Hikaye

 

 

Kafamı Nasıl Üşüttüm?

Şakir Balkı


Elimde bir su borusu, Dikilitaşı dikiz ediyordum. Başım dönüyordu, yükseklerde uçuyordum, yükseklerden atıyordum! Hippi'ler gibi düşünüyor, uyuzlar gibi kaşınıyor, politikacılar gibi yükseklerden sallıyordum. Ama herkes kendi dalgasındaydı.

— Merhaba Sigmund Freud.

Bir oda, karanlık. Yerlerde Hippi'ler! Yoo, böyle kerizlik olmaz. Ah Mery, senin için çuvallıyorum. Deme bana böyle, Jack!.

Van Gogh, duvarları habire sarıya boyuyordu. Sarı yağıyordu gökten, sarı. Köşedeki kopuk kitap okumaya başladı, sesli:

— «iyi günler, Eth.»

— Merhaba, Mergie?

— Nasılsın?

— Teşekkür ederim.

— Yanındaki adam kimdi?

— O mu?

— Evet.

— «Hellooooo.»

Gökyüzü kıpkırmızı olmuştu. Beni yerlerde sürüklüyorlardı. Faşizm mi bu? Biri konuşuyordu başımın ucunda, «Efendim, bize sapa lazım, sapa», diyordu.

Bir uyuşukluk sarmıştı her yanımı. Büyük balık, küçük balıkları yutuyordu. Yoksul halkımı uyarmaya çalışıyordum. Viva Zaparta hemen solumda bitti. Ona tüm derdimi anlatabilmek için debelenip duruyordum. Bu sırada içeri General Don Zamporto Pasos girdi. Satılmış General değildi bu Don Zamporto, az mı hükümet devirmişti bu General?. Onun adı sanı «Koltuk Devirici» Generaldi!

Elimdeki gülmece kitabını bağıra çağıra okuyordum:

— «Buyursanıza rica ederim.

— Yiyorum Hikmet Bey!

— Havyar almıyorsunuz?

— Alıyorum.

— Tuz azsa.

— Değil.

— Ne olur, kusura bakmayın.

— Estağfurullah.

— Buyursanıza.

— Mersi. Doydum.

— Allah aşkına yiyin.»

Polisler beni. yerlerde sürükleyerek götürüyorlardı: «Ulan sen sağcı mısın, solcu musun?.» Güldüm hallerine «Yolcuyum.» dedim.

Hiç kimseyi sallamıyordum. Bildiğimi okuyordum:

— «Nasıralı İsa Yusuf ile Meryem'in oğlu değildir, Tanrının oğluydu. Yeryüzüne indi ve insanlığı kurtarmak için insan biçimine girdi. Kötü rahibeler ve Farisler onu yaraladılar, Pilotusa götürdüler. Çarmıha gerdiler. Ama üçüncü gün mezarından kalktı ve göğe çıktı. Ölüm yenilmişti artık kardeşlerim, günahlar bağışlanmıştı. Göklerin kapıları açılmıştı.»

Dostoyevski'nin «Ölü Bir Evden Anılar» kitabını arıyordum, karşıma «Yeraltından Notlar»ı çıktı.

Ünlü bir ozanımızın dizelerini okumaya başladım:

«Poh poh poh

Pöh pöh pöh

Fıs fıs fıs

Fis fis fis

«Fos fos fos»

Şu öküzü tanıdınız mı? Patagonya’nın en ünlü öküzüdür.

Suntalar alıyor, mobilyalar satıyordum. Şu adama gıcık oluyorum, gıcık! Zam kıralı mı, gam kıralı mı? Garajlar kıralı mı? Adamın yüzüne baktıkça oynatıyordum. Kafamı üşütüyordum. Tırlıyordum, Tırlıyordum. Biz iki zırdeli bir ipte oynuyorduk, ama ipin ucu onun elindeydi. Hangimiz daha büyük deliyiz acaba?.

Hergele meydanı mı. yoksa Sultanahmet Alanı mı?

Bu sefer İspanyolca nutuklar atıyor, şiirler okuyordum:

«Ölüm Lorca'yı dinliyordu.

Bir ses derinden «cinayet» diyordu,

Granada diyordu, Granada diyordu.

Lorca Granada'da can veriyordu.»

İvan Turgenyev yanıma geldi. Onun yanındaki de kim? O Henry değil mi? Öteki? Ah inekoğlu inek, buraya da geldi!

Cephe mi. cebe mi?. Cephe kumandanının haline bakın, Dümbüllü. Dümbüllü İsmail Efendi onu böyle bir görseydi. bir daha ölürdü! Vatan Tiyatrosunda «Bir Delinin Yaşamı» oynanıyordu.

Odama Kanlı Nigar girdi. Ardından da sarışın Roza. Roza bana Hipi diyordu. ben de ona Pipi'yi gösteriyordum. Böylece Pipi modası başladı ülkemde.

Bir makarnacı nutuk üstüne nutuk sallıyordu. «Ağır Sanayi Seferberliği başlamıştır. Ağır Baba Sanayi.»

Halkıma gülmece öyküleri anlatıyordum:

— «Bu canavarı yumuşatayım diye bir iki söz söyleyeyim, akıllı köpek dediler belki sözden anlar dediler. Sesimin en tatlı uyumuyla:

— Bobi, bobi. Canım benim!. Sen ne şeker şeysin.

Cevabı hırlayarak dişlerini göstermek oldu. Hoşuna gideyim diye dudaklarımı büze büze konuştum:

— Vay kerata vay.

— Maşaallah. Pek de cicisin. Senin adın ne bakalım?.

— Hırrrrr.

— Seni sevsinler. bi tanem benim.

— Hırrrr..

— Canım. yavrum. Geh kuçu kuçu.

— Hırrrr.

— Gel bakayım, bana gel ağabeyine.

— Hırrrr.»

Elimdeki kitabı yere saygıyla bıraktım. Sermayeyi tüketince onun bunun kitaplarından aşırmalar yapıyordum. Ama ne yapsam, şans yüzüme bir türlü gülmüyordu. Şans pınarım kurumuştu.

Zebaniler beni yerlerde sürüklüyorlardı. Hazır yiyiciler de peşimi hiç bırakmıyorlardı! CIA’nin adamlarına bıyık altından gülüyordum, tüm ardıma düşmüşlerdi.

Ankara Hayvanat Bahçesinde benim ne işim vardı? Gözlerime bir türlü inanamıyordum. Şu yamyama bakın, hele şu beygire. En çok şu ayı benim hoşuma gitti. Şu ineği yakından tanıyordum. hele o öküzü?. Hikaye mi? Yooo, gerçek. Hippi olmak kolay mı? Şu maymunu tanıdın mı?. Köpek de Amerikan köpeği ha, ah bu Hipilik, ah!.

Ben kafamı kolay kolay üşütmedim. Büyük balıklar küçük balıkları kıtır kıtır yiyorlardı. Bağırıp çağırıyordum ama. hep havaya. Beni hiç kimse sallamıyordu!

Halkıma «Hukuku Beşer Beyarınamesi»nden sözler ediyordum. Onlara ahkamlar kesip, tıraşlar ediyordum. Garibanlara şu fıkrayı anlattım:

— Kaptan!.

— Ha ne deysun Temel?.

— Bu gemi durayu!

Durmayu.

— Durayu işte.

— Ula Temel, durmayu. Cideyru.

— Deme Kaptan, şiş edeyrum halka olayu!.

Elimde büyük bir su borusu, İstanbul'u kesiyorum.

Cemberlitaş. Beşiktaş. çakmaktaş. Talancıları ve yalancıları izliyordum. Ama hepsi boştu. Oysa önüne hep Kıztaşı çıkıyordu. Nasıl oldu da ben bu odun gibi kafayı üşüttüm?

— Efendim, delilik parayla mı?.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült