El Elden Üstündür
Olivier Henry
Prodenzano Lokantası'nın bir köşesine oturmuş, bir yandan makarna yiyor, bir
yandan da konuşuyorduk. Jeff Peters önündeki makarna tabağının üzerinden
bana dolandırıcılığın üç türünü açıklıyordu.
Jeff her kış New-York'a spagetti yemeye, kürk paltosuna gömülerek East
River'dan gelip geçen gemileri seyretmeye, Fulton Street'deki dükkânlardan
birinden Şikago işi biraz giysi almaya gelirdi. Yılın öbür üç mevsimini daha
batıda geçirirdi. Spokane ile Pumpa arasında dolaşırdı.
Jeff, övündüğü mesleğini benzeri görülmemiş bir ahlak felsefesiyle
savunurdu. Bunun yeni bir meslek olduğunu söyleyemeyeceğiz. Jeff
türdeşlerinin aklı kıt, oynak dolarlarını kabul eden sermayesiz, tek
katılımcılı, sınırsız bir sığınaktı.
Yıllık tatilini geçirmek için bu yabanıl taş duvarlar evrenine geldiği zaman
Jeff, karanlık basarken ormanda kalıp da elinde olmadan ıslık tutturan bir
çocuk gibi, serüvenlerini anlatmaktan kendini alamazdı. Takvimime geleceği
tarihi işaretlemeyi bundan dolayı savsaklamazdım.
Prodenzano'nun bir köşesinde zavallı bir kauçuk ağacıyla "Palazzio della"
bilmem ne tablosunun arasındaki şarap lekeleriyle süslü masada adamımı
sorguya çekme ayrıcalığına kavuşurdum.
Jeff:
- Yasanın önüne geçmesi gereken iki türlü karmanyolacılık vardır, dedi.
Wallstreet'de oynamak ve ev hırsızlığı.
Gülerek:
- Doğru söylüyorsun. Saydığın iki şeyden biri hakkındaki görüşüne hemen
herkes katılır, yanıtını verdim.
Jeff:
- Ama ev hırsızlığını ortadan kaldırmalı, diye üsteleyince acaba boş yere mi
güldüm, diye düşündüm.
Jeff sözünü sürdürdü:
- Bundan üç ay kadar önce bu iki yasa dışı mesleğin birer temsilcisiyle
tanıştım. Ev hırsızları birliğinin bir üyesi ve finans dünyasının
Napolyonlarından biriyle dostluk etme zorunda kalmıştım, dedi.
Esneyerek:
- Hiç de kötü bir üçlü değil, yanıtını verdikten sonra:
- Geçen hafta Ramapos'ta bir ördekle bir sincap vurduğunu sana anlatmış
mıydım acaba? dedim.
Huyunu biliyordum. Çenesini ancak böyle açtırabilirdiniz. Nitekim:
- Izin ver de, önce, zehirli bakışlarıyla doğruluk yaylarını bozarak
toplumun tekerleklerini kıran bu yavşakları anlatayım, diye sözümü kesti.
Ama, bu sözleri söylerken kendi bakışlarının da dolandırıcılara özgü saf bir
ışıkla yandığını gördüm.
- Bundan üç ay önce kötü insanlar arasına düşmüştüm, diye sürdürdü. İnsan
böyle bir şeye yaşamda ancak iki koşulla katlanır. Ya meteliksiz kaldığı
zaman ya da zengin olunca! En yasal işler bile arada bir talihsizliğe
uğrarlar. Arkansas'da bir gün yanlış bir dönemece sapmış, hiç farkına
varmadan Peavine kasabasına gitmiştim. Anlaşıldığına göre, bir önceki
ilkyazda armut, kiraz, şeftali gibi altı yüz dolarlık değişik türlerde meyve
fidanı satarak köylüyü iyice bir benzetmiştim.
Meğerse bütün kasaba yola göz kulak olup geçmemi bekliyormuş.
- Kendimi ve beyaz atım Bill'i pusuya düşürdüğümü ancak büyük caddeden geçip
Kristal Palas ecza deposunun önüne gelince anladım.
Çevredekiler koşup Bill'i geminden yakaladılar. Benimle tartışmaya
başladılar. Arada bir meyve fidanları hakkında bir şeyler anlatıyorlardı.
İçlerinden bir komite araba zincirini alarak yeleğimin kol ağzından
geçirdiği gibi beni bahçelerinde bir gezintiye çıkardı.
Sattığım fidanlar üzerlerindeki etiketleri yalancı çıkarmışlardı. Kiraz,
şeftali filizi sürecekleri yerde gürgen, kökpınar yaprakları açmışlardı.
Şurada burada bir vişnelik yerine küme küme kavaklar boy göstermeye
yeltenmişlerdi.
Peavineliler bu meyvesiz gezintiyi kasabanın dışına kadar uzattılar.
Hesabıma sayarak paramı ve saatimi aldılar. Bill'le arabayı rehin olarak
alıkoydular. Arabanın zincirlerini çözdükten sonra Rochylere doğru işaret
ettiklerini gördüm. Sonra da taşkın ırmaklar, el değmemiş ormanlar yönüne
bir iki takla attım.
Kendime gelince demiryolu üzerinde adını bilmediğim bir kasabaya doğru
yürüdüğümü anladım. Peavineliler cebimde bir parça çikletten başka bir şey
bırakmamışlardı. Bunu da beni öldürmek istemediklerinden almamışlardı.
Çikleti ağzıma götürdüm, rayların kenarında bir kalas yığınının üzerine
oturararak aklımı başıma toplamaya, derin görüşümü kazanmaya çalıştım.
Bu sırada ekspres gelip geçti. Kasaba yakınlarında biraz yavaşlayınca
içinden siyah bir torba düştü. Bir toz bulutu içinde yirmi metre kadar
sürüklendikten sonra ayağa kalktı. Bir sürü sesler çıkararak kömür tükürmeye
başladı. Karşıma furgondan çok yataklı vagonlarda yolculuk etmeye yakışacak
kılıkta yuvarlak, güleç yüzlü bir delikanlı çıkıvermişti.
- Düştün mü? diye sordum.
- Yok indim. Yeter! Burası da neresi? diye yanıtladı.
- Vallahi bilmiyorum. Haritaya bakmadım. Aslında ben de senden beş dakika
önce geldim. Sana nasıl görünüyor?
- Pek ılımlı bulmuyorum, dedi ve kolunu burkarak:
- Galiba bu omzum... yok, iyiymiş, diye sürdürdü.
Giysisinin tozunu silkmek üzere eğilince, cebinden, çelikten kocaman bir
hırsız maymuncuğu düştü. Hemen eğilip aldı. Yüzüme sert sert baktıktan sonra
sırıtarak elini uzattı.
- Eyvallah ağabey, diye başladı. Geçen yaz seni Missouri'de gördüm. Kaşığı
yarım dolara renkli kum satıyordun. Petrol lambalarının harlamasını engeller
diye yuturuyordun.
- Petrol kesinlikle patlamaz; çıkardığı gaz, patlamaya neden olur, diye
karşılık vermekle birlikte elini sıkmaktan çekinmedim.
- Adım Bill Bassett'dir. Eğer boş bir büyüklenme saymayıp da mesleki bir
övünme olarak kabul edersen sana benzersiz bir ev hırsızıyla tanışmak
onuruna eriştiğini söyleyebilirim. Karşındaki, Mississipi ırmağının
yataklarından kurtulmuş toprak üzerinde şimdiye kadar kauçuk ayakkabıyla
dolaşmış en büyük hırsızdır, dedi.
Hattın yanındaki kalas yığınına oturup bütün sanatçılar gibi, karşılıklı
başarılarımızı övmeğe koyulduk. Anlaşıldığına göre, o da benim gibi
meteliksizdi. Başbaşa vererek dertleştik. Bill usta bir ev hırsızının niçin
bazen furgonlarda yolculuk etmeye gerek duyduğunu açıkladı. Little Rock'da
bir hizmetçi kızın ihanetine uğradığından alelacele sıvışmak zorunda
kalmıştı.
Bill Bassett:
- İyi bir vurgun yapmak istediğiniz zaman abayı yakmış gibi görünmek
gerekir. Vurgunun yağlısının yolunu aşıktaşlık gösterir. Pahada ağır, yükte
hafifle dolu bir ev bul; içinde güzel bir hizmetçi varsa tamam demektir.
Gümüş takımını eritilmiş, piyasaya sürülüp satılmış sayabilirsin! Ben masa
başında en güzel Fransız şampanyasını boynuma asılı peçeteye dökerek
çekerken polis aranadursun! İşin içinde evden birinin parmağı olduğunu
düşünerek din dersi verdiği için ev sahibi bayanın yeğeninden
kuşkulanadursun; ilk önce kızı avlarım, beni içeri aldıktan sonra sıra
kilitlere gelir. Kalıplarını çıkarırım! Amma velakin Little Rock'taki az
kaldı canıma okuyordu vallahi. Başka bir kızla tramvaya bindiğimi görmüş.
Gece ziyaretine gittiğim vakit kararlaştırdığımız üzere kapıyı açık
bırakacak yerde kilitlemişti. Ne bileyim böyle olacağını? Yalnızca yukarının
anahtarlarını hazırlamıştı. Yaman bir kızdı vallahi. Beni yolun ortasında
çırçıplak koyuverdi!
Anlaşıldığına göre, Bill kapı kapalı olmasına karşın, maymuncukla içeri
girmek istemiş, fakat kız gürültüyü duyunca çığlığı basmış; dünyayı
ayaklandırmış, Bill'i soluğu istasyonda almak zorunda bırakmıştı. Ama orada
da bagajı olmadığı için binmesine engel olmaya çalışmışlar. Yine de bir
yolunu bularak o sırada kalkan bir trene atlamayı başarmıştı. Geçmişimizle
ilgili anılarımızı anlattıktan sonra Bill:
- Bir şeyler yiyebilirim gibi geliyor, diye başladı. Hem de bu kasabada her
şey "yale" kilidiyle kilitlenmişe pek benzemiyor. Beş on para kazandıracak
şöyle yumuşak bir iş becersek iyi olur. Bakıyorum, sende iş yok; saç iksiri,
altın saat kordonu gibi enayi takımına yasaya meydan okuyarak yutturulacak
entipüften şeylerin eksik!
- Ne yapayım. Birkaç çift elmas küpeyle bir iki marifetim vardı ama
Peavine'de valizimde kaldı. Bizim gürgen, meşe fidanları erik ve şeftali
çiçeği açıncaya kadar da orada kalacağa benziyor. Şu ünlü seracı Luther
Bur__'la ortak olmadıkça onlara güvenmemeli, dedim.
Basset:
- Pekâlâ ne yapalım? Bir çaresine bakarız. Ortalık kararsın. Bir bayandan
bir firkete kiralayıp Sığıtmaçlar ve Çiftçiler __ası'na dalarız, dedi.
Konuşurken bir yolcu treni gelip istasyonda durdu. Ters tarafından silindir
şapkalı biri inerek bize doğru yürümeye başladı. Kısa boylu, koca burunlu,
fare gözlü, şişman bir adamdı. Kılığı da yerindeydi. Elinde demiryolu
tahvilleri veya yumurta doluymuş gibi özenle taşıdığı bir çanta vardı.
Yanımızdan geçerken kasabayı görmüyormuş gibi yürüdü, gitti.
Bill Bassett:
- Haydi, diyerek peşine takıldı.
- Nereye? diye sordum.
- Çölde olduğumuzu unuttun mu? Bak yanımızdan Hızır geçti. Cennet
yiyecekleri getirmiş, şaşıyorum sana doğrusu, dedi.
Yabancıyı bir koruluğun kıyısında çevirdik. Karanlık bastığı ve çevrede
kimse bulunmadığı için gören olmadı. Bill adamın kafasındaki silindiri
kaptı. Koluyla tozunu aldıktan sonra yine yerine koydu.
Yabancı:
- Bu da ne oluyor, diye çıkışmak istedi.
Bill:
- Başımda böyle bir şapka bulunup ta tiril olduğum zaman hep böyle yaparım.
Kendi şapkam olmayınca ne yapayım, bu huyumu seninkinin üzerinde uyguladım,
bayım. Sizinle olan işimizi açıklamak için bilmem ki nasıl başlasam?... Ama,
ceplerinizi bir araştıralım, bakalım.
Bill yabancının bütün ceplerini yokladıktan sonra iğrenerek geriledi.
- Bir altın saat bile yok, utanmıyor musun hiç? Ağarmış yontu kılıklı herif.
Bu başgarson kılığıyla ve kontlar gibi çalımla dolaşmaktan sıkılmıyor musun?
Tren paran bile yok. Servetin nerede?
Yabancı üzerinde değerli bir şey bulunmadığını söyleyince Bill Bassett el
çantasını alarak açtı. Birkaç yakayla birkaç çift çoraptan başka bir de
gazete parçası çıktı. Bill gazeteyi dikkatle okuduktan sonra elini uzattı;
tokalaşarak:
- Eyvallah, kardeş, dedi. Dost olarak bağışlamanı rica ederim. Ben ev
hırsızı Bill Bassett. Mister Peters, Mister Alfred E. Richs'le tanışmalısın.
Haydi bakalım el sıkışın. Mister Richs, Mister Peters alavere dalavere
işlerinde derece bakımından sizinle benim aramda bir konumda bulunmaktadır.
Peters avladığı mangiz karşılığında her zaman ve kesinlikle bir şeyler
verir. Her ikinizle tanıştığıma pek hoşnutum. Her türlü aynacılığın temsil
olunduğu ulusal dolandırıcılık kurultayına ilk kez katılıyorum; ev
hırsızlığı, finansal alavere dalavere ve göz boyacılık! Mister Peters,
Mister Richs'in güven belgesini incelemek istemez misiniz?
Bill Bassett'in uzattığı Şikago gazetesine bakınca yeni arkadaşımızın güzel
bir resmini taşıdığını gördüm. Aynı zamanda her satırında sayın bayı
kaldırıp kaldırıp yerin dibine batırdığını gözledim. Gazetenin söylediğine
göre, Richs adındaki kişi Florida'da su altındaki bir kısım araziyi
parsellere ayırmış ve Şikago'da dayalı döşeli bir büroya kurularak birçok
masuma arsa diye yutturmuştu. Birkaç yüz bin dolar kıvırdıktan sonra bu gibi
işlerde her zaman baş belası olan kuşkucu alıcılardan biri -bu gibilerin
sattığım altın saatleri asitle incelediklerini gözümle görmüşümdür-
Florida'ya kadar şöyle bir uzanarak yeni aldığı arazinin parmaklıklarının
onarıma gereksinimleri olup olmadığını görmek ve bahçesinden Noel
alışverişine yetiştirmek üzere birkaç sandık limon toplayıp göndermek
isteğine kapılmıştı. Florida'da, arsasının yerini belirlemek için kadastro
mühendisi tutmuş. Ölçüp biçtikten sonra "Zengin bir kentin hemen yakınında
bir cennet köşesi" diye ilan olunan yerin 40 roda ve 16 pola güneyde ve 27
doğuda Okeochebee gölünün ortasında olduğu anlaşılıyor. Kuşkucu kişinin
arsasının 30 ayak su altında bulunduğu ve uzun süredir timsahlara yataklık
ettiği için hiçbir değer taşımadığı görülüyor.
Arsa tapusunun sahibi, elbet derhal Şikago'ya dönüyor ve meteorolojinin kar
yağacağını ilan ettiği günün ertesi sabah nasıl hava tahmincilerinin keyfini
kaçırırsa o da öylece Richs'in rahatının bozulmasına neden oluyor. Richs
yapılan suçlamaları geri çeviriyorsa da timsahları yadsıyamıyor. Bir sabah
gazeteler sütunlarının birini bu konuya ayırmış olarak çıkıverince bürosunun
arka kapısından güç kaçabiliyor. Yetkili makamlar, parasını sakladığı yere
ondan önce erişince meteliksiz tüymek zorunda kalıyor. Yalnızca çantasına
her nasılsa birkaç çift çorapla bir düzine yakalık atabiliyor. Üzerindeki
ufaklıklarla Allahın dağındaki o ıssız istasyona kadar geliyor.
Richs bir aralık aç olduğu gibi bir şeyler fısıldadıysa da bir lokma ekmek
alamayacak kadar tiril olduğunu da eklemekten geri kalmadı. Eğer benzetme ve
kıyaslara yatkın bir aklınız varsa karşınızda çalışma, girişim ve sermayeyi
temsil eden üç öğe bulunduğunu görürsünüz. Bununla birlikte, girişim,
sermayesiz hiçbir şey yapamaz. Öbür yandan sermayede de nakit bulunmazsa
kebap alışverişi pek durgun geçer. Böyle olunca durumu kurtarmak maymuncuk
sahibine düşer.
Bill Bassett:
- Ey alavere dalavere dostları, Bassett ömründe hiçbir zaman güç durumdaki
bir arkadaşı yüzüstü bırakmış değildir. Bakın, ilerde ormanda boş konutlar
var, gidelim, ortalık kararıncaya kadar bekleyelim, dedi.
Koruda eski bırakılmış bir kulübe vardı. İçine dalıp yerleştik. Karanlık
bastıktan sonra Bill Bassett beklememizi tembih ederek çekip gitti. Yarım
saat içinde elleri dolu olarak döndü. Ekmek, pirzola, pastalar getirdi.
- Washita Bulvarı'ndaki bir çiftçi evinden kaldırdım, ye iç, keyfine bak
dedi.
Ay yusyuvarlak doğmuştu. Dolunayda oturup karınlarımızı doyurduk. Bu arada
Bill Bassett övünmeye başladı.
Ağzındakini yutmadan:
- Vallahi meslekte benden yüksek olduğunu söyleyen sizin gibiler bazen pek
sinirime dokunur. Örneğin bu sıkışık durumda hanginiz ne yapabilirdi? Söyle
bakalım Richs, dedi.
Pastayla avurtlarını şişirmiş olan Richs güçlükle işitilebilen bir sesle:
- Mister Bassett, doğruyu söylemek gerekirse bu durumda ben kendimi
kurtaracak bir girişimde bulunamazdım. Benim cebimdeki büyük işlere doğal
olarak önceden hazırlanmak gerekir, yanıtını verdi.
Bill Bassett:
- Anlıyorum, hakkın var, diye derhal karşısındakinin sözünü kesti. Önce,
sarışın bir daktilo kızla dört odalı büronun maroken döşemesinin ilk
taksitini ödeyebilecek beş yüz doların bulunması gerekir. Ayrıca ilan
giderleri için de beş yüz dolara gerek var. Bundan başka balıklar yemi
ısırmaya başlayıncaya kadar da geçim parası gerekir. Richsçiğim. Doğrusunu
istersen böyle sıkışık bir durumda senin alacağın önlem para etmez.
Havagazıyla kendini öldürmeye engel olmak için gazın belediye tarafından
üretilmesini ileri sürmek gibi bir şey, dedi ve bana dönerek:
- Senin marifetin de bu gibi durumlarda metelik etmez, kardeş, diye
sürdürdü.
Bunun üzerine yine ben:
- Hızır Aleyhisselam Hazretleri, elindeki sihirli değneğin henüz hiçbir şeyi
altına çevirdiğini görmedik. Artık bir iki lokma aşırmak da marifet mi
sanki? diye yanıt verdim.
Bassett neşeli neşeli övünerek:
- Dur bakalım, dedi, mercimeği daha fırına vermedik. Henüz tencereye
yerleştirdik. Sen bir şeyler yumurtla bakalım, bir ipucu verecek bir şey
söylersin belki, dedi.
- Beni dinle oğul, ben senden hem on beş yaş daha büyüğüm, hem de seninle
aşık atacak kadar gencim, dedim: Bundan önce de çok kereler meteliksiz
kaldım. Bak kasabanın ışıkları burnumuzun ucunda, bana Montagu Silver'ın
çırağı, derler. Meslekte Montagu'nün üstüne yoktur. Bir gaz lambası, bir
gezici tezgah, iki dolarlık Kastil sabunu ver, üstüne karışma.
Bill Bassett:
- İki dolar nerede? diye sözümü kesince bu ev hırsızıyla tartışılamayacağını
anladım.
- Ormana bırakılmış iki bebekten farksızsınız vallahi, diye sürdürdü. Finans
uzmanı maroken bürosunu kapatmış, tüccar kepenkleri indirmiş, işe
başlayabilmek için her ikiniz de benden, yani "çalışma"dan yardım
umuyorsunuz. Peki mademki elinizden bir şey gelmediğini kabul ediyorsunuz.
Bu gece size Bill Bassett'in ne marifetli olduğunu kanıtlayacağım, diye
ekledi.
Gün ağarsa da kulübeden ayrılmayın diye tembih edip ıslıkla neşeli bir hava
tutturarak yola koyuldu.
Alfred E.Richs ayakkaplarını, ceketini çıkardı. Şapkasının üzerine bir
ipekli mendil örttükten sonra yere uzanıverdi.
- Biraz uyumaya çalışacağım. Pek yorucu bir gün geçirdim. Allah rahatlık
versin, bevgili Mister Peters, dedi.
- Uyku tanrıçasına selamlarımı söyle, ben biraz daha oturacağım, yanıtını
verdim.
Saatimn Peavine'de kaldığından yaptığım tahmine göre, çalışma arkadaşımız
saat iki sularına doğru dönerek Richs'i bir tekmeyle uandırdıktan sonra her
ikimizi de kulübenin kapısında ışıldayan parlak ay ışığına çağırdı. Yere beş
tomar bir dolarlık sererek, yumurtladıktan sonra follukta gıdaklayan bir
tavuk gibi ötmeye koyuldu.
- Kasaba hakkında size biraz bilgi vereyim, diye başladı. Adı Rich Spring.
Bir mason tapınağı yapıyorlar. Demokrat Parti'nin belediye başkanlığı
seçimindeki adayı, Halkçılara yenilecek. Yargıç Tucher'in bir süredir
zatülcenp olan karısı biraz iyileşmiş bulunuyor.
Aradığım bilgi kaynağından bir yudum içebilmek için bu ıvır zıvırla uğraşmak
zorunda kaldım. Kasabada bir de __a var. Ormancılar ve Çiftçiler Tasarruf
__ası. Dün kasa 23.000 dolarla kapanmış, bu sabah 18.000 dolarla açılacak.
On sekiz binin hepsi gümüş, onun için fazlasını getiremedim. Ben sıramı
savdım. Haydi bakalım sermayeyle girişim kendini göstersin. Ne dolaplar
çevirebilecekler görelim.
Alfred E.Richs kollarını havaya kaldırarak:
- Dostum, bu paraları çaldın mı yoksa?... Vah!.. vah!.. dedi.
Bassett:
- Hayır, deyim yerinde değil. Çalmak pek kaba bir sözcük, hayır bütün sorun
__anın bulunduğu sokağı bulmakla çözüldü. Kasaba o kadar sakin bir yer ki
kasalar açılırken gıcırtılarından, veznedarların "45 sağa; sola iki defa 80;
sağa bir defa 60, sola 15" dediğini adeta işitir gibi oldum. Yale futbol
kaptanının oyuncularına taktik verişi gibi... Dostlar, öğrendiğime göre,
kasaba halkı pek erken kalkarmış, daha ortalık ağarmadan herkes ayakta
olurmuş. Nedenini sordum. Kahvaltı hazır olduğu için, dediler. Bu durumda
biz orman perilerine hemen yol göründü, demek. Sermaye hazretleri söyle
bakalım, kaç para istiyorsun?
Richs, yerden bitme bir sincap gibi arka ayakları üzerine dikilerek ve
avuçlarındaki fındıkları şıkırdatarak:
- Denver'de dostlarım var, bana yardım edeceklerine eminim. Yüz dolar olsa,
diye başlayınca Bassett binlik tomardan birini açıp ayırdığı dört adet yirmi
beş dolarlığı Richs'e doğru savurdu, bana dönerek:
- Ticaret hazretleri, sen kaç para istiyorsun? Söyle bakalım, dedi.
- "Çalışma", paranı cebine koy bakalım. Şimdiye kadar alınteriyle kazanılan
paraya el sürmüş değilim. Bundan sonra da Tanrı korusun. Benim aldığım
dolarlar enayi takımının ve çaylakların ellerini yakan paralardır. Sokak
başında durup da açıkgözün birine koca bir elmas yüzüğü üç dolara sattığım
zaman 2 dolar 60 sent kazanırım. Alan adam bunu sevgilisine gerçek elmas
diye verecek ve 125 dolarlık bir yüzükten elde edilecek yararı
sağlayacaktır. Demek yüzüğü alanın kârı 122 dolar oluyor. Bu durumda o mu,
ben mi daha büyük dolandırıcıyım? Var hesap eyle bakalım.
- Peki ama yoksul bir kadına tonu kırk sent olan kumun bir tutamını elli
sente sattığın vakit kadının net kârı nedir acaba? diye sordu.
- Bak dinle, kumu satarken kadına lambasını iyi temizlemesini ve hep dolu
tutmasını tembih ederim. Bunlara dikkat ederse gaz parlamaz. Öte yandan
kadın kumu düşünerek lambanın parlamayacağına güvenir. Endişeden kurtulur.
İçi rahat eder. Evet, herkese nasip olmayan, Tanrı vergisi bir iç
ferahlığına kavuşur. Elli sente hem lambanın parlamasını önlüyor, hem de
gönlü rahat oluyor. Bir taşla iki kuş vuruyor.
Alfred E. Richs neredeyse Bill Bassett'in ayakkabılarının tozunu
yalayacaktı.
- Sevgili dostum. Bu iyiliğini asla unutmayacağım. Tanrı ödülünü verecektir.
Ama izninle senden bir ricada bulunacağım; izlediğin bu suç yolunu bırak,
dedi.
Bill:
- Ağabeyciğim. Bu palavralara karnım tok, öğütlerin bana bozulmak üzere
bulunan bir bisiklet pompasının son hırıltıları gibi geliyor. Senin o
yüksek, parlak dalaverelerin neye yaradı? Durumuna bak! Meteliksiz aç
kaldın. Bak, hırsızlık sanatını ticaret kuramlarıyla süslemekte direnen
Peters kardeşimiz bile çaresiz bir durumda kaldığını itiraf etti. Her ikiniz
de yaldızlı yasalara pek uyar görünüyorsunuz, ama kaç para eder... Haydi
Petersciğim, şu haram paradan sen de payını al bakalım, dedi.
Bill Bassett'e parasını cebine koymasını yineledim.
Bazıları hırsızlığa karşı bir saygı beslerse de ben bu mesleğe hiçbir zaman
uygun gören bir bakışla bakmamışımdır. Ben aldığım paraya karşılık her
zaman, önemsiz de olsa, bir şeyler veririm. Bu, müşterilerimde, hiç olmazsa
yine avlanmamalarını sağlayacak bir anı olarak kalır.
Bu arada Alfred E.Richs yine Bill'in ayaklarına kapanır gibi yaptıktan sonra
"Allahaısmarladık" dedi. Biraz ilerdeki çiftlikten bir araba kiralıyacağını,
istasyona giderek Denver trenine bineceğini söyledi. Bu zararlı böcek çekip
gidince hava temizlenir gibi oldu. Herif ülkede sanayi dışı (1) her meslek
için bir yüz karasıydı. Tasarladığı büyük planlara, dayalı döşeli bürolara
karşın ekmek parası bulamayacak bir duruma düşmüş ve açlıktan ancak garip,
belki de pervasız bir hırsızın cömertliği sayesinde kurtulmuştu. Kendini
asla kurtaramayacak bir duruma düştüğünü görerek acıdıysam da sermayesiz ne
yapabilirdi ki?
Alfred E. Richs o günkü durumuyla arka üstü düşen bir kaplumbağa kadar
umarsızdı. Küçük bir kızın elindeki taş kalemi apartmanın yolunu bulamayacak
kadar umarsız kalmıştı.
Bill Bassett'le başbaşa kalınca şöyle bir kafamı kurcaladım. Sonunda gizli
bir oyunu olan bir plan kurdum. Şu hırsıza "çalışma"yla "ticaret" arasındaki
farkı göstereyim de aklı başına gelsin, dedim. "Ticaret" üzerine ileri
sürdüğü bazı düşünceler, doğrusunu isterseniz meslek onurumu incitmişti.
- Mister Bassett paranızı kabul etmeyeceğim. Fakat bu gece kasabanın
bütçesinde yarattığınız ahlak dışı zararla, tehlike bölgesinden dışarı
çıkıncaya kadar olan yolculuk giderlerimi öderseniz size minnet duyarım,
dedim.
Bill Bassett bu önerimi kabul etti. Batı yönünde güvenli bir trene kapağı
atıncaya kadar yürüdük.
Arizona'da Los Perros yönünde bir kasabaya varınca Bassett'e inip talihimizi
bir de sersiz toprakta deneme önerisinde bulundum.
Burası benim eski hocam ve halen işten el çekip emekli sınıfına geçmiş
bulunan Montagu Silver'ın kasabasıydı.
Monty yamandı vallahi. Ufacık bir olanak gösterin, uçan sivrisineği tongaya
düşürür, parasını alırdı. Bill Bassett nasıl olsa karanlıkta çalıştığını
ileri sürerek bütün kasabaları aynı bulduğunu söyleyince hemen indik. Los
Perros gümüş bölgesinde çok güzel bir kasabaydı.
Bill'in parasını uyurken alıp kaçacak değildim. Kafasına, ticari bir girişim
kılıfına bürülü bir tokmak indirmek suretiyle onu dolarlarından yoksun
edecektim. Evet, 4755 dolar karşılığında Bill'i unutamıyacağı bir deneyim
sahibi yapacaktım.
Trenden indiğimiz zaman cebinde bu kadar kalmıştı galiba! Parasını işletmek
hakkında ilk öneriyi yaptığım vakit dönüp bu konudaki görüş ve düşüncelerini
şöyle bir biçemle anlattı:
- Ağabey, önerdiğin biçimde bir girişimde bulunmak hiç de kötü olmayacak,
eyvallah, derim. Ama bu öyle yaman bir iş olmalı ki yönetim kurulunda
ülkenin en büyük finansçıları bulunmalı.
- Paranı katlamak isteyeceğini düşündüm, dedim.
- Hem de nasıl, vallahi gece bir yanıma yatıp uyuyamıyorum. Bak ağabey sana
düşüncemi söyleyeyim. Bir poker salonu açmak istiyorum. Öyle senin
biçemindeki alavere dalavereye hiç de isteğim yok. Masanın kazanan yanında
bulunursan kumarcılık hiç de kötü değildir. Bu, bir evin gümüş takımını
araklamakla yoksullar yararına kurulan pazarlarda dalavereyle öteberi
yutturmak arasında ortalama bir iştir.
- Önerimin üzerinde durmak istemiyorsun demek, yanıtını verdim.
- Ne kadar uğraşsan boşuna, alıklara özgü bu gibi yemleri o derece ender
ısırırım ki bulunduğum yerin elli mil çevresinde kuduz hastanesine hiç gerek
duyurmam, dedi.
Bassett bir meyhanenin üzerinde bir oda kiraladı. Birkaç parça eşya ve
aşağılık bir iki tablo aldı. Ben de aynı gece Monty Silver'a gidip planımı
açıkladıktan sonra iki yüz dolar ödünç aldım. Los Perros'da iskambil kâğıdı
satan tek dükkânda ne kadar kâğıt varsa hepsini aldım. Ertesi sabah da
dükkân açılır açılmaz aldığım kâğıtların hepsini geri verdim. Ortağımın
kumarhane işletmek düşüncesinden vazgeçmesi dolayıyla kâğıtları geri vermek
istediğimi söylemiştim. Bir miktar dolar zarar etmiştim ama o gece
kâğıtların hepsini birer birer işaretlemiştim. Bu az bir iş değilse de
getirdiği kâra değdi. Ektiğim buğday, yağlı ballı bir pasta olarak geri
geldi.
Bill Bassett'ın kumarhanesinde ilk fiş alan ben oldum. Kasabada başka satıcı
olmadığı için Bill salonuna benim bir gece önce işaretlediğim kâğıtları
almıştı. Anlarsınız ya! Kâğıtların arkasını ezberlemiştim. Hani berber
saçımızı kestikten sonra çift aynada ensenizi gösterir. İşte ben de
kâğıtların arkasını ensemin çift aynada gördüğüm görüntüsünden daha iyi
öğrenmiştim. Oyun bitince beş bin küsür dolar sahibi olmuştum. Bill
Bassett'de yalnızca uğur getirmek üzere taşıdığı küçük siyah bir kediyle
yine yola koyulma isteği kalmıştı.
Ayrılırken Bill elimi sıkarak:
- Ağabey, ticari girişime burnumu sokmakla yanılmışım, yaradılışımda yok.
"Çalışmak" zorundayım. Bir numaralı bir hırsız, maymuncuğunu bir yana
bırakır da bir kasa anahtarı edinmeye kalkarsa günah işlemiş olur. Kumarda
okkalı bir talihin var. Uğurlar olsun, dedi. Bill'i ondan sonra bir daha
görmedim.
Dalavereciler şahı öyküsünü bitirince:
- Herhalde bu parayı iyi saklamışsındır. İleride sürekli bir iş sahibi olmak
istersen oldukça önemli bir sermaye sayılır, dedim.
Jeff namuslu bir edayla:
- Bu beş bin doları iyi bir yere yatırdığıma güvenebilirsin, dedi.
Ceketinin göğsüne övünçle vurarak:
- Altın madeni tahvilleri aldım, son meteliğine kadar! Hisseleri başa baş
getirdim. Dolarlık tahvili dolara aldım. Kesinlikle bir yılda yüzde beşyüz
yükselecekler. Henüz bir ay önce bulunan yeni bir altın madeni. Eğer elinde
bir yana ayırabileceğin birkaç dolar varsa hiç durmadan sen de bir iki hisse
senedi al, dedi.
- Bazen bu madenler.. diye başladım.
Peters:
- Bu, o bildiğin madenlerden değil, diye sözümü ağzıma tıktı. Elli bin
dolarlık külçe altını gözümle görmüş kadar eminim. Ayrıca ayda yüzde on
veriyorlar, diyerek cebinden uzun bir zarf çekip masanın üstüne attı.
Hırsızlar sulanmasın diye yanımda taşıyorum, dedi.
Baktım çok güzel bir baskıları vardı.
- Colorado'da demek... Pek güzel, yahu Denver'e giden o çelimsiz herifin adı
neydi?... Canım, Bill'le rasladığınız adam, diye sordum.
Jeff:
- Kurbağa suratlı herif kendini Alfred E. Richs, diye satıyordu, yanıtını
verdi.
- Ya... Bak bu şirketin müdürü de A.E.Frederich diye imza atıyor. Acaba...
Jeff tahvilleri elimden kapacak gibi atılarak:
- Bakayım şunlara, dedi.
Üzüntüsünü azıcık da olsa hafifletmek isteğiyle garsonu çağırarak bir şişe
şarap daha ısmarladım. Daha fazlasını yapamazdım!