Benden Ne İstiyorsunuz
Doris Dorrie
‘Schwitter, Kubeck –Reimer şirketi, iyi günler. - Evet
bağlıyorum. . . İstediğiniz hat şu an dolu. Beklemek ister misiniz ? –
Schwitter Kubeck-Reimer, iyi günler. ’ Bu, sabahın dokuzundan akşamın beş,
beşbuçuğuna kadar böyle sürüyor. - Telefonik bir sesim varmış. Öyle söylüyor
çok kişi. Öğleleri evden getirdiğim yulaf ezmesini ( müsli ) yiyorum. Şirket
telefonun başında böyle mıhlanıp kalmamı takdir edecektir. Öğle arasında
telefonun başında kimsenin bulunmaması iyi bir izlenim olmaz ki.
İki seneden beri küçük bir mikrofonu olan bir kulaklığım var ama boyun
ağrılarım hala devam ediyor. Her yüz görüşmeciden en çok on tanesi teşekkür
ediyor. Halbuki ben, bir resmi makamı yada bir firmayı aradığımda
santraldakilerle özellikle kibar konuşurum. Müziği müzik yapan nasıl ses
tonu ise ben de şirketimizi arayanlar için ilk ses, ilk izlenim oluyorum ve
ilk izlenim ilk karardır herzaman.
Hattı bağladığım zamanlar, aralarda iyi bir kitap okumayı deniyorum. Günde
beş sayfadan fazla okumayı başarabildiğim çok ender. Bugün sadece üç. Bütün
gün karmakarışıktı herşey. Böyle, dünyada kim varsa herkesin –Tanrı dahil –
aradığı günler oluyor. Diğer günlerde onbeş dakikada bir.
Doktor boyun ağrılarım için sık sık yürüyüş yapmamı söyledi. Akşamları eve
gelince ayağıma hemen rahat bir ayakkabı geçirip, güne bakış programına
kadar yürüyüşe çıkıyorum. Terkedilen benzin istasyonunun önünden
geçiyorum. Şimdi orada leylaklar yeşeriyor. Bazen etraf karanlıksa birkaç sap
koparıyorum. Buna kimsenin bir şey dememesi lazım aslında. Leylaklar,
benzin istasyonu kapandığından beri kimseye ait değil ki artık. . . Köşede
benim gittiğim eczanenin vitrininde yeni bir zayıflama kürü
Var. Adı AÇL. A harfi akağacı şurubu, Ç harfi çiçek tozu, L harfi limon demek.
Neredeyse başka hiçbir şey yemiyorum ama hiç de zayıfladığım yok. Boy
aynasına bakmak ve kendimden memnun olmak istiyorum sadece. Bunu kendim için
istiyorum.
Zaten beni bütün gün kimse görmüyor. Böyle düşünürsek, nasıl göründüğüm
farketmez.
Ama benim için öyle değil, farkeder. Ben işe giderken de herzaman kusursuz
giyinirim. Kimse görmüyor diye öylece çıkıvermekten hoşlanmam
Ben akşamları herzaman yemek masasını da hazırlarım. Hiçbir zaman sosis salam
gibi
şeyleri paketinden yemem, sütü kutusundan içmem. Hohenzoller caddesindeki
şarküteri çok taze, katkısız, harika salatalar satıyor. Son zamanlarda bundan
da vazgeçtim ama. Salatadaki mayonez yağ yapıyor, kilo aldırıyor.
Altıbuçuktan sonra, dükkanlar kapanınca sokaklar aniden ölüm sessizliğine
bürünüyor.
Hohenzolner caddesinin tamamını boydan boya yürüyorum. Ama asla Leopold
caddesine kadar değil. Orası yazın eski Beyoğlu caddesi gibi. Erkekler
yalnızca açık havada kahve içiyormuş gibi yapıp, oralarda gezinen , otuz yaş
altındaki her kadını bakışlarıyla soyuyor. Ben buna et pazarı diyorum. Otuz
yaşıma gelmeden önce de hoşlanmazdım böyle şeylerden, gerçi otuzumu geçeli
de çok olmadı hani.
Leopold caddesinin önünden sola , Wilhelm caddesine dönüyorum ve Clemens
caddesine kadar yürümeye devam ediyorum. Her zaman aynı yoldan gitmeye
alıştım. Küçük değişiklikleri farketmek , aynılığı aynılık olarak
tekrarlamak beni dinlendiriyor.
Şu iri, gür siyah saçlı adamı, bu civarda daha önce de çok defa
görmüştüm. Her zaman yalnız. Öylesine dolaşıyor. Bazen bir köşede durup, dalgın
dalgın, elleri arkasında akan trafiği seyrediyor. Benim yaşlarımda olmalı. İyi
görünüşlü biri değil gerçekten ama hoş özel bir havası var. Daha fazlası beni
ilgilendirmiyor. Her ne kadar öyle gözükse de. Hohenzoller caddesinden hemen
sonraki, uçuk fiyatlarla satış yapan mağazadaki yeni ayakkabılar beni ne
kadar ilgilendiriyorsa o da beni o kadar ilgilendiriyor.
Benimle aynı yönde, aheste aheste ilerliyor. Birkaç metre sonra onu
geçiyorum. Doktor, durmaksızın yürümemi söyledi, yoksa hiçbir anlamı
kalmaz. Onu arkamda hissediyorum. Bugün açık gri bir ceket giymiş, yoksa
çoğunlukla mavi giyer. Benden daha yavaş yürüyor ama büyük adımlar atıyor ve
sonra hemen yanımda bitiveriyor. Bana bir bakış fırlatıyor. Ben daha da
hızlanıyorum. Clemens caddesindeki yoğun trafik yüzünden artık adım seslerini
duyamıyorum. Dönüp bakmak ta istemiyorum. Belli ki çoktan gitmiştir. Bir
vitrinin önünde duruyorum, aniden camda görünüveriyor. Tanrım,tam arkamda
duruyor!
Şu ana kadar olanlar bir raslantı olmalı. Belki yine de öyledir,belki de o,
gerçekten şu hediyelik eşya satan mağazadaki çok pahalı ama anlamsız ıvır
zıvırla ilgileniyordur. Geriye bakmadan, dönüp yoluma devam
ediyorum. Heyecandan duracakmış gibi çarpan kalbime sinirleniyorum. ’Seni
aptal’ Daha gününün ortası, ortalık aydınlık. Adamın biri Schwabing’ te
gezmeye çıkmış ve tesadüfen benimle aynı mağazanın önünde durmuş. Sonra, yine
adımlarını duymaya başlıyorum. Hızlanıyor, herzamanki yolumu
değiştiriyorum. Belki ondan kurtulabilirim, koşmaya başlıyorum, Hohenzeller
caddesine gerisin geriye koşuyorum. Böğrüme sancılar saplanıyor, hep böyle
olur. Okuldayken bu yüzden beden eğitimi derslerinden muaf tutulmuştum. Belli
bir yaştan sonra koşmayı bırakmak lazım. İnsan artık otobüs peşinden koşup
kendini komik duruma diüşürmemeli. En iyisi bir sonraki otobüsü
beklemek. Friedrich caddesi boyunca, böğrümü tuta tuta koşuşturarak gülünç
oluyorum. Kanım kulaklarıma çıkıyor. Artık onu duymuyorum, duruyorum. Bir evin
duvarına yaslanıp, soluklanıyorum. Sancılarım kesiliyor yavaş yavaş. Kafamı
sallıyor,kendi kendimi ayıplıyorum.
Belki de bu, çok fazla yalnız kalmamdan kaynaklanıyor. Böyle hallerde, hayal
kurmalar, kendi kendine konuşmalar başlar ve eğer insan kendine dikkat
etmezse çıldırabilir. ’Anna! Seni histerik, aptal, yaşlı Anna!’ diye
söylenerek yoluma devam ediyorum.
Önce gölgesini görüyorum. Önüme geçiyor ve bana sırıtıyor. Tuhaf bir ses
çıkarıyorum. Şunu söylemek istiyorum aslında . ’Defolup gidin, beni rahat
bırakın! Neler geçiyor aklınızdan?’Ama ağzımdan yalnızca bu tuhaf ses
çıkıyor ve o gülümsüyor.
Bu defa koşmuyorum, sert adımlarla yürüyorum. Arkamdan geliyor. Geldiğim
yoldan geriye dönüp, mezeciyi, eczaneyi, terkedilmiş benzin istasyonunu
geçiyorum. Başka bir şey düşünmeye çalışıyorum. Adımları hemen arkamda.
Geliyor. . . ’ Tap! Tap! Tap!’ Olmuyor,ayak sesleri yüzünden başka bir şey
düşünemiyorum. Bir taksi geçiyor. Onu durdurabilirdim. Çok geç. Şimdi eve
gitmemem gerekiyordu diye düşünüyorum ama nereye, nerede saklanabilirim ki o
kaybolana kadar ? Ayrıca kesinlikle deli biri gibi gözükmüyor, hatta pek çok
kişiden daha hoş görünüyor. Eve gitmek istiyorum, yalnızca eve. Kapıyı
kilitleyip, televizyonu açmak. . .
O zaman her şey bitecek.
Doğru anahtarı bulamıyorum hemen. O arkamda dikiliyor. Yoksa ben binanın
kapısını gözüm kapalı bile açabilirim. Sonunda apartmandan içeri giriyorum
,ağır giriş kapısını iyice kapayıp, asansörü beklemeksizin, nefessiz,
öksürükler içinde üç kat yukarı koşuyorum. Eve girince sürgüyü çekip, kilidi
üstüste çeviriyorum.
Televizyonda en sevdiğim şov programı var. Normal zamanda ben de tahminlerde
bulunur ve eğer tutturursam, kendimi bir parça çukulata veya bir, hatta
bazen de iki kadeh kanyakla ödüllendiririm. Ama kendimi veremiyorum.
Parmaklarımın ucunda sessizce kapıya sokulup, göz deliğinden
bakıyorum. Koridor karanlık- ve boş. Halbuki yemin edebilirdim. . . Kapıyı
açıyorum, gittiğinden emin olmak istiyorum. Ben daha bakamadan o ayağını
kapının eşiğine dayayıveriyor. Çok korkuyorum, sesim çıkmıyor. İçeri
giriyor, kapıyı kapıyor.
‘Ne istiyorsunuz?’ diyorum usulca, çok usulca. Kafasını sallıyor,
gülümsüyor. Yine bu tuhaf gülümseme. Mutfağa gidiyor,buzdolabını açıyor.
Benim dolabımın içinde ne olduğunu sanki çok iyi bilirmiş gibi tereyağı ve
jambonu çıkarıp, masaya oturuyor ve ekmeğine yağ sürmeye başlıyor.
‘Lütfen, benden ne istiyorsunuz?’Kapının koluna tutunuyorum. Komşulara
koşabilirim ama bir pazar günü pasta yapmak için iki yumurta istediğimde,
olmadığını bahane edip
vermeyen komşularıma mı koşacağım. İki komşununda yumurtası yoktu. Bana hikaye
anlatmasınlar. . . Kapımın tam önüne dayadıkları bebek arabalarını bir daha
oraya koymamalarını söyledim diye hoşlanmıyorlar benden.
‘Polis çağıracağım’ dedim. Kararlı, çok kararlı bir ses ile. Bana
bakıyor. Yüzünde çok özel bir şey var bu adamın. Şimdi yemek yiyor, sonra?
Beni boğazlayabilir, soyabilir!. . Oturma odasına koşuyor, kapıyı kilitleyip
polisi arıyorum. Mutfağa döndüğümde sütün hepsini içmiş olduğunu
görüyorum. Ben kahvemi yalnızca gerçek süt ile içerim. Şimdi, yarın erkenden
süt almaya inmek zorundayım. Bu da en azından on dakika daha erken kalkmak
demek. İnsan böyle alışılmamış durumlarda, tuhaf, sıradan şeyler düşünüyor.
‘Polisi aradım. Şimdi gelirler. ’
Belki de bana inanmıyor. Kılı bile kıpırdamıyor. Tırnakları temiz, bakımlı.
Sandviçini çatal bıçak kullanarak yiyor. Çatalla beni delik deşik
edebilir. Gülünç bir ölüm, gülünç bir kadın için. Çaktırmadan saate
bakıyorum. Polisi arayalı dört dakika olmuş. Gerçekten tehditkar görünmüyor.
‘Benden ne istiyorsunuz?’ diye soruyorum üçüncü defa. Cevap yok. Mutfak
kapısına bir sandalye itiyorum. Bekliyoruz.
Gelen polislerin ikisi de bana kuşkuyla bakıyor. Kesinlikle yirminin üstünde
değiller.
Muhallebi çocukları. Polisleri mutfağa götürüyor, onu- adamı- gösteriyorum. O
ise, ellerini masanın üzerinde kavuşturmuş, gülümsüyor. Sonra derin, melodik
bir ses tonu ile ‘Bayan Schwarz’, diyor- ki bu benim- ‘Bayan Schwarz benim
bir akrabam. Amcamızın bıraktığı miras konusunda aramızda ufak bir
anlaşmazlık çıktı. ’Bütün bunları tamamen sakin ve gülümsemesini sürdürerek
söylüyor.
Bense kekelemeye başlıyorum. Ve bir santral çalışanı olarak bunun nasıl kuşku
uyandırıcı, aptalca çağrışımlar yaptığını çok iyi bilirim. Birinin gerçekten
randevusu mu var, yoksa varmış gibi mi yapıyor hemen anlarım kekelemesinden.
‘Ben. . . ben bu adamı kesinlikle tanımıyorum. ’ diye kekeliyorum. Kekelediğim
için de bu yeni yetme
muhallebi çocuklarının gözünde kaybediyorum.
‘Beni takip etti. Ben gezmeye çıkmıştım. O beni takip etti’ diyorum daha
anlaşılır bir şekilde. Omuzlarını silkiyor. ’Doğru. Bayan Schwarz’ ı izledim
çünkü ne zaman telefon etsem, telefonu yüzüme kapıyor. Öyle yapmasam kapıyı
bana açmazdı. ’
‘Ayağını kapıya dayadı , içeriye zorla girdi. Size yemin ederim, bu adamı
daha önce hiç görmedim. ’ İşte bu yalan. Aslında ben hiç yalan söylemem ama
şimdi konu onu daha önceki yürüyüşlerimde de pek çok defa görmüş olduğum
değil.
‘Kuzinim, ikinci kuşaktan kuzinim ve şimdi beni tanımak istemiyor. ’
diyor. Polisler
şöyle bir kimliğine bakıyor, duruş pozisyonlarını değiştiriyor ve biri: ‘
Ailevi sorunlarınızı aranızda halletmelisiniz’ diyor. Kapıda bana inanmaları
için yeminler ediyorum. Biri omuz silkiyor, diğeri ;’Kuzeniniz zora
başvuracak olursa bizi arayın’ diyor. ‘ o benim kuzenim değil!’ diye
bağırıyorum arkalarından.
Televizyonun karşısına oturmuş, haberleri izliyor. ’ Polislerin yanında çok
harikaydınız doğrusu. Ama şimdi gidin. Sizden rica ediyorum, gidin !’
Televizyonun önüne geçip görüşünü kapıyorum. Haberi kaçırmamak için boynunu
uzatıyor. Sonra ayağa kalkıyor, diğer koltuğu alıyor, kendi oturduğu koltuğun
yanına koyuyor. Başıyla bana koltuğu gösteriyor ve yeniden yerine oturuyor.
Kendime bir kanyak alıyorum. Ona da veriyorum. ’Teşekkür ederim’ diyor. Bu onun
benimle ilk konuşması. Beraberce televizyon seyrediyoruz. Uzun ve ince elleri,
yine uzun ve ince olan bacaklarının üzerinde duruyor. Televizyondaki
birşeylere gülüyor birara.
İkinci kanyakları ikram ediyorum.
‘Burası çok hoş’ diyor,gülümsüyorum. Evimin düzenlenmesine çok emek
verdim. Bütün renkler uyumludur. Duvarları somon rengi kağıtla kaplattım,
koltuklar bej, perdeler koyu kırmızı. Bu küçük sevimli ev beni her akşam
yeniden mutlu eder.
Uzaktan kumandayı ona uzatıp,’İstediğiniz kanalı seçin, ne izlediğimiz benim
için önemli değil’ diyorum. Bir polisiyede karar kılıyor. Ben böyle geç
saatlerde polisiye dizileri seyretmeyi sevmem. Sonra uyuyamıyorum. Eğer
yalnızsam tabii. Silahlar, patlamalar, acı acı çığlıklar, gıcırtılar. . . ‘
Benden ne istiyorsun?’ diyorum, kurşun yağmuru içinde beni
duymuyor. Koltuğunu benimkine yaklaştırıyor ve adamın biri genç ve güzel
sarışının boğazına elindeki bıçağı dayadığı anda ben titremeye başlayınca
elimi tutuyor. Film bitip, ekran karlanıncaya kadar da bırakmıyor. Öylece
oturup, boş ekranı seyrediyoruz.
‘Yarın sandviç ekmeğini alırım’, diyor. ’Kahven için süt de alırım. ’
Yarın cuma. İşten saat dörtte çıkacağım. Hafta sonlarını hiç sevmiyorum. Diğer
günlerden daha başka bir şey olmuyor ki. Kalkıp televizyonu
kapıyorum. Sessizlik, korkunç bir sessizlik. . . Gezintimi yine aynı şekilde
sürdürebilirim.
Belki o yine orada, Wilhelm ve Clemens caddelerinin birleştiği yerdedir.
Yüzünde çok özel bir şey vardı.
Sonra yine o benzin istasyonundan geçer, bir demet leylak toplayabilirim. Hiç
kimse çiçek vermiyor bana. Hafta sonları için,sık sık, kendi kendime
çiçekler alıyorum .
Onları oturma odasındaki yuvarlak masanın üzerine koyuyor, gidip geldikçe
kokluyor ve hiç tanımadığım birinin yollamış olduğunu düşlüyorum. Hiç kimse
çiçek vermiyor ki.