Annesinin rahminden çıktığında, kalbi yaşam ve yemek için atan ufak
tefek, eli yüzü düzgün bir bebekti, kusursuzdu: el değmemiş yirmi
minyatür parmak, daha şimdiden keskin mikroskopluk tırnaklar; pembe
halka dizimli ufacık kulaklar; titreyip duran tehlikeye karşı daha
şimdiden tetikte ufacık bir burun. Gözleri bunlara oranla zayıftı,
şekil, nesne ya da renk ayrımlarından çok hareketi algılayabiliyordu.
(Belki de renk körüydü. Bu kusuru ona hiç gösterilmediği için metafizik
anlamda da ikinci bir “körlük” yaşıyor sayılırdı.) O bebek çenesi, alt
ve üst çeneleri sağlam, kaslı ve beklenmedik ölçüde güçlüydü. Çenelere
dizili minyatür dişler iğne keskinliğinde ve kusursuzdu. (Yakında kalan
dişleri de çıkacaktı.) Tuhaf bir eğimle kıvrılan kuyruğu pembe, tüysüz,
ince bir ip gibiydi. Bıyıkları daha iki üç milimse de ufak, ufacık bir
fırçanın kılları gibi titrek ve sertti.
***
Ne de güzel bir kız bebekti, Bebek-kız diye sesleniyordu ona sevgi dolu anne ve babası, dünyaya en yumuşak ama en tensel sevginin ateşiyle geldiği için kaderinde sevgiye boğulmak, sevgiden yenip bitirilmek vardı, incitmeden özenle kuvözüne konmuş Amerikalı bir Bebek-kız. Menekşe mavisi gözler, ipek gibi yumuşak incecik sarı saçlar, tomurcuğu andıran kusursuz dudaklar, küçücük hokka burun, beyaz tenli ırkın birbirine benzer yumuşaklığı. Gecekondu mahallelerindeki emziren annelere haber salınıp o tatlı, ağır balon göğüslerinden para karşılığı süt, anne sütü istendi, çünkü Bebek-kız’ın annesinin sütü gerektiği kadar bol gelmiyordu. Kuvözü, kirli havayı dışarı atıp ciğerlerine saf oksijen pompalıyordu. Öbür bebekler gibi sızlanması için hiçbir neden yoktu, bebek sesleri kulak tırmalıyor, sıkıntı veriyordu. Tropik yağmur ormanları gibi nemli ve ılık kuvöz havası içinde Bebek-kız gelişti, parladı, serpildi, büyüdü.
Annesi bile adını bilmezken nasıl da büyüdü! Gün geçtikçe nasıl ikiye, üçe, dörde katlandı kilosu! Bir kardeş sürüsünün içinden nasıl uyanık, tuttuğunu koparan, her an aç, obur biri olarak çıktı. Uyanık olduğu saatlerde hiç durmadan bir şeyler kemirmek alışkanlık mı olmuştu onda, yalnızca yenecek şeyleri değil, yenmeyeceği belli olan şeyleri de, kağıt, tahta, kemik, çeşitli tür ve kalınlıkta metaller ve daha neler, yoksa midesi kazınıyor ya da sırf kemirmeyi mi seviyordu, kim bilir? Şurası bir gerçek ki, kesici dişleri yılda on-on beş santim büyümeye başladı, o kadar ki beynine saplanıp ölmesine neden olur diye kestirtmek zorunda kaldı onları. Beyin zarıyla gelişen ileri bilişsel becerilere sahip olduğu için, bazı genel konularda akıl yürütebiliyordu: bu davranış istemli mi istemsiz mi; hayatta kalmak için neler yapılmalı; Doğa’nın etkisi altında kim doğal olmayan bir biçimde davranabilir ki?
Bebek-kız, kendini hiç bu türden sorularla sıkıntıya sokmadı. Camdan kuvözünde gram gram, kilo kilo bir yedi, bir uyudu, bir yedi, bir uyudu ve büyüdü çok geçmeden gamzeli dizleri camı zorlamaya, nefesi camı buğulandırıp matlaştırmaya başladı. Bu hızlı büyüme anne ve babasını sıkıntıya sokmuştu, yine de onun o gül gibi dişi güzelliğiyle, küçük sivri göğüsleriyle, yuvarlak kalçalarıyla, gamzeli göbeği ve baldırlarıyla, tarçın rengi kıvırcık cinsel organ kıllarıyla, bebekleri görünmeyen kalın kirpikli güzel gözleriyle gururlanıyorlardı. Bebek-kız’ın parmağını emmek gibi kötü bir alışkanlığı vardı, onun için parmağını iğrenç tatlı parlak portakal rengi iyot karışımıyla boyadıktan sonra zevkle karşısına geçip, ağzına alır almaz nasıl hoşnutsuzlukla tükürerek acıyla ağzını tuttuğunu izlemişlerdi. Ilık bir nisan günü, kuvözde Bebek-kız’ın dolgun bacaklarının arasından şarap kırmızısı koyu bir kanın aktığını görünce hepimiz çok şaşırıp isyan ettik, ama yapılacak bir şey var mıydı? Doğa’ya hükmedilemez, hatta ertelenemez, dedi Bebek-kız’ın babası.
***
O kadar çok kız ve erkek kardeşi vardı ki, küçük bir sokağı dolduracak kıpır kıpır bedenlerine, bir depoyu baştan ayağa sarabilecek oynaşmaları ve cıyaklamalarına bakınca, kendini bu dünyada sonsuzca çoğalmış, onun için de tükenmez' hissediyordu. Çünkü ölümden çok tükenme korkusunun, ölümlülerin başka bütün korkularından daha baskın olduğuna inanılır. Kan bağı taşıdığı yüz binlerce kız ve erkek kardeşinin olması güzel bir şeydi, ama bir yandan da hepsi de obur oldukları için bitmek bilmez bir kaygı yaratıyordu bu durum, ciyak! ciyak! ciyak! açlık bağrışları, sayılması olanaksız bir biçimde birbirine eklenip çoğalıyordu. Klik sesleri çıkaran çılgın ayak tırnakları üzerinde dimdik havada durmayı, gücü tükenene kadar koşmayı, düşmanlarının gırtlaklarını parçalamayı, zıplamayı, uçmayı örneğin kendini şehirdeki binalardan birinin tepesinden yandakinin tepesine, boşlukta üç metreye kadar atmayı böylece de peşinden gelenleri atlatmayı öğrenmişti. Gerektiğinde, kaçarken, canlı, daha kalbi atan av hayvanlarının etini yalayıp yutmayı öğrenmişti. Kemikleri kırt diye parçalarken çıkan sesin verdiği zevk çenesine ışık gibi yansıyordu, küçük beyni keyiften zonkluyordu. Hiç uyumuyordu. Kalp atışları her an ateşli birininki kadar hızlıydı. Köşelere sinmeyi, çıkışı olmayan yerlere saklanmayı bilmiyordu. Sonsuza dek yaşayacaktı! sonra bir gün düşmanları ona bir tuzak kurdular, en acımasız tuzaklardan birini hem de, küflü bir ekmekti tuzak, açlıktan etrafı koklayıp, cıyaklayıp titreyerek yemin üstüne atılıverdi, tam o anda bir yay yerinden çıkınca, ensesine hızla inen kol omurgasını kırdı, zavallı şaşkın kafası da uçuyordu az kalsın.
***
Ona yalan söylediler, bir doğum günü partisi dediler aile arasında. Önce törenle banyo yapıldı, sonra derisi yağlandı, istenmeyen bazı tüyler traş edildi, yolundu, güzel bazı tüyler de sarılıp kıvrıldı, kırk sekiz saat boyunca aç bırakıldı, sonra kırk sekiz saat oburca yemesine izin verildi, yumuşak derisini bir tel fırçayla ovdular, yaralarına keskin kokulu otlar bastılar, küçük klitorisi kesilip ahırda gıdaklayan horozlara atıldı, açık kalan dudaklar dikilip kapatıldı, fışkıran kan altın bir kadehte toplandı, fırlak ön dişleri kerpetenle düzleştirildi, uzun kanca burnunu bir avuç darbesiyle anında dümdüz ettiler, kemik ve kıkırdak daha güzel köşeli bir biçimde çıktı, sonra sıra Bebek-kız’ın yetmiş santimlik dolgun göğüslerini korseyle sıkıştırıp kırk beş santime indirmeye geldi, kaymak gibi kalçaları ve butları şişip ortaya çıktı, o muhteşem balon göğüsleri ortaya çıktı, iç organları göğüs kafesinin içine sıkışıp kaldı, önce nefes almakta güçlük çekti, dudaklarından ıslak pembemsi kabarcıklar geldi, sonra işi kavrayıp eski bir kum saatine benzeyen bedeni ve erkeklerin düşlerini ateşlemeye hazır bu yeni gücüyle keyfi yerine geldi. Elbisesi alımlı ve antikaydı, aslında cömert göğüs dekoltesi, daracık eteğiyle ona uçarı ve yapışkan bir görüntü veriyordu, gamzeli dizleri birbirine değip narin bilekleri acıdan titreyerek topal aksak yürüyordu; arkadan düz siyah dikişli incecik, şeffaf ipek çoraplarını tutsun diye siyah dantelden jartiyer takmıştı, incecik topuklu sivri burunlu beyaz sate'ın ayakkabıları alışana dek biraz ayağını vurduysa da, çok geçmeden havaya girip, utanmayı bilmeyen bir sürtük oluverdi. Ellerini küçük küçük çırparak kıkırdıyor, oynaşıyor, koca kıçını kıvırıyordu, meme uçları elbisesinin pullu göğsünde yer fıstıkları gibi sert ve dik görünüyordu, gözleri başı geriye yatırılınca gözleri kapanan taş bebeklerinki gibi pırıltılıydı, menekşe mavisini kesintiye uğratacak gözbebeği de yoktu. Bebek-kız, her an ayının birinden nasıl yararlanırım diye hesaplar yapıp, planlar kuran orospu takımından değildi, daha asil bir soydan geliyordu, isteyen soyağacına bakabilirdi, derisine bazı numaralar damgalanmıştı (sol butunun iç tarafına), ne kaybolur, ne karışır ne de kaçıp gidebilirdi kancık, pek çoğu kaçıp kayboluyor Amerika’nın içinde, hep okuruz ya gazetelerde. En keskin parfüme bulamışlardı onu.. erkekseniz, kanında yalnız o bir tek şeyin söndürebileceği bir ateş yanan normal bir erkek yani, koklamadan geçemezdiniz, doktor raporlarını çoğaltıp her yere dağıttılar, temizdi, hiçbir hastalığı yoktu, zührevi ya da başka türden, bakireydi, yüksek topuklarla gezinip, kızarıp sırıtsa da, parmaklarının arasından taliplerine bakıp bazen yanlış izlenim yaratsa da, hiç kuşku yoktu buna, zavallı Bebek-kız: o etli, dolgun, davetkar kan kırmızısı dudaklar, içimizdeki en kibar, gözü dışarıda olmayan erkeğe bile etli vajina dudaklarını anımsatıyordu.
İğrenç yaratık! Aşağılık hayvan bozuntusu! Öyle öfkeliydiler ki ona yaşıyor diye, bu şekilde yaratılmayı istemiş, kendi türünü kendi seçmiş, bağırsaklarında tifüs mikrobu, salyasında hıyarcıklı veba virüsü, dışkısında her türden zehir taşımaktan haince bir zevk alıyormuş gibi. Ölsün istiyorlardı, soyu bütünüyle yok olsun istiyorlardı, başka hiçbir şey yetmeyecekti öfkelerini bastırmaya, o kasabanın çöplüğünde gelişigüzel ateş ederlerken, o bir yerden ötekine sekerek saklanıyor, yanı başında mermi geldikçe patlayan pis kokulu çöp yığınının içinde, vahşi hayvanların çenelerinde kırt! diye ezilen kümes hayvanlarının kemikleri için suçluyorlardı onu, ellerinde hiçbir kanıt yoktu ama canlı canlı mideye indirilen domuzcukların leşleri için de suçluyorlardı onu. Ya On Birinci Sokak’ta giriş katındaki o dairede, annesi sigara ve süt almak için birkaç yüz metre ötedeki 7Eleven dükkanına gidip gelene kadar yirmi dakika yalnız kalan bebeğin başına gelenler Ah, Tanrım! Ah, ah, ah, hiç anlatmayın bana, duymak istemiyorum Ya ocak ayında soğuk bir gecenin orta yerinde, bazı elektrik kablolarının yalıtıcı çeperleri kemirildiği için başlayan ve kontrolden çıkan o yangın, nasıl onun suçu oluyordu bu, nasıl olabilirdi, her biri doymak bilmez bir açlık ve tükenmez bir kemirme güdüsüyle ortalarda dolaşan binlerce kardeşi varken nasıl kanıtlanabilirdi bu? Bir çocuk çetesi koca taşlarla, damdan dama çığlıklar atıp türküler çağırarak, peşine takılarak onu yaraladığında çaresizlik içinde tuğla duvarın öte yanına doğru sendelemiş, ayak tırnakları tutmayınca kayıp düştüğü halde iğrenç bir biçimde boşluğa bir hava boşluğundan beşinci kattan yere düştüğü halde düşerken öyle kulak tırmalayıcı tiz çığlıklar atmıştı ki havada savrulup dönerek kurşun gibi yere çakılmış, kırmızı gözleri korkudan ateş gibi yanmıştı, bu yaratık türü “korku” sözcüğünü bilmese de, korkuyu içinde taşır, bedeninde bulur, gerçi, neredeyse sizin benim gibi,
Onun da bedenindeki bütün hücreler yaşamaya odaklı, varlığının her bir kristal zerresi ölümsüzlük isteği taşır. (Canlıların bin yıllardır süren yaşam savaşı içinde yapılacak en iyi şey düşünmemek, Darwin öyle diyor.) İşte böyle düştü damdan hava boşluğuna, burundan buta ölçülünce (kuyruğu sayılmıyordu çünkü kıvrık olmayınca, düz ve dik durunca kendi boyundan daha uzun geliyordu yirmi santim!) boyunun yaklaşık yüz katı yükseklikten düşmüştü, piç kurusunun dümdüz olduğunu sanmış, gülerek izliyorduk, onu ayaklarının üzerinde görünce kapıldığımız kızgınlığı ve öfkeyi bir düşünün! biraz sarsılmış ama yaralanmamıştı! kılına zarar gelmemişti! biz olsak, o düşüşten sonra sefil vücutlarımızdaki bütün kemikler kırılırdı, oysa o bıyıklarını oynatıp, kuyruğunu kıvırıp seğirtiveriyor! Kokuşmuş gece de kara bir su gibi ikiye yarılıp ona kalkan oluyor.
***
İşlek mevsim olmadığı için geceleri ucuza kiralanan Ulusal Savunma Silahları Deposu’nun mağaramsı, duman içindeki salonda şık giyimli adamlar kibar kibar sıralara oturmuşlardı; yüzleri rüyalardaki gibi silik, gözleri Bebek-kız’a dadanan yumuşakçalarınki gibi bulanık ve akışkan, parmakları apış aralarından sarkan puroların kalınlığında, pantolonlarının kumaşını zorlayan hayaları dev morumsu, olgun dev incirler kadar ağırdı. Evet ama bunlar özenle aranıp seçilmiş beyefendilerdi. Evet, ciddi adamlardı bunlar. Çoğu Silah Deposu’na mal almaya gelen alıcıları açıkça görmezden geliyordu, bira, kola içmeye, sosisli sandviç, karamelalı patlamış mısır yemeye pek zaman yoktu şu an, adamların gözleri ateşle Bebek-kız’a dikilmişti, Tanrım, şunun tadına bir baksak. Günümüzde evlenecek iyi bir kız bulmak kolay iş değil. Hayallerimizi eski moda kızlar süslüyor, ölmüş babamızın evlendiği kız bizim hayalimizdeki, ama onu nereden bulacağız? bugünün yoz dünyasında. Böylece Bebek-kız, tarçın rengi parlak buklelerini savurup göz alıcı bembeyaz dişleriyle tatlı tatlı gülümseyip dudak büktü, bugün için özel olarak hazırladığı güzel, uyaklı dizeleri nefes nefese, şarkı havasında ezberden okudu. Bebek-kız mücevher işlemeli bastonunu havada çevirdi. Bastonu Silah Deposu’nun kirişleri arasından döndürerek havaya attı, baston bu uçuşun doruğunda bir an için büyülü gibi kalıp sonra Bebek-kız’ın açık avuçlarına geri döndü sıralanmış izleyiciler hep birden çılgınca alkışlamaya başladılar. Bebek-kız da diz büküp selam verdi, kızardı, başını eğdi, durup çoraplarının dikişini düzeltti, küpesini düzeltti, kasıklarını çok derin kesen korsesini düzeltti, günlerce kıpkırmızı izi kalacaktı belli ki, Bebek-kız kıkırdayarak öpücükler gönderdi, güzel cildi iyice parıldıyordu, mezatçı elindeki mikrofonla konuşarak aralarda kurumla geziniyordu, adı Georgie Bick’di, kırmızı şeritli smokiniyle çok horozsu ve semiz görünüyordu, Hey, 5000 mi duyuyorum, 8000 mi dediniz, hadi bakalım 10, 10, 10.000, tuhaf, tiz, büyülü sesi hipnoz etkisi yaratmış ve artırmalar hemen başlamıştı, bir Japon beyefendi sol kulağının memesine dokunarak artırdığını işaret etti, türbanlı esmer bir bey kara parlak gözlerindeki bakışla işaret verdi, Hey, 15.000 mi duyuyorum, 20.000 mi duyuyorum, 25, 25, 25.000, böylece alımlı bıyıklı bir Alman bey evet demeden edemedi, Evet, Akdenizli bir bey, kafası sıfıra traşlı bir bey, Texas’lı bir bey, kıpkırmızı küt burnunun ucunu ovuşturan ter içinde iri kıyım bir bey, 30.000 mi duyuyorum, 35.000 mi duyuyorum, 50.000 mi duyuyorum, Bebek-kız’a göz kırpıp dirsekle dürterek platformun önüne getirmeye çalıştı, Hadi şekerim, şimdi utangaçlığın sırası değil, hadi tatlım, hepimiz bu gece burada bulunuş nedenini biliyoruz, utanmasana kancık, toy kancık seni, beyler şu kıvrımlara, şu memelere, her yerine bir bakın, başka yerleri de var tabii bakılacak, yam, yam, yam! Balkondan o ana kadar kimsenin görmediği beyaz saçlı, yakışıklı bir bey beyaz eldivenli eliyle işaret etti, Evet..
***
Savaş yorgunuydu, vücudu yara bereyle doluydu, her yerini kurtlu irinli küçük yaralar sarmıştı, bir zaman gururla dikili duran kuyruğu kangrenli, ucu çürüyüp kopmuştu, yine de metanetle, sızlanmadan tahtayı, kağıdı, yalıtım maddelerini, ince metal şeritleri kemiriyor; çenesini, dişlerini, bağırsaklarını, anüsünü şevkle çalıştırarak eskisi gibi iştahla yiyordu, sanki elindeki zaman da açlığı gibi sonsuzdu ve bütün dünyayı kemirip ardında yığınlarla ıslak, kara, derin izler bırakacak gibiydi. Ama Doğa başka bir komut verdi: ait olduğu türün ömrü ortalama olarak yalnızca on iki aydı o da her şey yolunda giderse. Bu mayıs sabahıysa Sullivan Street’deki bu yarısı boş eski tuğla binanın dördüncü katında işler inadına iyi gitmiyordu, birinci katta yöredeki pastacıların en ünlülerinden olan Metropol Pastanesi vardı, “Düğün Pastaları 1949’dan Beri Bizim İşimiz”, duvarda bir köşeye yerleşmişti, kuramsal olarak yenebilir olduğu bilinen bir parçayı (sokakta bir aracın altında kalmış, sonradan üzerinden geçen araçlar tarafından da ikiye bölünmüş türdeşinin sertleşmiş dümdüz olmuş kalıntısını) açlığın verdiği acıyla koklayıp gözlerini kısarak sinirle gıdım gıdım kemirmekteydi: dördüncü katta binlerce türdeşiyle birlikte yaşıyordu, Doğa’nın saçmalığıydı tabii bu, KAHVERENGİ ve SİYAH türler tek bir ad altında anılsa da, aslında KAHVERENGİ (daha büyük ve saldırgan olan) yerin alt bölgelerinde yaşıyor, SİYAH ise (daha çekingen, daha felsefi olan) yiyecek peşinde koşmanın güç olduğu üst bölgelerde sürünüyordu. Yerken ya da yemeye çalışırken ipeğin yırtılması gibi bir ses duyuluyor, tüylü bir gövde uçarak yanına yaklaşıyor, hırlıyor, onunkinden daha uzun ve öldürücü kesici dişleri, pençeleri, pervane kolu gibi dönen arka ayakları var, korkuya kapılmış ufacık gövdesindeki her bir pire tetikte, varlığının her bir hücresi imdat çığlıkları atıyor, ama tüylü ay suratlı Sheba’nın acıması yok, gümüş renkli güzel bir tekir, sıcacık, sevgi dolu tavırları ve mırlamalarıyla sahiplerinin çok hoşuna gidiyor,ama bu mayıs sabahı burada, Metropol Pastanesi’nin bulunduğu bu eski tuğla binada, öldürmek, çenesiyle parçalamak, yemek hırsıyla yanıp tutuşuyor, ikisi böyle burun buruna kapalı olunca uluyup, çığlık atarak şah damarına atılabilirdi Sheba’nın, ama cadı Sheba onun şah damarına atlamıştı bile çoktan, pisliğin içinde çılgınlar gibi yuvarlanıyorlardı, Sheba’nın yalnızca korkunç dişleri değil, çılgın arka ayakları da öldürüyordu onu, yine de iyi bir mücadele veriyordu, kulağından üçgen bir parça et koparmıştı, ama çok geçti artık, Sheba ’nın o muazzam ağırlığıyla günün galibi olacağı belliydi, kendini savunmak için çığlık atıp ısırırken, Sheba gırtlağını koparmıştı bile, bağırsaklarını da deşmişti aslında, talihsiz bağırsakları vıcık vıcık ipler halinde ayağına dolanıyordu Sheba’nın, ne patırtıydı! ne bağrıştı! biri öldürülüyor sanırdınız! Ölüyordu gerçekten de, Sheba onu yalayıp yutuyordu, sıcak sıcak fışkıran kan, damar damar atan et gibisi var mıydı, Sheba o tokmak gibi ufacık kafaya dişlerini geçirmiş, kafatasım, kafatasının içinden beynini deşmişti, işi bitmişti, artık işi bitmişti. Açgözlü tekir (aç değildi aslında: sahipleri ona iyi bakıp iyi besliyorlardı kuşkusuz) bulundukları yerde onu yiyor, kemiklerini kıtırdatıyor, kıkırdağını çiğniyor, tüylü kuyruğunu parça parça, incecik pembe kulağını, romatizmalı gözlerini, kıl bıyıklarını ve tabii leziz etini yiyor. Sonra da izlerinden kurtulmak için kendini temizliyor.
***
Ne var ki: Zavallı Sheba, bağırsaklarında bir rahatsızlıkla yemek sonrası uykusundan istemeden uyandı, birdenbire kusma nöbetine girdi, bir makaradan çözülür gibi berbat bir biçimde kusmaya, Metropol Pastanesi’nin arka tarafındaki merdivenlerine çıkarak aşağı inmeye başladı, sızlanarak miyavlıyordu, ama kimse duymadı, vanilyalı kek hamurunun olduğu dev kazanlardan birinin üzerindeki kirişte sendeleyerek ilerledi, zavallı Sheba’nın bağırsakları sökülüyordu sanki, sökülen o’ydu tabii, o’nun sayısız parçası ve kırıntısıydı: sarsılarak öğürdü, boğulur gibi oldu, sonunda yarım ve çeyrek inçlik parçalara ayrılmış olan bıyıkları kusup çıkarabildi. Zavallı kedicik! kuyruğunu kıstırıp inleyerek evine koştu, sevgili sahibesi onu kucağına alıp sarıldı, azarladı, Sheba, nerelerdeydin? O akşam Sheba’nın yemeği erken verildi.
***
Deli gibi aşık Bay X, evlenmek için sırada bekleyenlerin en heveslisiydi. Damatların da en ayyaşı. Bebek-kız’ın pespembe suratını öpücüklere boğmuş, onu öyle sıkı sarmıştı ki Ah! ' diye bir ses çıkmıştı, bütün evlilik töreni davetlileri, en başta babası, keyifle gülüyordu. Bay X ağırbaşlı, yakışıklı bir yaşlı beydi. Öyle fiyakalı bir adamdı ki, “I Love ' You Truly” çalarken Bebek-kız’ı tutup cilalı dans pistine götürdü, ne de zarif dans ediyordu, ne ustaca yönlendiriyordu eşini, klapasında kan kırmızısı bir karanfil, gözlerinde kuru buzdan çentikler, bembeyaz dişlerini ortaya seren gülüşü, ne uyumlu hareket eden bir çifttiler, Bebek-kız annesinin, anneannesinin, onun da anneannesinin düğünlerinde giydikleri gelinlikle nefes kesen bir güzelliğe sahipti, alyansı da aile yadigarıydı, gelinin tarçın rengi buklelerini inci çiçekleri süslüyordu, Bebek-kız ağzının içinin kiraz kırmızısını göstererek gülüyor, Ah! diye inliyordu yeni kocası onu göğsüne çekip, dudaklarına kocaman bir öpücük kondururken. İri ve güçlü parmaklarıyla omzunu, göğüslerini, poposunu okşuyordu. Piskopos bizzat kendisi kutsadı onları. Bebek-kız Bay X’in dizindeydi, damat onu çileklerle, düğün pastasıyla besliyor, o da aynı biçimde damada çilek ve düğün pastası veriyordu, ikisi de birbirinin parmaklarını yalıyor, öpüşüp gülüşüyorlardı. Bebek-kız pastasını yerken içinden sert, damarlı, kılımsı bir şey çıkınca şaşakaldı, kıkırdak gibi, kemik parçası gibi ya da küçücük tel parçaları gibi bir şeydi bu, ama bu yabancı maddeyi ağzından çıkaramayacak kadar terbiyeli ve utangaçtı Bebek-kız: fark ettirmeden diliyle ağzının kenarına itiverdi, azıdişlerinin arkasına, öylece kalsın diye. Bay X ise, bir beyefendi olarak ağız dolusu pastayı şampanyayla yumuşatıyor; göz açıp kapanana kadar her şeyi mideye indiriyordu, Bu yaşamımın en mutlu günü, diye fısıldıyordu Bebek-kız’ın pembe kıvrımlı kulağına.
***
Bir davranışçı psikoloji deneyiydi bu, şartlandırma olayı, Scientific American’da yayınlanacaktı, büyük ses getireceğe benziyordu ama o’na hiç söz edilmemişti bundan, zavallı yaratık, izni filan da alınmamıştı. Ağlı tel kafesinde yarı aç bir halde zorunluluktan arka bacaklarını kemirirken, işkencecilerinden gelen en ufak harekete bile tepki göstermeyi hemen öğrenmişti, sürekli izlenen kalp atışları panikten iyice yükselmiş, sarılaşmış göz küreleri yuvalarına gömülmüştü, hemen birkaç saat içinde ruhunu sülfür dioksit gibi bir fizikötesi hastalık hali sarmıştı. İşkencecileri yine de devam etmişlerdi, çünkü doldurulacak düzinelerle grafik ve tablo vardı, onlarla genç asistan katılmıştı deneye. Türünün aptal yaratıklarına özgü “korku” ayarını ölçmek için, ona başının üzerinden sanal dumanlar püskürterek giderek artan bir şiddette şok uyguladılar, kürkünü kızgın iğnelerle deldiler, yumuşacık anüsüne kızgın iğneler batırdılar, kafesini fırının üzerine tutup yaptıklarını gözlerinden yaşlar gelerek izlediler, kafesini sarsıp sallayıp, saatte doksan mil kadar bir hızla döndürdüler, şartlanmayla yalnızca hareketlerine değil sözlerine de, sanki anlıyormuş gibi tepki verişini hayretle izlediler, en şaşırtıcısı da bu Scientific American'daki iddialı makalenin en çetin bölümü olacaktı kırk sekiz saat sonra nasıl hiç şaşırmadan, işkence yeniden başladı sanarak, aynı tepkiyi vermesiydi. (Tabii araştırmacıların bunu dışarıda değil, laboratuvarın içinde bilinçli olarak düşünmeleri koşuluyla) Önemli bir bilimsel buluş! ne yazık ki o’nun ölümünden sonra artık yinelenemeyecek. Yani bilimsel hiçbir değeri yok, deneysel psikoloji çevrelerinde bir espri konusu olarak kalacak.
***
Bay X, Bebek-kız’ına nasıl da hayrandı! onu kokulu köpük banyolarında keyifle yıkıyor, uzun dalgalı bukleli tarçın saçlarını fırçayla tarıyor, kur yapıp, dilini ağzına sokuyor, ateşli bir aşk gecesinin sabahında kahvaltısını yatağa getiriyor, kendi tıraş bıçağıyla ısrarla güzel bedenini saran şeftalimsi tüyleri, koltukaltında, bacaklarda ve kasıklardaki sert, göze hoş görünmeyen tüyleri tıraş ediyor. Haftalarca, aylarca. Ancak bir gün penisi iş göremeyince anlamıştı, Bebek-kız’ın gamzeli poposundan, göbeğinden, kocaman menekşe mavisi gözlerinden, büzük gül goncası dudaklarının Ah! diye abartılı iniltisinden çok sıkıldığını. Onun monoton, genizden gelen sesinin hassas sinirlerine dokunduğunu, davranışlarının midesini bulandırdığını anlamıştı, birkaç kez kimse görmüyor sanıp kıçının yağlarını kaşırken görmüştü onu, burnunu karıştırmaya da hiç çekinmiyordu, banyo o çıkınca hep osuruk ve dışkı kokusuyla dolu oluyordu, adet kanları aile yadigarı beyaz keten çarşafları lekeliyor, sert tüyleri lavaboyu tıkıyordu, sabah kalktığında nefesi eski ayakkabı içi kadar keskin kokuyordu, koca, kederli, soru soran dana gözleriyle ona bakıp, Ah, ne oldu hayatım, hı? Beni artık sevmiyor musun? Ne yaptım ki? diye sordu, ağırlığını onun dizlerine bırakıp bodur kollarını boynuna dolayarak et kokan nefesini, acımasızca, olduğu gibi yüzüne verdi, o da bacaklarını ayırınca Bebek-kız güm diye yere oturuverdi. Şaşkın ve canı yanmış bir halde ağzını açamadan baktı ona, elinin tersiyle Bebek-kız’a bir yumruk atınca burnu kanamaya başladı, Seni orospu seni! dedi homurtuyla, al bakalım, Hıh!
***
Çiftleşme, çiftleşme. Çiftleşme. Bir çiftleşme krizi. Erkekliğinin doruğunda düzineler, yüzler, binlerce yavrunun babası olmuştu, şu an cıyak cıyak oraya buraya seğirtiyordu hepsi de, her yerde ayak altında küçük böcekçikler, yemeğini yerken dirsek atıyorlar, hep birlikte üstüne çullanıyorlardı, evet, tam anlamıyla bir çete gibiydiler, bebekler ne de çabuk büyüyorlardı, bir gün bir inç, ertesi gün iki inç, bir sonraki gün dört inç, o ufacık kusursuz ayak parmakları, pençeler, kulaklar, bıyıklar, zarif kıvrımlı kuyruklar, kesici dişler, doymak bilmez bir iştah. Birden tepeden tırnağa bunun korkusuyla yıkandı: ölemem, sonsuzluğa çarpılmışım ben. Bu onun suçu değildi! Düşmanları şu an bile çevreyi ondan ve soyundan temizlemek için zehirli toz macun topaklarını hazırlıyorlardır, ama onun suçu değildi! Bir ateş bastı ona, ona ve kız kardeşlerinden bazılarına, belli ki neredeyse her gün, evet her gün, belki her saat, dinlenecek zaman yoktu, düşünecek zaman yoktu, iki inçlik bir şey, bir tür etten tokmak, kanlı pis, sıcak bir çubuk, piston hızında, yorulmak bilmeden, arka bacaklarının arasındaki yumuşak kesesinden dışarı çıkıp duruyordu, evet, direnecek gücü yoktu, kemirmekten daha kaçınılmazdı neredeyse, daha azaplı bir zevk, bir yükten başka bir şey değildi! onun için de masumdu! Ama ona karşı planlar kuran düşmanları aldırmıyorlardı buna, o en lezzetli, şekerli, hamurlu, ekmek kıvamında, akıl almaz lezzetteki topakları acımasızca, soğukkanlılıkla yerleştiriyorlardı, daha uyanık davranmalıydı (değil mi?), ama direnemiyordu ki, cıyaklayan kıpır kıpır yavrular denizinin içinde zorla ilerlerken, fokur fokur bir denizin, kara dalgaların, dalga üstüne dalga, bir açlık nöbeti içinde yenen yemek, beslemekle görevli bir mekanizmaydı sanki karşısındaki, bu zavallı sefil yaratıkları bulundukları yerde öldürmeyip onlara vahşice bir susuzluk duygusu aşılayan şeytansı bir zehir, böylece yedikten kısa bir süre sonra o ve binlerce kızı, oğlu binadan panik içinde çıkıp su bulmaya, su içmeye, bu korkunç susuzluğu gidermeye koşturuyorlar, rıhtıma, ırmağa doğru gidiyorlar, insanlar onların gelişini görür görmez basıyorlar çığlığı, kara bir dalga halindeler, parlak gözler, bıyıklar, pembe, neredeyse tüysüz kuyruklar, su bulma telaşı içinde kimseyi, hiçbir şeyi görmüyorlar, nehirde bir bölümü boğuluyor, öbürleri zavallı bedenleri, önceden planlandığı gibi, suyla dolup, şişip, patlayana kadar içiyor, içiyor, içiyorlar. Kentin temizlik işçileri gaz maskeleri takıp leşleri, küçük leş dağlarını kürekle temizleyip çöp kamyonlarına atarken kötü söyleniyorlar, sonra da hortumla kaldırımları, sokakları, rıhtımları temizliyorlar. O ve soyu, bir gübre fabrikasında ezilip un ufak edilerek ticari amaçla evlere satılacak. Zehirden hiç söz edilmeden tabii.
***
Bay X evliliklerinin ilk yılında karısına karşı gizemli ve giderek artan bir biçimde kayıtsızlaşmaya başladı, eve (kendi deyimiyle) “iş arkadaşları”nı getirip Bebek-kız’ı gösteriyor, banyoda röntgenleterek, kulağına ahlaksız sözler fısıldatarak, dokundurarak, kucaklatarak Bebek-kız’ı taciz ettiriyordu hem de kendisi çoğunlukla puro içerek soğukkanlılıkla izlerken! Bebek-kız başlangıçta şaşkınlıktan bir şey anlamadı, sonra onur kırıklığı ve üzüntüden gözyaşlarına boğuldu, kurtulmak için zalime yalvardı, ardındansa bir öfke nöbetine kapılıp ipek giysilerini bir valize doldurdu, sonra küsüp küvette suyun içinde yattı, günler geceler geçti öfke nöbetiyle, bakıcısı ona zorla, düzensiz aralıklarla yemek veriyordu, gün ışığına, yeşilliklere çıkaracağına, Yılbaşı hediyeleri alacağına söz veriyordu, sözler veriliyor ve öylece kalıyordu, derken bir gün eşikte maskeli, deri asker giysileri içinde biri belirdi, eldivenli elleri kalçalarındaydı, belinde çivili kemeri, deri tabanca kılıfı ve tabancası, ayağındaysa parlak siyah deri çizmeleri, Bebek-kız hemen yerlere kapanıp, tarçın bukleli uzun saçları ayak bileklerine dolanarak, hevesle çizmelerin ucunu öptü. Acı bana, diye yalvarıyordu!incitme beni! seninim ben! hastalıkta ve sağlıkta, Tanrı önünde yemin ettiğim gibi! Maskeli adamın aslında Bay X olduğunu sanarak (doğal değil miydi öyle sanması, öyle bir durumda?), Bebek-kız kendi isteğiyle onunla birlikte büyük yatak odasına, dört yaftalı antika yatağa gitti, onun hırıltılı, baskılı, uzun ve acılı sevişmesine ses çıkarmadı, tabii buna, bu aşağılanmaya sevişme denebilirse! bu acıya! Ve en sonunda maskeli adam zafer edasıyla maskesini çıkarana kadar, Bebek-kız onun bir yabancı olduğunu Bay X’in, purosunu yakmış yatağın ucunda ayakta, sessizce izlediğini fark etmedi. Ardından bütün bu olanların verdiği şaşkınlıkla haftalar, aylar boyu “iş arkadaşları”nın ardı arkası kesilmedi, aynı adamın ikinci kez geldiği olmuyordu, Bay X ise giderek daha kabalaştı, beyefendiliğinden eser kalmadı, bir adam orada gerdek yataklarına sımsıkı bağlı, çaresiz yatan karısına eziyet ediyor, jilet keskinliğindeki tırnaklarını onun yumuşacık etine geçiriyordu, derisi yağlı, pullu bir adamdı bu, hindi gibi gıdıklı bir adam, kulağının birinin ucu olmayan bir adam, kel kafalı, kadavra gülüşlü bir adam, vücudunun her yanı egzotik dövmeleri andıran çiçek bozuğu yaralarla kaplı bir adam, Bebek-kız karşı koydukça dayak yiyordu ondan, üzerinde puro söndürülüyor, şamarla, tekmeyle girişiliyordu Bebek-kız’a, neredeyse nefessiz kalacak, boğulup ölecekti, boğazını tıkayan tükürüklere rağmen attığı çığlıklar, deli gibi vurup sarsmaları, upuzun yapışkan ip gibi akan kan Bay X’in hiç hoşuna gitmiyor, onu bir de bunun için, tıpkı bir koca gibi, ilgisiz davranarak fazladan cezalandırıyordu.
Açlıktan öylesine dönüyordu ki başı, bir tuğla yığınının gerisinde korkuyla düşmanlarından saklanırken kendi kuyruğunu kemirmeye başlamıştı önce duraksayarak sonra daha bir istekle, iştahla kendine engel olamayarak zavallı ince kuyruğunu, yirmi pembe el ve ayak parmağını ve içlerindeki yumuşak deriyi, arka bacaklarını, sırayla belinin arkasını, kaburgalarının etini, iç organlarını, göğsünü, pankreasını, beynini, her yerini kemiriyor, sonunda kemikleri tertemiz ortaya çıkıyor, iskeletinin o göz alıcı simetriliği ve güzelliği ortaya çıkıyor, uykusu gelmiştir artık, huzurlu ve yorgun bir biçimde patilerinin oynak küçük darbeleriyle kendini temizleyip, ılık eylül güneşinde kıvrılarak uykuya dalıyor. Bütün vücuduna dalga dalga yayılan derin bir soluk: eşsiz bir huzur duygusu.
***
Ne var ki: en sevdiği tuğlanın üzerine yatmış uyurken civarda yaşayan iki haşarı oğlan sürünerek yaklaşıyor, bir ağla yakalayıp, korku çığlıkları arasında, bir karton kutunun içine atıyorlar, üzerinde hava delikleri olan kapağı hızla kapatıp, bisikletle, beyaz saçları güzelce, özenle taranmış, zarif sesli bir beyefendiye teslim ediyorlar, adam onun için ikisine de beşer dolar veriyor, kutunun bir köşesine sinip oturuşuna bakıyor, ellerini keyifle ovuşturarak usulca kıkırdıyor, Eveet! çok sıkı bir tipe benziyorsun! Ve onu çok şaşırtan bir şey yapıyor beyaz saçlı beyefendi, yemek veriyor, ona yakından bakmak, vücudunun narin, kusursuz bölümlerini, özellikle de sipsivri kesici dişlerini incelemek için ense kökünden, öyle çok kaba bir biçimde değil ama tutup havaya kaldırıyor. Heyecanla ve hazla, dışarıdan duyulabilecek bir biçimde nefes alıp mırıldanarak, Evet, diyor. Galiba işime yarayacaksın evlat.
Zavallı Bebek-kız artık evin dışına çıkamıyordu, çoğunlukla da ikinci kattaki büyük yatak odasında kalmaya mahkûmdu, yine de övgüye değer bir irade ve iyi huylulukla yaşamının değişen koşullarına ayak uydurmayı başarıyordu. Gününün büyük bir bölümünü yatağa tembel tembel uzanıp tırnaklarını süslemekle, Bay X’in “iş arkadaşlarından birinin ya da ötekinin, bazen de ne yapacağı hiç belli olmayan Bay X’in kendisinin, romantik bir biçimde getirdiği pahalı çikolataları mideye indirerek televizyon seyretmekle geçiriyordu (en sevdiği program televizyon vaazlarıydı). Amerika’daki ev kadınlarının hep yaptığı gibi kendi kendine söyleniyor, yaralarını tedavi ediyor, dergilerden yemek tarifleri kesiyor, arkadaşlarıyla telefonda dedikodu yapıyor, kataloglardan sipariş vererek alışveriş yapıyor, Incil’ini okuyor, kilo alıyor, karamsarlaşıyor, gelecekten kaygı duyuyor, kaşlarını alıyor, cildine kokulu kremlerle masaj yapıyor, iyimser kalmaya çalışıyor, çabalıyordu. Evliliğinin bu rahatsız edici gidişini düşünmemeye çalışıyordu, çünkü Bebek-kız öyle sızlanıp dert yanan, dır dır eden kadınlardan değildi, ona göre değildi bunlar, işte bir gece Bay X eve gelip hızla yukarıya yatak odasına çıktığında, tam da o odada gerdek yataklarının dört pirinç demirine beyaz ipek kordonlarla bağlı yattığı gün, deve tüyü paltosunu zafer edasıyla açıp, Bak sana ne getirdim, hayatım! diyerek titreyen parmaklarla pantolonunun fermuarını indirirken, Bebek-kız’ın nasıl da şaşırıp korktuğunu tahmin edebilirsiniz, Bebek-kız inanamadan bakakalmıştı onun üzerine atlayışına ince bir çığlık atarak, gözleri kan çanağı, dişleri köpük içinde, parlak, sert kıvrımlı kuyruğu dimdik havada. Bebek-kız’ın çığlıkları yürek parçalayıcıydı.
Bay X ve (erkek) arkadaşları Bebek-kız’la O’nun (şifreli kısaltmalarda böyle geçiyordu adı) arasındaki ilişkiyi bilimsel bir nesnellikle izliyorlardı: çiftin başlangıçta birbirine inatla, hatta delice direnişini, Bebek-kız’ın Onunla birlikte yatağa bağlıyken, ağzına sokulu gagaya rağmen attığı çığlıkları, o mücadeleyi, yaptığı o akrobatça hareketleri, O’nun yetersizliğin verdiği öfkeyle hayvansı bir panik içinde böğürüşünü, ısırışını, pençe atıp sanki yaşamı tehlikedeymişçesine dövüşmesini, Bebek-kız’ın da güçsüz adalelerine, uyuşuk hareketlerine karşın yaşamı tehlikedeymiş gibi kavgaya asılışını! Saatlerce sürdü bu, bütün gece, bir sonraki gece, ondan sonraki gece. Ondan sonra da Burlingame Way’de, Bay X’in evinin bulunduğu güzel yerleşim bölgesinde, bu kadar ilginç bir şey yaşanmadı.
***
İstediği bu değildi, hayır, kesinlikle bu değildi istediği, Bay X elinde eldiveniyle orada üstüne gelirken küçük tüylü bedeninin olanca gücüyle direndi zavallı Bebek-kız o an onun pençeleri ve dişleriyle açtığı binbir yara ve bereden kanlar akarak, kanatları dümdüz açık, çaresiz yatıyordu, o da önce burun üstü, sonra ağız üstü, ardından omuz üstü, zayıf adaleli bedenini neden zorluyordu Bay X, neden orada neden içeride nefessiz kalıyor, boğulacak halde, kendini kurtarabilmek için dişlerini geçiriyor, ama Bay X yine de yatağın başında bekleyen arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında heyecandan titreyen ellerle derine, daha derine zavallı Bebek-kız’ın tombul kalçalarının arasında kan sıcaklığında zonklayan sert elastik tünelden içeri daha da içeri, açıkta yalnızca belinin arkası ve hemen altta arka bacaklarının ince tüylü ucu ve tabii ki yirmi santimlik pembe kuyruğu açıkta kalana dek, girmeye zorluyordu. Bedenini sımsıkı saran o etten duvarları telaşla kemirirken içinden neredeyse boğulacağı kadar çok kan kaynağı fışkırıyordu, zavallı Bebek-kız leğen kemiklerinin istemsiz kasılarak açılıp kapanışı yüzünden neredeyse yere serilmişti, eğer o da Bebek-kız da aynı anda bilinçlerini yitirmemiş olsalardı, bu mücadele nasıl sonuçlanırdı bilinmez. Şehvet bürümüş gözlerle başlarında bekleyen Bay X ile arkadaşları bile o gecelik ıstırabın bittiğine sevinmişlerdi.
***
Kurban edilirken, Rouen’de bağlandığı kazıkta, alevler acımadan her yanını yalayarak tepeye, en tepeye yükselip onu tüketirken, küle dönüştürürken, Jean d’Arc’ın coşku dolu bir sesle “İsa! İsa! İsa!” diye bağırdığı söylenir.
***
Peki bu pisliği kim temizleyecekti? Başı çatlarken, uyuşmuş butlarının arasına pet sokulmuş, yatak odası terlikleri ve sahte Japon işlemeli sabahlığıyla ayaklarını sürüyerek yavaşça yürürken, şişmiş çenesini, morarmış gözünü aynamsı bir yüzeyde görecek diye ödü koparak usul usul ağlarken. Tek avuntusu en azından odaların çoğunda televizyon oluşuydu, böylece, elektrik süpürgesinin gürültülü sesine rağmen, yalnız hissetmiyordu kendini: Rahip Tim vardı, Jessie Birader, sonra Alabamalı MacGowan. Bir avuntu oluyordu en azından. Çünkü Bebek-kız bütün dünyada onun ruh sağlığından en çok sorumlu olan erkeğin ellerinde yalnızca böylesi aşağılanıp utanca sürüklenmekle kalmıyor, hayal meyal anımsadığı bir fiziksel travmanın sonrasında yalnızca bitkin düşüp, bulaşıcı bir hastalığa, bir sağlık sorununa ve eski kadın hastalıklarının yeniden ortaya çıkması tehlikesiyle karşı karşıya kalmıyor yalnız bunlar değil, bir de ertesi gün ortalığı, pisliği toplama işi oluyordu başında, başka kim yapacaktı? Çarşafları, o kana bulanmış çarşafları yıkamak hiç de hoş olmuyordu. Elleriyle dizlerinin üzerinde halıdaki lekeleri çıkarmaya çabalıyordu (pek başarılı olamıyordu ama). Halıyı elektrikli süpürgeyle süpürüyordu. Çöp torbası dolunca, yenisini koymak tam bir belaydı her seferinde. Defalarca ateş gibi beyaz ağrı şimşekleri saplanıyor, başı dönüyor, perişan bir durumda bir yere oturup nefesini tutması gerekiyordu. Bacaklarının arasındaki pet, kan sucuğu gibi kopkoyu kana bulanmış oluyordu. Bütün gücüyle tencereyi ovarken tel elinde dağılıyor, Ah! aşkımıza ne oldu? diyordu gözyaşları içinde. İşte bir gece onu şaşırttı, o karamsar durumda, çocuklar Ja vardı işin içinde tabii, o gün neydi, Bebek-kız’ın doğum günü, tam da kimsenin hatırlamayacağını düşünerek kendine işkence ederken, restorana girişlerinde, şehirde pizza da yenebilen az sayıdaki iyi restorandan biriydi Gondola, çalışanlar kapıya dizili, Mutlu Yıllar! balonlar, yarı kızgın hep bir ağızdan, Unuttuk mu sandınız? Bebek-kız, erikli bir cin söyleyip hemen kafaya dikiyor, kıkırdayıp parmaklarıyla ağzını kapatarak ufak bir geğirtiyi engelliyor, sonra kocası çocuklardan birini azarlıyor, ama onun bu tartışmaya karışmaya hiç niyeti yok, lavaboya gidip insanı güzel gösteren pembe ışıklı aynada makyajını kontrol ediyor, bakıyor ki, evet, çok şükür, sol gözünün altındaki morluk kayboluyor, sonra tuvalet kağıdından kare parçalar koparıp klozetin üzerine yaydı ki, bulaşıcı bir hastalık kapmasın, AiDS’den beri Bebek-kız çok daha özenliydi, ardından tuvalete oturuyor, zihni bir an için mutlu, rahat, ta ki başını çevirip, başını öylesine, belki de varlığını hissettiği için çevirip, on beş santimden az bir uzaklıkta buzlu camlı pencerenin hafif puslu pervazında onu görüyor, kemirgenlere özgü o iri, kırmızı kırmızı kırpışan gözler, ah, Tanrım, bu fare mi, üzerine dikili bu gözler, kalbi deli gibi atıyor, durdu duracak. Zavallı Bebek-kız’ın çığlıkları binanın bütün duvarlarına siniyor