Tembeldi, zamanımızın bu kralı en az ataları kadar tembel ve tasasızdı;
saraydaki törenlere kasideler yazan yaşlı şairi emekliye ayırmaya ve ona
ömür boyu iyi bir aylık bağlamak için imza atmaya da hiç niyetli değildi.
Şairin kendisi de ısrarla ayrılmak istemiyordu.
Kraliyet ailesinde bir doğum veya ölüm olduğunda, yabancı bir elçi
geldiğinde veya komşu devletle bir antlaşma imzalandığında, alışılmış her
törenden sonra saray, taht salonuna toplanır ve asık yüzlü, daima bir
şeylerden hoşnut olmayan şair şiirlerine başlardı. Köhne sözcükler ve modası
geçmiş ifadeler tuhaf bir biçimde yankılanırdı. İngiliz tarzında kusursuzca
taranmış saçların ve görkemle parıldayan kellerin ortasındaki pudralı, çok
eski model peruğu da acınasıydı. Okumadan sonraki alkışlarda görgü
kurallarına uyulur, yalnızca eldivenli parmakların uçlarıyla el çırpmalarına
karşın, yine de şiire karşılık olarak yeterli sayılan bir gürültü kopardı.
Şair eğilerek selam verirdi. Kralın elinden değerli bir taşı olan her
zamanki gibi bir yüzük veya altın bir tütün tabakası alırken bile yüzü asık
ve gözleri tasalı olurdu.
Sonra, tören yemeği başladığında peruğunu çıkartır ve yaşlı üst düzey
yönetici bürokratlar arasına oturarak diğerleri gibi demir yollarındaki
ayrıcalıklı şirketler, dışişleri bakanlığındaki son yolsuzluk hakkında
konuşur ve tuz vergisi tasarısıyla yakından ilgilenirdi.
Yüklü miktarda para yerine kraliyet armağanını, önceden belirlendiği gibi
veznedara geri verip, büyük ama konforlu olmayan, kendisi de bir saray şairi
olan babasından kalma evine dönerdi; ölen kral kesin olarak düzene koymak ve
sonradan görmeleri uzak tutmak için bunu babadan oğla geçen bir görev olarak
belirlemişti.
Ev, sahibinin ruhu gibi, kasvetli ve karanlıktı. Akşamları duvarlarında,
kitap yerine az bulunan' antika tütün tabakalarının olduğu vitrinlerin
yerleştirildiği çalışma odası aydınlanıyordu bir tek. Yaşlı şair tutkulu bir
koleksiyoncuydu.
Eskiden, çok eskiden evliydi ve o zamanlar bu evde ipek elbiseler hışırtıyla
dolanıyor, incecik eller güzelce ciltlenmiş kitapların sayfalarını özenle
çeviriyor ve duvardaki goblenler sabahlığın hafif dekoltesindeki tenin
pembeliğine şaşırıyordu. Ama saray şairinin karısı burada bir yıl bile
yaşayamamıştı; genç ve tanınmayan bir ressamla kaçmıştı. Şair öç alma
mutluluğundan söz eden Byron tarzı karamsar poemasma başlamış, ama tam bu
sırada kralın kuzeni ölmüş ve bunun için bir eleji yazması gerekmiş, bundan
sonra da başladığı poemaya dönme hevesini duymamıştı.
Yüksek rütbeli saray yöneticilerinin üzerine sımsıkı oturan üniformaları
gibi, tek kazancın daima yeni yeni tütün tabakaları olduğu tekdüze ve sıkıcı
yıllar sürüp gitti.
Sessizlik ne kadar uzarsa, fırtınanın o kadar güçlü olacağını herkes
bilmesine karşın, saray şairine görevinin nasıl biteceğini önceden
söyleselerdi, yersiz bir şaka gibi görünen bu kehanete öfke dolu nefretle
yanıt vererek daha da karamsarlaşıp yüzünü iyice asardı.
İspanya prensinin gelişi için düzenlenen ve şairin yakınlarında oturan
davetliler arasında önceki krallığın ko-camış, saçları ağarmış ve dişsiz üst
düzey yönetici bir bürokratının da bulunduğu tören yemeğini, hiç kuşkusuz,
her şeyin başlangıcı olarak kabul etmek gerekir. Sağırlığı yüzünden elbette
duyamadığı şiirlerin az önceki okunuşuyla her nedense çok ilgilenmiş ve
sondan bir önceki mısranm yeniden yazılması gerektiği üzerine uzun uzun
konuşmuş, sonra da birdenbire kıs kıs gülüp her halde torununun çocuğundan
duyduğu, şairlerin gramofonların yerine geçmelerine karar verildiği gibi
iğneleyici bir espriyi tekrarlamıştı.
Onu dalgınlıkla dinleyen ve yeni nişanın işlevleriyle ilgili yandaki
konuşmaya katılmayı düşleyen şair, kralın kendilerine doğru baktığını ve
güldüğünü fark etmeseydi, ihtiyarın bu küstah esprisini affedebilirdi. Şair
ters ve sert bir biçimde yanıt verdi ve yemek biter bitmez her zamankinden
daha öfkeli bir halde evine döndü. Ertesi sabahsa yüreğinde kesin bir karar
olgunlaştı. Uşağı, şairin vaktiyle alaycı ve küçümseyen bir gülümsemeyle
"şehirliler" dediği şairlerin diğer şiirlerini onun için satın alarak bütün
gün kitapçılarda koşuşturdu. İki ay boyunca da artık unutulmuş tütün
tabakalarının olduğu çalışma odasında gayretli ve gizli bir çalışma sürdü.
Saray şairi, genç kardeşlerini okudu ve kendi üslûbunu bıraktı.
Saraydaysa ortalık sakindi, şehir kenarındaki kasvetli evde neler
hazırlandığından hiç kimse kuşku duymuyordu. Soylular âşık oluyor, atışıyor,
yaltaklık ediyor, kahramanlıklar yapıyorlardı, ama şiirin yalnızca köhne
geçmişin, fazlasıyla törensel âdetlerin kalıntısı olduğunu içtenlikle
düşünüyorlardı. Sonunda büyük gün geldi.
Soylu prenses evleniyordu, şiir gerekliydi ve saray şairine bununla ilgili
bilgi verildi.
Şair, her zamanki gibi, asık yüzü ve yabaniliğiyle ortaya çıktı. Yalnızca
keskin bir bakış, dudaklarının ucunda titreşen belli belirsiz, sinsi ve
alaycı gülümsemede ve önceden hazırladığı şiirleri kısaltmasına neden olan
olağanüstü sinirlilikte yeni bir şeyler olduğunu fark edebilirdi. Ama ondan
ve ruh halindeki değişimden kime neydi? Gençler için fazlaca yaşlıydı, üst
düzey yönetici bürokratlar tüm nezaketine karşın onu kendileriyle aynı
düzeyde göremezlerdi.
Törene başladılar. Yüce papaz zarafetle ve çabucak düğün ayinini tamamladı,
yabancı elçiler yeni evli prensesin elini öptüler ve solgun, ama kararlı
şair okumaya başladı. Belli belirsiz bir fısıltı saraylı kalabalık arasında
dolaştı. En gençler bile, birisine ebediyen âşık olanlar, nedimeler
şaşkınlıkla başlarını kaldırdı ve kulak kabarttılar.
Nasıl olur? Rüzgârların tanrısına, kartallara, şaşırtıcı bir dünyaya
sesleniş ve eski güzel sözlerin diğer seçkinlikleri neredeydi? Şiirler çok
yeniydi, mükemmel denebilirdi, ama ne olursa olsun kurallara uygun değildi.
Sarayda o kadar da sevilmeyen şehirli şairlerin şiirlerine benziyordu,
onlardarl daha parlak, daha ilgi çekiciydi, saray şairinin âdeta uzun süre
gemlenmiş yeteneği, öyle uzun süre ve inatla yadsıdığı her şeyi birdenbire
ortaya dökmüştü. Mısralar birbiri ardınca hızla dökülüyor, uyaklar tatlı
tınılarla buluşuyor ve muhteşem imgeler meçhul uçurumların derinliklerinden
mazideki hayaller gibi ayaklanıyordu. Yaşlı şairin gözleri, gökyüzünde
süzülen bir kartalın gözleri gibi parıldıyor, sesi de kartalın çığlığı gibi
çınlıyordu.
Ne büyük bir skandal! Tüm sarayın huzurunda, bizzat kralın huzurunda iyi
şiirler okumaya cüret etmek! Kimsede alkışlama isteği yoktu. Yüksek rütbeli
saray yöneticileri öfkeyle fısıldaşıyor, alt rütbeli genç saray görevlileri
abartılmış ağırbaşlı bir hal takınıyor ve şok olmuş bayanlar özenle incecik
çizilmiş kaşlarını öfke dolu şaşkınlıkla kaldırıyorlardı. Kralsa ödül olarak
hazırlanmış yüzüğü memnuniyetsizliğini ifade eden bir jestle kenara
bırakmıştı.
Saray şairi tek başına, vebalıymışçasına, törenin bitmesini beklemeden çıktı
ve yüce başbakanın sekreterine onun emekliliğiyle ilgili emri hazırlamasını
emrettiğini duydu.
Ama yine de eve dönmek ve tamamen yalnız kalmak güzeldi. Gece salonlarının
iç odasında gururla gezindi ve kâh yüksek sesle son şiirlerini okudu, kâh
yaşlılığın kurnaz ve alaycı gülümsemesiyle şehirli şairlerin kitaplarına göz
attı. Onlarla yalnızca eşit olmakla kalmadığını, onları geçtiğini de
biliyordu. Sonunda sevincini biriyle paylaşma isteğiyle eşine mektup yazdı;
bu, ayrıldıklarından beri yazdığı ilk mektuptu. Tam bir zafer ifadesiyle
sonunda onu alkışlamadıklarından söz etti, emekliliğini bildirdi, şiirlerini
iliştirdi ve sonuna da tamamıyla anlaşılır bir gururla ekledi: "İşte sen
böyle bir adamı terk ettin!"