Karanfiller ve Domates Suyu
Sait Faik Abasıyanık
Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten
görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün, kendi
renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir
yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları
sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın
sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi
insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Şiirler, romanlar,
hikayeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdir. Beyinin vapurdan
iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmemeyi, sabahleyin altı buçukta
tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime
öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa
fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç
para eder! Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez.
Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu biliyorum. Günlerden beri
kafamı bir adam kaplıyor (işgal ediyor dememek için).
Köyde ona, “Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ
tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası
oturmuştu. Böyle mi doğmuştur? Yoksa çocukken bir şey mi batmıştır?... Bu
arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha
zekidir. Bana, bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi: Bir kambur
insan çirkindir ama, bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır.
Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları!...
İşte, Kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruh haletini içine
sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür.
Öteki doğru dürüst göz, onun yanında, mahçup, sönük, tatsız tuzsuz, pek de
kibirlidir.
Kör Mustafa, bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır,
kuyu kazar...
Bizim köyün lodos tarafı gayri meskundur. Orada fundalar, yabani meşe
palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelmeden,
ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün
bu fundalıklar Fino kilisesinin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi
bir papaz fundalıklar “bizimdir” diye, arada bir dolaşır. İsteyen olursa
ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü, orman memuru buraları, Orman
Kanunu gereğince orman sayar. Aralarında üç beş ufacık çam ağacının
boğulduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı; orman memurunun, Orman
Kanunu sayesinde mes’ut yaşar.
Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem... Denize diklemesine inen bu çalılığın bir
kısmını ne pahasına ayıkladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı
çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle
taşlık, öyle taşlıktı ki... Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak
zorundaydı.
Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya
kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir
yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne,
kocayemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. Bu korkunç mücadeleye üç evlek
toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.
Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış meydana
çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu
sökünce, orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince, zehirli bir diken
başparmağını şişirirdi; kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi
yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, altındaki
bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir.
Ormanları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvvetiyle dayanır, onu
yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman
parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı
tırmalardı...
Bir sonbahar günü baktı ki, küçük çam ağaçları filizi, körpe diken
yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer
pembe, kül rengi toprağa saye salar. Biz görenler:
Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, dedik.
Bilmedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek
lazımdır. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa’nın kör gözü, hiddetten
ala bulandığı günleri hatırlıyorum. “Hay arslan Mustafa”, der; uzakta bir
çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga, Romalı esirlerin
arslanla döğüşmesinden şu itibarla farklı idi ki, Romalı esir, arslana bir
çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa, ejderhayı bir sene içinde, bazen
ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu.
Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı
çıplak çocuk garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla birşeyler yaparlar.
Bu, her tarafından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel
rüzgarı giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir
kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.
Arslan Mustafa, dedim, su buldun mu, su?
Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama, idare edeceğiz.
Şuraya bir sarnıç kazabilsem...
Onu gördün mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. Koca
yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine
dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları,
çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için
bekleştiklerini düşünüyorum.
Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli
karanfiller gönderecektir. Dikkat edin, belki Mustafa’nınkilerdir. Küçük
beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi
kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar.
Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz
ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunan tanrılarının ölmemek için içtiği
nektar lezzetini damağınızda hissedersiniz, emin olun ki Mustafa’nın
domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır.