Klimanjaro'nun Karları
Ernest Hemingway
Kilimanjaro karlarla örtülü 19.710 ayak yüksekliğinde bir dağdır,
Afrika'nın en yüksek dağı diye bilinir. Batı doruğunun adı Masai «Ngâi Ngâi»
dir, Tanrının Evi. Bu doruğun yakınında bir yerde kurumuş ve donmuş bir
leopar vardır. Leoparın bu yüksek yerde ne aradığını kimse çözememiştir.
«Ağrısız olması çok garip,» dedi adam. «Böyle başlar.»
«Sahi mi?»
«Yüzde yüz. Koku için çok özür dilerim. Rahatsız ediyordur seni.»
«Yo hayır, rica ederim.»
«Şunlara bak,» dedi adam. «Görünü mü, koku mu getiriyor onları böyle?»
Adamın yattığı portatif karyola mimoza ağacının geniş gölgesindeydi ve
gölgelik yerin ötesindeki baktığı göz kamaştırıcı aydınlık ovada pis pis
oturmuş üç büyük kuş vardı, bir düzineden fazlası da havada dönüp duruyordu,
oynak gölgeler düşürüyorlardı yere geçerken.
«Araba bozulduğu günden beri ordalar,» dedi adam. «Bugün ilk kez indiler
yere. Bir öyküde kullanmadığı hep isterdim, ama ilk bugün gözledim nasıl
uçtuklarını. Tuhaf değil mi?»
«Yazmağa kalkmazsın sanırım,» «Lâfını ediyorum sadece,» dedi adam.
«Konuşursam rahat ediyorum. Ama seni sıkmak istemem.»
«Sıkılmadığımı biliyorsun,» dedi kadın. «Elimden bir şey gelmiyor diye
sinirliyim de ondan. Uçak gelene değin yararlı bir şey yapabilirdik diye
düşünüyorum, senin için.»
«Ya da uçak gelmeyene değin.» «Rica ederim söyle, ne yapabilirim?
Yapabileceğim ; bir şey olmalı.»
«Ayağı kesip atsan bitebilirdi bu iş, gene de belli olmaz ya. Yahut
vurabilirsin beni. Keskin atıcı oldun artık. Öğrettim sana atışı, değil mi?»
«Ne olur böyle konuşma. Bir şey okuyabilir miyim sana?»
«Ne okuyacaksın?»
«Kitap çantamdaki okumadığımız kitaplardan birini.»
«Dinliyemiyorum,» dedi adam. «Konuşmak daha kolay bana. Vakit geçirmek için
kavga edelim.»
«Kavga etmem. Hiç istemem kavga etmek. Artık kavga etmeyelim. Ne denli
sinirli olursak olalım. Bakarsın bugün başka bir araba ile dönerler. Belki
de uçak gelir.»
«Kımıldamak istemiyorum yerimden,» dedi adanı. «Anlamı da yok artık, ama
seni rahatlatacaksa başka.» «Korkaklık bu.»
«Susun busun demeden rahatça ölmeğe bırakamaz mısın insanı? Bana sövmenin
âlemi var mı?» «Ölmeyeceksin.»
«Aptallık etme. Başladım bile ölmeğe. Şu piçlere sor bak.» iri, pis kuşların
oturduğu yere göz attı, çıplak basları kabarık tüylerin içine gömülü idi.
Bir dördüncüsü kurşun gibi indi yere ve sonra sallana sallana ötekilerin
yanına gitti.
«Her kampa gelirler. Aldın»a sen onlara. Umutsuzluğa düşmezsen kurtulursun.»
«Nerde okudun bunu? Tam bir ahmaksın sen.»
«Sen de benimle uğraşırsın.»
«Hay Allah,» dedi adam. «Yahu işim bu benim.»
Sonra uzandı, bir süre öyle kaldı ve ovanın titreyen sıcağı üstünden
çalılığın sonuna dek baktı. Ovanın sarısı içinde küçücük ve beyaz görünen
bir kaç yaban koçu vardı, ve daha ötede, bir zebra sürüsü gördü, yeşil
çalıların yanında bembeyaz. Bir tepeye karşı kurulmuş çok hoş bir kamptı bu,
güzel bir suyu vardı, ve hemen yanında, nerdeyse kurumuş bir su deliği ki,
sabahlan kum keklikleri uçuşurdu üstünde.
«Bir şey okuyayım, ister misin?» diye sordu kadın. Çadır bezinden bir
iskemlede oturuyordu, portatif karyolanın yanında. «Meltem çıktı.»
«istemem, teşekkür ederini!»
«Belki kamyon gelir.»
«Boş vermişim kamyona.»
«Ben boş vermiyorum.»
«Benim boş verdiğim çok şey önemlidir senin için.»
«O kadar değil Harry.»
«içmeye ne dersin?»
«Sana iyi gelmez sanırım. Bak, bütün alkollü içkiler yasak deniyor Black'te.
içmemen lâzım.»
«Molo!» diye bağırdı adam.
«Buyurun Bwana.»
«Whisky soda getir.»
«Başüstüne Bwana.»
Kadın, «içme!» dedi. «Umutsuzluğa kapılma diye bunu demiştim iste. Kötü olur
diyor. Ben de biliyorum, zararlı sana.»
«Değildir,» dedi adam. «iyi gelk bana.» Demek her şey bitti diye düşünüyordu
adam. Demek başka fırsat yoktu elinde bitirmek için. Demek böyle bitecekti,
içki için cebelleşerek. Sağ bacağında kangren başladığından beri hiç ağrı
duymamıştı ve ağrı ile birlikte bütün korkusu da çekip gitmişti, simdi bütün
hissettiği büyük bir yorgunluk ve öfkeydi, hastalığın sonu. Yaklaşan bu
sondan ötürü de çok az bir merak duyuyordu içinde. Gerçi yıllarca balta
olmuştu bu merak ona, ama simdi anlamsız bir şeydi artık. Yorgunluğun
kolayca onu bu duruma getirmesi ne garipti.
iyi yazacağına emin olana dek yazmayıp beklettiği şeyleri yazamayacaktı
artık. Ne de yazıp başarısızlığa düşmek vardı. Belki insan hiç bir zaman
yazamayacaktır da o yüzden boyuna geri bırakıyordur başlamayı. Hiç birini
bilemezdi artık.
«Keşke hiç gelmeseydik,» dedi kadın. Elinde bardak, dudaklarını ısırarak
bakıyordu adama «Paris'te böyle bir şey gelmezdi başına. Paris'i sevdiğini
söylerdin hep, Paris'te kalabilir, ya da başka bir yere gidebilirdik. Nereye
olsa giderdim ben. Nereye istersen giderim dediydim sana. Avlanmak mı
istiyorsun, Macaristan'a giderdik.»
«Lanet paran,» dedi adam.
«Haksızlık ediyorsun,» dedi kadın. «Benim olduğu kadar senindir de. Her şeyi
bıraktım, senin istediğin her yere gittim, ne istersen yaptım. Ama keşke
buraya hiç gelmeseydik.»
«Burayı sevdiğini söyledindi.»
«Evet, sen iyi iken söyledim. Ama şimdi nefret ediyorum buradan. Bacağın
neden böyle oldu anlamıyorum. Başımıza neden geldi bu, anlamıyorum.»
«ilk kaşıdığımda üstüne tentürdiyot sürmeği unuttum da ondan oldu sanırım.
Bugüne değin hiç mikrop kapmadığım için aldırış etmedim. Sonradan azması da
her halde öteki antiseptikler dökülünce o hafif fenollü suyu kullandık, o da
küçük kan damarlarını tıkadı ve kangren başladı.» Kadına baktı, «Başka ne?»
«Ben onu demedim.»
«Şu acemi şoförün yerine iyi bir usta tutsaydık, adam yağı kontrol ederdi,
kamyon da tutuşmazdı »
«Ben onu demedim.»
«Sen beni tutacağına, Old Westbury'li, Saratogalı, Palm Beach'li yere
batasıca adamlarım bırakmasaydın elinden...»
«Neden, ben seni sevdim. Haksızlık ediyorsun. Seni şimdi de seviyorum. Hep
seveceğim. Sen beni sevmiyor musun?»
«Hayır,» dedi adam. «Sanmıyorum. Hiç sevmedim.» «Harry sen neler
söylüyorsun? Aklını mı şaşırdın?» «Şaşıracak aklım kalmadı.»
«içme şunu,» dedi kadın. «Sevgilim, ne olur içme. Elimizden ne gelirse
yapmalıyız.»
«Sen yap istediğini.» dedi adam. «Ben yorgunum »
Şimdi o Karağaç'ta bir istasyonu gözünün önüne getiriyordu; kendisi de orda,
bavulları ile duruyordu, şu karanlığı yaran ışıklar Simplon Orient
ekspresinin ışıkları idi; Trakya'dan ayrılıyordu bozgun sonunda. Yazmak için
biriktirdiği şeylerden biriydi bu da, biri de suydu, sabahleyin kahvaltıda
pencereden dışarı bakıyor ve karlı Bulgar dağlarını görüyordu; Nansen'in
sekreteri, yaşlı adama, kar mı bunlar diye soruyor, yaşlı adam da bakıp
şöyle diyordu, Hayır, kar değil. Kar için daha çok erken. Ve sekreter, öteki
kızlara tekrarlıyor, değil, gördünüz mü? Onlar da, kar değilmiş, yanılmışız
diyorlar. Ama mis gibi kardı bu, değiştirilen halkı bu karlara sürdüler. Ve
o kıs, ölene dek ayaklan altında çiğnedikleri bu kardı iste. O yıl
Gauertal'da bütün Noel haftası boyunca yağan da kardı, oduncunun evinde
kalmışlardı o yıl, odanın yarısını kaplayan dört köşe büyük bir çini soba
vardı, içi kayın yaprakları ile doldurulmuş şiltelerde yattılar, ayakları
kar içinde bir kaçak geldi o karda. Arkamda polis var, dedi ve ona yün
çoraplar verdiler; candarmalar oyaladılar konuşmaktan, ta kardaki izler
kapanana değin.
Schrunz'da Noel günü kar öylesine parlaktı ki, meyhanenin penceresinden
bakıp da kiliseden dönenleri seyrederken insanın gözleri yanıyordu. Orada,
iki yanı çamlık dik tepelerle çevrili nehir boyundaki, kızaklardan
düz-leşmiş sidik sarısı yoldan geçip gitmişlerdi, ağır kayakları
omuzlarında; Madlener hanının üstündeki buzdağından aşağı bırakmışlardı
kendilerini yarışarak, gene orda; kar dümdüzdü krema gibi ve pudra gibi
hafifti. Kuş gibi aşağı düştüğünüzde hızın çıkardığı o sessiz cümbüşü
ansıyordu.
Madlener Hanında kar tutsağı olmuşlardı o korkunç .ipi yüzünden, lâmba
ışığında kâğıt oynamışlar, Her Lent her ütülüşünde ortaya konan para
arttırılıyordu. Sonunda her şeyini yitirdi. Her şeyini, kayak okulu
parasını, bütün bir mevsimin kazancını ve bütün ana parasını. Uzun burnu ile
kâğıtları toplayışını ye açısını, «Şans Voirs deyişini gözünün önüne
getirebiliyordu. Sonra hep kumar oynandı artık. Kar yağmaz kumar oynardın,
tipi başlar kumar oynardın. Yaşamında kumar oynayarak yitirdiği vakitleri
düşündü.
Ama bunun üstüne bir satır bile yazmamıştı; o parlak, soğuk Noel gününü de,
ovanın ötesinde görünen dağlarla; Johnson, izinli Avusturyalı subayların
trenini bombalamak için düşman hatlarının üstünden uçmuştu, onlar dağılıp
kaçışırken makineli tüfekle taramıştı tümünü. Sonradan Johnson'un yemekte
gelip olanı biteni anlatmağa başlamasını ansıdı. Nasıl da sessizlik olmuştu
birden, sonra biri söyle demişti, «Seni gidi kanlı katil piç seni.»
'Sonradan birlikte kayak yaptıkları Avusturyalılar geme bu Avusturyalılardı.
Hayır, onlar değildi. Bütün o yıl kayak yaptığı Hans sözgelişi, Kaiser
Jagers'dey mis. Ve bıçkıevinin yukarısındaki vadide tavşan avına
gittiklerinde Paseubio savaşından, Patrica'ya, Asalone'ye yapılan
saldırılardan konuşmuşlardı. Ve bunlar üstüne bir tek sözcük bile
yazmamıştı. Ne Monte Carlo, ne Siete Commun, ne . Arsiedo üstüne.
Voralberg'de, Arlberg'de kaç kıs geçirmişti? Dört, ve sonra Bludenz'e
girerlerken hani o tilkisini satan adamı ansıdı, hani hediye alacakları
günü, o iyi kirşin kiraz çekirdeği tadını, buzun üstüne toz gibi yağan karın
cümbüşünü, «Hi! Ho!» nakaratı ile söylenen türküleri, son düzlükten o keskin
uçuruma doğru gelirken kayağı doğrultması, sonra üç dönüşte yemiş
bahçelerini almağı ve hendeği atlayıp hanın arkasındaki buz tutmuş yolu
bulmağı ansıdı. Bağlarını çözüp kayakları vura vura çıkarır ve hanın tahta
duvarına dayarsınız, pencereden lâmbanın ışığı vurur, içerde, dumanlı, taze
şarap kokan sıcak odada akordiyon çalmaktadırlar.
«Paris'te nerde kaldıktı?» diye sordu, yanındaki çadır bezinden iskemlede
oturan kadına, şimdi, Afrika'da.
«Crillon'da. Biliyorsun.»
«Neye bilecekmişim?»
«Her zaman orda kalırız.»
«Yo. Her zaman değil.»
«Orda kalırız, bir de St. Germain'deki Pavilion Henri Quatre'da. Orayı çok
sevdiğini söylerdin.»
«Sevgi bir gübre yığınıdır,» dedi Harry. «Ben de üzerine çıkıp öten horoz.»
«Çekip gitmeği göze aldınsa,» dedi kadın, «arkanda bırakacağın herşeyi de
ille yok etmek mi lâzım? Herşeyi birlikte götürmen mi gerekli demek
istiyorum? Atını da, karını da öldürmek, eğerini, zırhını yakmak zorunda
mısın?»
«Evet,» dedi adam. «Senin o zıkkım par andı benim zırhım.»
«Yapma.»
«Peki peki. Sustum işte. Seni üzmek istemem.»
«Biraz geç kaldın ama.»
«Peki, öyle olsun. Ben de seni üzmeği sürdürürüm. Daha eğlendirici olur bu.
Seninle yapmaktan hoşlandığım tek şeyi de yapamıyorum şimdi.»
«Yok canım, doğru değil dediğin. Benimle çok şey yapmaktan hoşlanırdın, ben
de ne istedinse sen yaptım.»
«Aman bırak şu övünmeği allah aşkına.»
Adam kadına baktı, kadın ağlıyordu.
«Bak,» dedi adam, «hoş mu oldu şimdi bu? Neden böyle yaptığımı ben de
bilmiyorum, insanın kendini ayakta tutabilmesi için öldürmesi gerekli
sanırım. Başlangıçta öyle bir niyetim yoktu. Hır çıkarmak istemezdim Ama tam
bir deliyim şimdi ben, seni üzmek için elimden geleni yapacağım. Aldırma sen
söylediklerime sevgilim. Ben seni gerçekten seviyorum. Sen de biliyorsun
seni sevdiğimi. Seni sevdiğim gibi başka kimseyi sevmedim.»
Peynir ekmek gibi alıştığı bu yalana başvurdu gene.
«Bana ne kadar tatlı davranıyorsun.»
«Seni orospu,» dedi adam. «Zengin orospu. Şiir sanatı işte. Şiirle doluyum
şimdi. Çürümüşlük ve şiir. Çürümüş sik.»
«Yeter artık. Neden şimdi canavar kesiliverdin Harry?
«Hiç bir şey bırakmak istemiyorum,» dedi adam. «Arkamda hiç bir şey bırakmak
istemiyorum.»
Akşam olmuştu artık ve adam uymuştu. Güneş tepenin ardına çekilmiş, bütün
ovaya bir gölge inmişti ve bir takım küçük hayvanlar kampın yanına sokulmuş
yiyecek arıyorlardı; hızlı hızlı inip kalkan başlar, sallanan kuyruklar,
adam onları gözlüyordu şimdi, çalılıktan ötede. Kuşlar daha fazla kalmadılar
yerde. Tümü birden bir ağaca tünediler. Daha çoğalmışlardı şimdi. Adamın
işlerine bakan çocuk yatağın yanında oturuyordu.
«Memsahib ava gitti,» dedi çocuk. «Bwana ister bir şey? »
«Hiç bir şey istemem.»
Kadın bir parça et bulayım diye ava gitmişti, ve adamın, çevresini
seyretmeği ne denli sevdiğini bildiğinden, onun görebildiği bu küçük ova
parçasının erincini bozmamak için çok ötelere gitmişti. Hep böyle
dikkatlidir diye düşündü adam. Her şeyi de bilir, ya okumuştur, ya
duymuştur.
Kadının bir kabahati yoktu ki, adam ona geldiğinde zaten işi bitmişti. Bir
kadın nerden bilsindi söylenenin hiç bir anlamı olmadığını; sadece
alışkanlıktan ve rahatlamak için konuştuğunuzu? Artık ağzından ne çıksa
adamın, bir anlamı yoktu, yalanlan doğrulardan daha çok tutulmuştu
kadınlarca.
Anlatacak bir takını doğru şeyler olmadığından da değildi hani yalan atması.
Yaşamıştı yaşayacağınca ve tüketmişti, artık başka başka kimselerle yeniden
yaşıyordu aynı yerleri daha iyisinden ve yeni kimselerle.
Düşünmekten vaz geçtin mi en harikası oydu. için sağlamdır, bu yüzden de,
bir çoklarını yıkmış olan bu tutum sana zarar vermez, işimi yapamıyorsam
yapamıyorum diye boş vermiş bir davranış takınırsın, madem ki yapamıyorsun
artık. Ama içinden dersin ki, isterdim yazmağı bu insanları, bu zengin oğlu
zenginleri; sen ki onlardan değilsin hiç, onların ülkesinde bir casussun;
koyup gitmek isterdin zaten, yazmak isterdin ve bırak da bunları başka bir
bilen yazsın, dersin. Ama hiç yapamayacaktı bunu, çünkü yazmadan, rahatlık
içinde, tiksindiği bir yaşam sürerek geçirdiği her gün onun yeteneğini
köreltiyordu ve çalışma istemini gevşetiyordu, öyle ki, sonunda çalışamaz
duruma gelmişti. Çalışmadığı için de, bildiği bu insanların tümü daha da
rahata gömülüyorlardı. Yaşamının iyi döneminde kendini en mutlu bulduğu
yerdi Afrika, onun için de yeniden başlamak için buraya gelmişti. Hiç
şatafata kaçmadan girmişlerdi bu sefere. Bir sıkıntı yoktu, ama lüksleri de
yoktu ve bundan ötürü de eski alışkanlığımı bulabilirim diye düşünmüştü.
Vücudunun yağlarını yakmak için dağa çıkıp çalışan ve idman yapan bir
dövüşçü gibi ,o da bu yolla ruhunun fazlalıklarını atabilirdi,
Kadın da hoşlanmıştı bundan. Sevdiğini söylüyordu bunu. Heyecan verici her
şeyden, yeni insanlar ve güzel şeylerle dolu değişik bir çevreden
hoşlanıyordu. Adam da çalışma gücünü yeniden elde ettiği düşüne kapılmıştı.
Şimdi iş böyle bitti diye, böyle bittiğini de biliyordu, beli kırıldığı için
kendini sokan yılanlara dönmemeliydi. Kadının suçu yoktu bunda. O olmasa
başkası olacaktı. Bir yalanla yaşadıysa, gene o yalanla ölmeğe bakmalıydı.
Tepenin ardında bir tüfek sesi duydu.
Çok yaman vurucu idi şu iyi, şu zengin orospu, ona çok iyi bakan ve onun
yeteneğini mahveden kadın. Saçma. Yeteneğini kendisi mahvetmişti. Ona iyi
baktığı için bu kadım suçlamanın âlemi var mıydı? Kendisi, işletmediği için
mahvetmişti yeteneğini, kendine ve inandığı şeye ihanet ederek, ha babam içe
içe algısını körelterek, tembellikle, dalga geçmekle, züppelikle, kendini
beğenmişlikle, ne yapıp edip. Neydi ki zaten? Eski kitapların bk listesi mi?
Neydi onun yeteneği yâni? iyi bir yetenekti ama kullanacağına pazara
çıkarmıştı onu. Yaptığı değildi hiç, yapabildiği idi hep. Ve yaşamını
kazanmak için kalemini
seçeceğine, başka şeyleri seçmişti. Sonra yeni bir kadınla aşıkdaşlık etmeğe
kalktığı zaman, bunun öncekinden daha zengin olması da garip değil miydi?
Fakat ötekilerin tümünden daha zengin, ortadaki paranın tüm sahibi, bir
zamanlar kocası, çocukları, umut kırıklığına uğradığı aşıkları olan ve şimdi
onu övündüğü bir mal diye sevmiş olan bu kadını artık sevmemesi, ona sadece
yalan söylemesi; onu artık hiç sevmediği ve yalan söylediği zaman, parasına
karşılık ona, gerçekten sevdiği eski zamanlardakinden daha çok şey
verebilmesi tuhaf değil miydi?
Yaptıklarımızla değer biçmeli tümümüze, diye düşündü. Ama yeteneğin nerde
ise, yaşamım ordan kazanıyor-sundur. Bütün yaşamı boyunca, şu ya da bu
biçimde, canlılık satmıştı, ve sevgi bağları kalmayınca paraya daha çok
değer veriyordun, bunu anlamıştı, ama yazmayacaktı, ne şimdi, ne başka
zaman. Hayır, yazmayacaktı bunu, yazmağa çok değer olduğu halde.
Derken kadın göründü, açıklıktan kampa doğru geliyordu. Kilot pantalon
giymişti, çiftesi elindeydi. Arkası sıra gelen iki çocuk sırıkta bir yaban
koçu taşıyorlardı. Hâlâ gösterişli bir kadın, diye düşündü, çok hoş bk
vücudu vardı. Yatakta çok ustaydı ve bayılırdı bu işe, güzel değildi, ama
adam, yüzünden hoşlanırdı onun, korkunç okurdu kadın, ata binmeği, avı ve
fitiline içmeği severdi. Daha genç bk kadın sayıldığı yaşta iken ölmüştü
kocası, o da bir süre kendini yetişmiş iki çocuğuna adamıştı, çocuklar
kendilerini kurtarmışlardı, ondan sıkılıyorlardı, ahırından, kitaplarından,
içki şişelerinden. Akşam yemeğinden Önce okumağı severdi kadın ve okurken
viski soda içerdi. Daha yemeğe oturulduğunda adamakıllı kafayı tutmuş olur,
yemekte de bir şişe şarabı devirince sızıp uyuyacak denli sarhoş olurdu hep.
Aşıklar edinmesinden önceydi bu. Aşıklar edindikten
sonra öyle çok içmedi, çünkü uyumak için sarhoş olmağı gereksemiyordu. Fakat
aşıklar canını sıkıyordu onun. Onu hiç de sıkmayan biri ile evlenmişti ve bu
adamlardan çok sıkılıyordu.
Çocuklarından biri bir uçak kafasında öldü, bundan sonra istemedi aşıkları
olsun ve içki de onu avutmadığı için başka bir yaşam kurmak zorunu duydu.
Yalnızlık birden çok korkutmuştu onu. Fakat saygı nedir bilen birini
arıyordu.
ilişkileri çok sade başlamıştı. Yazdıklarını seviyordu adamın ve onun
sevdiği yaşama özlem duyuyordu hep. Tam istediği gibi yaşıyor, diye
düşünüyordu onun için. Onu elde etmek için adım adım yürümesi, sonunda ona
asık oluş biçimi, tümü kendine kurduğu bu yeni yaşamın düzenli gelişiminin
birer parçası idi, ve adanı da eski yaşamından ne kaldıysa elinden
çıkarmıştı.
Bunları güveni için, rahatı için elinden çıkarmıştı, bunda yadsınacak bir
yan yoktu, başka neden olsundu? Bilmiyordu. Kadın, istediği her şeyi
getirecekti ona. Biliyordu bunu adam. Çok da iyi bir kadındı. Önüne, hangi
kadın çıksa hemen işi pişirecekti, onunla olması daha iyiydi, çünkü o daha
zengindi, çünkü daha hoş ve anlayışlı idi ve çünkü hiç kavga çıkarmazdı,
iste şimdi kadıma kurmuş olduğu bu yeni yaşam sonuna geliyordu, çünkü iki
hafta önce adamın dizine bir diken battığında tendürdiyot sürmemişti, duran
bir geyik sürüsünün resmini çekmek için onlara doğru yürüyorlardı,
hayvanların, başları yukarda çevreyi gözlerken burun delikleri havayı
kokluyor, kulakları çalılığa dalmalarını sonuçlayacak ilk tehlike sesini
duymak için kirişte bulunuyordu. Resim çekilmeden de kaçıp gitmişerdi.
îşte geliyordu kadın.
Adam başını yattığı yerden kadına doğru çevirdi. «Merhaba,» dedi.
«Bir yaban koçu vurdum,» dedi adama, «iyi et suyu olur bundan sana. Bir az
da patates püresi yaptırırım. Nasılsın?»
«Daha iyiyim.»
«Ne iyi değil mi? Biliyordum bunu. Ben giderken sen uyuyordun.»
«Güzel bir uyku çektim. Çok uzağa mı gittin?» «Hayır. Tepenin hemen
arkasına, îyi vurdum ama koçu.»
«Harika vurursun zaten.»
«Seviyorum avı. Afrika'dan hoşlandım. Gerçekten. Bir sen hasta olmasan, en
güzel günlerim bunlar diyeceğim. Seninle avlanmanın ne denli zevkli olduğunu
bilmezsin. Sevdim bu yerleri.»
«Ben de severim.»
«Sevgilim, kendini iyi hissetmenin benim için ne denli tatlı bir şey
olduğunu bilemezsin. Bozulmana dayanamıyorum. Bir daha bana öyle sözler
söylemeyeceksin, değil mi? Söz verir misin?»
«Yo,» dedi adam. «Ne söylediğimi hatırlamıyorum.»
«Beni yıkman gerekmez. Değil mi? Ben sadece seni
seven ve sen ne yapmak istersen onu yapmak istiyen orta
yaşlı bir kadınım. Zaten iki üç kez yıkılmışım. Beni gene
yıkmak istemezsin, değil mi?»
«Seni bir kaç kez yatakta yıkmak isterim,» dedi adam.
«Olur. iyi bir yıkımdır o. Biz böyle yıkılmak için yaratılmışız. Yarın uçak
burda olur.»
«Nerden biliyorsun?»
«Eminim. Gelmesi şart. Ateş yakmak için otu, odunu hazırlamış çocuklar. Ben
bugün de inip gene baktım.
Uçağın inmesi için bol yer var. Her iki uçta da ateşi hazırladık.»
«Uçağın yarın geleceğini nerden çıkarıyorsun?»
«Eminim gelecek. Gecikti bile. Sonra kentte bacağına bakarlar, arkasından
biz de iyi bir yıkım yaparız. Kötü lâflarla değil.»
«Bir şey içelim mi? Güneş batıyor.»
«ille içecek misin?»
«Bir tane içerim.»
«Beraber içeriz bir tane. Molo, letti dui viski soda!» diye seslendi.
«Sivri sinek çizmelerini giysen iyi olur,» dedi kadına.
«Yıkanana kadar bekleyeceğim...»
Hava kararırken içiyorlardı ve iyice karanlık basmadan, artık avlanacak
kadar aydınlık kalmadığında, tepenin çevresini dolanmak üzere açıklıktan bir
sırdan geçti.
«Bu pis de her gece geçiyor burdan» dedi adam. «iki haftadır her gece.»
«Geceleri gürültü yapan o. Aldırmıyorum ben. iğrenç hayvanlar bunlar ama.»
Hep bir yana yatmaktan gelen rahatsızlıktan başka bir sancısı sızısı
olmadığı şu sırada, karşılıklı içerken, çocuklar ateş yakarken, ateşin
yansımaları çadır bezinde oynarken, o hoş kendini bırakışın tadını
duyabiliyordu. Kadın çok iyi davranıyordu ona. Öğleden sonra kabalık etmiş,
haksız davranmıştı. Hoş bir kadındı, gerçekten harikaydı, îşte tam o anda
duydu ölümün gelip çattığını.
Bir saldırıydı bu; ne suyun, ne rüzgârın saldırısına benziyordu. Aniden
bastıran uğursuz kokulu bir boşluktu bu. Ve en garibi bu boşluğun bir
kenarından sırtlan sürünüp geçiyordu.
«Ne var Harry?» diye sordu kadın.
«Yok bir şey,» dedi. «Öteye geçsen iyi edersin. Rüzgâra doğru.»
«Molo sargıyı değiştirdi mi?»
«Evet. Asit borikle yıkadım.»
«Nasılsın şimdi?»
«Biraz sersem sepet.»
«Ben yıkanmağa gidiyorum,» dedi kadın. «Hemen gelirim. Beraber yeriz yemeği,
sonra da yatağı içeri alırız.»
«Kavgayı kestiğimiz iyi oldu,» dedi adam içinden. Bu kadınla öyle çok kavga
etmemişti hiç, oysa öteki sevdiği kadınlarla o kadar çok didişmişti ki,
sonunda bu didişmelerin yozlaşması ile, aralarında ortak ne varsa elbirliği
ile öldürmüşlerdi hep. Çok da sevmişti, çok istemişti, ve tümünü yıpratıp
tüketmişti.
istanbul'daki o yalnız günlerini düşündü. Çekip gitmeden önce Paris'te kavga
etmişti sevdiği kadınla. Uzun süre avarelik etmiş, bu da geçince,
yalnızlığını yok edemediğini, üstelik büsbütün berbat ettiğini anlayınca,
ilkine, onu bırakan kadına, yalnızlığını yok edemediğini anlatan bir mektup
yazmıştı... Regence'ın önünde bir kadını ona benzettiği zaman nasıl
bayılacak gibi olmuştu, içinin eridiğini duymuştu ve onu andıran bir kadının
ardına düşmüştü. Boulevard boyunca, o olmadığını görünce korkmuştu, bu
duyguyu yitirmekten korkmuştu. Yattığı her kadın, nasıl da yalnız ona
duyduğu özlemi arttırıyordu. Onu sevmekten vazgeçemeyeceğini anlayınca
dargınlık nasıl da önemini yitirmişti. Bu mektubu Club'de yazmıştı, uyanık
ve soğukkanlı. Sonra New York'a postalayıp Paris'teki ofise yazmasını rica
etmişti ondan. Bu yol en emin yoldu. Ve o gece onu öylesine özlemek, içinde
bir boşluk, bir eziklik yaratmıştı. Taksim'e kadar dolaşmış, bir kız
yakalamış, yemeğe götürmüştü. Sonra dans etmek için bir yere gitmişlerdi.
Kız çok kötü dans ediyordu, onu bırakıp şapşal, sımsıcak bir ermeni karısı
bulmuştu, kadın göbeğim öyle bir yapıştırmıştı ki, kaynıyordu sanki. Bu
kadını, küçük rütbeli bir İngiliz topçu subayının elinden kavga ile almıştı.
Topçu onu dışarıya çağırmış, karanlıkta, sokakta taşların üstünde
dönüşmüşlerdi. İngiliz'in çene kemiğine iki sıkı yapıştırmıştı, yere
düşmediğini görünce çattık belâya demişti. Topçu da onun midesine
yapıştırmıştı, sonra da gözünün yanına. Bu sefer bir sol salladı ve oturttu.
Bunun üzerine topçu, üstüne atılıp ceketini yakaladı ve kolunu yırttı, o da
onun kulağının arkasına iki tane vurdu, sonra onu iterken sağı ile herifi
yıktı. Topçu yere düşerken önce basını vurdu, o da kızı alıp savuştu, çünkü
M.P. ler geliyordu. Bir taksiye atlayıp Boğaz'da Rumelihisarı'na gittiler,
dolaştılar gecenin ayazında ve yatmağa gittiler. Kadın göründüğü gibi bir az
geçkindi muamelede, ama pürüzsüz, gül yaprağı gibi, şurup gibi, yumuşak bir
karnı vardı, büyük göğüslüydü, kıçının altına yastık gerekmiyordu, sabah
aydınlığında yüzünü görmiyeyim diye kadını uyurken bırakıp Perapalas'a,
çürük bir gözle ve bir kolu koptuğu için ceketi elinde döndü.
O gece Anadolu'ya hareket etti, sonunda bir bir hatırladı bu yolculukta
geçenleri; bütün gün afyon için yetiştirilen haşhaş tarlalarından
geçmişlerdi, nasıl da garip bir duygu veriyordu bu, giderek bütün mesafeler
yanıltıyordu insanı, yeni gelmiş olan Konstantin'in, subayları, ile nereye
saldın yaptığı anlaşılmıyordu ve topçu kendi kıtalarına ateş açmıştı,
ingiliz gözlemci bir çocuk gibi ağlamıştı.
O gün ilk kez görmüştü, beyaz kısa eteklikli, ayaklarında uçları kıvrık,
ponponlu ayakkapları ile ölüleri. Türkler ardı arkası kesilmeden ve
yığınlarla gelmişlerdi, eteklikli adamların kaçtıklarını görmüştü, subayları
önce kendi askerlerine ateş etmişler, ama sonra onlar da kaçmağa
başlamışlardı, ingiliz gözlemci ile kendisi de ta , ciğerleri ağrıyana ve
ağzı madensel bir tat bürüyene dek koşmuşlardı, bir kayanın arkasında
durmuşlardı. Türkler . hep akın akın geliyorlardı. Sonra aklının hiç
almayacağı şeyler görmüştü, daha sonra daha beterlerini görmüştü. Öyle ki
Paris'e döndüğünde bunun hiç lâfını etmedi, konunun açılmasına bile
dayanamıyordu. Önünden geçtiği kahvede o Amerikalı ozanı gördü, masasında
bir yığın fincan altı birikmişti. O patates suratında aptal bir anlatım ile
dada akımını konuşuyordu. Romanyalı bir ozanla, adının Tristan Tzara
olduğunu söyliyen bu Romanyalı , hep bir monokl takıyor ve hep bas ağrısı
çekiyordu, sonra gene apartmanda karısı ile idi. Simdi onu seviyordu gene,
kavga bitmiş, çılgınlık bitmiş, eve döndüğünden memnundu, bürosu
mektuplarını evine yolluyordu. Böylece yazdığı mektubun karşılığı da bir
sabah tepsi içinde Önüne geldi, el yazısını görünce buz gibi oldu, mektubu
başka bir mektubun altına sokmağa çalıştı. Ama karısı, a kimden bu mektup
sevgilim dedi. Ve başlangıcın sonu oldu bu.
Tümü ile geçirdiği güzel zamanları ve yaptığı kavgaları hatırladı. Kavga
etmek için hep en iyi yerleri seçerlerdi. Niçin hep o mutluyken kavga
çıkarmışlardı? Bunların hiç birini yazmamıştı, çünkü önce kimseyi incitmek
istememişti, sonra da yazacak epey şeyi vardı, bunlara gelinciye değin. Ama
sonunda bir gün yazarım diye düşünmüştü hep. Yazacak öylesine çok şey vardı
ki. Dünyanın değiştiğini görmüştü; sadece olayları değil, evet bir çok olay
görmüştü ve insanları tanımıştı, ama anlaşılması güç, o çok ince değişikliği
görmüştü ve zaman içinde insanların ne kılıktan ne kılığa girdiklerini
hatırlayabiliyordu, içinde bulunmuştu, yakından görmüştü, göreviydi yazmak
bunları; ama şimdi hiç yazamayacaktı artık.
«Nasılsın?» dedi kadın.
Yıkanıp çadırından dışarı çıkmıştı şimdi.
«iyi.»
«Şimdi yemek yiyebilir misin?»
Kadınını arkasında, açılır kapanır masayı tutan Molo ile elinde tabaklar
öteki çocuğu gördü.
«Yazmak istiyorum,» dedi.
«Gücünü yitirmemek için bir az et suyu içmen lâzım.»
«Bu gece öleceğim,» dedi. «Güçlenmeğe ihtiyacım yok.»
«Acıklı haller takınma Harry lütfen,» dedi kadın.
«Burnun koku almıyor mu senin? Kalçama kadar çürüdüm, baksana. Etsuyu ile
kendimi ne bokuna aldatayım? Bana viski soda getir Molo.»
«Lütfen etsuyu iç,» dedi kadın nazikçe.
«Peki.»
Etsuyu çok sıcaktı. Umana kadar bekletti tasın içinde, sonra bir dikişte
içiverdi.
«Çok iyi bir kadınsın,» dedi. «Sen aldırma bana.»
Spur ve Town and Countıy dergilerinde rastlanan o candan, o sevimli yüzü ile
baktı adama, gerçi bu vıl biraz bozulmuştu içkiden, bir az bozulmuştu
yatmaktan, takat böylesine güzel göğüsler, böylesine işe yarar kalçalar ve
böylesine insanın sırtını şefkatle okşayan eller ne arardı Spur ve Town and
Country dergilerinde. Ve adam başını kaldırıp baktığında o candan, sevimli
gülümsemesini gördü, ölümün geldiğini gene hissetti. Bu kez saldırmamıştı
öyle. Bir kandili titreten ve alevini uzatan bir yelin üfürüğü gibiydi.
«Cibinliğimi dışarı çıkarsınlar sonra, ağaca bağlasınlar, ateşi de
yaksınlar. Bu gece çadırda yatmayacağım. Taşınmağa değmez. Berrak bir gece.
Yağmur yok.»
Demek ölümün böyle oldu senin, işitemediğin fısıltılar içinde. Eh, artık
kavga çıkmayacaktı. Söz verebilirdi buna. Basından hiç geçmemiş olan bu tek
deneyimi berbat etmeyecekti şimdi. Yapabilirdi hani. Sen herşeyi berbat
ettin. Belki de yapamazdı.
«Ben söylesem yazabilir misin?»
«Hiç bilmem,» dedi adama.
«Pekâlâ.»
Yazmak istediği şeyi öylesine derli toplu görüyordu ki eğer tam hakkını
verebilseydi, bir tek paragrafa sığdırabilirdi tümünü, ama vakit yoktu
elbet.
Gölün yukarısındaki tepede, araları beyaz harçla sıvanmış kütüklerden
yapılma bir ev vardı. Kapının yanındaki sırıkta, yemeğe çağırmak için bir
çan asılıydı. Evin arkasında tarlalar, tarlaların ardında da kereste ormanı
vardı. Evden rıhtıma değin bir sıra Lombardiya kavağı sıralanıyordu. Kereste
ormanının kıyısından tepelere bir yol gidiyordu, bu yolda böğürtlen
toplamıştı. Sonra bu ev yanmıştı. Açık şöminenin üstündeki geyik ayakların
dan yapılmış rafta duran bütün tüfekler yandıydı, namluları, fişeklikler
deki kurşunlarla kundaklar yanıp gitmişti. Kocaman demir sabun kazanları
için kül suyu yapılan yerdeki kül yığını üzerinde duruyordu bunlar,
oynayabilir miyiz bunlarla diye sorardık Büyükbaba'ya, o da olmaz derdi.
E... onun tüfekleriydi bunlar hâlâ ve artık başka tüfek de almadı. Ava da
çıkmadı hiç. Ev aynı yerde yeniden yapıldı, keresteden bu sefer ve beyaza
bayandı, kapısından bakınca kavaklar ye daha ötedeki göl görünüyordu; ama
artık tüfek diye bir şey yoktu ortada.
Savaştan sonra Kara Ormanda bir alabalık nehri kiralamıştık, iki yoldan
gidilirdi oraya. Birini tutturdun mu, Triberg'den vadiye iner ve beyaz yolu
çevreleyen ağaçların gölgelediği vadi yolunu dolanır, sonra dağlara çıkan
bir yan yola sapar, bu yol nehre dayanıncaya değin içlerinde büyük tas
evleri ile bir çok küçük çiftliklerden geçerdin, işte balık avımız orda
başlardı.
Öteki yol, ormanın yanından diklemesine yukarı tırmanır, sonra çam ormanı
içinden dağların tepesine giderdi, orada bir çayırlığın yanı boyunca aşağı
iner, çayırı geçer ve köprüye varırdı. Dere boyunca kayın ağaçları vardı,
dere büyük değildi, fakat dardı, tertemizdi, hızlı akardı, kayın ağaçlarının
kökleri altında gölcükler yaparak durulurdu. Triberg'deki Hotel'in sahibi
kârlı bir mevsim geçirmişti. Nefis bir mevsimdi ve biz birbirimizle yakın
dost olmuştuk. Ertesi yıl enflasyon geldi çattı ve bir yıl önce kazandığı
para oteli açmak için eksiklikleri tamamlamağa yetmedi, adam da astı
kendini.
Bunları söyleyip yazdırabilirdin, ama Contrescarpe Meydanı'nı yazdıramazdın.
Orada çiçek satıcıları çiçeklerini sokakta boyarlardı, boyalar otobüslerin
kalktığı kaldırıma akardı, yaslı adamlar ve kadınlar her zaman sarhoş
gezerlerdi, şaraptan ve kötü cibreden ve çocukların burunları akardı hep,
soğukta; Cafe deş Amateurs'deki ter kokusu, yoksulluk, sarhoşluk ve Bal
Musette'deki orospular, yukarı katta kalan. Kapıcı kadın Muhafız Alayı'ndan
süvari askerini odasında konuklamıştı, at kılı sorguçlu miğferi iskemlenin
üstünde dururdu. Koridorun öbür ucundaki kiracının kocası bir bisiklet
yarışçısıydı, o sabah Kaymakçı'da L'Auto'yu açıp da kocasının Paris Tours
arasında yapılan ilk büyük yarısında üçnücü geldiğini öğrenince duyduğu
sevinç. Kızarıp gülmüş ve elinde san spor gazetesiyle ağlayarak yukarı
çıkmıştı sonra. Bal Mussette'i isleten kadının kocası da taksi şoförü idi
ve Harry erken uçağa yetişeceği gün adamı uyandırmak için kapışını vurmuştu
ve ikisi yola koyulmadan önce barın tezgâhında birer bardak beyaz şarap
içmişlerdi. O mahalledeki komşularını tanıyordu, çünkü tümü yoksuldular.
O alanın çevresinde iki çeşit insan vardı. Sarhoşlar ve sporcular.
Sarhoşlar, yoksulluklarını bu yolla unutuyorlardı; sporcularsa öfkelerini
idmandan çıkarıyorlardı. Communard'lann torunlarıydı bunlar, hangi
politikayı izliyeceklerini bulmak güç değildi onlar için. Babalarım,
akrabalarını, kardeşlerini, arkadaşlarını kimin vurduğunu biliyorlardı.
Versailles kıtaları gelip Commune'den sonra kenti alınca, yakalayabildikleri
nasırlı, bası kasketli ya da üstünde işçi olduğunu gösteren herhangi bir
işaret buldukları herkesi öldürmüşlerdi, işte bu yoksulluk içinde, bir
Boucherie Chevaline ile bir şarap kooperatifinden doğru gelen sokağın
geçtiği bu mahallede yazmıştı baş tarafını, yazacaklarının. Paris'in bu
denli sevdiği başka hiç bir köşesi yoktu. Dal budak salmış ağaçlar, aşağı
kısımları kahve rengi boyalı eski beyaz evler, o yuvarlak alanda otobüsün
uzun yeşili, kaldırımda mor çiçek boyası, Cardinal Lemoine caddesinin
tepeden aşağı, nehre doğru inen yokuşu, ve öte yanda Mouffetard caddesinin
dar, kalabalık dünyası. Pantheon'a giden yol, her zaman bisikletle geçtiği
öteki yol, o çevredeki tek asfalt yoldu, tekerleklerin altında yağ gibi
kayardı, dar, yüksek evler ve Paul Verlaine'in öldüğü ucuz, yüksek otel
vardı bu yolda. Oturdukları dairelerde iki oda vardı sadece, o otelin en üst
katında, ona ayda altmış franga mal olan, yazılarını yazdığı bir oda
tutmuştu. Oradan bütün Paris tepelerini, damları ve bocalan görüyordu.
Oysa apartmanın öteki katlarından sadece koru, kömürcünün yeri görünürdü.
Şarap da satardı, kötü bir şarap. Boucherie Chevaline'in kapısında yaldızlı
bir at başı vardı, açık vitrinde altın sarısı, kırmızı etler asılı idi,
yeşil boyalı kooperatiften alırlardı şaraplarını; iyi ve ucuz şaraptı.
Gerisi boyalı duvarlar ve komşu pencereleri idi. Bu komşular, geceleyin biri
sarhoş olup da, boyuna yatsı-yıp durdukları, o tipik Fransız sarhoşluğu ile
sokağa serilip homurdanmağa, inlemeğe başlayınca, pencerelerini açarlardı ve
sonra bir konuşmadır başlardı.
Nerde Polis? istemezsin buradadır pezevenk. Bir kapıcı ile yatıyordur. Git
bir Agent çağır.» Biri kalkıp da pencereden bir kova su dökünceye kadar
inleme sona ermezdi. «Bu ne? Su iyi fikir» Ve pencereler kapanırdı. Onun
femme de menage'ı olan Marie, sekiz saatlik iş günü aleyhinde şöyle atıp
tutardı: «Bir koca altıya kadar çalışırsa evine dönerken az içer ve çok para
şarj etmez. Oysa sadece beşe kadar çalıştığı zaman her gece sarhoş olur ve
hiç para tutmaz. Çalışma saatlerinin kısaltılmasından zarar gören işçilerin
karıları.-»
«Bir az daha etsuyu istemez misin?» diye sordu kadın.
«İstemem, çok teşekkür ederim. Çok güzel.»
«Bir azıcık alsan.»
«Viski soda istiyorum.»
«îyi değil sana.»
«Değil. Tehlikeli benim için. Cole Porter yazdı müziğini ve sözlerini. Olur
deli benim için.»
«Bilirsin, içmeni isterim.»
«A... elbet. Ama tehlikeli benim için.»
O gidince, diye düşündü adam. istediğimi yaparım, istediğimi yaparım değil
de, ne varsa. Ayyyy, yorulmuştu. Çok yorulmuştu. Biraz uyuyacaktı. Sessizce
yattı, ölüm yanı başında değildi. Herhalde başka bir sokağa gitmişti. Şıp
diye giderdi, bisikletle, kaldırımlarda hiç ses çıkarmadan.
Yo, Paris üstüne hiç yazmamıştı. Sevdiği Paris üstüne, hiç. Ama yazmadığı
öteki şeylerden ne haber!
Çiftlikten, ada çayının gümüşü griliğinden, sulama yollarındaki tertemiz,
hızlı sulardan, kaba yoncaların koyu yeşilinden ne haber! Keçi yolu tepelere
doğru tırmanırdı ve yazın davar, geyik gibi ürkek olurdu. Böğürmeler,
dinmiyen uğultu, güzün dağdan indirirlerken, ağır ağır yürüyen sürünün
kaldırdığı o toz bulutu. Dağların ardındaki keskin doruk, akşam aydınlığında
ve ayışığında keçiyolundan inerken vadinin ötelerinde parlardı. Karanlıkta
kereste ormanından önünü iyi göremediği için atın kuyruğunu tutarak inişini
ve yazmak istediği bütün hikâyeleri hatırladı şimdi.
Hani o zaman kimse gelip de ot çalmasın diye tembih ederek çiftlikte
bıraktıkları yarım akıllı yanaşma çocuk üstüne ve çocuğun yem alıyor diye
önlemeğe çalıştığı Fork'ların yaşlı deyyusu üstüne. Çocuk karşı koyuyor,
adam da gene döveceğini söylüyor. Çocuk mutfaktan tüfeği alıp, adam ambara
girmiye kalkınca vuruyor onu, çiftliğe döndüklerinde öleli bir hafta olmuştu
adamın, açık avluda buz kesmişti, köpekler yemişti ötesini berisini. Hadi
bakalım ne kaldıysa bir battaniyeye sarıp bağlayarak kızağa yüklüyorsun,
ipinden çeke çeke, çocuğun da yardımı ile 'götürüyorsun, kayaklarınızı takıp
yola indiriyorsunuz, oğlanı kasabaya götürmek altmış millik yol.
Tutuklanacağından hiç haberi yok çocuğun. Görevini yaptığını sanıyor, senin
dostun olduğunu ve mükâfatlandır ilaç ağını düşünüyor. İhtiyarın nasıl bir
kötülük etmiş olduğunu, kendisine ait olmayan yemi nasıl çalmağa kalktığını
herkes bilsin diye kızağın çekilip götürülmesine yardım etmişti ve şerif
bileklerine kelepçeyi takınca inanamamışı» gözlerine. Ağlamağa başlamıştı,
işte yazmak için sakladığı hikayelerden biri de buydu. Ora ile ilgili en az
yirmi hikâye biliyordu, birini bile yazmamıştı. Neden?
«Sen söyle onlara neden olduğunu,» dedi adam
«Ne nedeni sevgilim?»
«Hiç nedeni.»
Artık çok içmiyordu kadın, beraberliklerinden bu yana. Fakat adam yaşasa da
kadın üstüne yazmayacaktı hiç, bunu biliyordu. Ne de ötekiler üstüne. Zengin
oianları alıktı, çok içerlerdi ya da tavla oynarlardı boyuna. Alık ve
biteviye idiler. Zavallı Julian'ı hatırladı ve onun zengin kadınlara karşı o
romantik ürküntüsünü, bir zamanlar, şöyle başlayan bir hikâye yazmağa
kalktığını, «Büyük zenginler senden ve benden farklıdırlar.» Ve bir başkası
da ona ne demişti? Evet, onların paralan çok. Ama bu söz, Julian'a komik
gelmemişti. Zenginlerin apayrı ve üstün bir ırk olduklarını düşünüyordu o,
öyle olmadıklarını anlayınca sarsılmıştı, başka olaylardan sarsıldığı kadar
sarsılmıştı.
Sarsılanları hor görmüştü hep. Anladığın şeyi sevmek zorunda değilsin.
Herşeyin üstesinden gelebilirdi, böyle geçirdi aklından, boş verdiği hiç bir
şey onu yıkamazdı.
iyi ya. işte şimdi de ölüme boş verecekti. Her zaman bir tek şeyden
korkmuştu, o da acı çekmek A,ıva, herkes kadar, çok uzayıp onu güçten
düşürene dek dayanabilirdi, ama burada korkunç yıkıcı bir şey olmuştu, bu
şey tam onu alt ettiği anda acı dinmişti.
Çok eskiden bir akşam bombardıman subayı Williamson'un tel örgülerden
aşarken Alman karakolundan atılan bir el bombası ile yaralandığını,
bağırarak, herkese öldürün beni diye yalvardığını hatırladı. Şişman bir
adamdı, çok cesurdu, bir az garip gösterilere meraklı idi ise de iyi bir
subaydı. Fakat o gece tellerde yakalanmıştı, alevler onu aydınlatıyordu,
bağırsakları tellere dökülmüştü, o yüzden onu ordan çekip almak için de
canlı canlı kesmek gerekmişti. Vur beni Harry. Tanrı askına vur beni. Bir
zamanlar, Tanrı insana kullanamayacağı şeyi vermez görüşü üstüne
tartışmışlardı, biri de acının belli bir süre sonra insanı kendinden
geçirdiği biçimde bir kurama bağlamıştı bu görüşü. Ama o akşamı,
Williamson'u hiç unutamadı. Hep kendisi için sakladığı bütün morfin
haplarını verene dek Williamson'u kendinden hiç bir şey geçiremedi, hapların
bile hemen bir etkisi olmadı.
Şimdilik durumu kolaydı, sonradan kötüye gitmezse endişelenecek bir şey
yoktu. Yalnız daha iyi birileri olsun isterdi yanında.
Nasıl birileri olsaydı, diye düşündü bir az.
Yok, dedi kendi kendine, öyle her şeyi çok uzun, çok geç yaparsan hâlâ umma
çevrende kimseyi. Kimse kalmadı. Parti bitti, şimdi evsahibi hanım ile baş
başasın.
Her şeyden olduğu gibi örmekten de bıktım, diye düşündü.
«Sıkıntı bu,» dedi yüksek sesle.
«Nedir o sevgilim?»
«Uzayıp giden her şey.»
Ateşle kendisi arasında kalan kadının yüzüne baktı, iskemlesinde arkasına
yaslanmıştı, alevin yansısı biçimli yüzünde parlıyordu, adam kadının uykulu
olduğunu gördü. Ateşin hemen ötesinden sırtlanın bir ses çıkardığını duydu.
«Yazı yazıyordum.» dedi. «Ama yoruldum.»
«Uyuyabilecek misin? Ne dersin?»
«Elbette. Sen neye içeri girmiyorsun?»
«Burada seninle oturmak istiyorum.»
«içinde bir acaiplik mi var?» diye sordu kadına.
«Yo. Bir az uykum geldi.»
«Bende var,» dedi adara.
Ölümün gene geldiğini hissetmişti tam o an.
«Benim hiç yitirmediğini şey meraktır,» dedi kadına.
«Sen hiç bir şeyini yitirmedin. Tanıdığım en eksiksiz adam sensin.»
«Tanrım!» dedi adam. «Kadının aklı bu kadar erer işte. Neymiş bu? Senin
sezgin mi?»
Çünkü tam o sırada ölüm gelmiş, başını yatağın ayak ucuna koymuştu,
soluğunun kokusunu duyuyordu.
«Kafatası, tırpan gibi şeylere inanma sakın,» dedi kadına. «Ölüm, bisikletli
iki polis de olabilir, bir kuş da. Ya da bir sırtlanınki gibi kocaman bir
burnu da olabilir.»
Şimdi üstüne doğru çıkmıştı, artık biçimi filân yoktu. Sadece bir yer
kaplıyordu.
«Söyle gitsin.»
Gitmedi, bir az daha yaklaştı.
«Korkunç bir soluğun var,» dedi ona adam «Seni kokmuş deyyus seni.»
Daha da yaklaştı, şimdi artık onunla konuşamıyordu, öteki bir az daha
yaklaştı konuşamadığını görünce ve şimdi adamdn onu konuşmadan
uzaklaştırmağa çalışıyordu, ama o ilerliyordu, öyle ki ağırlığı adamın bütün
göğsündeydi, orada çöreklenip kalınca, adam ne kıpırdayabildi, ne de
konuşabildi, kadının şöyle dediğini duydu, «Bwana uyudu. Yavaşçacık yatağı
alın, çadırın içine götürün.»
Kadına, onu uzaklaştırmasını söyliyemedi, şimdi yerleşmişti, öyle ağırdı ki,
nefes alamıyordu adam bu yüzden. Ve sonra yatağı kaldırırlarken, birden
geçti, göğsünden ağırlık kalktı.
Sabahtı, bir süre önce sabah olmuştu ve adam uçağın sesini işitti. Çok küçük
görünüyordu, sonra büyük bir daire çizdi, çocuklar dışarı fırladılar, benzin
dökerek ateş yaktılar, ot attılar ateşe, alanın iki ucunda böylece büyük
alevler parladı. Sabah rüzgârı, alevleri kampa doğru üfürüyordu, uçak bu kez
daha alçaktan iki daire daha çizdi, aşağıya kayıp yavaşçacık kondu, ona
doğru yürüyen, spor pantalon tvit ceket ve kahve rengi fötr şapka giymiş
bizim Compton'du.
«Ne oldu kart horoz?» dedi Compton.
«Bacak kötü,» dedi ona. «Kahvaltı eder misin?»
«Teşekkür ederim. Çay içerim yalnız. Puss Moth'ları bilirsin. Memsahibi
alamayacağım. Bir kişilik yer var sadece. Senin kamyon yolda.»
Helen, Compton'u bir yana çekmiş konuşuyordu. Compton eskisinden daha neşeli
döndü yanına.
«Seni hemen bindirelim,» dedi. «Mem için ben bir daha gelirim. Galiba
Arusha'da yakıt için duracağız. Yola koyulsak iyi ederiz.»
«Peki, çap içmiyecek misin?»
«içmesem de olur.»
Çocuklar yatağı tutup kaldırdılar, yeşil çadırların önünden ve kayalık
boyunca yürüyüp düzlüğe çıktılar, artık çok harlanmış olan ateş kümelerinin
yanından geçtiler, bütün otlar yanmış, rüzgâr ateşi yelliyordu, küçük uçağın
yanına geldiler. Onu içeri yerleştirmek güç oldu, fakat uçağın arka deri
minderine uzanıp bacağını Campton'un oturduğu koltuğun bir yanma dini dik
dayadı. Compton motoru işletti ve içeri girdi. Gürültüler uçağın bilinen
seslerine dönüşürken Helen'e ve çocuklara el salladı, yerde ağır ağır
gidiyorlardı, Conipie yaban domuzu çukurlarını gözlüyordu, ateş kümeleri
arasındaki düzlükte homurtu ve gürültüler arttı, son bir gürültü ile
havalandılar, aşağıda hepsini gördü, el sallıyorlardı, tepenin yanındaki
kamp şimdi yassılaşıyor, ova uzanıp gidiyor, ağaç kümeleri ve çalılar
düzleşiyordu, av hayvanlarının açtığı küçük yollar kurumuş su
birikintilerine doğru kayarak uzanıyordu, hiç bilmediği yeni bir su gördü.
Şimdi yuvarlaklaşmış küçük sırtlar gibi görünen zebralar ile, kocabaş
noktacıklar halindeki gunular ovada sıra sıra dolaşırlarken tırmanır
gibiydiler, uçağın gölgesi şimdi üstlerine vurunca kaçıştılar. Şimdi nokta
gibi kaldılar, hiç de koşar gibi bir halleri yoktu ve ova göz alabildiğince
kirli sarı uzanıyordu, hemen gözünün önünde ise Compie'nin tvit ceketli
sırtı ve kahve rengi fötr şapkası vardı. Sonra ilk tepelerin üstünden
geçtiler, gunular tırmanıyordu oralara, sonra dağların üstündeydiler,
yemyeşil yükselen ormanların birdenbire açılıveren uçurumları vardı
altlarında, tekparça olmuş bambularla kaplı bayırlar, sonra gene üstlerinden
geçerken doruklaşarak ya da çukarlaşarak yontulan büyük ormanlar... Tepeler
alçaldı, bir başka ovanın üstündeydiler, şimdi sıcaktı, morumsu bir
kahverengi, ısıdan yamrı yumru Campie dönüp baktı ona yolculuk durumu nasıl
diye. Sonra önlerinde başka dağlar belirdi karanlık.
Ve arkasından Arusha'ya gidecekleri yerde sola döndüler, yakıtımız var diye
düşündü, aşağıya bakınca elenen pembe bir bulut gördü, yerin üstünde hareket
ediyordu, bir fırtınada nerden geldiği belli olmayan ilk kar gibiydi havada,
güneyden çekirgeler geliyor diye düşündü. Sonra yükselmeğe başladılar, sanki
doğuya doğru gidiyorlardı, sonra hava karardı, fırtınaya girmişlerdi, yağmur
öylesine yoğundu ki, çağlayandan geçer gibiydiler, sonra kurtuldular, Compie
dönüp sırıttı, işaret etti ve orada önlerinde, bütün görebildiği, dünya
kadar büyük, kocaman, yüksek ve güneşte inanılmaz beyazlıktaki
Klimanjaro'nun yassı tepesi idi. Ve o zaman, gittiği yerin orası olduğunu
anladı.
Tam o sırada sırtlan karanlıkta bağırmağı kesti ve garip, insanınkine
benzer, nerdeyse ağlar gibi bir ses çıkarmağa başladı. Kadın bu sesi duydu
ve sıkıntı ile döndü yattığı yerde. Uyanmadı. Düşünde Long îsland'daki
evdeydi. Kızının sosyeteye takdiminden önceki geceydi. Nedense babası da
oradaydı, kızgın ve çok sertti. Sırtlanın çıkardığı ses öylesine kalındı ki,
kadın uyandı ve bir an nerde olduğunu anlayamadı, çok korkmuştu Sonra el
lâmbasını aldı ve Harry uyuduktan sonra içeri taşıdıkları öteki yatağa tutup
aydınlattı. Cibinliğin altından gövdesini seçebiliyordu, fakat nasılsa
bacağını dışarı çıkarmış ve yatağın yanından yere sarkıtmıştı. Bütün
sargıları çözülmüştü, kadın bakamadı ona.
«Molo,» diye seslendi. «Molo! Molo!» Sonra, «Harry, Harry!» dedi.
Arkasındanda, «Harry! Ne olursun, ah Harry!» diye bağırdı.
Hiç karşılık gelmedi, soluk aldığını da duymuyordu.
Çadırın dışında sırtlan, kadını uyandıran o garip sesi çıkardı gene. Ama
kadın, kalbinin çarpmasından duyamadı bunu.