Perili evler, yasak evler. Eski Medlock çiftliği. Erlich çiftliği. Elk
Creek’deki Minton çiftliği. GİRMEK YASAKTIR yazılıydı ama biz canımız
istediği zaman giriyorduk. GİRMEK AVLANMAK BALIK AVLAMAK YASAKTIR YASALARA
GÖRE CEZA UYGULANACAKTIR ama biz istediğimizi yapıyorduk; kim engel
olabilirdi ki bize?
Ailelerimiz bizi bu terk edilmiş evlere girmememiz konusunda uyarmışlardı: eski evler ve ağıllar tehlikedir, demişlerdi. Bir yerinizi yaralayabilirsiniz, demişlerdi. Anneme o evlerin perili olup olmadığını sorduğumda, Tabii ki değil, hayalet diye bir şey yoktur, bilmiyor musun bunu, demişti. Rahatsız olmuştu ama sorumdan; nasıl da inanmadığım, yıllar önce kafamdan attığım şeylere inanıyormuş gibi yaptığımı düşünmüştü. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlıktı bu bende gerçekte olduğumdan daha küçük, daha çocuksu davranmaya çalışıyordum. Gözlerimi iri iri açıp şaşırmış, telaşlanmış gibi yapıyordum. Daha çok kızlar yaparlar böyle numaraları, bir tür gizleniştir bu, aklınızdan geçenler hep yasaklanmış şeylerse, gözleriniz açık hiçbir şey görmeden bakarak, tüylerinizi diken diken eden, kalbinizi güm güm attıran hayallere dalabilirsiniz size aitmiş gibi gelmeyen bu hayallerin, sizi bir yerden tanıyan ama sizin tanımadığınız birinden geldiği kesindir.
Hayalet diye bir şey yoktur, diye anlatırlardı bize. Bu yalnızca batıl bir inanıştır. Ama biz girmememiz gereken yerlerde eski evlerin döşemelerinde, çürümeye yüz tutmuş merdiven altlarında, çökmeye yüz tutmuş çatılarında gezinirken bir yerimizi yaralayabilirdik, çivi ya da kırık cam parçaları bir yerimizi kesebilir, üstü kapatılmamış kuyulara düşebilirdik oralarda, boş olduğu sanılan eski bir evde ya da ahırda, karşımıza neyin çıkacağını kim bilebilirdi ki? “Bir serseri filan mı demek istiyorsun? yollarda otostop yapan biri gibi yani?” diye sordum. “Serseri de olabilir, tanıdığın biri de” diye kaçamak yanıtladı sorumu Annem. “Bir erkek, ya da çocuk tanıdığın biri...” Sesi utanmış gibi alçaldı, başka bir soru sormamam gerektiğini anlamıştım.
Dile getirilmeyen şeyler vardı o zamanlar. Ben kendi çocuklarımla da bunlardan hiç söz etmedim, onlarla konuşulacak konular değildi bunlar.
Biz anne babamızın dediğini yapardık, hemen hemen her dediklerini dinlerdik ama kurnazlığı elden bırakmaz, kendi istediğimizi de yapardık. Biz küçük kızken: komşumuz Mary Lou Siskin ve ben. Daha büyüyünce, on-onbir yaşlarına geldiğimizde, erkek fatmalar, gürültücüler demeye başladı annelerimiz bize. Ormana, kilometrelerce ötedeki çay kıyısına yürüyüş yapmayı severdik, kestirme olsun diye çiftliklerin içinden geçer, evlerin tanıdığımız insanların, okuldan tanıdığımız çocukların evlerinin içini gözlerdik, en çok da terk edilmiş evlere, eğer becerebilirsek tahtayla kapatılmış evlere girmeye bayılırdık, evlerin perili olabileceğini aklımıza getirip kendimizi korkuturduk, aslında perili olmadıklarını, hayalet diye bir şey olmadığını bilirdik tabii. Yalnızca
Ucuz bir marketten alınma, kapağı benekli, çizgili bir deftere yazıyorum bunları, ilkokulda kullandığımız türden bir defter. Bir zamanlar, çocuklarımı rahat yataklarına yatırıp uyutmak üzereyken söylediğim gibi. Bir zamanlar diye başlıyordum kitaptan okuyarak, en güvenlisi buydu: onlara defalarca kendi başımdan geçenleri anlatmıştım, sesimin tonundan ürküp uyuyamamışlardı, sonra ben de uyuyamamıştım, kocam ne olduğunu sorunca, Hiçbir şey, demiştim, nasıl aşağılayarak baktığımı görmesin diye yüzümü ondan gizleyerek.
Kurşun kalemle yazıyorum ki kolayca silebileyim, ama sürekli silip kağıtta delikler açtığımı fark ettim. Beşinci sınıftaki öğretmenimiz Bayan Harding defterlerimizde karalama olmasına çok kızardı: şişman, kurbağa suratlı bir kadındı, sesi derin, boğuk ve neşeliydi, “Sen Melissa, bize kendinle ilgili neler anlatacaksın?” diye sorunca ben dizlerim titreyerek sus pus kalırdım. Arkadaşım Mary Lou bu halimi çok komik bulur, elini ağzına kapatarak güler, sırasında kıpırdanırdı. Yaşlı cadıya, cehennemin dibine kadar yolun var desene, derdi, o zaman sana saygı duyar, ama tabii kimse Bayan Harding’e böyle bir şey diyemezdi. Mary Lou bile. “Bize neler anlatacaksın bakalım, Melissa? Sayfaları yırtık bir defter mi vereceksin?” Ev ödevi notum A'dan B’ye düştü, Bayan Harding, sayfayı buruşturarak kırmızı mürekkeple kocaman tombul bir B yaparken keyifle homurdandı. “Senden daha fazlasını beklerdim Melissa, beni çok düş kırıklığına uğrattın” dedi Bayan Harding. Üzerinden yıllar geçse de, bu sözcükleri dün duyduğum sözcüklerden daha iyi hatırlıyorum.
Bir sabah Bayan Harding’in dersine güzel bir nöbetçi öğretmen geldi. “Bayan Harding hastalandı, bugün onun yerine dersi ben yapacağım” dedi, yüzünden heyecanlı olduğunu anlayabiliyorduk, bizden gizledikleri, bize söylemedikleri bir şey olduğunu anladık, bekledik, birkaç gün sonra müdür kendisi gelip Bayan Harding’in gelmeyeceğini, kalp krizinden öldüğünü söyledi. Sanki yaşımız çok küçükmüş de etkilenebilirmişiz gibi özenle seçti sözlerini, Mary Lou’yla göz göze geldik, göz kırptım, sıramda otururken çok garip bir duyguya kapıldım, kafamdan bir şey akıyordu, bal kıvamında, ılık bir şey bel kemiğimden içeri süzülüyordu. Cennetteki Babamız diye fısıldadım duada, öbürleri gibi eğdim başımı, ellerimi sımsıkı birleştirdim önümde, ama aklım başka yerdeydi, deli gibi, çılgınca başka bir yerde dolanıyordu, Mary Lou’nunkinin de öyle olduğunu biliyordum.
Eve dönerken okul otobüsünde kulağıma fısıltıyla, “Bizim yüzümüzden oldu, değil mi?” dedi o Harding kocakarısının başına gelen yani. Ama kimseye söylemeyelim.”
***
Bir zamanlar iki kız kardeş vardı, biri çok güzel, öbürü çok çirkindi... Gerçi Mary Lou benim kardeşim değildi. Ben de çirkin sayılmazdım; yalnızca soluk tenli, ufacık, gelincik gibi kaşık suratlıydım. Neredeyse bütünüyle kirpiksiz koyu renk gözlerim birbirine çok yakındı, burnum da düzgün değildi. Bakışlarım dalgın, bezgindi.
Ama Mary Lou güzeldi, çok kaba saba ve sakar davrandığı zaman bile. O uzun ipeksi sarı saçları her görenin aklında kalırdı, hem de yıllarca... Onu tanımlamak gerektiğinde ilk söylenecek özelliği, uzun ipeksi beyazımsı sarı saçları değil miydi zaten...
Uykusuz geçse de geceleri seviyorum. Gece saatlerinde yazıyorum, gündüzleri uyuyorum; birkaç saat uykuyla yetinebilecek bir yaştayım. Kocam öleli bir yıl kadar oluyor, çocuklarımın her biri bir yerde, kendi bencil yaşamlarına öyle kaptırmışlar ki kendilerini, bütün çocuklar gibi, işimi bölecek, bana karışacak kimse yok, çevrede nasılım diye kapımı çalmaya cesaret edecek kimse yok. Bazen bir aynada hiç beklemediğim bir yüz beliriveriyor; kırışık, yabansı ve hep nemli görünen yuvalarına kaçmış gözlerini sanki çok şaşırmış, düş kırıklığına uğramış ya da irkilmiş gibi kırpıştırıp duran yabancı bir yüz hemen çeviriyorum başımı. Bakmama gerek yok.
Yaşlıların kibirli tavırlarıyla ilgili duyduklarınızın hepsi doğrudur. Biz kendimizi, o yaşlı suratlarımızın gerisinde, genç sanırız çocuk gibi tıpkı, son derece saf!
Gencecik, canlı ve güzel sayılabilecek bir gelinken, mutluyken, gözlerimin içi parlarken, bir pazar günü arabayla kırlara gezmeye çıktık, aslında istediği benimle sevişmekti, o da benim gibi utangaç ve toydu ama benimle sevişmek istiyordu, ayağımda çoraplarım ve yüksek topuklu ayakkabılarımla bir mısır tarlasının içine girip koşmaya başlamıştım, hiçbir zaman olamayacağım bir kadın tipini oynuyordum, Mary Lou Siskin’i belki de kocam Mary Lou’yu hiç görmemişti, nefes nefeseyken birden korkuya kapılmıştım; mısır saplarını döven rüzgarın sesiydi bu kimin olduğunu çıkaramadığım sesler, kupkuru, korkunç bir hışırtıyla bir şeyler fısıldıyorlardı sanki, beni yakalayıp sarılmak istedi, ağlayarak ittim onu, Ne var? Tanrı aşkına ne oluyor? dedi sanki beni gerçekten seviyormuş, bütün yaşamını bana odaklamış gibi, bense bu aşkın ve ilginin karşılığını asla vermeyeceğimi biliyordum, Melisa’nın çirkiniydim ben, çocukların dönüp ikinci bir kez bakmadıkları bir kızdım, bir gün o da anlayacaktı, öğrenecekti nasıl da kazık yediğini. Onu İttim, Beni rahat bırak! dedim, bana dokunma! İğreniyorum senden! dedim.
Geriledi, yüzümü kapatıp ağladım.
Gerçi ondan sonra da hemen hamile kaldım. Daha birkaç hafta geçmeden.
Terk edilmiş evlerin hep bir öyküleri vardır, hep de hüzünlü öykülerdir bunlar. Ya çiftçiler iflas edip oradan taşınmaları gerekmiştir. Ya biri ölünce çiftlik bakımsız kalmıştır, kimse almak istememiştir çayın öbür yanındaki Medlock çiftliği gibi. Bay Medlock yetmiş dokuz yaşında ölmüş, Bayan Medlock çiftliği satmak istememiş, ilçe sağlık merkezinden biri gelip onu alana kadar orada yalnız başına yaşamıştı. Ne yazık, değil mi? demişti annemle babam. Zavallı kadın, demişlerdi. Bize asla, asla Medlock ağıllarının ya da çiftliğin yakınlarında dolaşmamamızı öğütlemişlerdi binalar çökmek üzereydi, Medlocklar içinde yaşarken bile çok ciddi tamir gerekmişti.
Bayan Medlock’un, kocasını ağıllardan birinin içinde ölü bulduktan sonra aklını kaçırdığı söyleniyordu; gözleri pörtlemiş ve dili dışarı sarkmış bir biçimde yatarken bulmuştu onu, aramaya çıkmış ve o durumda bulmuştu, hiçbir zaman da etkisinden kurtulamamıştı bu olayın, şoktan çıkamamıştı. Onu kendi iyiliği için (öyle demişlerdi) ilçe hastanesine yatırmaları gerekmişti, evle ağıllar da kapatılmıştı, her yeri yabanıl otlar, devedikenleri bürümüştü, baharda hindibalar, yazın pars zambakları çıkıyordu, oradan her geçişimde pencerelerin birinden bakan birini solgun, telaşlı bir yüz ya da dama çıkıp bacanın arkasına gizlenmeye çalışan kara bir gölgeyi görmeyeyim diye gözlerimi kısarak bakıyordum.
Mary Lou’yla ben, evin terk edilmiş olup olmadığını, yaşlı adamın öldüğü ağılın boş olup olmadığını merak ediyorduk, sürünerek gizlice gözlüyorduk, uzak duramıyorduk oradan; her defasında bizi korkutacak bir şey olana kadar biraz daha, biraz daha yakınına gidiyorduk, birbirimize tutunarak itiş kakış ormanın içinden geri dönüyorduk, ama bir gün, sonunda evin arka kapısına kadar gittik, pencerelerin birinden içeriyi gözledik. Mary Lou önden gitti, korkmadığını söylüyordu, orada artık kimse yaşamıyordu, kimse yakalayamazdı bizi, evin mühürlü olması önemli değildi, polis bizim yaşımızdaki çocukları tutuklamazdı nasıl olsa.
Ağıllara girdik, kuyunun üzerindeki tahta kapağı kaldırdık, içine taş attık. Kedileri çağırdık ama sevebileceğimiz kadar yakına gelmiyorlardı. Ağıl kedileriydi bunlar, sıska, hastalıklı görünümlüydüler, ilçedeki büroda Bayan Medlock’ın, evde on iki kedi beslediğini, onun için de evin kedi pisliklerinden geçilmediğini söylemişlerdi. Kediler yanımıza gelmeyince çok sinirlendik, onlara taş attık, tıslayarak kaçıştılar sefil, pis şeyler, dedi Mary Lou. Eğlence olsun diye Medlocklar’ın mutfağının üzerindeki katranlı kağıtla kaplanmış çatıya tırmandıktan sonra Mary Lou büyük çatının en tepesine de çıkmaya kalkınca, ben korktum.
Hayır, hayır, lütfen yapma, hayır Mary Lou lütfen, dedim, ama sesim öyle tuhaf çıkmıştı ki Mary Lou bana baktı, her zaman yaptığının tersine ne üstüme vardı, ne de dalga geçti. Çatı çok dikti, başına bir kaza geleceğinden emindim. Birden ayağının boşluğa gelip kayışını, düşüşünü görür gibi oldum, yüzündeki şaşkın ifadeyi, düşerken uçuşan saçlarını görür gibiydim, kimse tutamıyordu onu. Mary Lou bana bir çimdik atıp, Hiç de eğlenceli biri değilsin, dedi. Ama büyük çatıya da tırmanmadı.
Sonra Mary Lou’nun dediği gibi sırf eğlence olsun diye, iş olsun diye, ciğerlerimizi yırtana kadar çığlık atarak ahırda koşturduk, kırık çiftlik aletlerinin parçalarına, at koşum takımlarının deri parçalarına, saman yığınlarına çarpıp devirdik. Çiftlik hayvanları gideli yıllar olmuştu, ama hala keskin kokuları duyuluyordu. Kurumuş at ve inek pislikleri çamur gibi kokuyordu. Mary Lou, “Biliyor musun burayı yakmak geliyor içimden” dedi. Bana baktı, hen de “Tamam ne duruyorsun hadi yak o zaman” dedim. Mary Lou, “Yapamaz mıyım sanıyorsun? bir kibrit versene bana” dedi. Ben de “Kibritim yok biliyorsun” dedim. Şöyle bir bakıştık. Başımın üstünde bir şeylerin gümbürdediğini hissettim, boğazım, güleyim mi ağlayayım mı bilemiyormuş gibi gıcıklandı, “Delisin sen” dedim, Mary Lou küçümseyerek ufak bir kahkaha patlattı, “Deli semin, mankafa seni sınamak istedim ben."
Mary Lou on iki yaşına geldiğinde Annem ondan nefret etmeye, ondan vazgeçip başka kızlarla arkadaş olayım diye uğraşmaya başladı. Mary Lou’nun ağzı kokuyor, dedi. Mary Lou büyüklerine saygılı davranmıyordu kendi anne babasına bile. Annem Mary Lou’nun arkasından dalga geçtiğini, hepimizle ilgili ileri geri konuştuğunu düşünüyordu. Kötü kalpli, ukala ve açıkgözün tekiydi, bazen erkek kardeşleri kadar kaba saba davranıyordu. Neden başka arkadaş bulmuyordum ki? Bahçeye gelip heni çağırdığında neden hep koşa koşa gidiyordum? Alt tarafı Siskin’ler aşağı sınıftan beyaz bir aile, Bay Siskin’in arazisine baksana.
Kasabada, okulda etrafta başka kızlar varken Mary Lou bazen beni görmezden geliyordu, babası bizimkiler gibi çiftçi olmayan, kasabada yaşayan kızlardı bunlar. Ama otobüsle eve dönme zamanı geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi benim yanıma oturuyordu, yardım istediğinde ödevine yardım ediyordum, arada ondan nefret etsem de bana gülümser gülümsemez bağışlıyordum onu, “Hey Lissa, bana kızgın mısın?” diyordu, ben de sanki bunu sorması ayıpmış gibi suratımı ekşitip, hayır, diyordum. Bazen Mary Lou’nun kız kardeşim olduğuna inandırıyordum kendimi; birbirine benzeyen kardeşler olduğumuza inandırıyordum, Mary Lou da bazen ailesinden, o lanet olası ailesinden kaçıp benimle yaşamak istediğini söylüyordu. Ama bir gün sonra, bazen bir saat sonra huysuzlaşabiliyor, bana çok kötü davranıyor, neredeyse ağlatıyordu. Siskinler’in hepsi kötü huyludur, huysuzdur diye anlatıyordu herkese. Sanki bununla gururlanırmış gibi.
Saçları çok açık sarıydı, güneşte neredeyse beyaz gibi görünüyordu, onu tanıdığım günlerde arkadan sımsıkı örgülüydü saçları büyükannesi örüyordu ona, nefret ediyordu bundan. Çocukların o aptal, lanet resimli masal kitaplarındaki Gretel ya da Pamuk Prenses gibi oluyor, diyordu Mary Lou. Daha büyüyünce açık bırakıp uzatmaya başladı, neredeyse kalçalarına kadar uzattı. Çok güzeldi saçları ipeksi, parıltılı. Bazen Mary Lou’nun saçlarını görüyordum düşümde, ama rüyam karışıyor, uyandığımda uzun sarı ipeksi saçlı olan ben miydim yoksa başkası mı, hatırlayamıyordum. Yatakta öylece yatarken zihnimi toplamam zaman alıyor, sonra en iyi arkadaşım Mary Lou’yu hatırlıyordum.
Benden on ay büyüktü, iki üç santim kadar da uzundu, biraz daha kiloluydu ama öyle şişman, iri kıyım filan değildi, kollarının üstü erkek gibi sert, ufak kaslıydı. Gözleri ıslak cam gibi maviydi, kaşlarıyla kirpikleri beyaza yakındı, kalkık züppe bir burnu, Slavlara özgü elmacık kemikleri vardı, ağzı ruh durumuna göre yumuşak, aksi, sırıtık bir görünüm alıyordu.
Ama o yüzünü beğenmiyordu, yuvarlak buluyordu aydede surat, diyordu aynada kendine bakıp, aslında bal gibi de biliyordu güzel olduğunu büyük oğlanlar ona ıslık çalmıyorlar mıydı, otobüs şoförü kur yapmıyor muydu? “Sarı fıstık” diyordu ona, oysa bana hiçbir şey demiyordu.
Annem Mary Lou’nun evde kimse yokken bize gelmesinden hiç hoşlanmıyordu: ona güvenmediğini söylüyordu. Bir şey çalabileceğinden, burnunu evimizin girmemesi gereken bölümlerine sokmasından kaygılanıyordu. Bu kız seni yoldan çıkarıyor, diyordu. Ama hep aynı saçmalıkları dinlemekten sıkıldığımdan artık duymuyordum bile. Arayı iyice bozmaktan korkmasam, sen aklını kaçırmışsın, diyebilirdim ona.
Mary Lou, “Sen de nefret ediyorsun değil mi onlardan?annenden, benimkinden? Bazen içimden” dedi.
Ellerimle kulaklarımı kapadım, duymadım.
Siskinler’in evi bizimkine üç kilometre kadar uzakta, iç taraflarda yolun daraldığı bir yerdeydi. O günlerde yol asfaltlı değildi, kışın da hiç temizlenmezdi. Sarı silolarını hatırlıyorum, süt aldıkları ineklerin su içmek için geldiği çamurlu gölü, baharda gübre karıştırışlarını hatırlıyorum. Mary Lou’nun, bütün inekler geberip gitse keşke, deyişini hatırlıyorum her zaman bir hastalığı vardı hayvanların böylece babası pes eder, çiftliği satar da kasabada güzel bir evde yaşayabilirlerdi. O bunları söyleyince kırılıyordum tabii, beni bütünüyle unutuyordu çünkü, ardında bırakıp gidecekti. Duyulması olanaksız bir fısıltıyla, Cehennemin dibine git, dedim içimden.
Siskinler’in mutfak bacasından, odun sobalarından dumanların çıkışını, ta bayılana kadar tutulup sonra bırakılan nefes gibi, kış göğüne yükselişini hatırlıyorum.
Sonra o ev de boşalmıştı. Ama yalnızca bir iki hafta kapalı kalmıştı banka müzayedeyle satıvermişti. (Siskin çiftliğinin büyük bir bölümünün zaten bankaya ait olduğu çıkmıştı ortaya, hatta ineklerin bile. Demek ki Mary Lou baştan beri yanlış biliyordu ya da hiç bilmiyordu.)
Yazarken kırılan camların sesini duyuyorum, ayağımın altındaki camları hissediyorum. Bir zamanlar yasaklanan şeyleri yapan iki küçük prenses vardı, iki ktz kardeş. Ayakkabılarımın altındaki o korkunç çıtırtı hissi su gibi kaygan“Kimse var mı? Hey kimse var mı?”, mutfak duvarına asılı eski bir takvim, İsa'nın kan lekeli uzun beyaz giysili, yana düşmüş başına dikenler takılı, solmuş bir resmi vardı. Mary Lou bir dakika geçmeden beni evde birinin olduğuna inandırarak korkutacak, ikimiz kahkahayla çığlıklar atarak dışarıya koşup kendimizi kurtaracaktık. Vahşi, ürkütücü bir kahkaha, sonradan hiç çözemedim neyin komik olduğunu ya da neden öyle şeyler yaptığımızı. Pencerelerde ne kadar cam kaldıysa hepsini kırıyor, merdiven tırabzanlarına asılıp koparıyor, yüzümüze örümcek ağları yapışmasın diye başımızı içine çekerek kaçıyorduk.
Birimiz eskiden evin salonunun olduğu yerde bir kuş ölüsü buldu, bir sığırcıktı bu. Ayağımızla iterek çevirdik açık gözleriyle canlıymış gibi, buz gibi bakıyordu bize. Melissa, bu göz bana, usulca ve korkunç bir biçimde, sizi görüyorum, diyor.
Mintonlar’ın eski evinde olmuştu bu, çatısı yıkık, merdivenleri kırılmış bir taş evdi, eskiden kalma resimli kitaplardaki gibi tıpkı. Ev yoldan büyük görünse de, içine girince bizim evden daha büyük olmadığını görerek düş kırıklığı yaşadık, alt katta dört küçük odası, yukarıda dört oda daha ve dik tavanlı bir çatı katı vardı, çatının büyük bir bölümü yıkılmıştı. Ahırlar da oldukları yerde yıkılmışlardı; yalnızca taş zemin sapasağlam ayaktaydı. Arazi zaman içinde başka çiftçilere satılmış, uzun süre evde kimse yaşamamıştı.
Mintonlar’ın eski evi diyordu herkes oraya. Elk Creek’de, Mary Lou’nun cesedinin neden sonra bulunduğu yerdeydi.
Yedinci sınıfta Mary Lou sakıncalı bir erkek arkadaş edindi, bunu benden başka kimse bilmiyordu çiftlik yamağı olarak çalışan, okuldan terk, yaşça bizden büyük bir çocuktu. Ben biraz geri buluyordum onu konuşmasından değil, o açıdan yeterince hızlıydı, normaldi yani, ama düşünme hızı açısından. On altı ya da on yedi yaşındaydı. Adı Hans’tı; fırça kılı gibi dimdik sarı saçları vardı, suratı kaba, cildi bozuk, bakışları alaycıydı. Mary Lou, kasabada bazı çocuklara ya da genç erkeklere “deli olduklarını” söyleyen büyük kızlara özenerek, onun için deli olduğunu söylüyordu. Hans’la Mary Lou benim görmediğimi sandıkları zamanlarda öpüşüyorlardı, Mintonlar’ın evinin arkasındaki eski, yıkıntı mezarlıkta, dere kıyısında, Siskinler’in evinin önündeki yolun bitiminde göl kıyısındaki uzun otların olduğu yerde. Hans erkek kardeşlerinin birinin arabasını ödünç almıştı, her yanı dökülen eski bir Ford’du, ön tamponu telle tutturulmuştu, yan basamağı yere sürtünüp çiziliyordu. Biz yolda yürürken Hans kornasına basarak gelip duruyor, Mary Lou hemen atlıyordu, bense çekiniyordum çünkü beni istemediklerini biliyordum, canları cehenneme: ben de yalnız kalmak istiyordum zaten.
“Hans’la beni kıskanıyorsun sen” dedi Mary Lou, yenilir yutulur şey değildi bu ama hiçbir şey söylemedim. “Hans çok tatlı. Hans çok hoş. Söyledikleri gibi değil.” Mary Lou bunları kasabadan gelen büyük ve popüler kızların birinden kaptığı telaşlı, tiz, yapmacık sesle söylemişti. “O” Sonra gözlerini kısıp ne diyeceğini bilemeden gülümseyerek baktı bana, gerçekte o da Hans’ı pek tanımıyor gibiydi. “Basit biri değil” dedi parlayarak, “yalnızca çok fazla konuşmayı sevmiyor.”
Onca yıl sonra Hans Meunzer’i hatırlamaya çalışınca, gözümün önüne yalnızca kısa kesilmiş sarı saçlı, kepçe kulaklı, cildi bozuk, üst dudağına gölge gibi oturan cılız bıyıklı yapılı bir oğlan geliyor gözlerini kısıp, kırpıştırarak bana bakıyor, ondan nasıl korktuğumu biliyor sanki, ölüp de ortadan kalkmasını nasıl istediğimi, beni biraz ciddiye alacak olsa o da benden nefret edecekti kesin. Ama beni fazla ciddiye almıyor, bakışları sanki durduğum yerde kimse yokmuş gibi benden kayıp yana gidiyor.
Terk edilmiş evlerin hep bir öyküleri vardır ama bunların en kötüsü, bize üç kilometre kadar uzakta, Elk Creek Yolu’ndaki Mintonlar’ın evinin öyküsüydü. Bay Minton henüz kimsenin çözemediği bir nedenle karısını öldürene kadar dövüp, ardından 12 kalibrelik av tüfeğiyle kendisini öldürmüştü. Dediklerine göre içki bile içmeyen biriydi. Çiftliğinin durumu da hiç fena sayılmazdı, öbürlerinin durumuna kıyasla.
Her yanı sarmış asmaları ve yaban gülleriyle o yıkıntıya dışarıdan bakanın orada böyle bir şey yaşandığına inanması güçtü. Dünyada bazı şeyler, hatta insan eliyle yapılmış olanlar bile usulca kaderlerine terk edilebiliyorlar...
Hatırladığım kadarıyla ev terk edileli yıllar olmuştu. Arazinin büyük bir bölümü satılmıştı ama mirasçılar evle uğraşmak istememişlerdi. Satmak istememişler, yıkmak istememişler, içinde yaşamayı da kesinlikle istememişler, öylece boş bırakmışlardı. Eve üst üste bir iki tane GİRMEK yasaktır yazısı asılmıştı ama kimse ciddiye almamıştı. Serseriler evin içine girip zarar vermişlerdi, McFarlane’nin oğulları, bir Cadılar Bayramı gecesi samandan yapılmış eski ağılı yakmaya kalkmışlardı. Hans’la çıkmaya başladığı yaz Mary Lou’yla birlikte arka pencerelerin birine tırmanıp evin içine girmiştik pencerelere çakılan tahtalar çoktan gevşeyip düşmüştü kollarımızı birbirimizin beline dolayıp uyurgezerler gibi usul usul odaları dolaşmıştık, döndüğümüz her köşede gözlerimiz Bay Minton’ın hayaletiyle karşılaşmayı beklemişti. Evin içi fare pisliği, küf, çürük ve geçmişten kalma bir hüzün kokuyordu. Duvar kağıtları yerlerinden dökülmüş, alttan sıvalar görünmüştü, eski mobilyalar ters dönmüş, kırılmıştı, ayaklarımızın altında eski, sararmış gazete sayfaları ve cam kırığı vardı, her yer cam kırığıydı.
Güneş ışığı harap olmuş pencerelerden titrek, kesik şeritler halinde içeri dökülüyordu. Havada bir akışkanlık, bir canlılık vardı: toz zerrecikleri dans ediyordu. “Özür dilerim” dedi Mary Lou fısıltıyla. Belimi sıktı, birden ağzımın kuruduğunu hissettim, yukarıdan bir ses mi duymuştum, sanki biri karşısındakini inandırmaya çalışıyormuş gibi, tartışılıyormuş gibi ısrarlı hafif bir mırıltı öylece sürüyor, sürüyor, sürüyor ama dinlemek için kulak kesildiğimde ses kayboluyor, yalnızca yaza özgü o huzur verici sesler, kuşların, çekirgelerin, ağustos böceklerinin sesi duyuluyordu.
Bay Minton’ın nasıl öldüğünü biliyordum: av tüfeğinin namlusunu çenesinin altına dayayıp başparmağıyla tetiği çekmişti. Onu yukarı katta yatak odasında, başının büyük bir bölümü dağılmış olarak bulmuşlardı. Karısının cesedi de saklamaya çalıştığı yerde, yani kilerdeki sarnıçta, bulunmuştu. “Yukarıya çıksak mı, ne dersin?” diye sormuştu Mary Lou kaygılı. Parmakları buz gibiydi ama alnında boncuk boncuk terler görüyordum. Annesi saçını kalın, uyduruk tek bir örgü yapmıştı, yazın hep öyle yapardı zaten, ama aradan saçları çıkıyordu. “Hayır” dedim korkarak. “Bilmiyorum.” Merdivenlerin başında durakladık uzunca bir süre bekledik orada. “Boş verelim istersen” dedi Mary Lou. “Şu lanet merdivenler üzerimize filan yıkılır.”
Salonda, yerde, duvarda kan lekeleri vardı görebiliyordum. Mary Lou dalga geçerek, “Onlar yalnızca su lekeleri, salak” dedi.
Yukarıdan sesler geldiğini duyuyordum, yoksa ısrarlı, monoton tek bir ses miydi bu? Mary Lou’nun da duymasını bekledim ama o bir türlü duymuyordu.
Artık güvendeydik, artık geri çekiliyorduk, Mary Lou tövbe eder gibi, “Evet bu ev gerçekten özel” dedi.
Mutfaktaki yıkıntının içinde değerli bir şey bulur muyuz diye bakındık ama hiçbir şey yoktu yalnızca kırık porselenler, eski kırık dökük tencere tava ve yine sararmış eski gazeteler. Ama pencereden, zehirsiz ufak bir yılanın paslı su borusunun üzerinde güneşlendiğini gördük, uzunluğu boylu boyunca altmış santim kadardı. Çok hoş bakırımsı bir rengi vardı, pulları bir insanın kolundaki ter damlaları gibi parlıyordu; uyuyor gibi görünüyordu. İkimiz de ne çığlık attık ne de bir şey fırlatmaya kalktık öylece durup uzun uzun seyrettik.
***
Mary Lou’nun artık erkek arkadaşı yoktu, Hans’ın ayağı kesilmişti. Arada sırada eski Ford’uyla dolaşırken gördük onu ama o bizi görmezden geldi. Bay Siskin Mary Lou ile olan ilişkisini öğrendi, çok sinirlendi tam kafadan kontak biri gibi davranmıştı Mary Lou’nun anlattığına göre, kıza her türlü pis soruyu sormuş, her yaptığına karışmaya ve hiçbir dediğine inanmamaya başlamıştı, sonra da gidip Hans’ı sıkıştırmış, kızı iyice utandırmıştı. “Hepsinden nefret ediyorum” demişti Mary Lou, yüzü kan oturmuş gibi kapkara bir halde. “Keşke”
Bisikletlerimize atlayıp Minton çiftliğine gidiyorduk, oraya varmak için tarlaların içinden dolanıyorduk. En sevdiğimiz yerdi orası. Bazen yanımızda yiyecek bir şeyler, kek, muz, şeker de götürüyor, girişteki kırık taş basamaklara oturuyorduk, o evde yaşayan iki kişi gibiydik, orada yaşayan, evin önünde piknik yapan iki kız kardeştik sanki. Arılar, sinekler, sivrisinekler vardı ama elimizle onları kovalıyorduk. Gölgede oturuyorduk, güneş ışınları çok güçlü olduğu ve doğrudan yansıdığı için tepemizden aşağı beyazımsı bir ısı tabakası iniyordu.
“Evden kaçmayı düşündün mü hiç?” dedi Mary Lou. “Bilmem” dedim huzursuz. Mary Lou eliyle ağzını silip gözlerini kısarak bana kötü kötü baktı. “Bilmiyorum” dedi beni taklit ederek incecik bir sesle. Üst kattaki pencerelerin birinden biri bizi izliyordu erkek miydi, yoksa kadın mı biri orada durmuş kulak kabartıyordu sıcak yüzünden ballı bir çiçek yaprağına yapışmış, içeri doğru emilip yok olmak üzere olan bir sinek gibi ağırlaştığım kendimi rüyada gibi hissettiğim için kıpırdayamadım. Mary Lou paket kağıdını buruşturup otların içine attı. O da rüyada gibiydi, hareketleri ağırlaşmıştı, esniyordu. “Kahretsin beni hemen bulurlardı. Sonra da her şey daha beter olurdu” dedi.
İnce bir ter tabakası sarmıştı bedenimi, yine de titremeye başladım. Kollarımdaki tüyler diken diken olmuştu. Evin ikinci katından bakan birinin gözüyle görüyordum ikimizi, taş basamakların üzerinde oturuşumuzu, Mary Lou bacaklarını iki yana açmıştı, örgülü saçları omuzlarına dağınık iniyordu ben izlendiğimizin farkında olduğum için gergindim, sırtımı kasmış ellerimle dizlerime sarılmış oturuyordum. Mary Lou sesini alçaltarak “Hiç kendine yani şeyine dokunduğun oldu mu Melissa?” dedi. “Hayır” dedim sanki neden söz ettiğini anlamamış gibi yaparak. “Hans yapmak istedi de” dedi Mary Lou. İğrenç görünüyordu. Sonra kıkırdamaya başladı. “Ona izin vermedim sonra başka bir şey daha yapmak istedi pantolonun önünü çözmeye başladı ona dokunmamı istedi. Ve”
Elimi ağzına kapatarak onu susturmaya çalıştım. Ama devam etti, ben hiçbir şey demedim, sonra ikimiz de kıkırdamaya başladık kendimizi tutamıyorduk. Daha sonraları bunların çoğunu hatırlayamadım bile, neden öyle heyecanlanıp yüzümün yandığını, gözlerimin neden sanki güneşe uzun bakmış gibi kamaştığını.
Eve dönerken Mary Lou, “Bazı şeyler öyle hüzün verir ki insanın demeye dili varmaz” dedi. Duymazdan geldim.
Birkaç gün sonra oraya yalnız gittim. Harap olmuş mısır tarlalarının içinden geçtim: saplar kurumuş, kırılmış, püsküller yakılmıştı, rüzgarın o hışırtılı nefesini şu an bile kulak verince duyuyor gibiyim. Heyecandan başıma ağrılar girmişti. İçimden, birlikte kaçıp Mintonlar’ın Evinde yaşama planları yaptığımızı kuruyordum. Elimde, yerde bulduğum, ağaçtan düşmüş ama hala yeşil ve filizli görünen bir söğüt dalı vardı, kırbaç gibi önüme çıkan her şeye vuruyordum onu. Kendi kendime konuşuyordum. Yüksek sesle gülüyordum. Beni bir gözleyen var mı diye de merak ediyordum.
Eve arka pencereden tırmanıp girdim, ellerimi kot pantolonuma sildim. Saçlarım enseme yapışmıştı.
Merdivenlerin başında oyun oynar gibi bir sesle “Kimse var mı?” diye seslendim, gerçi yalnız olduğumu biliyordum.
Kalbim, avuç içine hapsolmuş bir kuşunki gibi küt küt, hızla atıyordu. Mary Lou olmadan çok yalnız hissediyordum kendimi, geldiğimi ve korkmadığımı görsünler diye adımlarımı sıkı sıkı attım. Şarkı söylemeye başladım. Islık çalmaya başladım. Kendi kendime konuşarak söğüt dalıyla oraya buraya vurdum. Biraz sinirli bir biçimde yüksek sesle güldüm. Neden kızgın olduğumu bilmiyordum, biri bana yukarı çıkmamı söylüyordu fısıltıyla, merdivenler çökmesin diye de ortalarından yürümemi.
Evin içi, tabii insanın bakacak hali kalırsa, güzeldi. Kokuya da aldırış edilmezse. Ayak altındaki camlara, dökülmüş sıvalara, parça parça düşen lekeli duvar kağıtlarına. Uzun ince pencereler, yabanıl, ot bürümüş yeşil araziye bakıyordu. Odaların birinden bir ses duydum, ama bakınca yan yatmış bir koltuktan başka bir şey göremedim. Serseriler içini boşaltıp, yakmaya çalışmışlardı. Kumaşı çok kirliydi ama bir zamanlar güzel olduğu belliydi çiçek desenli ufak sarı çiçekler ve yeşil sarmaşıklar. Eskiden o koltukta bir kadın oturuyordu, muzip bakışlı iri yarı bir kadın. Kucağında örgüsü vardı ama örmüyordu, yalnızca gelen giden var mı diye pencereden bakıyordu.
Yukarı katın odaları havasızdı, öyle sıcaktı ki tenimin üşümüş gibi gıdıklandığını hissettim. Korkmuyordum! sert söğüt sopamla duvarlara vurdum. Odaların birinde yüksekte bir köşede eşek arıları büyük bir eşek arısı yuvasının çevresinde vızıldayıp duruyorlardı. Başka bir odaya girince, bu benim pencerem, diyerek nefes almak için sarkıp dışarı baktım, buraya yerleşecektim. Kadın bana, biraz uzanıp dinlensen iyi olur, diyordu, yoksa kalp krizi geçirebilirdim, kalp krizinin ne olduğunu bilmiyormuş gibi yaptım ama o bildiğimi biliyordu. Geçen yaz kuzenlerimden biri harman yaparken yere yığılıp kalmamış mıydı, yüzünün kabardığını, kızardığını yeterince oksijen alamadığı için giderek daha da hızlı nefes alıp verdiğini, sonra da yıkıldığını anlatmışlardı. Elma bahçesine baktım, elmalar fazla olgunlaşmıştı, çürük kokusunu duyabiliyordum, tatlı şarabımsı bir koku, gökyüzü, insanın yakına çekip dursa da bir türlü netleştiremediği bir görüntü gibi pusluydu. Bir kilometre kadar ötede hafifçe sallanan söğüt ağaçlarının arasından Elk Creek parlıyordu, pul pul göz kırpar gibi parlıyordu.
O pencereden uzak dur, dedi biri bana sert bir biçimde.
Ama hemen yapmadım dediğini.
Odaların en büyüğünde eski bir yatak vardı, paslı yayları çıkmış bir halde yere atılmış duruyordu. Onun da içinin kırpıkları çıkarılmıştı, üzerinde sigara yanığı izleri vardı. Kumaşın üzerinde pas gibi lekeler vardı, bakmak istemedim ama çarem yoktu. Bir keresinde Mary Lou’larda, okuldan sonra onunla birlikte eve dönerken bahçede güneşin altına serilmiş bir yatak görmüştüm, Mary Lou bana iğrenerek en küçük erkek kardeşinin yatağı olduğunu söylemişti yine yatağını ıslatmıştı, havalansın diye çıkarmışlardı dışarı. Sanki o leş gibi kokunun çıkması mümkünmüş gibi, demişti Mary Lou.
Yatağın içinde bir şey hareket ediyordu, kara parlak bir şey, hamam böceğiydi bu ama geriye kaçmamam gerekiyordu. O yatağa yatıp uyumak zorunda kaldığını düşün, dedi biri bana. Yoksa eve dönemeyeceğini. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı, başımın içi kan hücum etmiş gibi zonkluyordu. Tam yanımda bir sivrisinek vızıldıyordu ama ben onu kovamayacak kadar yorgundum. O yatağa yat, Melissa, dedi kadın bana. Cezalandırılman gerekiyor biliyorsun.
Dizlerimin üzerine çöktüm ama yatağın üzerine değil, yanına yere. Odadaki kokular dalga dalga iyice yakınıma geldi ama aldırmadım, uykudan başım düşüyordu. Yüzümden yanlarımdan kollarımın altından oluk gibi ter boşanıyordu ama aldırmıyordum. Elimin bir yabancının eli gibi yatağa dokunmak üzere usulca kalktığını, parlak kara hamam böceğinin sonra bir ikincisinin, üçüncüsünün, korkuyla kaçıştığını görüyordum ama ayağa fırlayıp çığlık atamıyordum.
O yatağa uzan cezanı çek.
Omzumun üzerinden baktım eşikte bir kadın duruyordu daha önce hiç görmediğim bir kadın.
Bana bakıyordu. Gözleri parlak ve koyu renkliydi. Dudaklarını yalayıp alaycı bir sesle “Bu evde ne yapıyorsun bakalım küçük bayan?” dedi.
Çok korkmuştum. Yanıt vermeye çalıştım ama konuşamadım.
“Beni mi görmeye geldin?” diye sordu kadın.
Yaşını tahmin etmeme olanak yoktu. Annemden yaşlıydı ama yaşlı görünmüyordu. Erkek giysileri vardı üzerinde erkek gibi uzun boyluydu omuzları geniş bacakları uzundu koca sarkık göğüsleri başka kadınlarınki gibi sutyenle kontrol altına alınmamış gömleğinin içinde inek memeleri gibi sallanıyordu. Erkek saçı gibi kısa kesilmiş kalın telle sert gri saçları yağdan perçem perçem yapışmış ayrılmıştı. Gözleri küçük koyu renkliydi, yuvalarına gömülü gibiydiler; göz çevresindeki etler morarmış görünüyordu. Daha önce hiç onun gibi birini görmemiştim kalçaları kocamandı, neredeyse benim vücudum kadardı. Pantolonunun belinden simit gibi yumuşak bir et yığını çıkıyordu ama şişman sayılmazdı.
“Sana bir soru sordum küçükhanım. Neden geldin buraya?”
Öyle korkmuştum ki, sidik torbamın kasıldığını hissettim. Yatağın yanına sinip ona baktım, hiçbir şey söyleyemedim. ' Bu kadar korkmam hoşuna gitmişti anlaşılan. Yanıma yaklaştı, eşikten geçebilmek için biraz eğildi. İyi niyetli pozunda bir sesle, “Beni görmeye geldin demek öyle mi, ha?” dedi.
“Hayır” dedim.
“Hayır!” dedi gülerek. “Tabii ki öyle canım.”
“Hayır. Sizi tanımıyorum.”
Bana doğru eğildi, parmaklarını alnımda gezdirdi. Canım acıyacak diye bekleyip gözlerimi kapadım ama eli soğuktu. Saçlarımı terden yapı$ yapış olmuş alnımdan geriye doğru okşadı. “Seni daha önce burada görmüştüm, seni ve ötekini” dedi. “Adı neydi onun? Sarışın olanın. Siz ikiniz yasak mülke girdiniz.”
Kıpırdayamadım, bacaklarım uyuşmuştu. Düşüncelerim hızla, ok atar, vızıldar gibi her yöne doğru hamle yapıyorsa da harekete geçemiyordum. “Melissa senin adın, değil mi” dedi kadın. “Peki kız kardeşinin adı ne?”
“O benim kız kardeşim değil” dedim fısıltıyla.
“Adı ne onun?”
“Bilmiyorum.”
“Bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum” dedim sinerek.
Kadın yarı iç geçirip yarı homurdanarak geri çekildi. Bana acır gibi baktı. “O zaman cezanı çekeceksin.”
Üzerinden kül kokuları geliyordu, soğuk bir koku. Sızlanmaya, kötü bir şey yapmadım, evin içindeki hiçbir şeye dokunmadım, yalnızca geziniyordum demeye başladım bir daha da gelmeyecektim zaten.
Bana dişlerini göstere göstere gülümsüyordu. Ben daha düşünemeden o düşüncelerimi okuyordu.
Yüzünün derisi soğan gibi kat kattı, sanki güneşte yanmış ya da bir deri hastalığı geçirmiş gibi. Yer yer soyulmaya başlamıştı. Canımı yakma, demek istiyordum. Lütfen, canımı yakına.
Ağlamaya başlamıştım. Burnum bir bebeğinki gibi akıyordu. Kadının yanından sürünerek geçeyim dedim, ayağımı atıp koşarak geçecektim ki kadın önümde durdu, yolumu tıkadı, üzerime eğilince nefesi yüzüme geldi, bir ineğinki gibi nemli, ılıktı nefesi. Canımı yakma, dedim, o da “Biliyorsun ki ceza görmeniz gerekiyor Senin ve güzel sarışın kardeşinin.”
“O benim kardeşim değil” dedim.
“Adı ne peki?”
Kadın kahkahadan sarsılarak üzerime eğiliyordu.
“Sesini çıkar, küçükhanım. Nedir adı?”
“Bilmiyorum” diye başladım. Ama sesim, “Mary Lou” diye çıktı.
Kadının koca göğüsleri beline kadar sarkıyordu, kahkahadan sarsılırken bu iyice belli oluyordu. Yine kızgın bir biçimde Mary Lou’yla benim çok kötü kızlar olduğumuzu, evinin yasak mülk olduğunu, daha önce bu çatının altına giren başkalarının canının yandığını bal gibi bildiğimizi söylüyordu.
“Hayır” diye başladım söze. Sesim “Evet” dedi.
Kadın üzerime abanarak güldü. “Şimdi, küçükhanım, ‘Melissa’ydı adın değil mi annen baban şu an nerede olduğunu bilmiyorlar değil mi?”
“Bilmiyorum.”
“Biliyorlar mı?”
“Hayır.”
“Sizi hiç tanımıyorlar ki zaten, değil mi? neler yaptığınızı, neler düşündüğünüzü? Senin ve ‘Mary Lou’nun yani.”
“Hayır.”
Uzun bir süre gülümseyerek bana baktı. Gülümseyişi içten ve dostçaydı.
“Sen de az uçuk değilsin küçük kız, ha, kendine göre de zeki sayılırsın, sen de o güzel kız kardeşin de. Eminim kıçlarınız ısınalı çok olmuştur sizin” dedi kadın, sigaradan sararmış iri dişlerini göstererek sırıttı, “... nazik küçük kıçlarınız.”
Kıkırdamaya başladım. Sidik torbam gerildi.
“Şunu ver bakayım bana, küçükhanım” dedi. Söğüt dalını parmaklarımın arasından aldı elimde olduğunu bile unutmuştum. “Şimdi cezanı verelim: pantolonunu indir. Külotunu indir. Minderin üstüne yat. Çabuk.” Heyecanlı konuşuyordu artık, işine kaptırmıştı kendini. Çabuk, Melissa! Külotunu dal Yoksa gelip ben mi indireyim istersin, ha?”
Sopayı sabırsızlıkla sol elinin avucuna vuruyor, dudaklarını ıslatarak azarlar gibi bir ses çıkarıyordu. Azarlayarak üstüme geliyordu. Yüzünün iri, sert kemiklerinin üzerine kaskatı gerili görünen cildi öbek öbek parlıyordu. Nemli, kara gözleri ufacıktı, kırışınca daha da ufalıyordu. Öyle iriydi ki dengesini sağlamak, düşmemek için dikkatlice eğilip kalkması gerekiyordu. Boğuk, heyecanlı nefes alıp verişini duyabiliyordum, her yönden rüzgar gibi çarpıyordu suratıma.
Dediklerini yaptım. Bunları yapan ben değildim sanki, yapılıyordu işte hepsi. Canımı yakma, dedim fısıltıyla, kollarımı öne uzatıp karın üzeri uzandım mindere, tırnaklarımı döşemeye geçirmiştim. Kıymıklı ham ağaç derime batıyordu. Sakın sakın acıtma canımı. Ah, lütfen! Ama kadının aldırdığı yoktu ılık ıslak nefesi iyiden iyiye hızlanmıştı, ağırlığından döşemeler gıcırdıyordu. “Şimdi küçükhanım, “Melissa”ydı değil mi bu bizim sırrımız olacak, tamam mı”
İşi bitince ağzını sildi, eğer kimseye söylememeye ve yarın ona küçük güzel kız kardeşimi göndermeye söz verirsem beni o günlük bırakacağını söyledi.
O benim kız kardeşim değil, dedim ağlayarak. Nefesimi toplayıp konuşabildiğimde tabii.
Sidik torbamı kontrol edemez olmuştum, daha kadın sopayla kalçalarıma vurmadan önce başlamıştım işemeye, sancılar içinde çaresiz, ağlaya ağlaya işiyordum, sonra kadın, neden aciz küçük bir bebek gibi altını ıslatıyorsun bakayım, diyerek beni azarladı. Pişman olmuşa benziyordu biraz, kenarda durup geçmemi bekledi, çabuk git buradan! Evine git! Sakın unutma!
Arkamdan attığı kahkahayı duyarak odadan çıktım merdivenlerden koşa koşa hızla indim sanki hiç ağırlığım yoktu alt tarafımda bacaklarım yok gibiydi hava suydu sanki ve ben de yüzüyordum evden koşarak çıktım mısır tarlalarının içinden geçtim mısır tarlalarında mısır sapları yüzümü döverken ağlıyordum Çabuk git buradan! Evine git! Sakın unutma!
Mary Lou’ya Mintonlar’ın evinde başıma gelen ve sır olarak kalacak o şeyden söz ettim önce inanmadı bana dalga geçerek, “Hayalet miydi yoksa Hans mıydı?” dedi. Söyleyemem dedim. Neyi söyleyemezmişsin? dedi. Söyleyemem, dedim. Neden? dedi.
“Çünkü söz verdim.”
“Kime söz verdin?”dedi. Kocaman mavi gözleriyle hipnotize etmeye çalışır gibi baktı bana. “Sen pis bir yalancısın.”
Sonra yeniden neler olduğunu o sırrın ne olduğunu Hans’la bir ilgisi olup olmadığını sordu durdu Hans onu hala seviyor muydu? onun için deli oluyor muydu? Hans’la hiçbir ilgisi olmadığını söyledim, hiçbir ilgisi yoktu onunla. Hans konusundaki düşüncelerimi anlasın diye ağzımı yana eğdim.
“Kimdi o zaman?” dedi Mary Lou.
“Sana sır olduğunu söyledim.”
“Hadi oradan ne sırrıymış bu?”
“Sır.”
“Gerçekten sır mı?”
Titreyerek Mary Lou’ya arkamı döndüm. Ağzım canımı acıtan tuhaf bir gülüşle eğilip duruyordu. “Evet, gerçekten de sır” dedim.
Mary Lou’yu son gördüğümde otobüste benim yanıma oturmak istemedi, başını kaldırıp gözünün ucuyla bana haince, kibirli bir bakış atarak yanımdan geçti gitti. İneceği durağa geldiğinde bana fark ettirmek için oturduğum sıraya vurup eğilerek, “Ben kendim öğrenirim, senden de nefret ediyorum” dedi otobüsteki herkesin duyacağı kadar yüksek bir sesle “hep de ettim zaten.”
***
Bir zamanlar diye başlar peri masalları. Ama sonra biterler ve çoğunlukla gerçekte neler olup bittiğini, ne olması gerektiğini anlamazsınız, yalnızca size anlatıldığı kadarını bilirsiniz, sözcüklerin aktardıklarını. Artık öykümü bitirdiğime, beni bile şaşırtan, titrek, çocukça el yazımla defterimin yarısını doldurduğuma göre nihayet öykü bitti ama anlamını bilmiyorum. Yaşadıklarımı biliyorum ama bu sayfalarda neler olup bittiğini bilmiyorum.
Mary Lou bana o sözleri söyledikten on gün sonra ölü bulundu. Cesedi Elk Creek’te yolun ve Mintonlar’ın evinin üç yüz metre kadar uzağına atılmış bulundu. Gazetelerde dendiğine göre onbeş yıldır kimse yaşamıyordu o evde.
Mary Lou’nun öldüğünde on üç yaşında olduğu yazılıydı. Yedi gündür kayıptı, bütün eyalette arama başlatılmıştı onun için.
Mintonlar’ın evinde yıllardır kimsenin yaşamadığı ama bazen evsizlerin barındığı yazılıydı. Cesedin çıplak ve parçalanmış olduğu yazılıydı. Ayrıntıya girilmiyordu.
Bu çok uzun zaman önce olmuştu.
Katil (ya da gazetelerin hep dediği gibi katiller) asla bulunamadı.
Hans Meunzer hemen tutuklandı doğal olarak, polis sorgulamak. için üç gün eyalet hapishanesinde tuttu onu ama sonunda bırakmak zorunda kaldılar, gazetelerde dava açmak için yeterli delil bulunamadığı yazıldı ama herkes onun yaptığını biliyordu, o yapmıştı kesin değil mi? herkes biliyordu. Sonradan yıllarca söylendi bu. Hans gittikten Siskinler gittikten çok sonraları da söylendi bu, kimse bilmiyordu nereye taşındıklarını.
Hans yapmadığına yemin etti, Mary Lou’yu haftalardır görmemişti. Onun lehine ifade verenler onun yapmış olamayacağını çünkü artık altında kardeşinin arabasının olmadığını bütün gün çalıştığını söylediler. Tarlalarda deli gibi çalışıyordu polislerin yaptığını öne sürdükleri şeyi yapacak kadar bir süre kaybolmuş olamazdı ortadan. Hans da defalarca söyledi suçsuz olduğunu. Bu orospu çocuğunu asmak gerek, dedi babam, evsiz barksızlar, balıkçılar, herkes biliyordu Hans’ın yaptığını balıkçılar genellikle Elk Creek’e arabayla gidip kara levrek avlıyor, çayın kenarında ateş yakıp arkalarında çöplerini bırakıyorlardı bazen de çalacak bir şey bulmak için Mintonlar’ın evinin çevresinde de geziniyorlardı. Polis bu adamların üzerinde bazı araba plakaları bulmuş, onları sorgulamış ama hiçbir şey çıkmamıştı. Sonra Shaheen çöplüğünün yakınındaki katranlı kağıt kaplı evlerde yaşayan yaşlı deli keşiş vardı, herkes onun yıllar önce eyalet hastanesine yatırılması gerektiğini söylüyordu. Ama herkes gerçekte Hans’ın yaptığını biliyordu, Hans da olduğunca çabuk dışarı çıkıp ortadan kayboldu, yalan söylemedilerse ailesi de bilmiyordu nereye gittiğini, galiba yalandı ama hiçbir zaman kabul etmediler bunu.
Annem ağlayarak kollarında sallıyordu beni, ikimiz de ağlıyorduk, bana Mary Lou’nun artık mutlu olduğunu, cennette olduğunu, Yüce İsa’nın onu yanına aldığını söylüyordu, bunu biliyordum değil mi? Gülmek geldi içimden ama gülmedim. Mary Lou’nun erkeklerle dolaşmaması gerekirdi, Hans gibi kötü çocuklarla, diyordu Annem, öyle sessizce ortadan kaybolmaması gerekirdi bunu biliyordum değil mi? Annemin sözleri kafamın içini sel gibi dolduruyor, yıkıyordu, onun için gülme tehlikesi yoktu.
İsa seni de seviyor, bunu biliyorsun değil mi, Melissa? Annem bana sarılarak sordu bunu. Ona evet dedim. Gülemedim çünkü ağlıyordum.
Cenazeye gitmeme izin vermediler, çok korkarsın sonra dediler. Tabut kapalı bile olsa.
İnsan yaşlanınca çok uzun zaman önce olanları yakında olanlardan daha iyi hatırlar derler, öyle olduğunu gördüm ben de.
Örneğin bu defteri Woolworth’s’den ne zaman aldığımı, geçen hafta mı geçen ay mı yoksa birkaç gün önce mi, hatırlayamıyorum. Neden açıp yazmaya başladığımı, kendime ne gerekçe gösterdiğimi de hatırlamıyorum. Ama Mary Lou’nun eğilip kulağıma o sözleri söyleyişini hatırlıyorum. Mary Lou’nun annesinin birkaç gün sonra akşam yemeği saatinde bize gelip o gün Mary Lou’yu görüp görmediğimi sorduğunu hatırlıyorum tabağımdaki yemeği bile hatırlıyorum, kuru ufak bir öbek halinde patates püresi vardı. Mary Lou’nun araba yolunun girişinde durup ellerini birleştirip ağzına kapatarak beni çağırışını hatırlıyorum, annem nefret ederdi bu davranışından onun, tam alt tabakadan beyazlara yakışacak bir davranış derdi.
“Lissa!” diye çağırırdı beni Mary Lou, ben de yanıt verirdim, “Tamam, geliyorum!” Bir zamanlar.