaşamı ne evi barkı eşi adı cenk ve cemre olan bir oğlu bir
kızı ne arabası ne evi hiçbirşeyi yoktu. Hiç yok boşluk derken olmayan
düşüncesinin deryasına dalmıştı. İşte düşünde servi ve salyangozdan başka
bir şey olmayan harflerden kurulu bir dünyada yaşıyordu. Bu hal ve ahvalde
yürüyüp giderken ansızın bir infilak oldu dörtbir yana harf parçaları
saçıldı. A’nın yarısı kopmuş L’nin bir bacağı kalmış S çengel haline gelmiş
V
alttan kesilmiş Z ortadan bölünmüştü ve harflerin anlamları değişmiş yeni
anlamlar da kazanamamışlar, boşlukta kalmışlardı.. Hattat’ın da içedönük ucu
kopmuş kısa kesik bir çizgi haline gelmişti. İşte harfler asıl yurduna
döndü, boşluğa düştüler. Şimdi onları yeniden ve bu halleriyle biraraya
getirerek
yeni sözcükler üretmenin zamanıdır, diye düşündü Hattat. Salyangozlara, harf
parçalarını elif’ten yapılmış servilerin başına çıkarıp boşluğa atmalarını
söyledi. Bütün parçalar teker teker toplandı, ağaca çıkarılıp boşluğa
bırakıldı. Boşlukta her parça kendini yeniden yapıyor ve yeni harflere
dönüşüyordu. Dönüştükçe çoğaldı harfler. Binbir tane harf yapıldı. Hattat
onlardan yedi tanesini seçti : c a n s ı k n t ve bazılarını iki kez
kullanarak birleşik sözcük yaptı : cansıkıntısı.
Uyandığında kanepede terlemiş üşümüş bir halde bedeni kırılmış vakit öğleyi
aşmıştı ve sözcüğü elinde sımsıkı tutuyordu : cansıkıntısı. Cansıkıntısı
dedi. Kelimeden bir ses duydu. Eğildi bir kez daha cansıkıntısı dedi. Hiç
diye bir ses çıktı kelimeden. Şaşırdı. Tekrarladı : cansıkıntısı. Kelimeden
ses geldi : hiç.
Hiç mi dedi. Hiç dedi kelime. Kelimenin iç sesi hiç diyordu. Kelime zaten iç
ses değil miydi? Cansıkıntısı dedi tekrar bir daha bir daha tekrarladı.
Kelimeden
her defasında hiç diye ses geldi. Kelimenin içi çınlıyordu. Çınladıkça başka
güçleri ortaya çıkıyordu. Tekrarladıkça kelimenin dışanlamı kayboldu. Sesi
kaldı sadece. Sesi yani hiç. Hiç ilkin sade ve kimsesiz görünüyordu. Üç
harften ibaretti : güzel he ye ve çe. Lakin söylendikçe içte bir titreşim
yaratıyordu. Boşluk titriyordu. İlk söylenişindeki hüzünlü sesi yitmişti.
Cansıkıntısı dağılmış hiçlik belirmeye başlamıştı. Hiçlik ilk söylenişinde
Hattat’a çocukluğundaki cibinlik altında uyuduğu yani uyuyamadığı yaz
gecelerinin gülyabanilerini çağrıştırmıştı. Babası çiftçiydi. Traktörü,
tarlası,
buğdayı ve inekleri vardı. Ahırdan ahpun taşınır bir kısmı bahçeye serilir
bir kısmı tezek haline gelirdi. Okuyup yazmayı askerde öğrenmişti ama bunu
sadece bir resmi işlem için evrak gerektiğinde gözlüklerini takarak birkaç
dakika kullanırdı. Sinirli, sert mizaçlı bir adamdı babası, üç yıllık
Ardahan askerliğinden kalma çavuşu da vardı adının, Ethem çavuş. Sadece
annesi
değil kendisi ve altı kardeşi de çok korkardı babasından. En küçükleri kız
idi kardeşlerin ve babası annesinin adını Cemile’yi uygun görmüştü ona.
Cemile sadece babasının yanında koşar, oyun yapar, çikolata ve oyuncak
isterdi. Hattat, babasının öldüğü sene başladı hat kursuna. Bir rastlantıydı
gerçi
bu ama sık sık hayatta olsaydı aynı cesareti gösterebilir miyim diye
düşünürdü. Gösteremezdi ama bunu kabullenmek istemiyordu. Varsayım
üzerine yargı kurmanın ne denli salakça olduğunu bundan biliyordu.
Hattatlığı hala yakıştıramıyordu kendine. Şeyh Hamdullah’ın sekseikisinde
ölürken,
‘hatta yeni başladım’ deyişini unutamıyordu. Halim Özyazıcı için söylenen
‘kalemi kendine esir etmiş ve yazıyı yenmiş’ durağına henüz gelmemişti.
Sülüs nesihle hilye bile yazdığına göre Özyazıcı yazıyla başetmenin
ne anlama geldiğini çözerek yazmıştı uzun yıllar. O yıllarda harfler
dünyasında bir deprem olmuştu. Bindokuzyüzyirmisekiz senesi evailinde bir
sabah uyandığında Özyazıcı harflerini bıraktığı yerde bulamadı.
O güzelim elifler vavlar mimler lamelifler güzel he’ler cimler dallar
kırılmış yerine başka harfler gelmiş gelen harflerle hiç, lahavlevelakuvve-
teillabillah, veinminşeyinillayüsebbihubihamdihi,
küllişeyunhalikunillavechehu veya başkabirşey yazmak içinden gelmediğinden
evinde sadece kendisi için çizmek üzere uzlete çekilmiş, şimdiki Topkapı
Demirciler sitesinin bulunduğu
boş araziyi satın alarak yirmibeş dönümlük bir bahçe yapmış, çevresine kendi
elleriyle taşduvar örmüş toprağın onbinmetrekaresini ıslah ederek üçbinküt-
üklük üzüm bağına dönüştürmüş burada otuz çeşit üzüm yetiştirmişti. Arada
bir eşe dosta bazen yazma isteğiyle dolup taştığında bir fuzuli beyti veya
mesneviden tefe’ül ettiği dizeleri yazar olmuştu. Yazınca sabıkan hattat
halen
bağıban diye imza atıyordu. On yıl bağbanlık ettikten sonra Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nce restore edilen bazı medrese ve camilerin kubbelerine celi
yazılar yazdı. Hamdullah’ın ölümü esnasındaki son sözünü darulfünundaki
hocalığında söyledi. Yirmieylülbindokuzyüzaltmışdört günü bağından çıkıp
londra asfaltına gelince sarhoş bir sürücünün kullandığı otomobil çıktı
karşısına. Gözleri karardı ansızın beyninde bir şimşek çaktı herşey ışıdı
bedeninin derinliklerine doğru sızan bi gürültü sonra herşey karardı ‘hiç’
diyerek yere yığıldı. Harfler dünyasının tersyüz olduğu, harflerin gayba
gömülür gibi belirsizliğe uçtuğu zamanda, bağında üzüm yetiştirirken, bir
zamanlar kamışın her türlüsünü tutmuş olan parmakları nasır bağlamışken bir
dostu çıkagelmiş ve Halim efendi’den fethe ilişkin bir kitaba yine fethe
dair
hadisi yazmasını rica etmişti. Pazardı. Çırpıcı’daki bağevinin
balkonundaydılar. Kağıdı kalemleri mürekkepleri sandıktaydı. Kitabı tedkik
ettikten sonra gözleri nemlendi kalktı, masasını ve malzemelerini getirdi.
Bekle dedi dostuna. Bir zaman sessiz, gözleri ötelere bakıyormuş gibi
hülyalı, dalgın kaldı. Yazıyı istifliyordu zihninde. Onu muhayyilesinde
görmeden yazamıyordu. Açıkgözle
düş gören veliler gibi Halim efendi de yazıyı hayalinde gördükten
istifledikten ve orantıladıktan sonra kağıdı koydu masaya. Pergelle bir
daire çizdi.
Ortasına daha küçük bir daire çizdi. İki daire arasındaki boşluğa baktı.
Oraya yerleşecekti yazı. Kamışı aldı, dairenin sağ altından başladı. Kağıdı
sol eliyle çeviriyor sağ elindeki kamışı kaydırıp sürüklüyordu. Başladığı
noktaya sülüs hattıyla ulaştı. Dairevi istifte Halim efendinin kalemi
mevlevi meczuplar gibi dönüyordu. Hattat zerrelerin hareketine yatkın bir
ritimle çiziyordu. Kubbe yazılarını provasız bir çırpıda kağıda çizen Halim
efendiyi sık sık düşünde görüyordu Hattat. Hiç hattı çalışma masasının
karşısında duvara asılı dururdu. Bazen televizyondaki bir filmi seyrederken
dalar başını gizli bir el hiç’e
çevirirdi. Sesler kesilir hattın dışındaki herşey silinir sadece hiç’i
görür, Halim efendinin kamışı tutan parmaklarındaki deverana bakardı. Yazı
harekesiz
de olsa hareketliydi ve hattatın parmaklarının üzerinde bir el işlerdi.
O’nun eli tüm ellerin üzerindedir’i yazıyordu Halim efendi bir kez düşünde.
Kendisini görmüyordu. Parmaklarını izliyordu. Oradan kamışa oradan çizgilere
geçiyor ve çizdiği şeyi yaşayan bu elin kendi eli olmaktan çıktığını O’nun
eline dönüştüğünü, herşeyin O’nun varlığıyla varolduğunu, O’nun varlığının
yanında aslında varolmadığını, bir gölgeden ibaret olduğunu görüyordu. Bu
görüşle uyanıyor terlemiş bi halde bedeni titriyor, içi ürperiyor, sarhoş
gibi kendinden geçiyor, tekrar hayata dönmesi saatler sürüyordu. Kimdi?
Nereden nasıl gelmişti buraya? Burası neresiydi? Çizgilerin dünyasına nasıl
girmişti?
Liseyi bitirip elinde urganla sağlamlaştırılmış eski bir bavul İlim Yayma
Cemiyeti’ne geldiği günü hatırladı. Nohut püresiyle yaptığı içli köfteleri
pak- etleyip yolda yemesi için bir poşetle koltuğuna sıkıştıran annesinin
yüzünü hatırladı. Annesi kendini bildiğinden beri hastaydı. Bel fıtığı
kronikleşmiş, bacağının biri uyuşmuş keçeleşmişti, şekeri vardı,
böbreklerinden biri
tembeldi ikisi düşük dokuz çocuğu taşımıştı rahminde sonra alınmıştı ameli-
yatla. Kan durmayınca şekeri farkedilmiş ölümden dönmüştü. Hattat anne-
sinin döndüğü ölümü hiç sözcüğüyle resmedebileceğini o zamandan beri
düşünüyordu. Ölüm hiçlik değildi ama hiç ölüm gibiydi. Yani bildiğini
sandığı herşeyin ölümü. Gördüğü ve dokunduğu şeylerin. Şeylerin dokunulsun
dokunulmasın görülsün görülmesin hiç hükmünde olduğunu hissediyordu.
Bu yüzden birine dokunabileceğini sanmıyordu. Bu yüzden çocukluk aşkı
Meryem’in düğününde bir şey hissetmemiş, orada öylece donuk, kaskatı
durmuştu. Bu yüzden sınıfta gözlerine giren tek hayal olan Sevim’le hiç
konuşmamış, onunla ilgilendiğini, içinde bir yerde onun hayali olduğunu
bir kez olsun söylememiş, onunla zaman zaman hat çalışırken düşlediği halde
çınaraltında çay içerken geldiğinde buyur etmemişti. Sevim’in ailesi
Yanya göçmeniydi, Bursa’da oturuyorlardı. Babasının emprime baskı, boya ve
iplik fabrikası vardı. Kestane dalgalı saçları, hafif rujlu, etli dudakları,
yeşil
mavi seçemediği denizrengi gözleri, okşayıcı, yatıştırıcı belki kışkırtıcı
sesi, topuklarının yeri öpüşüyle çıkan şık seslerden sınıfa girmekte olduğu
anlaşılan edalı alımlı yürüyüşüyle sınıfın gözdesiydi. Yanında yöresinde
dolaşırdı delikanlılar. Hiç şansı olmadığını düşündüğünden mi çekingen
davranmıştı? Geçici uçucu bir heves miydi? Öyle olsa sık sık rüyalarına
girmezdi. Kendisini okula çeken şeyin o olmaması gerekirdi. Göreceği zaman
kalbi küt küt atmaz gördüğünde duracakmış gibi vurmazdı. Dizlerinin bağı
çözülmezdi. Bir şey sorduğunda gözlerine bakmaktan korkmazdı. Kaçamak
bakışlarla izlemezdi. Bazen içi yağ gibi erimezdi. Sevim’le arasında
olabilecekleri düşlemezdi. Bu düşlemelerden bıkardı. Şeyh Galib’in
yaşamöyküsünü okuduğunda ağlamazdı.
Ey nihal-i işve bir nevres-fidanımsın benim diye başlayan, gizlesem de
aşikar etsem de canımsın benim diye biten belki bitmeyen bu yüzden derde
düşen
bir daha kalkamayan otuzbeşi henüz geçmiş bir divan bir güzellik ve aşk
yazmış bu adamı deviren şeyin kendisine de bulaştığını sanmazdı. Bu yüzden
masadaki kamış ve kağıtların, mürekkep ve divitlerin, sehpadaki küllüğün,
mutfaktaki tekkapılı eski buzdolabının kendisine ait olmadığını, nesnelerin
de kendi başlarına varolduğunu bu yüzden hiç olduğunu düşünüyor bu yüzden
evlenmek istemiyor ev veya araba almak, hukuk bürosu açmak, kağıda
küreğe boğulmak, markalı giysiler giyinmek, ayakkabılar takınmak saçma
geliyordu. Saçmaya kafayoran hiççi yazarları bu yüzden seviyordu. Onlara
yakınlaştıkça nesnelerden uzaklaşıyor uzaklaştıkça dokunmanın ağırlığını
yükleniyor böylece kabuğunu döktüğünü özden ibaret kaldığını gerçekten
varolduğunu varlığın yokluktan geçtiğini farkediyordu. Bunu uzaktan uzağa
farkediyordu sadece. Sabit fikir halinde beynine yerleşen bu düşünceyle
dolmuştu. Yaşadığı sokak/mahallede kentte ve ülkede olup bitenlerle ilg-
ilenmiyor, masaya oturup kamışı yonttuğunda ve ucunu kesip mürekkebe
batırarak kağıda dokunduğunda yaşadığını hissediyor, aradabir vakit
namazlarına giderken geçtiği sokaklardaki, çarşıdaki, Fatih camiinin avlu-
sundaki kalabalıkta kimseye görünmeyen, kimseyi görmeyen soyut bir şey gibi
oluyordu. Annesinden babası gibi korkmuyordu ama özgürlüğünü mü yalnızlığını
mı birşeyini tehdit ettiğini düşünerek ürküyordu. Eskiden rama- zanda olmasa
da kurbanda mutlaka ziyaretine giderken son üç senedir
bunu yapmıyor, telefonda yavrum burnumda tütüyorsun diye başlayınca sözü
değiştirip telefonu kapamanın yolunu arıyordu. Kardeşlerini annesini amca
ve dayılarını yabancıymış gibi hissediyor varlıklarını düşünüyor ama hayali
bir bağla bağlı olduğunu sanıyordu. Köyüne Güneydoğudan gelmiş azaplarına
izafeten Azaplı demişlerdi. Pamuk zamanı yeni ırgatlar gelir, çadır
kurarlar,
gün boyu tarlada çalışır akşam hoyrat söyler, kartol közlerlerdi. Baktı
harfler avcunda büzülüp kalmıştı. İşte dedi onu elimde tutuyorum artık.
Harfler
griydi. Açtı avcunu küllüğe uzandı öteki eliyle süpürdü. Birer ikişer dökül-
düler. Beli tutulmuştu, başında ağırlık vardı. Pencereye gitti, perdeyi
araladı. Kuşbakışı baktı. Bir şey göremedi. Kış bakışı baktı donuk bir hayat
gördü.
Kas bakışı baktı şiddetli bir hayat gördü. Kurt bakışı baktı siyah beyaz
gördü. Koç bakışı baktı ot gibi bir yaşam gördü. Körbakışı baktı beyaz
gördü. Kembakışı baktı siyah gördü. Külbakışı baktı gri gördü. Kelbakışı
baktı kılsız
bir yaşam gördü. Kilbakışı baktı sarı bir yaşam gördü. Küfbakışı baktı güz
gördü. Köybakışı baktı somun gördü. Kurbakışı baktı eşcinsel bir yaşam
gördü. Kılbakışı baktı kel bir yaşam gördü. Eklerden bıkmıştı. Öneksiz
baktı tuhaf bir telaş gördü. Herkes koşuşturuyordu. Birileri bir yerden bir
yere birşeyleri getirip götürüyor birşeyleri bağırıp çağırıyordu. Şehrin
sesleri çoğalmıştı. Gerneşti, belini tutarak geri kaykıldı. Tuvalete gidip
döndü. Çaydanlığın altını yaktı. Çalışma masasını toparladı. Kartonları,
pelür kağıtları, kamışları ve mürekkep kabını yerleştirdi. Oturmadan odadaki
dağınıklığa
baktı. Fatih’in ara sokakları gibiydi. Temizliğe girişti. Banyodaki mavi
naylon çamaşır leğenine su ve deterjan koydu. Temizlik bezini yıkadı attı
içine.
Ortalığı topladı önce, pencere eşiğinden başlayarak kapıya kadar sildi
süpürdü herşeyi. Mutfağa gitti sonra, giderken kaynayan suyla yeni çay
demledi.
Birkaç günlük bulaşık vardı tezgahta. Tezgah mozaikti. Zor temizleniyordu.
Artıkları sıyırdı, kapları ısıttığı suyla yumuşattı önce. Deterjanla ovdu
suya tuttu teker teker. Onlar temizlenirken sanki içi arınıyordu. Salak dedi
kend- ine. Ara verdi gelip teybin kırık kapağını zorlayarak kapadı düğmeye
bastı. Seyreyle güzel kudret-i Mevla neler eyler canan canan diye başladı
Erkan
Oğur. Alvarlı Mehmet Efe hazretlerinin bu ilahisinin en çok, ‘hem yüzleri
dost özleri düşmandan usandım’ dizelerini severdi. Gözleri nemlenirdi
dinlerken. İlahiye mutfaktan bağırarak eşlik etti. Sesi ne çirkin ne
çatallıydı. Yine de özenle okudu ilahiyi. Bulaşık bitmiş tezgah paklanmıştı.
Raftaki rulo bisküviyi aldı, açılan yerini bulamadı uğraştı açamadı pis türk
işi dedi baktı ülker ooo antilaik bisküvi dedi tabi ihraç mamulü daha
bisküvi yapamıyorsun güzel
halkım bıçağın yardımıyla açarken sol işaret parmağında küçük bi delik açtı
off dedi attı bisküviyi bıçağı elini suya tuttu salak dedi mikrop tutacak
kağıt
peçete aradı nereye koymuştum nereye koymuştum gözüne kağıt mendil
ilişti nuh nebiden kalma üzeri toz kaplı sardı parmağını bastırdı bi sızı
duydu eyvaah diye ünledi telefonun fişini çekmiştim değil mi gidip taktı
ahizeye
baktı sesi duydu duyunca efendim dedi ne efendim kim arıyor ne sesi kapadı
ahizeyi saçmalıyorum yine diyerek mutfağa döndü salondan hole geçerken sağda
atıl duran sehpaya çarptı ayağını uyuştu aman Allahım dedi başladı
yine bisküviyi tabağa koyarak döndü tekrar topallıyordu kanepeye yığıldı.
Televizyonu açtı pembedizi geçti mavidizi geçti kızıldizi geçti ailedizisi
geçti kuzeykıbrıstürkcumhuriyetininkuruluşyıldönümü geçti bebeşampuanı
reklamı geçti wimbledon2000 ilk set sonucu ara geçti demek ki hidrojenler
artı bir oksitler eksi bir değerindedir bu kuraldan yola çıkarak değerleri
değişen elementlerin değerleri bulunur örneğin nitrik asitte...geçti
bioenerjiyle tedavi mümkün mü uzmanlar ne diyor dün akşamki haber bülteninde
iddialı sözler sarfetti doktor şerafettin avnibey geçti türkpetrolşapkası
geçti ally mc beal
seni seviyorum tabi tabi sadece doğumgünün olduğu için geldim yalnız olasın
diye değil yatakta inanılmaz olduğunu söylediğinden beri bütün heyecanımı
kaybettim nee geçti sır kapısı geçti gurbetten sılaya neden böyle bir takım
kurma düşüncesi bütün türk arkadaşlarla burada birlik beraberlik olalım diye
düşündük geçti başbakanın gündeminde bugün ne var geçti profilo dayanıklı
ev aletleri teknoloji seni ezmemeli dünyanı genişletmeli geçti ölmüş bir
kadının mektubu kapadı kumandayı sehpaya bıraktı telefon çaldı güçlükle
kalktı üçüncü zilde yetişti ses yoktu birkaç kez alo deyip bıraktı tekrar
çaldı yine kaldırdı ses yoktu kapadı yine çalınca çekti fişi çayın suyu
fokurd- uyordu tüpü kıstı parmağı sızlıyordu kızarmıştı parmaklarıyla
kavrayıp sıktı kan ve irin karışımı sıvı aktı ne çabuk dedi oksijenli su
aradı bulamadı
yok muydu yoksa var sanıyordum gelip oturdu kanepeye bir bardak çay dol-
durdu buğusuna baktı üzerindeki tanelere şeker attı eriyişine baktı
karıştırdı karışmasına baktı bu şeker de nereye gitti az önce vardı oysa
dönüştü
mü neye dönüştü nasıl dönüşüyor dönüşme de nedir bu kaşık onu tutan
parmaklarım bu bardak içindeki çay içindeki su içindeki çay taneleri bu masa
bu kağıtlar bu kağıtlarda kaybolmuş onyedi sene bu oda bu perde bu pencere
bu kilim bu iskemleler bu sehpalar bu sigara yaktı nefeslendi bu duman
az önce varolan sonra çekilen sonra üfürülen sonra kaybolan bu duman
az önce vardılar şimdi onları flu görüyorum onları birer varlık değil birer
hayal gibi görüyorum onlar kararıyor gözlerimde flulaşıyorlar şimdi onlara
dokunuyorum onlara dokunmak istemiyorum istemeden dokunuyorum var değil
gibiler varlar mı yoksa yoksa onları var mı görüyorum varolsunlar
mı istiyorum bu parmağım sızlayınca varoluyor sonra alışıyorum kayboluyor
yavaş yavaş varlığını yitiriyor varlığı kendinden olmayan bir varlık mı bu
telefon neden çaldı neden ses vermedi neden fişini çektim yeter bu kadar
saçmalama diyerek doğruldu yerinden masayı çekti meşk kağıtlarını aldı önce
masadaki toz canını sıktı tekrar kalkıp temizlik bezini getirdi silip
kuruladı
tekrar oturdu meşk kağıtlarını üstüste düzenli biçimde koydu istifledi
mürek- kep çanağını aldı kapağını sıkarak salladı açtı kokladı koklayınca
kokunun varlığını duydu duyunca mürekkebin varlığına inandı inanınca bıraktı
masaya bırakınca hokka flulaştı demek ki dokunmak yetmiyor koklamak da gerek
diye düşündü saçma dedi mürekkebin ve hokkanın zihnimdeki varlığı ile
dıştaki varlığı aynı şeyler değil nitekim/bu sözcüğü sevmiyordu kazara
kullandığında anlamın buharlaştığını sanıyordu/az sonra kamışla kağıda
taşındığında mürekkep dönüşecek ve başka bir düzleme geçecek yeni bir
boyut kazanacak evet evet hiç yazacağım ve mürekkep hiçi oluşturan harfle-
rin arasında hiçleşecek böylece kendinden geçerek yeniden varolacak. İyi de
başlamam gerekiyor kalem kutusunu aldı devirdi koyu kestane sarı alaca
kamış kalemler celi yazılar için kullandığı kargılar ıhlamurdan gürgenden
yapılmış yazarken kendisini en rahat hissettiği ince boyunlu ucu çatlak
çatlağın iki tarafında uçta delikleri bulunan tahta kalemler daha çok
nesihte kullandığı ince uçlu uzun yazılar için kullanışlı demir kalemler....
Kalktı. Kalkarken çaydanlığı devirdi tüp söndü sönünce okkalı bi küfür
savurdu sözcükler birkaç takla atarak tavana çarptı zemine döküldüler eğildi
özenle topladı onları birer birer a’yı aldı ilkin n’yi sonra tekrar a’yı
ardından
s’yi ı’yı öteki n’yi öteki ı’yı tekrar a’yı v’yi r’yi öteki a’yı d’yi öteki
ı’yı
öteki n’yi ve sonuncu ı’yı son sözcük yarısında erimişti ağzında dolayısıyla
fırlamamıştı havaya yarısı ağzında kalmış yutağına akmıştı boğazını
temizledi çemkirdi onları da tükürdü ağzından küfrün de bi edebi olmalı
yapılınca
tam yapılmalı bu çaydanlığın derdi ne peki ikidir demliyor içemiyorum
nalet olası şimdi...neyse uzatma dedi kendi kendine oldu bi kere. Herşeyi
kaldırdı. Tüpü çaydanlığı kilimi. Çayın sıçradığı herşeyi yok etti. Yeniden
kurdu herşeyi. Yeniden var etti. İşte dedi ellerini oğuşturarak az sonra
çayımız da hazır. Nerede kalmıştık? Nereye gelmiştik ki? Nereye gelmeliydik
de nerede kalmalıydık. Nereden başlamıştık evet evet bununla başlamalı
nereden başlamıştık? Henüz başlayamadık. Yok yok başladık. Nasıl yani? Şöyle
ki/İşte sevmediği bir sözcük daha. Neyle ki? Eee devam et. Şöyle ki,
hiç yazacaktık. Ne yazacaktık? Hiç yazacaktık? Ne hiçi? Hiç hiçi. Hiçin
hiçini mi? Hayır sadece hiç? Hiç sadece değil midir zaten? Değildir. Hiç
birşeyle olursa hiç olur mu? Anlamadım. Hiç diyorum biriyle olunca hiç olur
mu? Olmaz tabi. Öyleyse? Sade hiç. Olmuyor. Hiç. Yani sadesiz sadecesiz hiç.
Peki. Nerede kalmıştık? Nerede kaldığımızı düşünüyorduk. Bi yerde kalmamız
mı gerekiyordu? Hayır. Neden? Hayır değil öyleyse. Eee? Evet yani. O
neden? Bilmem. Niçin? Nerede kaldığımızı düşündüğümüzü tartışırken bi yerde
kalmamız gerektiğini konuşuyorduk.
Hiçteyiz hiçte. Evet evet hiçte. Hiç. Hi.
H................................bir boşlukta.
.......boşlukta
b o ş ş ş ş
b o m b o ş ş ş ş
Hiççççç’teyiz. Üç harfte. Üç harfin içinde. Arasında bi yerde. çiH. Çevir.
çei he. He i çe
İçiçe. Hayır hayır. İ çe çe. Değil. Hi çe çe. Değiiil. Çe hi hi. I ıh.
çiiiHeee.
At bunları. Üç harfi yeniden al. Önce güzel bir he al. Aldın mı? Aldım.
Güzel, şimdi bir ye al. Ye mi? Evet ye. Arap alfabesinde sesli harf
bunlardır sersem. Peki bir de ye alalım bakalım. Aldın mı? Aldım. Şimdi bir
de çe al bakayım.
Ama arapçada çe yok ki. Salak biliyoruz ama hiç olması için gerekli.
Tamam hiç olmasa bunu da alalım. Aldın mı? Aldım. Verdin mi? Ne vermesi?
Üfff lafın gelişi yani. Ne lafı ne gelişi? Yahu tamam işte şimdi aldığın bu
üç
harfi yanyana getir bakayım.
Getirdim. Noldu? Hyç. Yahu ye değil i. Tamam ye değil i. Getirdin mi? Neyi?
Ananın hörekesini. Rahmetli olmuş bi kadını karıştırma bu işe terbiyeli ol.
Tamam tamam özür dilerim kabalık ettim. Ne ettin? Kabalık. Kaba’nın bir
de lık’ı mı var? Evet herşeyin bir ılığı olduğu gibi kemiğin iliği gibi
mesela kaba’nın da lık’ı vardır. Peki babanın? Ne babası? Baba demedim
babalık dedim. Baba-olmak veya babalık genellikle bir kavram türünü
açıklamak için verilen bir örnektir. Cenk’in Cem’in babası olduğunu
varsayalım. Zenginlik
veya güçlülük gibi niteliklerin aksine babalık fiilen varolan bir nitelik
değildir. Burada Cenk bir babadır önermesine karşılık gelen ve gerçekten
varolan, kişi olarak Cenk’ten başkası değildir. Baba olma kavramı Cenk’in
başka bir kişiyle Cem’le arasındaki özel ilişkiden alınmıştır. Yani kavram
Cenk’in somut kişisel varlığından soyutlanmıştır. Fakat bizahitihi bu husus
bize ilişkinin gerçek ve
fiili bir olgu olduğunu söylemektedir. Zihindışı dünyada somut ve fiili bir
şey yani başka bir insanla fiili bir ilişkiye sahip olan gerçek bir insan
bulunmakta. Babalık aklın fiilen varolan bir insanın Cenk’in içerisinde
bulunduğu durumu gözlemleyerek çıkarsadığı soyut bir kavramdır.
Anladım yani demek istiyorsun ki...Bırak ne demek istediğimi şu harfleri
sırala sen. Sıralıyorum he i çe. Hayır hayır sadece harfleri. H i ç gibi mi?
Evet tam
da böyle. Şimdi oku bakayım. Hiç.
Güzel, bir daha oku. Hiç. Bir daha.Hiç. Bir daha. Hiç. Bir daha. Hiç. Beş
defa.....On defa..........Ne duydun? Hiiç. Nasıl yani, ses gelmedi mi
sözcük- ten? Ne sesi? Kelimenin iç sesi. Yav ses benden çıkıyor kelimeden
ses mi
çıkarmış? Ses çıkana kadar söylemeye devam et sen bana müsaade...Nereye
gidiyorsun beni bu harflerle yalnız bırakma, eyvah ne yapacağım şimdi
ben? Hiç yazacağım. Hiç mi? Acele mi ediyorum yoksa? Hiç yazmak için daha ne
kadar bekleyeceğim? Beklemeli miyim? Başlarken onyediyıl önce
bugün gelecek ve hiç yazacağımı düşünmemiştim. Belki başta yazmalıydım.
Bitirdiğimde de yani varolmanın temel koşulu olan ölümle yaşama geçeceğim
anda hiç yazmak üzere geldiğimi anlayacağım. Öyleyse yaşamım hiç
yazmakla geçmeliydi. Sadece hiç yazmalıydım. Yazdıklarım yaşadıklarım bu üç
harfin içindeydi. Bunu yola çıktığımda anlamalıydım. Şimdi hiçe
başlarken yaşamımın sıradanlık içinde varlığı gizli kalmış bir vehimden bir
kuruntudanbaşkabişey olmadığını düşünüyorum.
Oturdu kanepeye, boş kağıtları aldı eline. Baktı. Boş. Daha dikkatli baktı
boşluktu işte. Beyazdı çizgisizdi noktasızdı. Buldum dedi evet noktasız.
Nokta özdür evlat demişti Hamid. Noktayla başladı herşey. Önce nokta vardı.
Zaman mekan ve insandan önce nokta vardı. Herşey noktadan doğdu. Nokta
büyüdü elif oldu. Eliften yirmidört harf doğdu. Harfler arasındaki
birleşme ihtimallerinin sonsuzluğu noktadan geliyordu. Eni boyu yazının harf
boyutuna eşit bir kareydi. Hangi türde yazılırsa yazılsın tek tek her harfin
baş gövde kuyruk gibi bölümlerinin uzunluğu burun kaş gibi kıvrımlı
yerlerinin
açıklığı üstüste ve yanyana konan noktalarla belirleniyordu. Harfin
genişliği yüksekliği ve boyu kalınlığıyla orantılıydı. Noktayla başlamalı
dedi Hattat.
Bir nokta koydu hazırlığına. Kalktı. Hırkasını giyindi. Çıktı. Bakkaldan
gazete
ve sigara aldı. Hocam Sefa bey sordu sizi dedi adam. Sefa bey bakkalın
karşısındaki hatmeraklısı eczacıydı. Kapalı galiba dedi Hattat. Hocam bugün
pazar dedi Bakkal. Doğru ya dedi belli belirsiz. Parasının üstünü aldı, iyi
günler diyerek çıktı. Pazar mı? Ne zaman Pazar oldu? Demek ki dün cumar-
tesiydi. Doğru ya pazar kurulmuştu. Cumartesileri kuruluyordu. Kurulup
kurulup kaldırılıyor herşey diye düşünürken köşeyi dönüyordu ki acelesi olan
bir delikanlı çarptı hoop hemşo diye bağırdı döndü kızgın bir bakış
fırlattı. Afedersiniz dedi Hattat. Hasta mısın nesin be diyerek uzaklaştı
genç adam.
Gazetenin en azından başlıklarını okumak istiyordu ama bu kalabalıkta çukurlu engebeli direkli kazıklı yolda önüne bakarak yürümesi bile
güçken...boşver dedi. Ne alacaktım? Hah portakal alıcam, türk kahvesi, kır
pidesi, minare gölgesi...başlama yine dedi içindeki sese. İrcica’nın
toplantısı bugündü galiba tabi tabi pazar günü talik sergisi onu da boşver
dedi farkında olmadan karagümrük’e uzamıştı ensesi terlemişti eliyle silmeğe
çalıştı saçı kestirsem
mi acaba aman boşver şimdi çekilmez bu adam dönmeli bozacının yanındaki
pideciye oradan eve endi’ye mi gitsem bim’e mi ne farkeder alacağın bi kahve
belki birkaç şey daha alırım birileri sanki kendisine bakıyordu
gözetleniyordu sanki yine o tuhaf duygu bunu kaç zamandır yaşıyordu dışarı
çıkmasını
bekliyor ve izliyorlar işi gücü izleme olan birileri yaşıyor bu kentte bu
kente
ilk geldiğinde izlenen değil izleyen gibi hissettiği anlar olmuştu kendisini
sonra kentle ilişkisi hiç olmamış gibi geçen birkaç yıl yaşamıştı bu
yıllarda bazen çorluluya bazen ilesama uğrar okul çıkışında Hamid hocadan
gördüklerini ve dinlediklerini orada sindirmeye çalışır gibi çay içer
insanların arasında ıhlamur ağacına bakan asmanın altında yalnız otururdu.
Karagümrük sınırından döndü yoldaki ilk markete girdi kahve üzüm ekmek ve
peynir aldı kır pidesinden vazgeçerek eve yöneldi sokağı geçtiğini neden
sonra farketti daha önce hiç görmediği bir mescidin önünden geçerken
kendisine bakan birkaç yaşlıya
selam verdi ve aleykümselam hocam diye ünlediler hocam mı ne hocası. Dış
kapıya soktuğu anahtarın yanlış olduğunu anlaması da hayli sürdü. Bunu hep
yapıyordu önceki evin anahtarını almıştı yine. Kapıcı ziline bastı.
Diyafondan karısının sesi duyuldu. Benim yenge bi zahmet dış kapıyı açar
mısınız anahtarı içerde unutmuşum. Otomat tıklayınca itip girdi. Daire
kapısına geldiğinde çilingirden başka çaresinin olmadığını anladı. Kapının
eşiğindeki zarfı aldı açtı burs çeki gelmişti. Rahat bi soluk aldı.
Masaya oturduğunda gün bitmiş güneş ışıklarını yeryüzünden toplamış
kıyametteki gibi dürülmüş, karanlık örtüsünü sermişti varlıkların üzerine.
Karanlık serilince varlıkların varoluşu tartışmalı hale geliyordu. Gece ile
gündüzü hiçbir zaman bir günün iki parçası veya devamı gibi görmüyordu
Hattat. Gece ayrı bir alem gündüz ayrı bir devrandı ona göre. Gece olunca
kurtadam olmuyordu ama kendisini farklı bir insan olarak buluveriyordu.
Ellerini yıkarken daha rahat dokunuyor, sigarayı uzun süre dudakları
arasında tutabiliyor, yudumladığı çayın tadını alıyor paslı aynada yüzüne
bakabiliyor
traş olduktan sonra defalarca yüzüne su çarpıyor içinde bi kıpırtı oluyor
giderek güçleniyor yazmak istiyor parmakları kırılana boynu ağrıyana değin
yazıyor yazdıkça harflerin dünyasına geçebiliyor geçince asıl hayatın orada
olduğunu görüyor orada kendisini harflerin cisimlerini giymiş bir halde
bulabiliyor kendisini bulabiliyordu. Bu buluşların giderek sıklaşması ve
yoğunlaşması öteki yaşamındaki yokluğun erimesinden duyduğu acıyı hafifletiyordu. Oradaydı asıl yaşamı. Orada soluk alıp veriyor. Orada acıdan
tatlıdan uzaklaşıyordu. Harfilikten söz ederdi sık sık Hamid. Şimdi
anlıyordu. Bunu bir gün elif yazdığında ama gerçekten yazdığında göreceksin
evlat
demişti. Zaman hareketti işte, beyaz boş kağıda mürekkebin nokta biçiminde
konması, oradan elifin çıkmasıydı. Eylemin özüydü nokta. Onunla hareketleni-
yordu. Sağdan sola yazıyor böylece göğsünün sol yanındaki kalbe doğru
hareketleniyordu. Noktayla olan başlıyordu. Olan bir anda olup biten
değildi. Özüyle, içiyle, iç denilen ne ise o olan şeyle ilişkisini ancak
noktayla
kurabildiğine göre demek ki varoluyordu. Artık noktaya hazırdı. Çayı
hazırdı. Küllüğü temizdi masanın ucundaydı. Kamışlar kargılar kalemler
hazırdı mürekkep bekliyordu nun’un içinde kaleme ve onunla yazılana andolsun
diyerek uzandı kamışa. Önce kaleme sonra yazılana. Kalemin önceliği yazının
sonralığında insanın kalem oluşuna mı ima vardı? Emin değildi ama yazarken
kendisi olmaktan çıktığında kalemin bizzat kendisi olduğunu hisseder önce
kaleme derdi. Önce kaleme sonra yazılana yemin edelim. Kalem de yemin
etsin. Yeminimizden dönmemenin belirtisi olarak yazalım. Yazı bir gösteren
ve belirtendir. Kalın olanını seçti. Aldı, dokunduğunu hissetti. Yıllarını
çölde geçirmiş suya susamış bir çaresizin suya dokunması gibi, sevgilinin
dudaklarına işaret parmağının ucuyla dokunur gibi dokunmuştu kaleme.
Tenine değen şeyin varlığıydı bu. Pencere açıktı ama şehrin seslerini
duymuy- ordu. Perde çekikti lakin dışardan vuran ışıktan çok daha fazlasını
görüyordu kağıtta. Bir kağıt vardı bir mürekkep bir kalem. Kalemin ağzını
sildi. Tekrar batırdı. Bir nokta yazdı. Durdu kalbine bakıyor gibi baktı.
Kalbi bir yapraktı üzerinde noktadan başka bir şey yoktu. Bir nokta daha
yazdı. Ne yapabilirim
ki bana bundan başka bir şey öğretilmedi dedi. Kağıt mürekkebi yaymıyordu.
İki nokta yanyana yazdı. Eylemin kendisinden çok elifi yaratan böylece tüm
harfleri üreten bir belirti. Üç nokta yazdı sonra. Sigara yaktı. Noktalara
baktı. Üç ayrı nokta. Birbirinin hem aynı hem gayrı. Kalktı. Odada dolaştı
bir zaman. Yere uzandı. Ellerini başının altında kavuşturdu. Tavana
çivilendi gözleri. Harfler belirdi. Mürekkebin işaretleriydiler. Hangi harf
mürekkeple boyanmıyordu ki. Harflerin boyası bir hayaldi.Özleri mürekkebin
gizeminde gizliydi. Onun belirtisi diye fısıldadı, onun işaretleri. Çünkü o
harflerden önce
de vardı. Yerde hareketsiz öylece kaldı bir zaman. Kalktı sonra masaya
geçti. Mürekkebe batırdı kamışı. Görünseler de gizli midir harfler...Bu kez
elif yazdı. Sonra be yazdı. Elifle be’nin konuştuğunu düşündü.Yani
konuşsalardı birbirine
ne söylerlerdi. Biri özdü öteki ilke. Biri dikeydi öteki yatay. Biri hakimdi
öteki mahkum. Öyle sanıyordu. İnsan kutsal kitapta kutsal kitap fatihada
fatiha besmelede besmele be harfinde be harfi ayırdedici bir noktadaydı
ayırdedici nokta insandı. İnsan insanın hiçbirşeyi değildi. İnsan vardı ve
ondan önce harfler vardı. Harfler vardı ve ondan önce Elif vardı. Elif vardı
ve ondan önce nokta vardı. Noktadan önce O vardı. O’ndan önce bir şey yoktu.
O’ndan
öncesi yoktu. O’ndan sonrası yoktu. Öncesiz sonrasızdı O. Herşey noktadan
çıktı. Nokta açıldı elif oldu elif açıldı insan oldu insan açılınca ne
oluyordu? Nolacak bu memleketin hali diye bağırıyordu mikrofona eminönündeki
adam, arkadan bir başkası uzanıyor itmesene be kardeşim öteki yandan
sokuluyor vatandaş aç nerede devlet nolacak bu memleketin...Üç nokta koyunca
muhabbet uzayıp giderdi. İyi de ederdi o muhabbeti oraya bırakıp yeniden
asli kelimeye noktaya dönmeliydi. Hattat’ın işigücü nokta ileydi. Noktanın
sırrını çözen bir hattat gelmedi henüz dünyaya. Dünya yalandı. Nokta
gerçek. Bu dilemmayı çözen bir hattat kamışı mürekkebe batmamıştı henüz.
Şimdilerde muhafazakar belediyelerin kültür işleri dairesinde üç beş
hevesliye
işte öyle islami milli filan vakıf veya derneklerin vakıflardan kırkdokuz
yıllığına kiraladığı medreselerde yapılıyordu hat kursu. Hattın kursu
olmazdı hat gelir insanı bulur ve ayırdedici nokta olduğunu farkedeceği
karar
kılınmış her faniye çizgilerin büyülü dünyası açılırdı. Açılırdı ya üç beş
yılda çizmeyi öğrenip ardından yapacağı hattı nerede nasıl satacağını
düşünmeye başlayınca büyü biter hattatın kamışından çizginin gizemi çekilir
çeşme kururdu. Çok çizen çok satan çok sergi açan hattatların hattat
olmadığını Hamid-i Amid ve onun hasbi çırakları bilirdi. Hattat trajik bir
çukura
düştüğünü görüyordu. Neyi seçse acı çekecekti. Has bir hattat olmak sadece
çizmek ve başka hiçbirşeyi düşünmemek güzeldi ama işte bu izbe evde
çaydanlık devirip hamamböceği saymaktan kurtulamıyordu. Çizmek hep çizmek ve
hiçbirşeyi düşünmeyip hiç’i çizmek hiçten geçerek hepe
ulaşmaktan söz ederdi ustası. Ustası söz ederdi ya bu hiç de neyinnesiydi.
Hep neredeydi nasıl bişeydi hep ki hiçten geçilerek gidilsin bir dolayımdan
geçmenin gereğine inanırken bir gün mutlaka bir hiç çizeceğini düşünürken
hiç’in zamanını nasıl tayin edeceğini bilemezken nasıl çizecek niçin
geçecekti? Çocukluk ve ilkgençlik alışkanlıklarını birer birer bırakmıştı
herşeyi unutmuştu yeni alışkanlık edinemiyordu ne bir tat kalmıştı damağında
ne yeni bir hayal gözlerinde öteki’ni yitirmişti başkası cehennem değildi
ama cennet veya araf
da değildi öteki yoktu savrulmuştu savrulduğunu farkedemeden biryerlere
yürümüş gitmişti gidiyordu nereye gittiğini bilmiyordu sadece uyanıyor namaz
kılıyor çay demliyor içiyor birkaç bisküvi yiyor ağzında sakız gibi çiğniyor
sigara içiyor içince bir tat beliriyor gibi oluyor sonra ağzı kesiliyor gibi
oluyor sonra ağzını hissetmiyor sonra yüzünü hep unutuyor gibi oluyor sonra
bir şey beliriyor gibi oluyor sonra herşey kararıyor sonra aydınlanıyor
sonra ışıyor
sonra sönüyor sonra oturuyor sonra çizmeye başlıyor sonra çiziyor sonra
çiziyor sonra çiziyor sonra çiziyordu sonra yoruluyor gibi içi sıkılıyor
çizerken daldığı derinlikte çizdiren şey bırakıyor elini orada kalınca
uyanır gibi olunca
bir acı hissediyor bir cansıkıntısı dayanamıyor sonra kalkıyor ve çizdiğine
bak- madan çıkacakken gelip gözucuyla bakıyor sonra nasıl çizdiğini neyi
çizdiğini kendisi de anlayamadan dışarı atıyor kendini ve yürüyor ve
ruhsıkıntısı ve sokaklardan geçiyor ve bunalıyor ve kaldırımların ne kadar
sıkıntılı olduğunu görüyor ve birilerine çarpıyor ve özür diliyor ve
unutuyor ve birileri çarpıyor
ve özür dilemiyor ve bakıyor ve görmüyor ve hiçbirşey görmüyor ve çizgiler
uçuşuyor gözlerinde ve gözlerinden çocukluğu geçiyor ve çocukluğu geçerken
sayfa siliniyor ve sayfada bişey görünmez oluyor ve ben kimim diye soruyor
ve bu soruyla hergün karşılaşıyor ve soru selam veriyor ve selamını alıyor
ve sizi çıkaramadım diyor ve soru ben de sizi çıkaramadım diyor ve memnun
oldum efendim diyor ve ben de diyor ve siz kimsiniz diyor ve ben kimim
diyor ve sizin ircica yarışmasında birincilik alan eserinizin
reprodüksiyonunu
bi türlü bulamıyorum efendim diyor ve ben de bulamıyorum efendim diyor
ve anlamadım diyor ve ben de efendim ben de hiçbir şey anlamıyorum diyor
ve pis bir koku genzini yakıyor ve midesi bulanıyor ve dalyan balıkçılığın
önünden geçiyor ve kuzu bunlar kuzu bunlar diye bağırıyor ve garson
çayocağından hızla çıkıyor ve tavşakanıbunlaaar diye bağırıyor ve biri yere
tükürüyor ve bakıyor ve görüyor ve havaya mı tükürecektik diyor ve bir
kamyonet geçiyor ve hoparlöründen bağırtı yükseliyor ve anlamıyor ve
belediye seçimleri oluyor ve dinci aday geçiyor ve ne kadar kinci senin
teyzen diyor kızkardeşinin arkadaşı ve kardeşinin düğünü oluyor ve
davulzurna
çalıyor ve halay çekiliyor ve kardeşinin arkadaşı kulağına eğiliyor ve ağbin
sıkılgan bir insan galiba diyor evet diyor ne iş yapıyor diyor hattat diyor
ne tat diyor hat-tat hııımm diyor peki ne yapıyor diye soruyor ve şekil
çiziyor diyor
ne şekli diyor eski yazı yazıyor diyor kardeşi kadınlar kına yapıyor ve
erkekler
halay çekiyor ve sokakta yürüyor ve gazete büfesinde duruyor ve bakıyor ve
siyasi haberler ve cinai haberler ve ticari haberler ve edebi haberler
görüyor
ve karınca yuvası gibi kaynıyor harfler ve harflerin kirlendiğini düşünüyor
ve baktığı herşey flulaşıyor ve flu görüyor ve flu yürüyor ve caminin
avlusuna giriyor ve sağdaki çınar ağacının dibindeki banka oturuyor ve
tesbih takke seccade satılıyor ve amme cüzü satılıyor ve mısır satılıyor ve
pamuk şekeri satılıyor ve esans yağları satılıyor ve yağlı suratlı bir adam
yanındaki çocuğu paylıyarak yürüyor ve şu şişman kadının yanındaki gelini mi
acaba ve şu dilenci gerçekten yoksul mu ve bir şey nasıl dilenir kimden
diliyor insan harflerle mi diliyor ve boyacı çocuk musallat oluyor ve
mendilci çocuk musallat oluyor ve sakızcı çocuk musallat oluyor ve musalla taşında çocuğun
altını değiştiriyor kadın ve ölümü görüyor ve ölüm dört harf biçiminde
görünüyor ve ölümden korkup korkmadığını düşünüyor biraz korkuyor biraz daha
korkuyor biraz korkmuyor gibi oluyor ölünce ölümanındanelerolacak
diye düşünüyor ölümle birlikte neler başlayacak diye düşünüyor gazzaliden
okuduklarını hatırlıyor ruh ter şeklinde çıkar diye hatırlıyor yünün
içindeki dikenli dalın çekilişi gibi bedenden çekilir diye hatırlıyor kabir
azabı diye hatırlıyor unuttuklarını süratle hatırlıyor bunları unutmayın
deyişini hatırlıyor unutunca bunlar yokmuş gibi düşünüyor içi dolunca uzunca
nefes boşaltıyor
kalkmak istiyor kalkınca başı dönüyor dönünce dünya duruyormuş gibi oluyor
olunca yürüyor yürüyünce sokağa giriyor girince yanık yağ salça ter sidik
işkembe kalın bağırsak içindekiler ince bağırsak çevresindekiler çürümüş
domates doğranıp beklemiş soğan henüz ateşten çıkmış susamlı pide
evcimen kadın huysuz koca işten yorgun dönen baba torunlarını parkta
gezdiren dede onun yalnızlığı teknik üniversitedeki fizik doçenti onun
boğaziçi günleri amerika toledodaki doktora öğrenciliği asistan profesörlüğü
dönüşü üniversite maaşıyla geçinemediğinden bir demir çelik firmasına girişi
dışticaret sorumluluğu dayanamayıp ayrılışı bir pazarlama şirketindeki
boşluk günleri eğinin başbağlar köyünde katliamda ölen amcası kuzenleri
onların yetimleri eline bakan kardeşleri kardeşlerinin çocukları
kabristandaki ağaca
bez bağlayan fısıl fısıl okuyup yüzüne süren teyzeler ayna tarak bali toka
pense tornavida jilet yüzü sabunlu erkek resimli traş sabunu don lastiği
walkman camsil kitap mandalina elma üzüm armut patates doğrayıcısı jöle
korsan kaset kalem pil terlik iç çamaşır filkete iğne takımı üzüm karpuz
gece lambası...satan işportacılar bağıran manav çalışanları karadenizli
lokantacılar esnaf çaycısında pinekleyen amcalar defterdarlıkta görevli bond
çantalı kibirli aceleci yürüyen dayılar yüklüğüne koliler doldurmuş iple
kapağını bağlamış
içeri yeğenlerini kızkardeşini eşini istiflemiş kartal slx sürücüsü
dükkancılar iskenderpaşa cemaati mensubu sakallı mesli lastik ayakkabılı
uçkurlu şalvarlı terlikli sarıklı birbirine benzeyen benzemeyen amcalar
arasında yürüyor yürüdükçe kendine ait olmayan kendinin ait olmadığı nerede
unuttuğu
nasıl bulacağı bilinmeyen bir belirsizliğe dalıyor dalınca hisardaki çay
bahçesinde doktora tezinin notlarını alan sevgilisini bekleyen
ateistnihilist- pozitivist adamı görüyor görünce umarsızlık mı umutsuzluk mu
damağındaki
acılığın koyulaştığı tadı duyuyor duyunca boğaza bakıyor bakınca karmaşanın
örttüğü kusursuz güzellikle tarihin gizlediği camie yöneliyor abdestli
olduğunu hatırlıyor hatırladığına göre unutmuş olmalı unutunca yeniden
alınmalı diye hatırlıyor üşeniyor giriyor girince camideki hatlara bakıyor
bakınca hatlar netleşiyor netleşince gölgeleri beliriyor belirince harflerin
gizleri açılıyor
açılınca giriyor girince çıkamıyor işin içinden.
Be’nin karnına iki nokta yazdı. Üstüne altına ince çizgiler çekti. Elife lam
ekledi lamelif yaptı. Vazgeçti sonra bir elif bir lam yazdı. Lam’ın içine
bir
nokta yerleştirdi. Dikey iki çizgi çekti. Bir nun yazdı sonra. Bir ona bir
mürek- kep kabına baktı. Yarım küre. Dünyanın yarısı. Nokta akılla
kavranabilen
elifin merkezi gibi mi duruyor? Dairenin çapı noktayla mı belirleniyor? Nun
biçiminin kesildiği yani bittiği nokta vehmedilen elifin başı mıdır? Ayağa
kalkıp doğrulduğunu varsayalım o zaman elif nunun üzerinde mi duracak?
Buradan lam harfi mi doğacak? Nunda önsüzlüğe dair bir şey mi var? Her nun
çizdiğinde noktayı iliştirmeden uzun uzun bakar yanına yöresine ince
çizgiler çeker sonra noktalar ve Hamid’in insanda ezel gizlidir nun bunu
anlatır sözlerini hatırlardı.
Yazarken hep birşeyleri hatırlıyordu. Kendini unutuyordu.
Unuttuğu bir başka şey artık kopya kağıdı kullanmaması gerektiğiydi. Hiç’i
provasız çizmeye karar verdi. Pelür kağıtları aldı masadan buruşturup çöp
poşetine attı. Yüreğinden kalemine kan çekerek yazan yazarları düşündü.
Hadi canım sen de dedi. Bugünün yazarları mimara benziyordu. Plan projeyle
işe koyuluyorlardı. Kurgu diye bir şey vardı sahi. Kurmak. Kurarak yazmak.
Kurmadan yazıldığında kamusal bir alan oluşmuyordu romanda. Romanın
kamusallaştığı bir ahirzaman. Romanın da ahirindeyiz. Yazarın eylemin de
alıcının kendisi olmaktan çıktığı bir zaman. Aman efendim aman galiba
ahirzaman diyen şairi düşündü. Gençliğinde metetebeye uğrardı aradabir
orada fehmi ağabey olurdu yunustan ve bu şairden okurdu okur okur anlatırdı
arada susardı sustuğunda daha güzel anlatırdı ne güzel ağabeyimizdin sen
fehmi ağbi.
Gelelim asli kelimeye. Noktaya. Nokta bitirmenin imi değildi. Başlamanın
işareti değildi. Elif be ile konuşunca ne sormuştu? Noktanın gerçeği nereden
geliyor? Bütün harfler ve kelimeler noktadan ibarettir. Soru bu cevap bu.
Nokta da bu. Bu olunca alıp kağıda yeniden koymak gerekiyordu. Hattat
camiden çıkınca tadıma gitti. Tadım bozacıydı ama salep ve hamburger de
yapıyordu. Hamburgeri ham yaptı bozayı boca etti midesine doğruca eve
geldi. Gelince her zamanki gibi montunu çıkardı astı ayakkabısını yerdeki
gazetenin üzerine bıraktı salona geçti çay demlemek için tüpü yaktı oturdu.
Oturdu ve provasız yazacağından beyaz kartonları da kaldırması gerekiyordu.
Masada sadece çayla renklendirilmiş açıkkahvemsi karton kalmıştı. Kalın
ıhlamur kamış imza için hayır hayır imzasız yazacaktı an filan diye
imzalayacaktı evet evet imza için ince uçlu muhtemelen demir kalem de
ayırdı mürekkep oradaydı nun oradaydı güzel he ye ve çe lazımdı onlar içerde
biryerdeydi içindeki harfleri çıkaracaktı içinden mi çıkarıyordu yoksa
yazarken harfler başka bir dünyadan mı iniyordu kendisi de anlamıyordu.
Renkli kağıdı düzeltti. Bismillah dedi. Kamışı aldı mürekkebe batırdı.
Batırdı ve olan oldu. Kalem kalem olmaktan çıktı eli el olmaktan çıktı eli
üzerinden gizli bir el yazıyordu yazıyı. Yazılan hiç’ti ama harflerin
herbiri ayrı birer varlıktı.
Varlıktı ve ilkin güzel he yazmaya başladı. Güzel he. Güzel bir harf. Yusuf
peygambere benzediği rivayet olunuyor. Güzel denilmesi bundan. Çehresiyu-
suf da deniyor adına.
Adına ve güzel he’ye başladı Hattat. Kalın kamışın ucundan mürekkep kağıda
düştü ve ilk gözünü çizdi güzel he’nin.
Çizdi ve yeniden uzandı mürekkebe. Güzel he hesapta olmayan
bir varlıktı. Mürekkebi ve kağıdı görüyor ve dokunuyordunuz. Güzel he zihindeydi/beyinde/kalpte/dimağda/içerde/herhangibiryerde/mekansızzamansızbiyerde’ydi. Yazılınca doğdu ve varoldu ve varlık kazandı
ve göründü. Gözlerini kırpmaksızın birkaç dakika baktı güzel he’ye. Yusuf’a
bakar gibi baktı. Hiçleşmeye başladığını hissediyordu. Tüp yanıyor su
kaynıyor ikinci sigarasını aynı anda yakmış küllükte o da yanıyordu. Sigara
gibi yanıyordu içi Hattat’ın. Hiçleşmeye başlamıştı.
Başlamıştı ve güzel he’nin ikinci gözünü çizmişti. Güzel he’nin iki gözü
vardı. Yusuf gibi. İlkin gözlerini çizmişti Yusuf’un.
Yusuf’un ve yeniden duraksamış gözlerine bakmıştı güzel he’nin. Araf harler-
indendi he. Tüm ve olgundu. Toprak ve havadan karılmıştı. Yolun sonunda
çıkardı insanın karşısına. Şimdi sessiz bir harf çizecekti ye. Ye ama
çizince sessiz. Okununca sesli. İ. He’den sonra i’ye gelmişti sıra.
Ye ateşti suydu. Olgun harflerin üçüncüsüydü. Araf değildi yeri. Yersiz
yurtsuz bir harfti.
Bir harfti ve Hattat ye’nin kuyruğunu yok ederek çizdi. İki yerde çizgiyi
kırdı kalın kamışın ucunu kağıda bastırarak tek solukta sadece kalemin
sürtünmesinden çıkan o tuhaf sesin duyulduğu gerçekte sessizce çizdi.
Çizdi ve he ile ye’nin bitişmesine baktı. Harfler birleştiklerinde
değişiyordu. Kendisi kalarak birleşen tek harf elifti. Bu yüzden harflerin
aslıydı.
Aslıydı ve Hattat he ile ye’nin birleşik hallerine baktı. Bakınca seslerinin
de değiştiğini gördü. Hiçliğe doğru yürüyordu harfler. Hattat hiç’in
anlamına sızıyordu.
Sızıyordu ve son harfte hiçin sonundaydı. Kamışı tekrar batırdı mürekkebe.
Toprak ve ateşten yapılmış bir harf çizecekti şimdi : çe. Çe cinlerin
sevdiği ve ondan türlü sözcükler ürettiği bir harfti.
Harfti ve hattat onu çizip üç noktasını tek bir biçimle imledikten sonra
gördü
ki o da başkalaşıyor birleşince.
Şimdi kağıda rumelifenerinde yüksek bir tepedeki kayanın üzerinden denize
bakıyor gibi baktı.
Üç harf yokluk denizinin ortasında sandal gibi duruyordu. İçine girilince
çoğalıyor büyüyordu.
Büyüyordu ve Hattat hiç’in düzeltiye ihtiyacı olmadığını düşündü. Kenarları
ucu bitişme yerleri kusursuzdu.
Kusursuzluk hiç’inki gibiydi işte. Onu yazmış ondan kurtulmuştu. Önceki
yazdıklarından farklı birşey vardı bu üç harfte. He i ve çe. Duyduğu
konuşulan biçimi. Harflerin sesleri. Evet vet sesleri vardı. İşte okuyunca
duyduğu ses.
He i ve çe. Bakıyordu şimdi. Baktığında gördüğü biçimleri vardı. Ayrı ayrı
ve bitişirkenki biçimleri. Bir de yüreğindeki manevi halleri vardı. Evet
evet harflerin bir de kalbindeki içsel anlamları vardı. Onu çizmişti Hattat.
Onu çiz- ince mi olmuştu bütün bunlar? Neler olmuştu? Mürekkep silinir gibi
olmuştu. Harfler mürekkepsiz de görünmüşlerdi. Sonra üç harf yoktu baktı üç
ayrı harf değildi çizdiği. Tek harf vardı kağıtta. Baktı bir daha baktı evet
evet tek harf vardı sadece elif vardı kağıtta. Nereye gitti harflerim?
Harflerim noldu? Sonra elif de yitti. Nokta kaldı kağıtta. Evet evet baktı
bir daha bir daha baktı nokta vardı sadece kağıtta. Nereye gitti elifim?
Harfim noldu? Sonra kağıt da yok
oldu odası eşyaları dağınıklığı küf kokusu yalnızlığı elektrik lambası
duvarları oturuşu kalkışı bakışı da yok oldu nokta kaldı sadece.
Hiç’e bakınca olanlar oldu.
Nokta da kendisine baktı ve ‘varlık yoktur’ dedi.