«Şöyle psikolojik bir problem verilseydi: Zamanımızın insan sever, iyi
kalpli Hıristiyanlarının kendilerini suçlu bulmadan en korkunç cinayetleri
işleyebilmeleri için ne yapmalı? Problem tek bir şekilde çözümlenebilir: Bu
insanları hayatta olduğu gibi, vali, müdür, subay, polis yapmak gerektir;
yani bunlar ilkin, devlet hizmetinin insanlara insanca, kardeşçe değil, eşya
imişler gibi muamele edilmesini gerektirdiğini öğrenmeli, ikinci olarak,
devlet hizmetinde bulunanlardan hiç kimsenin insanlara yaptıkları muameleler
yüzünden sorumlu tutulmayacaklarına inanmalıdırlar.»
- L. Tolstoy
Her sabah gün ışırken daha, ortasından bölünmüş, sonra ortasından gene bölünmüş tek pencereli bu odaya tıka basa dolduruyorlar bizi. Gözlerimizin sabah çapaklarını bile silemeden.
Pencerenin önünde, iri iri ağaçlar. Hurmalar, kocaman yaba yapraklı hurmalar. palmiyeler, zakkumlar, portakallar, sıtma ağaçları okaliptüsler çamlar, ova çamları... Cama cama saldırıyorlar sanki. Sanki camı açacaklar, kıracaklar ya da. Bir boş bulunsak, örneğin camı açık bıraksak dalgınlıkla bir akşam...
Masalarımızın başına geçmişiz, henüz sabah sarhoşuyuz. Henüz biz bizeyiz. Solumdaki masada oturan bol kıllı adamın en küçük çocuğunun bu kız, iki de oğlu var durup dururken bir gözü kör oldu. Doktorlarla bankacıları sevmiyor artık.
Şimdi müdür bey odaları bir bir gezecektir. Pattadak giriverecektir odaya, kıçının üzerindeki avuçlarında tespihini şakırdataraktan şöyle bir süzecektir. Sinsi sinsi. Daire ağası...
Masamın çekmecelerini açıyorum, elektrikli makinamı çıkarıp, alelacele traş oluyorum. Karşımdaki hem cigara içiyor, hem beni süzüyor. Arada bir de gözlerini ovalıyor Arabuşağı. Geçen gün imam nikahıyla ikinci kere evlendi. Elektrikli traş makinama niye dik dik bakıyor sanki?
Çekmeceyi hırsla kapıyorum, sandalyemin üzerinde yayılıyorum. Bakmayacağım onlardan yana. Başımı çevirip, dikkat etmeden çiçek bozuğu camın üzerindeki yazıyı okuyorum bir kaç kez ardı ardına. Zaten sabahları yerime oturur oturmaz ilk işim bir kaç kez üst üste okumak olur çiçek bozuğu camın üzerindeki zemlirig ireçi yazısını. Bugün ikincisi bu. Hani dua okumak gibi. Okuyorum. Doğrudan okuyorum. Tersten okuyorum. Zemlirig ireçi, zemlirig ireçi, zemlirig ireçi. İçeri girilmez, içeri girilmez, içeri girilmez.
Kalktım. Kapıyı kapayacağım. Biri açık bırakmış. İtin biri açık bırakmış. Birden kendime geldim. Döndüm yerime oturdum, hırsla bastım zile. Uzun uzun bastım. Alıklığım üstümde sabah sabah.
Hani, pervazları griye boyalı pencerenin solundan sanki sonsuza uzayıp giden beton direğin gerisindeki binanın bacasından duman çıkıyor. Bacanın üstünden, ağaçların arasından gözüken bir avuçluk gök, koyu kül rengi bulutlarla dolu. Oysa hava alabildiğine sıcak. Demek yağmur sıcağı. Şimdi karşımdakilere «birazdan yağmur yağacak» desem...
— Biraz sonra yağmur yağacak, dedim gitti bile.
Yağmur yağarsa, ben size dememiş miydim derim artık.
Hademe kapının önünde durmuş;
— Zili kim çaldı? diye soruyor.
Yağmur yağmazsa, «birazdan yağacak» dediğim unutulur gider nasıl olsa.
— Ha... Ben çaldım. Şu kapıyı kapa, dedim hademeye.
Gene yayıldım sandalyemin üzerinde. Ayaklarımı uzattım ileriye doğru. Önemimin bilincindeydim. Zate'l biz memurlar, dairenin kapısından girerken daha önemimizin, yüceliğimizin bilincine varırız. Artık geriye hatırlamak kalır. İslerini kovuşturanlar daha karşılarımıza dikilir dikilmez de hemen hatırlarız. Yüzlerine şöyle bıyık altından güleriz ya, laf ola...
Dışarda, koridorda ayak sesleri çoğalıyor. Kapı mı çalınıyor ne?
Tamam. Geliyorlar.
Hani, güneş Firavunlar varmış. Her sabah yeniden doğarlarmış. Büyük İskender'in başı sol omzuna doğru eğik dururmuş. Tarih kitapları öyle yazar. Başımı, elimde olmayarak, sol omuzuma doğru eğiyorum az biraz. Yılışık biri giriyor kapıyı kayıtsız açıp. Birden dönüyorum, kaşlarımı çatıyorum.
— Nerelerdesin yahu, insan hiy uğramaz mı? diyor Arabuşağı aceleyle.
Demek, gene tanıdık biri. Öylecene pencereden dışarı bakıyorum.
— Otursana. Otur da bir çay iç.
— Bir sabah çayı içelim ya. Hadi bas zile.
Kapıyı açık bırakmış. «Gene kapı açık bırakılmış» diye duyulur duyulmaz mırıldandım. Arabuşağı zile basıyordu, ben gözlerinin içine bakmağa çalışarak mırıldanırken. Kapıların kapalı durması gereklidir bence. Memura memurluğunu kazandıran şartlardan biri de kapıların kapalılığıdır.
Odadaki herkes susmuş, hademenin gelmesini bekliyor. Sanki kimsenin konuşacak bir derdi, bir konusu yok şu an. Oysa mümkün mü? Bir odada topluca oturmak demek, konuşmak demektir. Saatlik konular vardır. Günlük, haftalık, aylık konular vardır. Ölümsüz konular vardır. Müdür beyin odacısı Memet Efendinin cuma günleri namaz için saat onbirde ortadan yok olması, örneğin cuma günlerinin saat onbir oniki konusudur. Bayılırım konuları bölümlemeğe. Gruplamağa. Yani öyle konular vardır ki, o an konuşulur, gülünür veya somurtulur sonra da unutulur gider. Aylarca, yıllarca doyulmaz, bıkılmaz konular vardır. Dedim ya, bayılırım. Biri bana bir şey anlatmaya görsün, sonunu beklemeden, hemen değerlendirir, ömrünü tayin eder, bir bölüme yerleştiririm.
Hademeye, kapıyı kapamasını söylemiş miydim?
— Kapıyı kapa, dedim bağırarak, çay söylemeye giden hademe tam çıkarken. Oysa biliyorum, hademelere kapıyı kapa demeye gerek yok. Ezberlerindedir.
Olsun. Dedim. Masamın üzerindeki kağıtlara döndüm sonra. Rastgele karıştırdım şöyle bir. Canım sıkılıyor daha şimdiden.
Biz memurlar, her sabah işe başlarken, o gün akşama kadar mutlaka değişik. önemli bir olayın olacağına yürekten inanırız. Daha doğrusu inanmamız da bir çeşit görevimizin zorunluluğudur. Hani, yıllardır yanılmamışızdır, biraz düşününce bunun bir kuruntu olduğunu biliriz. ama olsun. Örneğin biliriz ki, masalar hep yerli yerinde durmaktadır. Masalardaki kişiler hep aynıdır. Aynı bıyıklı yüzler. Aynı tıraşlı veya tıraşsız yüzler. Bu masanın başına geçip oturduğum günden beri... Kaç yıl oldu acaba bu masaya oturalı? Oturduğum ilk günden beri, hep bunu istemişimdir. Bir tutku bu içimde. N'olur, yarın bir başkası gelse otursa karşıma. Bir sabah arkamdan itip odaya tıktıklarında, odadaki yüzleri tanıyamasam... Kişileri değişmiş görsem, bir sevineceğim, bir sevineceğim.. Örneğin imza atarkenki acemiliğine kıs kıs güleceğim. Hani isterse eski bir memur olsun, daha önce de aynı görevlerde çalışmış olsun, hiç bir şey değişmez. Çünkü bizi biz yapan, odalarımızın duvarlarıdır. Karşımızdaki duvarlardır. Onlar biçimlendirir bizi ve bence, her duvarın ayrı bir kişiliği vardır. Yani demem şu ki, örneğin alıverin çevremizdeki duvarları, kapıları, pencereleri bir akşam, başka renge boyatıp sabah öyle koyun yerlerine, artık işimiz tamamdır. Biz biz olmaktan çıkarız. Niçin «mahkeme duvarı» demişler?
Bacanın gerisindeki bulutlar daha da kararmış. Bir de sıcak...
Kim anlatmıştı? Bilemiyorum... O kadar çok dertli insan varmış ki eskiden burada. Bir gün gelmiş, dertleri o kadar çoğalmış ki... Bey baskısı, ağa baskısı... Dertlerine çare bulamaz olmuşlar da gayri, ermişlere, pirlere, kocalara başvurmuşlar. Pirler, kocalar, ermişlerdir, demişler; dertlerinizi toplayın da Seyhanın ırmağına dökün. Başlamışlar dertliler, dertlerini birer birer toplamağa, çuvallara, torbalara, selelere, sepetlere doldurmağa. Doldurmuşlar doldurmuşlar, götürmüşler dökmüşler ırmağa. Gün olmuş, dert akmış ırmak. Kıpkızıl, kapkaranlık akmış. Günlerce, aylarca, bir tevatüre göre yıllarca akmış. Bakmayın siz bu ırmağın çakıl mavisi rengine. İnsanlar, dertlerinden yunmuş arınmışlar mı, bilmem? Ama n’olmuşsa işte bu yüzden olmuş. Dert dolmuş deniz. Koca deniz dertle dolmuş. Ne ki, Tanrı celallenmiş bu kez, denizimi sizin dertlerinizden yuyup arıtacam demiş, haberim olmadan denizimi kirletmişsiniz, dert denilen mereti ben ademoğlu için göndermiştim yeryüzüne oysa... Ve vermiş sıcağı, vermiş sıcağı... Deniz, buhar dumanı olmuş, varmış yeniden bu toprakların üzerine, yağmış babam yağmış. İşte o günden bu yana, Hıdırellez dedi miydi başlıyor dert yağmurları...
Yağmur yağacak mı gene dersin?
Bir gün kocaman bir testere alacağım, uzanacağım pencereden, keseceğim birer birer şu ağaçları. Şu ağaçlar yok mu, şu ağaçlar...
Sandalyemin üzerinde ileriye doğru kaydım gene, ayaklarımı masanın ön kontrplağına dayadım. Şöyle uzandım ya, sanki inadıma, fırlayıp geldi dışarısı, masamın üzerindeki camın altına girdi. Ağaçlar, baca, uzayıp giden beton direk, serpme sıvalı beton bina... Gök çekimine uymuşlar. Hani, sanki ters olan bir benim. Yer çekimli.
Canım imza atmak bile istemiyor.
Kapı mı çalınıyor? Saat kaç oldu acaba? Henüz gelmeğe başlamadılar. Niçin? Dik dik kapıya bakıyoruz topumuz da.
Biliyorum, şimdi herkes üzerine atılacaktır içeri girenin. Günün ilk saatlerinde hep böyle olur.
Evet evet, kapı çalınıyor. Gir demeyeceğim ama. Kimse de demeyecek. Usul böyle çünkü. Ne ki, biz gir demeden, o ikinci defa tık tık vuracak kapıya ve daha tık tık'ların sesi bitmeden, usulca, korkarak girecek içeriye. Bak, ikinci defa da vurdu. Şimdi girecek. Sandalyemin üzerinde biraz doğruldum ayaklarımı toplayıp. Kapıdan yana dik dik bakmağa başladım. Vay salak vay!... Çiçek bozuğu camın gerisindeki gölge, öyle bekleyip duruyor. İyice sinirlendim. İlle de bizim gir dememizi bekliyor salak. Düzenimizi bozuyor. Nasıl oldu, kendimden geçtim, bütün töreleri unuttum ve avaz avaz «GİR» diye bağırdım birden.
— Ne istiyorsun be adam?
Yüzümde bir takım seyirmeler başlamış, duyuyorum.
Kasketli, kavruk bir adam yavaşça araladı kapıyı, başını içeri uzattı. Bir eliyle de kapıyı tutuyordu fazla açılmasın diye.
— Gel. Ne istiyorsun?
Kapıda durdu. Tabanı, dişli kamyon lastiği kaplı asker potini bozması pabuçlarını çıkardı, eline aldı. Yeni mazotlanmış muşamba döşemede yalın ayak yürüdü masaya doğru. Vay salak, vay. Başımı pencereden yana çevirdim, dirseklerimle abandım masaya. Tam önüme gelmişti adam, birden geri döndü. Göz ucuyla baktım, gitmiş kapıyı kapatıyor. Gök çekimli ağaçlar hafif hafif sallanmaya başlamışlardı. Fırtına öncesi gibi. Ya da yağmur öncesi gibi. Gene geldi, önüme dikildi.
— Ne var? dedim sert sert.
Ne var derken, kesinlikle sesimin tonunun farkında değildim. Hani, şimdi düşünüyorum da, farkına varıyorum.
Bir yüznumara yapmış komşusu, çinkodan bahçe çitinin yanına. Yüznumaranın bir duvarı, bunun çinko çiti imiş. Sonra, tulumbası varmış hemen bitişikte. Yalan. Birisi akıl vermiş, belli. Yüznumaranın bitişiğinde tulumbam var derse ancak komşusunun yüznumarasını yıktırabileceğini birisi öğretmiş.
Gözlerimin içine bakıyor alık alık, yılışarak. Kömürcü olsa gerek. Dağlarda kömür yakıyor olsa gerek. Öteki eline de kasketini almış. Elleri de nasıl titriyor. «Kömürcü müsün ulan yoksa?» dedim. Siptillinin orada kundura tamircisiymiş meğer. Kunduralarımın da dikişleri açılmıştı, birden aklıma geldi. Şimdi kunduralarımı tamire götürmüş olsam buna, böyle bağırabilir miydim?
Müdürler, büyük memurlar, büyük adamlar niçin odalarına bol tüylü halılar döşetirler? İri koltuklar koyarlar? Kocaman masaların ardına geçer otururlar? Sonra tam arkalarına içi kırmızı kadife kaplanmış, kalın çerçeveli bir şeyler asarlar? Haa, niçin?
«Anlat» dedim, anlatmasını istiyor, anlattıklarını dinliyor göründüm ya, esasta hepsi laf olsun diye. Dinlediğim minlediğim yok. Ne yapacağımı biliyorum. Örneğin, önce «peki» diyeceğim sert sert. Belki de bağırır terslerim, «ulan komşunu şikayet etmeğe utanmıyor musun ayı?» derim. O anki durumuma bağlı. Yani, bağırıp bağırmayacağımı baştan kestiremem belki ama, «birkaç gün sonra gel, yerinde inceleme yapmam gerekli» diyeceğim mutlak. Adamına göre davranmasını, bu duvarlar daha ilk günden öğretirler bize. Hani, aptal olsun, zeki olsun farketmez. Çok çok bir haftada insan öğrenir kime nasıl davranılacağım ve kim kimdir. Yani her başvurana göre verilecek bir cevabımız olduğu gibi, her işin de çeşitli çözümleri vardır. Ne ki, kim olursa olsun, ilk tavır değişmez pek. İşin kökenine inebilmek için zaman isteriz ve bir kaç gün sonra gel deriz. Bu, kaytarıcılığımızdan, tembelliğimizden falan değil tabii. Aslında içimizde bir: kötülük falan da yok. Töremiz.
Şayet müdür olursam bir gün bir yere, bütün törelerimizi sıkı sıkı koruyacağım. Örneğin, törelerimizi yıkan, işleri günü gününe bitiren memurların görevlerine derhal son vereceğim. Bence her mesleğin kendine göre bir töresi vardır ve meslekleri meslek yapan, sürdüren bu törelerdir.
O adama ne demiştim? Bağırıp çağırmış mıydım? Terslemiş kovmuş muydum?
Adam yok karşımda, gitmiş. Hani, insan sinirlendikten sonra müthiş yorulur, damarları ağırlaşır. Sinirlenmek yorucudur. Ama, yokluyorum kendimi, yorgun morgun da değilim. Damarlarımda ağırlık falan yok. Belki de, bağırmışımdır da, yorulmamışımdır. Bağırmışımdır mutlak, başka ne yapabilirdim ki o adama. Demek bağırıyorum, ama yorulmuyorum. Daha doğrusu bağırıyorum ama sinirlenmiyorum.
Dilekçeyi aldım, dosyasına koydum. «Yerinde tetkik edilecek evraklar» dosyasına. İşim tamam. Birden rahatladım. Ellerimi pantolon ceplerine soktum, ayaklarımı uzataraktan gene iyice yayıldım sandalyenin üzerinde. Bacaklarımın arasını karıştırmağa, sıvazlamağa başladım tatlı tatlı. Son maçı konuşuyorlardı bizimkiler yanlarındaki bir tanıdık bilmem ne beyle. Doktor bilmem kim. Tanıyorum. Aynı zamanda «Karo Mozaik Atölyesi» var. Bir özel hastaneye ortak. Misis yolunda bir benzin istasyonu işletiyor. Doktorlukla bir ilgisi kalmış mı, sanmıyorum. Ama adı Doktor bilmem ne bey. Sık sık uğrar bizim buraya. Daha göreve başladığım gün tanıştırmışlardı doktor bilmem ne bey diye. Hatırlıyorum. Küçükken, örneğin askerlere yüz vermezdim de, adres arayan bir subaya ben yol gösterirdim önüne düşüp ta aradığı kişiyi buluncaya dek.
Masamın camındaki gök kapkara olmuş. Ağaçlar, savrulurcasına eğilip eğilip kalkıyorlar bana doğru. Demek dışarda esaslı bir rüzgar çıkmış.
Saat kaç acaba? Niçin çalmıyorlar zili? Daha öğle olmadı mı yahu? Öfff, patlayacağım. Müthiş bir sıkıntı var içimde. Masamın camındaki pencereye bakıyorum gözlerimi öyle dikmiş ya, gerçekte biliyorum, içimdeki o bilemediğim duyguları uyandıran, camdaki pencerenin karanlıklığı. Ağaçlarla hınca hınç dolu oluşu. Ağaçların, deliler gibi, düzensiz bir o yana bir bu yana savrularaktan eğilip eğilip kalkmaları. Sonra terslik. Yuvalarından sopalarla ürkütülmüş çıkarılmış gibi, kuşlar şaşkın, telaşlı ve ayakları göğe doğru ters uçmuyorlar mı? Şu gök çekimlilik yok mu ya?..
İçimdeki sıkıntı değil belki de, adlandıramadığım bir şey. Evrenin, masamın camına yansıyıverip, kınla büküle sığışmasının bıkkınlığı. Benim dışımda da olsa, benim yaşamımla bir ilgisi bulunmasa da, gözlerimin önünde böylesi bir hareketlilik, çekip koparıyor beni kendimden. Yani, biraz kendi kendimle kalabileceğim belki şu ağaçlar olmasa ya, ağaçlar var. Pencereyi tıka basa doldurmuş zakkumlar, palmiyeler, sıtma ağaçları, portakal ağaçları, turunç ağaçları.
Çalmasınlar çalmasınlar zilleri. Dışarı çıkmak istemiyorum şimdi. Pencereden gördükçe dışardaki çılgınlıkları, şimdi rüzgarda savrulmamamdan bir çeşit mutluluk duyuyorum. «Oh mutluyum» dedim ya içimden, bir rahatlayıverdim. Gözlerimi diktim gene masamın camındaki evrene. Gözlerim nasıl, bilmiyorum. Ama bildiğim, içim duru bir körfez gibi dingin. Durgun. Sessiz. Öyle bakıyorum ve zamanla ilgili değilim artık.
Birden nasıl oldu? Ağaçların savrulmaları duruverdi ve camdaki pencerem kalın bir kalemle dikine taranmış gibi çizgilendi. Hani eski filmler vardır, perdeden sürekli çizgiler geçer. Yanyana, yüzlerce, binlerce. Ağaçlar, baca, gri bina, her şey, her şey çizgilerin gerisinde kalmış. Masamın camındaki evrende gök çekimli bir yağmur yağmağa başlamış ki haşır haşır, her şeyi yuyup piri pak etmecesine. Mutluyum. Başımı kaldırdım camdan, pencereye baktım. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyor. Yağmur altında olmadığını düşünerek yağmuru seyretmek, bir başka mutluluk veriyor kişiye. Yani içimde bir kıpır kıpırlık. Ebemkuşağı görmüş gibiyim sanki.
— Yağmur yağıyor dedim sevinçle, bakın yağmur yağıyor!..
Ayağa kalktım. Pencerenin önüne gittim, cama dayadım burnumu. Bir yandan da, yağmurun yağmasından gurur duyuyorum. Sabahtan sezmiştim yağacağını. Ben size dememiş miydim?» diyeyim dedim içimden, gereksiz buldum, yakıştıramadım kendime açıktan övünmeyi, caydım. Ne ki, gururluyum. Yukardan kovalarla döküyorlarmış gibi yağan sağanağı, başım dik, seyre koyuldum. Daldım gittim.
Kim dedi? Yoksa, kimse demedi de, ben mi geçirdim aklımdan? Ne zamandı? Birden hatırladım, «dert yağmurları» bu yağmurlar. Dert yağmurları mı? Hırsla döndüm pencereden, kapıya doğru yürüdüm bir kaç adım. Bir pencerenin perdesiz olması meğer ne kötüymüş. Ellerim pantolon ceplerinde, sinirli sinirli gittim geldim masamla kapı arasında. Oysa bu yağmurla birlikte rahatladığımı, içimdeki sıkıntılardan kurtulduğumu iyi hatırlıyorum. Olsun. Demek inançlarımızla gerçek, her zaman uyuşmuyor. Bu yağmurların dert yağmurları olduğuna binlerce yıldır inanmışız bir kez. Ekinlere zarar verir bu yağmurlar. Dert verir, kasvet verir, kasavet verir. İnanmışım. Bir cigara yaktım, sırtımı pencereye dönüp, masanın üzerine oturdum. Pencereyi görmüyorum ya, yağmurun sesini duymamak için, kapıya bakıyorum, cigara içiyorum, cigara içmenin tadını yaşamağa çalışıyorum. Zorluyorum kendimi. Kapı açılıyor bu ara, görüyorum. Bir adam giriyor içeri, tanıyorum. «Para dağıtıyoruz» diyor, duyuyorum, ama anlamıyorum. «Çekilişe beş gün kaldı» diyor anlamıyorum. Gözlerimin içine bakıyor, anlamıyorum. «Bir milyon büyük ikramiye» diyor, anlamıyorum. Duyuyorum, ama anlamıyorum. Geri çıkıyor, kapıyı çekiyor, anlamıyorum ve habire cigara içiyorum.
Adam, kapıyı tam kapamıştı ki birden farkına vardım. Bu ayki milli piyangoyu daha almamıştım. Telaşla masadan atladım, kapıya koştum, açtım.
— Piyangocuuu, piyangocuuuu!... diye bağırdım koridora.
Adam gitmiş. Bir süre bekledim başka bir odaya mı girdi acaba diye. Gene bağırdım.
— Piyangocuuu, piyangocuuu!...
Yok. Gitmiş.
İçimde kocaman bir panik. Bu ayki piyangoyu alamadım. Geri döndüm. Yılgın, sandalyeme çöktüm. Karşımda pencere. Ellerimi pantolon ceplerine soktum gene, ileri doğru uzandım. Pencere masamda. Gözlerimi iyice yumdum. Oh, pencere yok. Yüzden başladım sayıları saymağa.
Bu ayki piyangoyu alamadım.
Zilleri çalsalar ya artık, ne bekliyorlar zilleri çalmak için. Daha saati gelmedi mi sanki? Zilleri çalın, zilleri. Heeeeey...
— Heeeey!... Zilleri çalsanıza!... Ne duruyorsunuz be? Zilleri zilleri!...
Dşarda hala yağmur yağıyor mu, farkında değilim.
— Zilleri çalın, zilleri!... Yeter!...