Bu kadar geniş değildi adımlarım eskiden. Da bayır, iniş yokuş, çok yeldim,
açıldılar. Ayılar çakallar, köstebek ve kertenkele türünden hayvanlar üstüme
bastı, yarı yanım sakatlandı. Taşın toprağın altında kaldım. Dünya, günde,
günaşırı zelzele benim için. Ölsem şimdiye milyon kez ölürdüm. Bütün
küçükler gibi benim de hasmım çok. Ama ölmedim.
Az hızımı çok etmeye çalıştım durmadan. Yaralarımı yaladım iyi ettim. Ezdiler ezildim. Hayvanca ağırlıkla geldiler üstüme, korkmadım, büzülmedim. Bir küçücük karıncaydım. Doğadaki en uzun direnç benimkiydi. Benden dayanıklısı yoktu evrende. Alabildiğine çetindim. İnce, sırım gibi bir gönlüm var. Düştüğü güzeli terk etmiyor bir türlü. Milyon yıl yaşasam, yitiğimi aramaya, güzelimi sormaya sabırlıyım. Neden bana karınca dediler de, "sabırca" demediler şaşıyorum. Evrende her yaratık kendine bir ad alırken benim atalarım dalga geçmiş anlaşılan. Kim getirir, sana en yakışan adı verir durduğun yerde? Adını kendin koparıp alacaksın! Aklım o kadarmış o zamanlar! Sabırca adının bana karınca adından daha uygun olduğunu farketmemişim!
Arka ayağım topallıyor. Ama sırtımda motor var gibi yürüyorum. İnsanları uzak gurbete gitmiş bir köyün sokağındayım.
"Vaaay gene sen misin topal enişte?" dediler.
"Gene benim, bir başıma da olsa benim!"
"Valla aşkolsun sana ki, boyuna yeliyorsun!"
"Evet, bana aşk olmuş ki, yeliyorum!" dedim.
"Ne zamanca yeleceksin böyle peki?"
"Bulunaca; bulup ılık göğüslerine kavuşanaca."
Acıyarak, üzülerek baktılar halime. Boyun salladılar. İçlerinden kimbilir ne dediler. Ben şunu duydum:
"Evrenin ışığı yardımcın olsun."
"İsterse olmasın; el ayak yordamıyla ararım!" dedim. "Engebeleri ezberledim. Dereleri, düzleri, yarıkları, batakları öğrendim, her yer zindan olsa gene bulurum yolu!" dedim. Fısıldaştılar ardımdan: "Deli! Zır deli, zirzop deli!" Desinler! Yoksulların akıllısına, yüreklisine, sevdalısına deli der şaşkınlar; desinler! Deseler de, demeseler de arayacağım. Bu aşağılamalara, küçümsemelere aldıracak değilim. Ben, evet küçüğüm, ama sevdam küçük değil; al şalvarlı yitiğim küçük değil! Yüreğim hiç küçük değil! Yüreğim, sevdam kadar büyük! Ben alemde cüsse yarışında değilim kimseyle! Benimle ölçüşmek isteyen sevdasını getirsin, ölçüşelim. Görelim o zaman kim yüce, kim cüce? Siz eey ülkenin, evrenin sevdasız yaratıkları; o kadar boş, o kadar küçük kovanlarsınız ki!
"Göl var önünde göl, boğulursun!" dediler.
"Göl mü var? Ben karşı şehre geçeceğim!"
"Göl var, hem de milyonlarca balık! Yutarlar seni, yok olur gidersin."
"Ben de kıyısından dolanırım!" dedim.
Baktılar halime, "Zavallı!" dediler.
"Varabilir misin o şehre?"
"Varırım!" dedim. "Her adımda kısaltırım uzaklığı!"
"Varsan bile, orda olduğunu ne biliyorsun?"
"Orda diye duydum! Umudum var. Umudum kalacağına emeğim kalsın! Ben aşığım: Gerçek aşık usanmaz, gerçek aşık hiç yorulmaz."
"Bu boyunla, bu bacaklarınla, valla, aşkolsun!"
"Elin uzun bacağından bana ne? Onların uzun bacağı var ama, yürümüyorlar. Benimkiler nice kısa olursa olsun, ben varırım, çünkü yürüyorum."
Kimbilir kaç ayda, kaç mevsimde dolandım o gök sulu gölü? Vardım şehre. Başladım yoksul evleri, sokakları taramaya. Varsılların apartmanları arasında gezinirken ardıma polisler düştü: "Gel bakalım karakola! İt misin, uğursuz musun? Alman mısın, ajan mısın?" Götürdüler karakola. Kelepçe gördüm, cop gördüm. İşkence, eziyet gördüm. Bir de kocaman ayna gördüm. Telsizdir, antendir diye bıyıklarımı kopardılar. Belime başıma tekme vurdular:
"Söyle, kime geldin, hangi mesajı getirdin?"
Hiç aldırış etmedim. Bir lokma toprak yoktu o betonların üstünde yalayacak. Varsın olmasın dedim, katlandım. Sonunda usandılar sormaktan. Üç ay bir köşede unuttular. Üç ay sonra, içini cennet sanıyorlar herhal! Canıma mirınet benim. "Dışarının en soğuk yeri sizin içerinizden bin kez iyidir bre cahiller, ne defolu? Bıyıklarımı bırakıp çıktım. Bıyık iş mi? Bıyık koşul mu? Bıyıksız da severim, direnirim avanaklar!" dedim.
Sonra gene şehir kazan, ben kepçe oldum. Aradım yitiğimi, aradım, aradım. Ama yok! Yer yemiş, gök çekmiş sanki. Yok. Ama isterse yer yemiş olsun, yerleri arar bulurum; gök çekmiş olsun, kanatlanır uçarım, gökleri ararım. Evreni elekle elerim, arar bulurum! Bulacağım; içimde inanç var! İçimdeki inanç narın yaprağı gibi yeşil, narın yaprağı gibi taze! Ne kuruturum onu, ne çürütürüm! O benim içimde oldukça binlerce uzağı yakına taşırım. Bir gün, bir kayanın başında, al şalvarına sarınmış, evine akşamın sularını çekerken bulurum onu. Narlarım çiçeklenmiş olur. Çiçeklerim döllenmiş, döllerim ballanmış olur. Sevgilimin sıcak koynunda, süt dolu göğüslerinde ömrümün en tatlı uykusunu hak etmiş olurum. Emer uyurum, uyur uyanır, emer gene uyurum. Gün demeden, gece demeden severim. Sevgimi, onunkiyle benimkini birleştirip pay ederim cihana!
Umutların, inançların içinde yürüyüp gidiyordum. Bir köprü üstünde yolumu kestiler. Başıma tuğla attılar. Sırtıma, belime vurdular. Az daha ölüyordum. Bir yarık buldum, ordan yürüdüm. Çakallar benim girdiğim yere giremedi. Silinip paklandım, gene yürüdüm.
Üzümleri ermiş bir bağa girdim. Bağ, bir dağın günden yanında. Yaşlı gözleri sulanmış, sesi iplik gibi incelmiş, gülüşü kahkahası buruşmuş bir kadın bağın bekçisiydi. Haşarı torunları var yanında. İyi bir insana benziyor. Çökelek bazlama koymuş, iki üç salkım üzüm koymuş, torunlarını doyuruyor.
"Çok çile çekmişin hısımım!"
"Çektim ama, helah hoooş olsun!"
"Bir derdin, bir yitiğin mi var?"
"Al şalvarlı yarimi arıyorum."
"Gözleri yeşil, saçları güneşe batık mıydı?"
"Gözleri yeşil, saçları güneşe batıktı evet!"
"Bu dağın ardındadır, o da seni arıyor!"
"Ne bildin benim onu aradığımı?" dedim.
"Seni bilmeyen mi kaldı bu. şehirde a karınca? Sen de, al şalvarlı yarin de dillere destan oldunuz. Nice yıldır birbirinizi ararsınız. Nice kartallar, kaplumbağalar usandı, öldü. Çağlar değişti, ırmaklar kurudu; sen de, sevgilin de, daha dünkü çocuklar gibi birbirinizin izinde yeliyorsunuz! Şimdi aranızda sadece bir dağ kaldı."
Dağa baktım hemen: Çok dik! Çok yüksek! Yalçın kayalar ve uçurumlar her yanı. Sarp.
"Hiç yolu yok mu? Ufacık bir geçit bilmiyor musun?" dedim.
"Yok!" dedi. "Bilmiyorum."
"Altın gümüş neymiş? Balı kaymağı ne yapayım? Bana bir muştu verdin, hepsinden değerli! Kurumuş güzel ellerinden öperim. Bir de kazma kürek bul bana, geçit açayım!"
"Nereye geçit açıyorsun?"
"Bu yakadan öte yakaya!"
"Kazmayla kazıp, kürekle atarak mı?"
"Evet." dedim. "Hiç yılmadan."
İnce iplik sesli kadın, gözlerini kocaman açtı, dağa baktı: "Dağ kocaman!" dedi. Kıstı, bana baktı: "Sen de küçücüksün a karıncaaam; ömürcüğün yetmez!" dedi.
"Ömürcüğüm yetmezse yolunda ölürüm!" dedim.
Güldü; bana bir kazma, bir kürek buldu: "Al bakalım!" dedi. Alıp başladım kazmaya. Şimdi hala kazıyorum. Bu dağı mutlaka, bir gün mutlaka deleceğim. Delip yittiğimi, al şalvarlı yarimi bulacağım. Her lokma toprağı kazdıkça aramızdaki engel azalıyor!