Sappho* Ya Da İntihar
Marguerite Yourcenar
Bir locanın aynalarında adı Sappho olan bir kadın
gördüm demin. Kar gibi solgun, ölüm gibi ya da cüzzamlı kadınların açık renk
yüzü gibi. Ve bu solgunluğu saklamak için boyandığından, yanaklarında azıcık
kendi kanı olan, öldürülmüş bir kadının cesedine benziyor. Çökük gözleri,
gün ışığından kaçmak için, artık onlara gölge bile vermeyen kuru
gözkapaklarından uzaklaşıp içeri gömülüyor. Uzun bukleleri, mevsimsiz
fırtınalardan dökülen ormanlardaki yapraklar gibi, tutam tutam dökülüyor;
her gün yeni beyaz saçlar koparıyor başından ve rengi atmış bu ipek iplikler
çok geçmeden kefenini dokumaya yetecek kadar çoğalacak. Ona ihanet etmiş bir
kadınmış gibi gençliğine ağlıyor, kaybetmiş olduğu küçük bir kızmış gibi
çocukluğuna ağlıyor. Çok zayıf; banyoya girdiğinde hazin memelerini görmemek
için aynaya sırtını dönüyor. Sahte inciler ve kus kalıntılarıyla dolu üç
büyük bavulla şehir şehir dolaşıyor. 0 bir cambaz, tıpkı eski çağlarda bir
şaire olduğu gibi, çünkü ciğerlerinin özel biçimi yüzünden yarı havada icra
edilen bir meslek seçmeye mecbur. Her gece Sirk'te, onu gözleriyle yiyen
hayvanların önünde, makara ve direklerle ağzına kadar dolu bir alanda,
yıldız olarak verdiği sözleri yerine getiriyor. Duvarda, pırıl pırıl
ilanlardaki harflerin arasından kesik kesik görünen bedeni, gri şehirlerin
üzerinde süzülerek uçan o çok revaçta hayalet topluluğunun bir üyesi.
Mıknatıslı bir yaratık o; yer için fazla kanatlı, gök için fazla tensel,
balmumu sürülmüş ayakları bizi yeryüzüne bağlayan antlaşmayı bozmuş. Ölüm,
başdönmesinin eşarplarını sallıyor onun altında, ama bakışlarını
bulandırmayı asla başaramıyor. Çıplak, üstü pırıl pırıl yıldızlarla kaplı,
atacağı cambaz taklalarının değerini düşürmemek için melek olmayı reddeden
bir atlete benziyor uzaktan; yakından ise, ona kanatlarını geri veren uzun
sabahlıklara sarınmış, sanki kadın kılığına girmiş bir meleğe. Yalnızken,
sinesinde, geniş bir göğsün içinden başka yerde barındırılamayacak kadar
büyük ve ağır bir kalp taşıdığını biliyor; kemikten bir kafesin dibinde
saklanmış bu ağırlık, boşluktaki her hamlesine emniyetsizliğin öldürücü
lezzetini veriyor. Bu amansız vahşi hayvan tarafından yarı parçalanıp yenmiş
bir haldeyken, gizlice kalbinin terbiyecisi olmaya çalışıyor. Bir adada
doğdu, demek ki yalnızlığı daha o zamandan başladı; sonra her akşam onu
yükseklerde bir tür inzivaya zorlayan mesleği çıktı ortaya; yıldız olmaya
yazgılı olarak cambazhane sahnesinin üzerine yatmış, yarı çıplak, uçurumun
bütün rüzgarlarına maruz kalmış, yastık eksikliği çeker gibi şefkat
eksikliği çekiyor. Hayatındaki erkekler, ayaklarını kirleterek tırmandığı
basamaklar olmuşlar sadece. Müdür, tromboncu, tanıtım görevlisi onu boyanıp
parlatılmış bıyıklardan, purolardan, likörlerden, çizgili kravatlardan, deri
cüzdanlardan, erkekliğin kadınlara düşler kurduran bütün dış vasıflarından
tiksindirmişler. Yalnızca genç kızların bedenleri, şakacıktan onları boşluğa
bırakıyormuş gibi yapacak olan bu büyük meleğinin kendilerine dokunmasına
izin verecek kadar yumuşa, su gibi akıcı hala. Her yandan trapez
çubuklarıyla sınır lanmış bu soyut mekanda onları uzun süre tutmayı
başarıyor; kanat çırpışlarına dönüşüveren bu geometriden çabucak ürküp, çok
geçmeden hepsi ona gökte arkadaşlık etmekten vazgeçiyor. Kundak bezi bile
olmayan paçavralarla yamanmış hayatlarıyla aynı düzeyde bulunmak için
yeniden yeryüzüne inmesi gerekiyor, öyle ki sonunda bu şefkat bir cumartesi
tatiline, bir tayfanın sokak kızlarıyla beraber geçirdiği bir izin gününe
benziyor. Yüklükten farksız bu odalarda nefessiz kalarak, aşka düşüp oyuncak
bebekler arasında yaşamaya mecbur kalan bir erkeğin yapacağı gibi,
umutsuzluğun kapısını açıyor boşluğa. Bütün kadınlar bir kadını sever;
kendilerini severler delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her
zaman kendi vücutlarıdır. Sappho'nun acıdan yakını görmeyen delici gözleri
daha uzağa bakıyor. Tapındıkları suretlerini süslemekle meşgul, kendilerine
hayran kadınların aynalardan beklediklerini bekliyor genç kızlardan; titrek
tebessümüne cevap veren bir tebessüm, ta ki giderek yakma gelen dudakların
buğusu aynadaki aksi bulandırana ve billürun yüzeyine ısı yayana kadar.
Narkissos kendi olduğu şeyi sever. Sappho, kız arkadaşlarında bir zamanlar
kendisinin olmadığı şeye tapıyor buruklukla. Yoksul, sanatçı için şan ve
şöhretin arka yüzü olan o horgörüyle yüklü, gelecek olarak önünde sadece
uçurum ufukları açılan Sappho, daha az tehdide maruz kalan kız
arkadaşlarının bedeni üstünde mutluluğu okşuyor. Ruhların kendilerinin
dışına taşıyan Kudas ayinindeki kızların duvakları ona kendisininkinin
olduğundan daha berrak bir çocukluğun hayalini kurduruyor, zira hayalleri
tükense de insan başkasına günahsız bir çocukluk atfetmeye devam eder. Genç
kızların solgunluğu onda bekaretin neredeyse inanılmaz hatırasını
uyandırıyor. Gyrirıno'da gururu sevmiş ve onun ayaklarını öpmekle kendini
alçaltmıştı. Anactoria'nın aşkı bayram yerlerinde iri lokmalar halinde
yutulan böreklerin tadını, panayırlarda binilen atlıkarıncanın, samanlıkta
uzanıp yatmış güzel kızın ensesini gıdıklayan saman çöpünün verdiği tatlı
hissi meydana çıkarmıştı. Attys'te bedbahtlığı sevmişti. Attys'le
kalabalıklarının nefesinden ve nehrinin sisinden boğulmuş büyük bir şehrin
içerlerinde karşılaştı; ağzında az önce çiğnediği zencefilli şekerlemenin
kokusu kalmıştı; kurum izleri gözyaşlarının çiy taneleri gibi ıslattığı
yanaklarına yapışıyordu; sırtında sahte samur kürkü, ayaklarında delik
ayakkabılarıyla, bir köprünün üstünde koşuyordu; yavru keçiyi andıran
yüzünde ürkek ve yabani bir tatlılık vardı. Dudaklarının neden bir yara izi
gibi solgun, sımsıkı kapalı olduğunu, gözlerinin neden kırık dökük
firuzelere benzediğini açıklamak için, Attys'in hafızasının derinlerinde üç
farklı hikaye vardı, aslında aynı bedbahtlığın üç yüzünden başka bir şey
olmayan üç hikaye: Her pazar birlikte çıkıp gezdiği erkek arkadaşı, bir
akşam tiyatrodan dönerken takside kendini okşattırmadığı için onu terk
etmişti; öğrenci odasının bir köşesinde sedirde uyumasına izin veren bir
genç kız, onu yanlış yere nişanlısının kalbini çalmak istemekle suçlayıp
kovmuştu; nihayet, babası onu dövüyordu. Her şeyden korkuyordu:
hayaletlerden, erkeklerden, on üç rakamından ve kedilerin yeşil gözlerinden.
Otelin yemek salonu, içinde kendini alçak sesle konuşmak zorunda hissettiği
bir tapınak gibi büyülemişti onu; banyoyu görünce ellerini çırpmıştı.
Sappho, bu kaprisli çocuk için, esneklik ve gözüpeklik yıllarında
biriktirmiş olduğu sermayeyi harcıyor. Sadece çiçek demetleriyle hokkabazlık
yapmayı bilen bu vasat sanatçıyı sirk yöneticilerine kabul ettiriyor. Göçebe
sanatçılara ve hüzünlü sefihlere özgü olan değişikliğin düzenliliğiyle,
bütün başkentlerin pistlerinde ve sahnelerinde birlikte turneye çıkıyorlar.
Fazlasıyla zengin müşterilerle dolu otellerin tıklım tıkıştığından Attys'i
kurtarmak için kaldıkları mobilyalı odalarda, her sabah, sahne kostümlerini
ve sımsıkı ipek çoraplarının kopmuş ilmeklerini onarıyorlar. Bu hastalıklı
çocuğa bakmaktan, onu ayartabilecek erkekleri yolundan çekmekten, Sappho'nun
kederli aşkı, kendisi farkında olmadan, sanki on beş yıllık kısır hazlar
sonunda ona bu çocuğu doğurtmuşçasına anaç bir biçim alıyor. Locaların
koridorlarında karşılaşılan smokinli genç erkeklerin hepsi Attys'e, belki de
geri çevirdiği öpücüklerini özlediği o erkek arkadaşı hatırlatıyor: Sappho,
onun Philippe'in güzel çamaşırlarından, mavi kol düğmelerinden ve
Chelsea'daki odasını süsleyen açık saçık albümlerle dolu rafla dolaptan o
kadar sık söz ettiğini duydu ki, sonunda düzgün giyimli bu işadamı hakkında,
hayatına sokmaktan kaçınamadığı birkaç aşığı hakkında olduğu kadar açık bir
fikir sahibi oluyor ve dalgınlıkla onu en kötü hatıraları arasına
yerleştiriyor. Attys'in gözkapakları yavaş yavaş mor bir renk alıyor;
postanadeki posta kutusuna gelmiş mektupları almaya gidiyor ve okuduktan
sonra yırtıyor; genç adamı tesadüfen onların gizlediği yoksul göçebe
yollarına çıkarabilecek iş gezileri hakkında garip bir biçimde bilgi sahibi
olmuşa benziyor. Sappho, Attys'e verebildiği tek şeyin hayatın gerisinde
kalmış bir sığmak olmasından ve o küçük kırılgan başı güçlü omzuna yaslı
tutan tek şeyin aşk korkusu olmasından dolayı acı çekiyor. Asla dökmeme
yürekliliğini gösterdiği bütün gözyaşlarından acılaşan bu kadın, kız
arkadaşlarına sunabileceği tek şeyin müşfik bir kahır olduğunu anlıyor;
ancak kendi kendine ileri sürdüğü tek mazeret, aşkın her çeşidinin korkudan
titreyen yaratıklara sunacak daha iyi bir şeyi olmadığı ve Attys kendisini
bırakıp giderse, başka yerde daha fazla mutluluk bulma ihtimalinin çok az
olduğu. Bir akşam Sappho, sırf Attys'i çiçeklerle süslemek için toplamış
olduğu kucak dolusu demetlerle, sirkten her zamankinden daha geç dönüyor.
Önünden geçerken kapıcı kadın her günkünden farklı bir yüz ifadesi
takınıyor; döne döne çıkan merdiven birden bir yılanın halkalarına benziyor.
Sappho süt kutusunun paspasın üstündeki her zamanki yerinde olmadığını fark
ediyor; kapıdan girer girmez, kolonyanın ve sarı tütünün kokusunu alıyor.
Mutfakta domates kızartmakla meşgul olmayan Attys'in yokluğunu; banyoda
suyla oynayan çıplak bir genç kızın yokluğunu; yatak odasında, teselli
edilerek uyutulmaya hazır bir Attys'in kaçırıldığını görüyor. Kanatları
ardına kadar açık aynalı elbise dolabının önünde sevilen genç kızın ortadan
kaybolmuş çamaşırlarına ağlıyor. Yere düşmüş mavi bir kol düğmesi,
Sappho'nun, buna katlanamam ölürüm korkusuyla, ebedi olmadığına inanmakta
direttiği bu gidişe yol açanın kim olduğunun işareti. Yeniden yollara düşüp
şehirlerin oyun alanlarında tek başına taban tepiyor, her locada hezeyanının
bütün vücutlara tercih ettiği bir yüzü arıyor açgözlülükle. Birkaç yıl
sonra, Doğu'da çıktığı turnelerden birinde İzmir'e geliyor; Philippe'in
şimdi orada Şark tütünü işleyen bir fabrikanın başında olduğunu öğreniyor;
Attys olması mümkün olmayan zengin ve heybetli bir kadınla yeni evlenmiş;
yüz üstü bırakılan genç kızın bir dansçı kumpanyasına katıldığı söyleniyor.
Sappho bir kez daha Doğu'daki otelleri tek tek dolaşıyor, her otel
kapıcısının kendi tarzında küstah, arsız ya da yaltakçı olduğu otelleri; ter
kokusunun parfümleri leş kokuttuğu zevk yuvalarını, alkolün ve insan
sıcaklığının verdiği bir saatlik sersemlemenin siyah ahşap bir masanın
üstünde ıslak bardak altının bıraktığı yuvarlak izden başka iz bırakmadığı
barları; yoksul düşmüş ve sevilmeye muhtaç bir Attys bulmanın nafile
umuduyla Selamet Ordusu'nun barınaklarına varıncaya kadar her yeri arıyor.
İstanbul'da talih her akşam onu bir seyahat acentesinde çalıştığını söyleyen
paspal giyimli genç bir adamın yanına oturtuyor; kirlice eli kederli alnının
yükünü taşıyor tembel tembel. Genellikle iki kişi arasında bir aşk köprüsü
işlevi gören o alelade sözleri sarf ediyorlar karşılıklı. Adının Phaon
olduğunu söylüyor ve İzmirli bir Rum kadınla Britanya donanmasından bir
denizcinin oğlu olduğunu ileri sürüyor: Sappho'nun kalbi Attys'in
dudaklarında o kadar sık öptüğü nefis şiveyi bir kez daha duyunca küt küt
atıyor. Genç adamın arkasından kaçışın, sefaletin hatıraları duruyor, bir de
savaşlara bağlı olmayıp daha çok kendi kalbinin yasalarıyla gizlice ilişkili
tehlikelerin hatıraları. 0 da tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir
soya aitmiş gibi görünüyor, eğreti ve daima geçici bir müsamahanın hayatta
kalmasına izin verdiği bir soya. Oturma izni olmayan bu çocuğun kendine ait
sıkıntıları var; morfin kaçakçısı, belki de gizli polisin bir ajanı;
Sappho'nun içine girmediği bir gizli toplantılar ve parolalar dünyasında
yaşıyor. Aralarında bir bedbahtlık kardeşliği kurmak için ona hikayesini
anlatmasına ihtiyacı yok. Sappho ona kalbindeki acıyı anlatıyor; ona uzun
uzun Attys'ten söz ediyor. Oğlan onu tanıdığını sanıyor: Beyoğlu'ndaki bir
kabarede çiçeklerle hokkabazlık yapan çıplak bir kız gördüğünü hayal meyal
hatırlıyor. Pazar günleri Boğaz'da gezintiye çıktığı yelkenli küçük bir
teknesi var; birlikte, sahil kenarındaki bütün salaş kahvelerde, adalardaki
lokantalarda, Asya yakasında birkaç yoksul yabancının mütevazı bir hayat
sürdüğü aile pansiyonlarında onu arıyorlar. Sappho, teknenin kıçına oturmuş,
şimdi onun tek insani güneşi olan bu yakışıklı genç erkek yüzünün bir
fenerin ışığında titreşmesini seyrediyor. Onun yüz hatlarında kaçak genç
kızda bir zamanlar sevmiş olduğu bazı özellikleri buluyor: sanki esrarengiz
bir arının sokmuş olduğu aynı şişmiş ağız; bu kez bala batırılmış gibi
görünen farklı saçlar altındaki aynı küçük, sert alın; iki uzun bulanık
firuzeye benzeyen aynı gözler, ama kurşun rengi bir yüz yerine yanık bir
yüze kakılmış iki firuze, öyle ki esmer solgun genç kız bu tunçtan ve
altından tanrı kalıba dökülürken boşa gitmiş balmumu sanki. Şaşakalan
Sappho, yavaş yavaş, trapezin çubuğu gibi sert ve sağlam bu omuzları, kürek
çeke çeke sertleşmiş bu elleri, olanı sevmesine yetecek kadar kadın
yumuşaklığı taşıyan bu vücudun tamamını tercih etmeye başlıyor. Sandalın
dibine yatıp, kendini bu salcının yardığı suların yeni salınımlarına
bırakıyor. Attys'in adını artık sadece kayıp genç kızın ona benzediğini, ama
onun kadar yakışıklı olmadığını söylemek için anıyor: Phaon bu övgüleri
endişeli ve istihzayla karışık bir sevinçle kabul ediyor. Sappho onun
önünde, Attys'in döneceğini haber verdiği bir mektubu, üstündeki adresi
çözme zahmetine dahi katlanmadan yırtıyor. Oğlan, titreyen dudaklarında ince
bir gülümsemeyle, mektubu yırtışını seyrediyor. Sappho ilk defa, hata
kaldırmayan mesleğinin gerektirdiği disiplini ihmal ediyor; her adaleyi
ruhun denetimine sokan idmanlara ara veriyor; beraber yemek yiyorlar; hiç
yapmadığı bir şeyi yapıyor, biraz fazla yiyor. Onu buradan ayrılıp başka
göklerde süzülmek zorunda bırakan mukaveleleri yüzünden, onunla bu şehirde
geçireceği sadece birkaç günü var. Oğlan bu son geceyi, Sappho'nun kaldığı
limana yakın küçük dairede onunla geçirmeye sonunda razı oluyor. Sappho tiz
ve pes notaların birbirine karıştı bir sese benzeyen bu varlığın tıka basa
dolu odada yürümesini seyrediyor. Kırılgan bir yanılsamayı kırmaktan
çekinirmiş gibi tutuk hareketlerle, Phaon merakla eğilip Attys'in
resimlerine bakıyor. Sappho Türk nakışlarıyla kaplı Viyana usulü divana
oturuyor; hatıralarının izlerini silmeye çalışıyormuşçasına yüzünü ellerinin
arasında sıkıyor. Daha narin kız arkadaşlarını seçmeyi, teklif götürmeyi,
baştan çıkarmayı, korumayı şimdiye kadar üstlenen bu kadın, kendi
cinsiyetinin ve kendi yüreğinin ağırlığına kendini yumuşaklıkla teslim edip,
gevşiyor ve nihayet batıyor, bundan böyle bir aşığın yanında yapacak tek şey
kabul etme hareketi olacağı için mutlu. Her şeye rağmen mucizevi bir şekilde
erişilebilir kalmış bir umut gibi, bir yatağın beyazlığının yayıldığı yan
odada genç adamın dolaşmasını dinliyor; tuvalet masasının üstündeki
şişelerin kapaklarını açtığını, bir hırsızın ya da istediğini yapmakta
serbest olduğunu sanan bir sevgilinin rahatlığıyla çekmeceleri
karıştırdığını, sonunda da, elbiselerinin, Attys'ten kalmış birkaç fırfırın
arasında, intihar etmiş kadınlar gibi asılı durduğu dolabın iki kanadını
açtığını işitiyor. Aniden, hayaletlerin hışırtısına benzer ipeksi bir ses,
insanı bağırtabilecek bir okşayış gibi yaklaşıyor. Ayağa kalkıyor, dönüyor:
sevilen varlık, Attys'in giderken ardında bıraktığı bir sabahlığa sarınmış:
çıplak tenin üzerine giyilmiş muslin, uzun dansçı bacaklarının kadınsı
denebilecek zarafetini ortaya çıkarıyor; ciddi erkek giysilerinden kurtulmuş
bu esnek ve pürüzsüz vücut neredeyse bir kadın vücudu. Büründüğü kadın
kılığını üstünde rahatça taşıyan bu Phaon, orada olmayan güzel su perisinin
yerine geçen birinden başkası değil; pınar gibi bir gülüşle ona doğru gelen
de bir genç kız yine. Çılgına dönen Sappho, başını örtmeden kapıya doğru
koşuyor, ona aynı hazin öpücüklerden başka bir şey veremeyecek olan bu canlı
hortlaktan kaçıyor. Denize çıkan, döküntü ve çöp dolu sokaklardan koşarak
iniyor, hızla vücutların çalkantılı kütlesine dalıyor. Hiçbir karşılaşmanın
onun kurtuluşu olamayacağını biliyor, çünkü nereye giderse gitsin yeniden
Atty'sini bulacak. Bu ölçüsüzce büyük yüz, ölüme açılmayan bütün çıkışları
tıkıyor. Hafızasını bulandıracak bir yorgunluk gibi çöküyor akşam; güneşin
battığı yerde bir parçacık kan kalıyor. Birden, ziller çınlıyor, sanki ateş
onları kalbinde birbirine vuruyormuş gibi. Uzun zamandır süren bir
alışkanlık, kendisi farkında olmadan, onu, her akşam başdönmesinin meleğiyle
mücadele ettiği saatte Sirk'e getirmiş. Son bir defa, hayatının kokusu olmuş
o vahşi hayvan kokusuyla, tıpkı aşkın müziği gibi muazzam ve uyumsuz o
müzikle sarhoş oluyor. Bir giydirici kadın Sappho'ya soyunma odasının, ölüm
mahkûmu hücresinin kapısını açıyor. Kendini Tanrı'ya sunacakmış gibi
soyunuyor; daha şimdiden onu hayalete çeviren yağlı beyaz bir pudra sürüyor
her tarafına; boynuna aceleyle bir hatıranın tasmasını bağlıyor. Siyahlar
giymiş bir teşrifatçı, saatinin geldiğini haber veriyor. Göksel darağacının
ip merdivenini tırmanıyor: yüksekte, bir genç adamın varolduğuna inanabilmiş
olmanın gülünçlüğünden kaçıyor. Limonata satanların bağrış çığrışından,
pembe tenli küçük çocukların kulak tırmalayıcı gülüşlerinden, dansçı
kızların iç eteklerinden, insan ağlarının binlerce ilmeğinden kendini çekip
kurtarıyor. Belden kendini yukarı iterek, intihar tutkusunun rıza gösterdiği
tek dayanak noktasına çıkıyor: boşlukta sallanan trapez çubuğu, yarı kadın
olmaktan yorgun düşmüş bu varlığı kuşa dönüştürüyor; yuvasını dalgalar
üstünde kuran bir masal kuşu, kendi uçurumunun alkyon'u
[olarak,
felakete inanmayan seyircinin bakışları altında, bir ayağından asılmış,
süzülüyor. Ustalığı onun aleyhine oluyor: Bütün çabalarına rağmen dengesini
kaybetmeyi başaramıyor; karanlık işler çeviren at cambazı Ölüm bir sonraki
trapezde onu yeniden eyere oturtuyor. Sonunda lambaların bulunduğu yerden
daha da yukarı çıkıyor: seyirciler artık onu alkışlayamıyorlar, çünkü artık
onu görmüyorlar. Boyalı yıldızların nakışladığı kubbeyi hareket ettiren
halata tutunmuş, kendini daha da aşmak için tek çaresi kendi göğünü delip
geçmek. Altında, başdönmesinin rüzgarı, artık üstesinden gelinmiş kaderinin
iplerini, makaralarını, bocurgatlarını gıcırdatıyor; boşluk, fırtınalı
havada denizde olduğu gibi, yana yatıyor, bir iniyor bir çıkıyor;
yıldızlarla dolu gökkubbe gemi direklerinin serenleri arasında sallanıyor.
Orada müzik, bütün hatıraları yıkayan büyük parlak bir dalga sadece. Gözleri
kırmızı ışıkları yeşil ışıklardan ayırt edemiyor artık; karanlık ahalinin
üstünden geçen mavi ışıldaklar, orada burada, yumuşak kayalara benzeyen
çıplak kadın omuzlarını ışıtıyorlar. Bir çıkıntıya tutunur gibi sıkıca
ölümüne tutunmuş olan Sappho, düşmek için, ağın ilmeklerinin onu tutmayacağı
yeri seçiyor. Çünkü cambaz olarak payına düşen alan koca sirkin yalnızca
yarısını kaplıyor; palyaçoların foklarla yaptıkları numaraların sürdüğü
kumlu alanın diğer bölümünde, onun ölmesini engelleyecek hiçbir hazırlık
yok. Sappho, sonsuzluğun yarısını kucaklamak istercesine kollarını açarak
dalıyor, arkasında yalnızca, gökyüzünden ayrıldığının kanıtı olarak sallanan
bir ip bırakıyor. Ama yaşamayı beceremeyenler intiharlarını da ıskalama
tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Eğik düşüşü sonucu, kocaman mavi bir
denizanasına benzeyen lambaya çarpıyor. Sersemlemiş ama zarar görmemiş,
intiharı boşa giden kadın, çarpışın hızıyla, ışıktan köpüklerin takılıp
kaldığı, sonra da kurtulduğu ağlara doğru fırlıyor; ilmekler göğün
derinliklerinden tutulup çıkarılmış bu heykelin ağırlığı altında bel veriyor
ama kopmuyorlar. Az sonra işçilerin yapacakları tek şey, üzerinden sel gibi
ter akan mermer solukluğundaki bu bedeni, denizde boğulmuş bir kadın gibi
kumun üzerinde çekmek olacak.