Bir ülke vardı, insanları kördü. Açıkağızları çoktu, açıkgözleri yoktu.
Paragöz, gümüşgöz, tepegöz gibi çeşitleri yoktu insanların. Sonradan
görmeleri de yoktu. Kimse görmüyordu, ama görmediğinin ayırdında olan da
yoktu. Gözlük, gözlükçü, dürbün, dürbüncü yoktu. Evlerde ayna, duvarlarda
pencere, dükkanlarda vitrin bilinmiyordu.
Göz diye bir organları olmadığı gibi, göz diye bir sözcükleri de yoktu. Onun için "Göz bakar, su akar!" atasözünü bilmiyorlardı. "Aferin aslan; gözüme girdin!" demedikleri gibi, "Yıkıl karşımdan, gözümden düştün!" de demiyorlardı. "Üzüm üzüme baka baka kararır"ı, "Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar"ı bilmiyorlardı. Kıyametleri çoktan kopmuştu, ayırdında değillerdi. "Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim?" gibi türküleri yoktu.
Ülkede kapı dinlemek vardı da, kapı deliğinden gözetlemek yoktu. "Ağlaya ağlaya gözüm kör oldu!" demiyorlardı. Beklemeyi biliyorlardı, ama "Gözüm yolda kaldı!" demeyi bilmiyorlardı. Konuşurken birbirlerine göz etmiyorlardı. Göz ilmek, nazar değmek gibi olayları olmuyordu. Hastalar göz göre göre değil, başka türlü ölüyordu. Yalanı kimse kimsenin gözüne baka baka söylemiyordu.
Ülke "Körler Ülkesi" olduğu, kimsenin gözü olmadığı, görmek olmadığı için, biri bir şey yerken öteki görmüyordu; böylece "göz hakkı" diye bir şey de doğmuyordu.
Herkes kördü, "aklı gözünde köylüler" de yoktu.
Doğru söyleyen, yukarıdakilerin gözüne diken gibi batmıyordu.
Göz yaşartıcı bombalar yoktu, gözyaşı bilinmiyordu.
Sözün kısası, bambaşka bir ülkeydi burası.
Bir gün, her nasılsa, gören bir kimse düştü buraya. Ama bu kimse, "Vardığın yerin iki gözü körse, sen de birini yumuver!" demiyordu. Kimsenin görmediği ülkede gören tek kimse olduğu için, herkes kendini sevecek, değeri bilinecek sanıyordu. Bir gün topluluk içinde, kendisinin gördüğünü, ötekilerin görmediğini, ülkenin körler ülkesi olduğunu, bu yüzden bazı iyilikleri kötülükleri görmediklerini söyleyiverdi.
"Görmek mi, o da ne?" diye bön bön sordular. "Nedir senin göz dediğin, görmek dediğin? Bizim dedelerimiz, ninelerimiz, babalarımız, analarımız, onların da dedeleri, nineleri, babaları, anaları bizim gibiydi. Yani biz soydan, kökten böyleyiz. Yüzyıllardır bu ülkede yaşarız, kimse bize gözden söz etmedi. Sen gelmiş 'göz' diyorsun. nerelisin sen?"
"Nereli miyim? Üstaçık köylüyüm. Gezip dolaşırken yolum buraya düştü. Baktım hiçbiriniz görmüyorsunuz. Benimse iki gözüm var. Bakınca önümdeki, sağımdaki, solumdakileri görüyorum. Uzaktaki, yakındakileri görüyorum. Kendi gözümdeki çöpü görüyorum. Önüme hendek çıksa görüyorum. Uzunu kısayı, inceyi kalını, haklıyı haksızı görüyorum. Kurdu, çakalı görüyorum. Güzeli çirkini görüyorum. Ama siz görmüyorsunuz. Bir çare düşünmelisiniz bu halinize."
"Önce gözü bilmelisiniz. Görmek diye bir şeyi kabul etmeli, bunca yararını anlamalı, sonra da nasıl gören insanlar haline geleceğinizin çaresini araştırmalısınız."
"Çok karışık bu anlattıkların! Göz diyorsun, görmek diyorsun, biz bunları şaka sanıyoruz."
"Hayır, şaka değil, ciddi söylüyorum. Görmek iyidir, görmek gibisi yoktur!"
Körler birbirine dürtüp çekildiler ordan. Çevik adımlarla evlerine, sokaklarına dağıldılar. Alışkın alışkın, hızlı hızlı gidiyor, bir yere çarpmıyorlar. Dal, budak, tel batmıyor bir yanlarına. İki dakika içinde toz oldular. Gören adam, tek başına kaldı ortada. Yalnızlıktan canı sıkılmaya başladı. Bir yandan da susayıp acıkıyor. Yürüdü, birkaç kapı çaldı. Kimse açmadı. Bağırdı çağırdı, kimse ses vermedi. "Az önce görmüyorlardı, şimdi de duymuyorlar, nere gideyim!" diye düşündü ortalarda.
Çok geçmeden bir adam geldi. Durdu yanında. Derken iki adam geldi. İlk gelen dedi ki: "Yürü bakalım!?"
"Yemeğe mi gideceğiz, çok acıktım?" dedi gören.
"Madem gözün var, nereye gideceğimizi görürsün, yürü!"
İte kaka alıp götürdüler. İnce uzun bir yoldan, çimenlik bir bahçeden geçerek, dağ gibi acayip bir yapının önüne geldiler. Yapının önü mağara ağzına benziyordu. İki yanında iki adam dikiliyordu. Bunlar pehlivanlar gibi yapılı adamlardı. "Yürüü!" dediler, tıktılar içeri. Hızlı hızlı yürüyorlardı. Nereye bastığını, nereye gittiğini bilmiyor gören adam.
"Bana bakın, hızlı gidiyorsunuz, önümü göremiyorum!"
"Niçin görmüyorsun? Hani gözlerin vardı?"
"Gözlerim var, ama karanlıkta göremem."
"Karanlık ne? Bir de karanlık mı çıkardın?"
"Demin aydınlıktaydık, şimdi karanlıktayız. Gündüz aydınlık olur, gece karanlık. Karanlıkta görülmez. Şimdi gündüz, ama içerdeyiz. Bu kapı hiç ışık almıyor. Işıksız da görülmez. Nedir bu girdiğimiz yer?"
"Ne olduğunu şimdi anlarsın, yürü!" dediler.
Karanlık bir tünelden geçerek, köşeler dönerek, inerek çıkarak bir yerde durdular. Kalabalıktı burası. Vağıl vuğul sesler geliyordu. "Geldi, gören adam geldi!" dediler. Sesler kesildi birden.
"Şefe haber verin!"
"Haberi var şefin!"
Değişik bir ses yükseldi:
"Yaklaş bakalım gören arkadaş!"
"Nereye? Görmüyorum ki! Zindan gibi içerisi!"
"Görmüyor musun?"
"Hiç görmüyorum."
"Görüyor dedilerdi senin için?"
"Evet ama aydınlıkta görüyorum."
"Nerden geldin sen? Ne arıyorsun buralarda?"
"Ben görenler ülkesindenim, geze dolaşa buraya geldim."
"Görmek diyormuşun, nasıl bir şey bu?"
"İki gözüm var, bakınca görürüm, ama aydınlıkta."
"Nasıl anlayacağız senin gördüğünü?"
"Bu karanlık yerden çıkmamız gerek."
Sustular. Fısıldaştılar birbirleriyle. "Peki, yürü madem!" dediler. Geldikleri yoldan dışarı çıktılar. Aydınlık, gözünü aldı gören adamın. Ayna gibi parlıyordu ortalık.
"Şimdi seni sınayacağız. Nasıl gördüğünü, bizden ayrı neyin olduğunu anlayacağız." dediler.
"Bunun sınanacak nesi var? Ben görüyorum, siz görmüyorsunu. Benim gözüm var, sizin yok."
"Anlat, ne işe yarar bunlar? Nedir görmek?"
"Size nasıl anlatayım? Ben bir varlığı karşıdan görür anlarım, siz dokunarak anlarsınız. Onun ta yanına varmanız gerekir. Şimdi sizin kaç kişi olduğunuzu dokunmadan görebiliyorum. Dört tanesiniz!"
"Peki, şimdi bazılarımız kollarımızı kaldıracağız, kaç kol kalktığını bileceksin." dediler. İki üç adım geri gittiler. Fısıldaştılar birbirleriyle. Kaldırdılar kollarını. "Kaç kol kalktı?"
"Bir iki üç. Beş kol! Beş kol kalktı."
Fısıldaştılar, ikisini indirdiler: "Şimdi kaç?"
"Şimdi üç kol."
Fısıldaştılar gene, ikisi çöktü: "Şimdi?"
"İkiniz çöktünüz, ikiniz ayaktasınız."
Biri cebinden bir çakı çıkardı: "Bu ne?"
"Çakı."
Biri yerden bir taş aldı: "Bu ne?"
"Taş."
Biri yere uzanıp ayağını kaldırdı."
"Şimdi ne görüyorsun?"
"Biriniz yattı, ayağını havaya kaldırdı."
Fısıldaştılar gene. Üçü birlikte on adım kadar gitti. Dört ayak yürümeye başladılar: "Şimdi ne görüyorsun?"
"Şimdi üçünüz uzağa gitti. Dört ayak yürüyorsunuz."
Şaşırdı körler: "Yahu sen sakıncalısın! Ta uzaktan bizim ne yaptığımızı biliyorsun!"
Toplandılar hemen. Tuttular kolundan. Karga tulumba az önceki karanlık yere götürdüler. "Bekle burda!" dediler. Bir bekçi koydular başına. Bekçi tuttu kolundan. Ötekiler gene o kalabalık yere vardı. Fısfıs fısfıs bir görüşme oldu. Gelip dar bir yere kapattılar göreni. Daha da karanlıktı burası. Biraz ekmek, biraz su verdiler. "Şimdi senin için karar verilecek, bekle!" dediler. Epey bir süre geçti. Bir adam geldi. Elinde bir şey tutuyor. Koydu yere. Görmüyor ne koyduğunu, ama bir çanta bu. İçinde birtakım araçlar var. Açtı adam çantayı. Araçları çıkardı: "Yat şöyle yere!" Yatırdılar göreni. Çantalı adam başladı göreni incelemeye.
Pabuçlarını çıkarıp ayaklarını inceledi önce. Ayaklarını, ayak parmaklarını tek tek yokladı. Ayakları tamamdı. Ayak bileklerine, dizlerine çıktı sonra. Buralarını da yokladı. Kalçalarını, baldırlarını, apışaralarını yokladı. "Buraları da tamam; bir bozukluk yok şimdilik." dedi.
Belinden yukarı, göbeğine, gövdesine geçti. Koltuk altlarını, kollarını, ellerini, bileklerini, el parmaklarını bir bir yokladı. "Yok bir bozukluk!" Sonra boynuna geçti. Çenesini, dudaklarını, dişlerini, diş etlerini, dilini, damağını yokladı. Burnuna geçti, burnunu yokladı. Burun deliklerini yokladı. "Bir bozukluk yok." dedi. Burnundan yukarı çıktı.
Sıra gözlerine geldi. Gözlerini yumdu gören adam. Öteki, gözlerini yokladı. Geçti burayı, kulaklarını yokladı, sonra saçlarına geçti, saçlarını yokladı. Yeniden gözlerine geldi. "Ne bunlar?" diye sordu.
"Bunlar, işte benim gözlerim! Yani ben bunlarla görüyorum. Bunlardan bende var, sizde yok."
Döndü adam, bir daha yokladı! "Hımmm." dedi. Kendi kendine birkaç kez: "Hımm hımm!"dedi. Sonra bir daha yokladı, gene "Hımmm!" dedi. Ötekilerle fısfıs etti, çantasını alıp gitti. İki adam kaldı başında.
Az sonra iki adam geldi. Kolundan tutup başka yere götürdüler göreni. Orda bir yatağa yatırdılar. Burasının neresi olduğunu bilmiyor karanlıkta. Az sonra elinde araçlarla iki adam geldi. Biri başını yerden biraz kaldırdı: "Şimdi sana bir su içireceğiz!" dedi. İçirdiler.
Sonra burnuna bir şey tuttular: "Kokla bunu!"
Kokladı. Ya bir saniye geçti, ya iki. Tık bayıldı gören. Ondan sonrasını bilemedi. Yarım saat mı, bir saat mı, baygın yattı yatakta. Kim bilir, belki de iki saat. Ayılıp kendine geldiği zaman gene karanlık bir yerdeydi. Başında fısfıs konuşmalar oluyor. Başının içinde uğultular var. Elleri kurşun gibi ağır, kalkmıyor. Ağzının içi kuru. Susuzluktan yanıyor.
"Kıpırdama. kurtuldun!" dediler.
"Ne kurtulması, nasıl kurtuldum?"
"Başının ortasındaki bozukluğu aldık. Bizler gibi doğru düzgün bir insan oldun!" dediler, okşadılar.
"Beni ameliyat etmiş olmayın sakın?"
"Evet. Bir ameliyat! Hünerli doktorlarımız yaptı!"
Anlatılmaz bir kederin içine gömüldü adam.
"Acıyor mu? Acıyorsa ilaç verelim?"
"Niçin aldınız gözlerimi? Gözsüz ne yapacağım ben?"
"Memnun olmadın mı?"
"Ne memnun olması? Beni kör ettiniz!"
"Yooo, kafanın ortasındaki şeyler kötü ediyordu seni. Bozuktun onlarla. Kurtardık seni. Doktorlarımıza teşekkür etmen gerek. Hele yaraların iyi olsun, o zaman anlayacaksın bu iyiliğimizin değerini. Çok sürmez, on gün sonra sargıları alırız."
Gören adam, o karanlık yerde bir süre yattı. Ama karanlıkta mı, aydınlıkta mı yattığını bilemedi. Her gün gelip sargıları değiştirdiler. İlaç sürdüler. On gün sonra sargıları aldılar. Kolundan tutup dışarı çıkardılar sonra. "Yürü!" dediler, yürüdü. "Otur!" dediler, oturdu. Birbiriyle fısıldaştılar. "Biz kaç taneyiz?" diye sordular. Başını o yana çevirdi, ama görmüyordu. "Görmüyorum!" dedi.
Fısıldaştılar gene: "Şimdi biz ne yapıyoruz?"
"Sormayın bana, görmüyorum artık!" dedi.
Başka denemeler, sınamalar yaptılar. Hiçbir şey görmüyordu. Sorduklarının hiçbirini yanıtlamadı.
"Tamam! İşte şimdi düzeldin, tıpkı bizim gibi oldun!" dediler. Şeflerine, "Tamam!" diye bilgi verdiler.
"Körler Ülkesi"ne düşen adam, bir süre bocaladı alışmak için. Alışıncaya kadar gözlerini çok aradı. Sık sık gözden, görmekten, biri yiyip biri bakmaktan, kıyamet kopmaktan, göze girmekten, gözden düşmekten, gözden ırak olunca gönülden de ırak olmaktan, sol gözün sağ göze yardımından, göz hakkından, göreceği gelmekten söz etti. Derken, "Göz görmeyince gönül katlanır." dedi, katıldı ötekilerin arasına. Evlendi.
Ama çocuğunun gözü vardı. Çocuğunun gözü olduğunu ötekilerden sakladı.
O ülkede doğum kontrolü yoktu. Doğum kontrolü hapları da yoktu. Görmeyi, gözü, görmenin önemini yeniden anımsadı. Evde yalnızken, yatakta beraberken karısına anlattı bunları. Fısfıs sesiyle, sabrı ve sessizliğiyle geceler ve gündüzler boyu öyle anlattı ki, karısı gözlü doğan çocuklarını yadırgamadı. Bunu başkalarına haber vermedi. Karı koca, "Gözlü gözlü çocuklarımız çoğalsın, körlerin çocuklarını batırsın!" diye çok seviştiler. Çocuklarını sabırla, sessizlikle büyütmeye başladılar.