Kutsal Yalan
A. İ. Kuprin
İvan İvanoviç Semenyuta hiç de kötü bir insan değildir. Aklı başında,
çalışkan, dindardır, içki ve sigara içmez, ne kumara, ne de kadınlara eğilim
duyar. Ama şanssız insanların en tipik örneğidir. Onun bütün yaşamında
şaşkınlık verici bir çekingenliğin uğursuz çizgisi yatıyor ve muhtemelen bu
çizgiden dolayı da, yalnızca etkili ve kararlı insanları seven ve dinleyen
kaprisli kadınlara benzediği bilinen acımasız yazgı kâh alnına, kâh ense
köküne vuruyordu. Semenyuta daha okul yıllarında bütün sınıfın şamar
oğlanıydı. Haylaz bir çocuğun ders sırasında ağzında çiğnediği kocaman
kâğıdı küçük bir top yapıp ustaca bir atışla Fransızın büyük kel kafasına
attığı olmuştu. Semenyuta'nınsa tam o anda alnından sinek kovacağı tutmuştu.
Öfkeden kıpkırmızı kesilen Fransız bağırıyordu:
— O! Zemnyut, iğrenç çocuk! Au mur! Duvara!
Zavallı' hiçbir suçu olmayan Semenyuta, teneffüste kırlaşmış keçi sakalı
titreyen, öfke dolu gri gözleri altın gözlükleri ardında parlayan ve
taşlaşmış yaşlı parmaklarıyla Semenyuta'nın kafatasına sürekli fiskeler
vuran müfettişe götürüldü.
— Şımarık öğrenci! Haydut!... Okulumuzun yüz karası!... Sefil!...
Aptal!...
Sonra da sözlerini soğuk, resmi bir tonla bitirdi:
— Öğleden sonra üç gün hücre. Noel'e kadar izinsiz (okul kapalıydı), eğer
bir daha tekrarlarsa okuldan uzaklaştıracak ve atacağız.
Sonra alnına ses getiren müthiş bir şamar: "Defol! Hayvan!"
Sürekli böyle oluyordu. Müfettişin dairesindeki camı sapanla mı kırdılar,
yandaki bostana mı saldırdılar, genç haydutlar en kritik anlarda her zaman
kaçışmayı ve saklanmayı başarıyorlar, ama çekingen, sessiz, hiçbir
yaramazlığa katılmayan Semenyuta, şanssız bir şekilde sürekli suç yerinin
yakınlarında beliriyordu. Yeniden hakkından gelmeye götürülüyor ve aynı
ritmik sesler duyuluyordu:
— Sefil!... Haydut!... Aptal!...
Böylece altıncı sınıfa kadar güçlükle geldi. Eğer okuldan tart belgesiyle
daha önce kovmamışlarsa, bu daha çok annesinin, zavallı ve yoksul yaşlı
kadının tüm şehri ağır ağır katedip müfettişe, müdüre veya okul papazına
gitmesinden, oğlu için yalvararak önlerinde yere kapanmasından, ayaklarına
sarılmasından, onları dizlerine kadar bir annenin gözyaşlarına
boğmasındandır:
— Oğluma kıymayın! Yemin ederim, çok uslu ve tatlı bir çocuktur. Yalnızca
çok çekingen ve korkaktır. Öbür haydutlar ona hakaret ediyorlar. Onu
kamçılasanız daha iyi.
Semenyuta'yı çok sık ve esaslıca kamçıladılar, ama bu denenmiş aracın da ona
hiçbir yardımı olmadı. Yedinci sınıfa geçmek için iki başarısız denemesinden
sonra, annesinin akıttığı gözyaşlarına karşın okuldan kaydını sildiler,
altıncı sınıfı bitirdiğini gösteren bir belge verdiler.
Annesi pek çok bağış ve dalkavukluk yoluyla oğlunun sivil giyimi için küçük
bir miktarda parayı zar zor denkleştirdi. Üçlü takım elbise, yeşil
"mevsimlik" palto, pençelenmiş çizme ve melon şapka bit pazarından "el işi"
çalışan tüccardan satın alındı. Anne, oğlunun çamaşırlarını kendi etek ve
gömleklerinden dikti.
Geriye iş için bir yer bulmak kalıyordu. Ama Semenyuta'nın ebedî mutluluğu
olacak bu yer bir türlü karşısına "çıkmıyordu". Bütün bir yıl, sabahtan
akşama kadar devasa kentin tüm sokaklarında olağanüstü çabayla ufacık bir iş
arayışıyla koşuşturduğunu da belirtmek gerek. Öğle ve akşam yemeklerini
dullar evinde yiyordu; annesi genel yemekhaneden dönerken ona gizlice kendi
küçük porsiyonunun yarısını getiriyordu. Daha da zor olanı yatacak yer
meselesiydi, çünkü dullar genel koğuşların her birine beşli altılı gruplar
halinde yerleştirilmişti. Ama annesi papaza, çamaşırcı kadına yalvarmış ve
onlar da merhamet göstererek Semenyuta'nın genel mutfakta, art arda
sıralanmış iki tabure ve ahşap sandalye üzerinde uyumasına izin vermişlerdi.
En sonunda, bir yılı aşkın bir süre sonra devlet dairesinde ayda yirmi üç
ruble on bir çeyrek köpeklik yazı işi bulundu. Semenyuta için bu işi,
annesini gençlik ve gönenç yıllarından tanıyan özel vekil Yuvenaliy
Yevpsihiyevlç Antonv bulmuştu.
Semenyuta sıkıcı işini ona özgü çaba ve çalışkanlıkla, iple çekercesine
yapıyordu. Daireye ilk olarak o gidiyor ve en son o çıkıyordu, zaman zaman
da yarım köpek için arkadaşlarının acele işlerini tamamlamak üzere akşamları
bile çalışmaya gidiyordu. Diğer yazıcılar ona soğuk davranıyorlardı; biraz
yukarıdan bakıyorlar, biraz da saygısızca hareket ediyorlardı. Yeni
birileriyle tanışmıyor, bilardo oynamıyor, müzikli toplantılarda tanıştığı
genç kızlarla bulvarlarda gezinmiyordu. Onun için "Suriyeli münzevi" diye
karar vermişlerdi.
Semenyuta mutluydu; çardaktaki kuş yuvası gibi mütevazı bir odası, Yunan
lokantasında yirmi köpeklik öğle yemeği, çayı ve şekeri vardı. Artık ara
sıra kâh bir elma, kâh karamela, kâh bir kutu helvayla annesinin gönlünü
alabiliyordu, hatta sene sonuna doğru kendisi için de çok iyi bir takım
elbise ve sağlam, gıcır gıcır bir ayakkabı siparişi vermişti. Görünen o ki,
müdürü onun çabasını değerlendirmişti. İşindeki ikinci yılda gazetecilik
sorumluluğunu ve maaşına ek olarak beş ruble almıştı, ikinci yılın sonuna
doğruysa artık kadrolu personel olmuş ve nadiren biriktirme sandığına bir
miktar koymaya başlamıştı. Gel gelelim, mutluluklar saçan idilik yazgı
arasında onun yazgısı, hep en acımasız haliyle beliriyordu.
Semenyuta bir defasında gece yarısına kadar büroda çalışmıştı. Bunun
dışında, dairesinde temize geçirilmesi gereken acele bir özel iş onu
bekliyordu. Sabahın ancak beşinde yatabilmiş, hep alışık olduğu gibi de
yedide uyanmıştı; yorgun, bitkin, solgun, gözlerinin altında mavi
halkalarla, kızarmış gözleri ve şişmiş göz kapaklarıyla. Bu kez daireye her
zaman olduğu gibi, herkesten önce değil, son gelenlerden biri olmuştu.
Daha yerine oturmaya ve kâğıtları önüne yaymaya fırsat bulamadan, ruhunda
aniden belli belirsiz bir biçimde garip, endişe ve dehşet verici bir duygu
uyandı. Arkadaşlarından biri yan yan, düşmanca, diğerleri bir anlık merakla
bakıyordu, üçüncü grupsa onun gözleriyle karşılaştığında gözlerini indiriyor
ve bakışlarını çeviriyordu. Semenyuta hiçbir şey anlamıyorsa da, kalbi soğuk
bir sancıyla çarpıyordu.
Geçen her dakikayla endişesi artıyordu. Saat on birde, alışılmış olduğu
gibi, müdürün geldiğini belirten tiz sesi yayıldı. Semenyuta irkildi
ve o andan itibaren sıtma nöbetini andıran hafif titremeleri hiç kesilmedi.
Masasının üzerine doğru eğilen sekreter sert ve kısık sesle "Müdür bey sizi
odasına istiyor" dediğinde, belki de hiç şaşırmamış, bıçak altındaki kuzu
gibi hemen titremeye başlamıştı. Kalktı ve tam bir kâbus içinde tüm
çalışanların uzun uzun bakışları eşliğinde bir uçtan diğer uca tüm daireyi
kurşunlaşmış adımlarla güçlükle geçti.
Bu mabette hiç bulunmamıştı; devasa boyutları, klâsik donuk stildeki muazzam
mobilyaları, ağır bordo kapı ve pencere perdeleriyle burası onu öyle
şaşırtmıştı ki, tıpkı kocaman yemeğinin başındaki karga gibi, muhteşem bir
yazı masasının ardında oturan ufak tefek müdürü hemen fark edememişti.
Semenyuta yerlere kadar eğilip selam verir vermez, müdür:
— Yaklaşın Semenyuta. Söyleyin, bunu niçin yaptınız? dedi.
— Neyi, efendim?
— Neyi olduğunu siz, benden daha iyi bilirsiniz. Niçin müdürlük masasının
çekmecesini zorla açıp damga pullarını ve paraları çaldınız? İnkâr etmeyin.
Her şeyi biliyoruz. ,
— Ben.... efendim..... Ben... Ben... Ben, yemin ederim...
Çok liberal, kendine hâkim olmasını bilen, insancıl biri ve malî hukuk
alanında üniversite profesörü olan müdür aniden öfkeyle yumruğunu masaya
indirdi:
— Yemin etmeye cüret etmeyin. Önceki gece burada yalnız kaldınız. Saat bire
kadar buradaydınız. Sizden başka, tüm dairede yalnızca bekçi Ankudin vardı,
ama o kırk yılı aşkındır burada çalışıyor ve ona güvenmeye kendisinden önce
ben hazırım. Şimdi, itiraf edin, sizi hiçbir suçlamada bulunmadan görevden
alacağım.
Semenyuta'nın bacakları öyle güçlü titredi ki, ister istemez dizlerinin
üzerine çöktü:
— Efendim.... Yemin ederim ki... efendim.... Efendim, Meryem Ana, Aziz
Nikolay çarpsın, eğer ben...!
Müdür ayaklarını koltuğunun altında toplayarak tiksintiyle:
— Kalkın! Acaba ben, yüzünüze ve gözlerinize bakınca geceyi bir batakhanede
geçirdiğinizi görmüyor muyum! Bu aşırma veya soygundan (müdür bu sözcüğü
sert bir biçimde vurguluyordu) sonra ilk işinizin ucuz bir meyhaneye veya
geneleve gitmek olduğunu biliyorum. Kurumumun adını kötü bir ünle lekelemek
istemediğimden polise bilgi vermeyeceğim. Ama unutmayın ki, herhangi biri
benden hakkınızda bilgi edinmek isterse, iyi bir şey söylemeyeceğim. Çıkın. dedi.
Elektrikli zilin düğmesine bastı.
İşte böylece Semenyuta üç yıldır hırpanî, hastalıklı ve korkunç bir yaşam
sürüyor. En karanlık, nemli ve soğuk köşesini kiraladığı yarı aydınlık bir
bodrumda barınıyor. Diğer köşede balıkçılardan küçük sazanları selelerle
satın alıp bunlardan köfte yapan ve pazarda tanesini bir köpeğe satan
Miheyevna yaşıyor. Üçüncü ve daha aydınlık köşede bütün gün ıhlamur kütüğü
üzerinde oturup çekicini sallayan, iş günlerinde yumuşak, güler yüzlü ve
neşeli bir insanken, tatil günlerinde kavgacı yanı tutan, çok sayıda çocuğu
ve sürekli hamile eşiyle yaşayan ayakkabıcı İvan Nikolayeviç kalıyor.
Dördüncü ve son köşede de sabahtan akşama kadar ahşap çamaşır silindirinde
gürültü çıkaran, bodrumun sahibi olan, kavgacı karakterde ve alkolik
çamaşırcı kadın İlinişna.
Semenyuta yaşamını nasıl sürdürüyordu, bunu kendisi de cidden tam olarak
söyleyemez. Ayakkabıcının büyük çocukları Kolka ve Verka'ya okuma yazma
öğretiyor, buna karşılık sabahları siyah ekmekle kıtlama çay alıyordu.
Restoran ve birahanelerde dilekçe yazıyor, sabahları postanede okuma yazma
bilmeyenlerin mektuplarını yazıyor, zarflarını gönderiyor, şehrin ucunda bir
yerde bir tüccar ailesinde ayda üç ruble karşılığında ders veriyordu. Ara
sıra temize çekilecek yazı çıkıyordu. Başlıca uğraşıysa iş arayışıyla kentte
koşuşturmaktı. Ancak dış görünümü hiç kimseye güven vermiyordu. Saç ve sakal
traşı olmuyordu, saçları ot yığını gibi karmakarışıktı, solgun yüzü bodrumun
sağlıksız koşullarında oluşmuş ödemlerle şişmişti, çizmesinin burunları
iyice açılmıştı. Henüz alkolik olmamışsa da, az az içmeye başlamıştı.
Ancak yılda dört gün dertlerini unutmaya ve bu ihmal edilmiş görüntüsünden
kurtulmaya çalışıyordu. Bu dört gün Yeni Yıl, Paskalya, Kutsal Üçleme Günü
ve Ağustosun on üçüydü.
Bugünlerin arifesinde pek çok çabayla ve kendisini açındırarak on beş köpek
elde ediyordu; beş köpek banyo, beş köpek böyle bir bodrumda tabelası
olmaksızın bu işi yapan berber ve beş köpek de bir parça çikolata veya
portakal içindi. Sonra ziyaretlerinden rahatsız olmalarına karşın
kalplerinde dokunaklı ve tiksintili bir acımayla onu kabul eden iki eski
arkadaşından birine yollanıyordu. Birinin soyadı Pşonkin, diğerinin Massa
idi. Semenyuta bıktırmaktan korkarak ziyaretlerini sıraya koyuyordu.
Kendisine sunulan bir bardak çayı içiyor, sızlanıyor, içini çekiyor ve
hüzünle, yaşlılara uygun bir biçimde başını sallıyordu.
Massa:
— Neyin var? Kardeşim Semenyuta kötü müsün? diye sordu.
— Tanrıya yakınmak günah, ama kötüyüm, kötü Nikolay Stepanoviç.
— Sen yasak olan bir şeyi yapmazdın.
— Nikolay Stepanoviç.... Tanrı görüyor.... ben yapmadım.... gerçek bu, ben
yapmadım.
— Eh, hadi, olur, olur, ağlama. Ben şaka söylemiştim. Sana inanıyorum.
Şanssızlık kimin başına gelmiyor ki? Semenyuta, sana para lazım değil mi?
Bir çeyreklik verebilirim.
— Hayır, hayır Nikolay Stepanoviç, bana para lazım değil, almayacağım da,
madem böyle cömertsiniz, iki saat için ceketinizi ödünç verin. En eski
olanını. Reddetmeyin can kardeşim, reddetmeyin iki gözüm. Endişelenmeyin,
dün banyodaydım. Temizim.
— Semenyuta, tuhafsın. Takım elbise neyine? İşte üç yıldır sürekli benden
ceket alıyorsun. Ne için lazım?
— Mesele şu Nikolay Stepanoviç. Teyzem.... yaşlı bir kadın. Aniden ölebilir,
ben de tek mirasçısıyım. İyi görünmek, mirası kutlamak gerek. Ne kadar
olduğunu Tanrı bilir ya... yine de beş yüz ruble vardır... Taş attım da,
kolum mu yoruldu?
— Eh, hadi, al, al, Tanrı seninle olsun.
İşte böylece Semenyuta çizmelerini ayna gibi parlayana dek temizleyip,
deliklerine mürekkep sürüp, panto
londaki saçakları özenle kestikten sonra, bütün bir yıl boyunca genellikle
gazete kâğıdına sararak sakladığı plastronuyla kâğıt gömlek yakasını ve
kırmızı kravatını takıp bütün şehri bir uçtan diğerine geçerek annesini
ziyaret etmek üzere dullar evine gitti. Semenyuta'yı beş yaşından beri
tanıyan şişman, ak saçlı kapıcı Nikita, görkemli resmî ana girişin sıcak
bölümünde siyah kartallarıyla kırmızı üniforması içinde bir anıt gibi göze
çarpıyordu. Ama kapıcı, Semenyuta'ya yukarıdan bakıyor, hatta selamına yanıt
vermiyordu:
— Merhaba Nikituşka. Nasılsın?
Mağrur Nikita tıpkı taşlaşmış gibiydi, susuyordu.
Cesareti kırılan Semenyuta paltosunu askıya asarken çekine çekine:
— Anneciğimin sağlığı nasıl? diye sordu. Kapıcı:
— Ona ne olur. İhtiyar sağlam. Daha çook yaşar. dedi.
Semenyuta genellikle giyimindeki kusurların fark edilemeyeceği akşam üzerine
doğru gitmeye çalışıyordu. Dinginlik veren yeşil boyayla boyanmış
duvarlarıyla kemerli geniş* koğuş dizisinin arasından, kabartılmış kuş tüyü
yastık dağlarıyla kar beyazı yatakların, gözlüklerinin üzerinden meraklı
bakışlarla ona eşlik eden yaşlı kadınların önünden sessiz adımlarla
geçiyordu. Çocukluğundan tanıdığı kokular; tefarik otunun, mentollü tütsünün
kokusu, parkeden gelen balmumu ve cila kokusu ve bir de yaşlılığın garip,
belirsiz, çiçeksi, temiz ve hoş kokusu, toprak kokusu, bütün bu kokular
Semenyuta'nın başına vuruyor, ince ve keskin bir kederle kalbini
sıkıştırıyordu.
İşte, en sonunda, annesinin kaldığı koğuş. Baş uçları duvara, ayak uçları
içeriye doğru yerleştirilmiş altı yüksek yatak ve her yatağın yakınında
üzerine deniz kabukları yapıştırılmış çerçeveleriyle eski resimlerle
süslenmiş, küçük demirbaş dolaplar. Odanın ortasında tavandan bloğun
aşağısına doğru sallandırılmış, başında üç yaşlı kadının ardı arkası
kesilmeyen preferans oynadığı, diğer ikisinin örgü ördüğü ve ara sıra
oynanan oyunun sonuna hararetle karıştığı masayı aydınlatan kocaman bir
lamba. Ah, hepsi de Semenyuta için yürek burkacak kadar tanıdık!
— Konkordiya Sergeyevna, size gelmişler.
— Vaneçka mı yoksa?
Annesi gözlüklerini alnına geçirerek hızla yerinden kalktı. Yün yumağı yere
düştü ve örgünün ilmeğini çözerek yuvarlandı.
— Vanyoçek! Tatlım! Bekledim, bekledim, aslan oğlumu göremeyeceğimi
düşündüm. Hadi gidelim, gel gidelim. Bugün de rüyamda seni görmüştüm.
Kadın, onu, titreyen elleriyle pencerenin yakınlarında duran kendisine ait
küçük masanın bulunduğu yatağına doğru götürdü, masa örtüsünü serdi, daha
önce de kullanılmış kilise mumunu yaktı, küçük dolaptan çaydanlığı,
fincanları, çay kutusunu ve şekerliği aldı ve sürekli uğraşıp durdu, yaşlı,
kurumuş, düğüm düğüm olmuş elleri titriyordu.
Ağırbaşlı, kısmen yaşlı oda hizmetlisi olan elli yaşlarındaki "bakıcı kız"
resmî mavi elbisesi ve beyaz önlüğüyle önlerinden geçti. Konkordiya
Sergeyevna lütuf dilercesine:
— Domnuşka! Annem benim, bize biraz sıcak su getirsene. Görüyorsun,
Vanyuşka bana misafir geldi. dedi.
Domna yere kadar, ama onurlu bir biçimde, eski usule göre, Moskovalılara
özgü tarzda eğilerek Semenyuta'yı selamladı.
— Merhaba İvan İvanoviç bey. Uzun zamandır yoktunuz. Anneciğiniz de hep sizi
özlüyordu. Şimdi, hanımefendi, derhal getiriyorum.
Domna sıcak su almaya gidene dek, ana oğul sustular, ancak hızlı ve keskin
bakışlarla âdeta birbirlerinin ruhlarını elleriyle yokladılar. Elbette uzun
zaman ayrı kalınca sevdiğinin yüzünde acımasız zamanın hiç aralıksız
taşıdığı ve günlük ortak yaşamda pek fark edilemeyen yıkımın ve gençliğini
yitirmenin çizgilerini yakalarsın.
Yaşlı kadın kuru, sert eliyle oğlunun masa üzerinde duran elini okşadı ve:
— Görünümün önemli değil Vanyok. Solmuşsun, yorgunsun da. dedi.
— Ne yaparsın maman! İşler. Şimdi çok göz önünde olduğumu söyleyebilirim.
Artık ufak işlerin adamı değilim, bütün büro bana bakıyor. Tamtamına
sabahtan akşama dek çalışıyorum. Dolap beygiri gibi. Kariyer yapmak gerek,
değil mi maman?
— Artık daha çok yorulma Vanyuşa.
— Önemli değil maman, ben iki canlıyım. Bunun için Paskalyada üst dereceye
geçeceğim, zam ve ikramiye alacağım. O zaman sizin de buradaki sürünmeniz
bitecek. Bir daire tutacağım ve sizi yanıma alacağım. Bizimki hayat değil,
bir cennet olacak. Ben işe gideceğim, siz ev sahibeliği yapacaksınız.
Yaşlı kadının gözlerinde dokunaklı yaşlar belirdi ve derin kırışıkların
katları arasında dağıldı.
— Tanrı versin, Tanrı versin, Vaniçyok. Sağlığını ve dayanıklılığını Tanrıya
emanet ederim. Görünüşün... sanki...
— Bir şey yok. Dayanacağız maman!
Bu çekingen, yaşam tarafından unutulmuş adam, her zaman annesine yaptığı
kısa ve ender ziyaretlerde, daha önceki zamanlarında büroda gördüğü "emir
altındaki" sosyetik avareleri bilinçsizce taklit ettiği teklifsiz ve
bağımsız bir üslûba tu tünüyordu. Budalaca sözcük "maman" da buradan
geliyordu. Her zaman anne derken ve "sen" diye seslenirken, artık yalnızca
"maman"ı, "annem", "anneciğim", "annecağızım" yerine kullanıyordu. Ama bu
"maman" hitabında kaygısız ve aristokrasiye özgü bir şey vardı. Annesinin
acılı, çökmüş, bozulmuş yüzüne baktığı anda aynı zamanda korku, şefkat,
utanç ve acıma hissediyordu.
Domna suyu getirdi, güçlükle eğilip selam vererek masaya koydu ve ağır ağır
çıktı.
Konkordiya Sergeyevna çay demliyordu. Küçük masalarının önünde farenin
gözlerini andıran boncuk gibi gözleriyle, kendileri de gri farelere
benzeyen, meraklı yaşlı kadınlar, işi olsun olmasın fırt fırt
dolaşıyorlardı. Hepsi Semenyuta'yı beş yaşından beri tanıyordu. Onu
durduruyor, ellerini çırpıyor, başlarını sallıyor ve şaşkınlıklarını
gizleyemiyorlardı:
— Tanrım! Vaneçka! Ne kadar da büyümüşsün, tanımak mümkün değil. Ben sizin
daha şu kadarcık halinizi biliyorum. Atılgan bir çocuk kahramandın. Bu
yüzden hepimiz size General Skobelev derdik. Bana hep "Perpetuya
İzmeguyevna", toprağı bol olsun Nadejda Fyodorovna Gololobova'ya da
"kuyruklu gri ninecik" diye sataşırdın. Şimdiymiş gibi anımsıyorum.
Konkordiya Sergeyevna hiç seremoniye girişmeden ona el salladı:
— Teşekkürler... Burada oğlumla önemli bir konuşmamız var. Teşekkürler.
Gidebilirsiniz, gidiniz.
Semenyuta çayına şeker atarken:
— Bizimkiler nasıl, maman? diye sordu.
— Nasıl olsun ki?! Benimkisi yaşlılık uğraşısı. Öte tarafın zamanı çoktan
geldi ya.... Kızlar kötü. Tanrıya şükür senin işlerin yoluna girdi, iyi bir
yer edindin, kızların işleriyse zor. Katyuşa'nın kocası eve iyice boş
verdi. Kumar oynuyor, içki içiyor, eve her gün sarhoş geliyor. Katenka'yı
dövüyor. Her halde yakında demir yollarından da kovulacak, Katenka da yine
hamile. Alçak, yalnızca bunu becerebiliyor.
— Ya maman, haklısınız, alçak adam. Annesi:
— Şist... yavaş... Böyle yüksek sesle konuşma... diye fısıldadı. — Bizim
burada herkes birbirini dinliyor, sonra da dedikodu yapıyorlar. Ya. Zoyenka
da... daha mı kötü, daha mı iyi, bilmiyorum doğrusu. Onun Stasenka'sı iyi ve
şefkatli bir adam... E ama bütün bu Lehler damgalı, kadınlar söz konusu
olunca, Tanrı affetsin, hepsi birer erkek köpek kesiliyorlar. Bütün para
onların, utanmaz adam, har vurup harman savuruyor. Gösterişli kupalara
biniyor, çeşit çeşit de hediyeler. Zoya da, ah aptal kız, hâlâ ona
sırılsıklam âşık! Anlamıyorum, bu aptallık ne uğruna! Daha geçenlerde yazı
masasında (bir anahtar uydurmuş) Dulcina'sı ile çekilmiş fotoğraflar
bulmuş... hani o halde.... anlıyor sundur... çırılçıplak.... Ah, Zoya da
afyonla kendini zehirliyor... Zar zor yapay solunum yaptılar, işte sana
birbirinden beter şeyler. En iyisi sen kendinden söz et. Yalnız, şist....
çok yavaş, burada duvarların da kulakları var.
Semenyuta esin perisini yardıma çağırdı, ukalaca ve gelişigüzel palavralar
atmaya başladı. Bazen bir önceki ziyaretinde söyledikleriyle çelişkiye
düştüğü oluyordu doğrusu. Ama yine de, kendisi bunu fark etmiyordu. Annesi
fark ediyor, ama hiçbir şey söylemiyordu. Yalnızca yaşlı gözleri daha da
hüzünleniyor ve git gide merakla bakıyordu.
İşleri harika gidiyormuş. Müdürü Semenyuta'ya değer veriyor, arkadaşları onu
seviyorlarmış. Doğrusu Traktatov ve Preobrajenski onu kıskanıyor ve
entrikalar çeviriyor larmış. Ama onlar kimin umurundaymış! Ne bilgileri, ne
de orijinal düşünceleri varmış. Hem ne öğrenimi görmüşler ki; biri okuldan
atılmış, öbürü de tam bir serseriymiş. Semenyuta'nınsa zerre kadar kusuru
yokmuş. Bürokrasinin bütün sırlarını ayrıntısıyla öğrenmiş. Masa şefi onun
arkasındaymış. Birkaç gün önce evine akşam yemeğine çağırmış. Dans etmişler.
Şefin kızı Lyuboçka bir başka küçük hanımla ona yaklaşmış. "Ne istersiniz,
gül mü, inci çiçeği mi?" demiş. "İnci çiçeği!" diye yanıtlamış. Kız
kıpkırmızı kesilmiş. Sonra "İnci çiçeğinin ben olduğumu nereden
biliyorsunuz?" diye sormuş. "Kalbim fısıldadı" demiş.
— Vaneçka, artık evlensen.
— Bekleyin. Daha erken, maman. Bırakın da biraz daha palazlanayım. Ama
güzel, çok güzel olurdu.
— Ah, seni yaramaz!
— Tütütü, nazar deymesin. Şimdilik işler yolunda gidiyor, kötü denemez.
Müdür birkaç gün önce yanımdan geçerken omzuma vurdu ve takdir ederek
"Çalışın delikanlı çalışın. Sizi izliyorum ve her zaman size destek
olacağını Sizi hep göz önünde tutuyorum" dedi.
Semenyuta konuşuyor da konuşuyordu, düş gücünü ateşleyerek, havailikle bacak
bacak üzerine atarak, bıyıklarını burarak ve gözlerini kısarak hiç durmadan
konuşuyordu, bu büyüleyici masalların etkisinde kalan annesiyse ağzının
içine bakıyordu. Ama uzaktan çanın çaldığı duyuldu, çan sesi git gide
yaklaştı. Domna elinde canıyla girdi: "Bayanlar, akşam yemeği". Annesi:
— Bekle beni. Seni daha çok görmek istiyorum. diye fısıldadı.
Yaşlı kadın yirmi dakika sonra döndü. Elinde ya bir parça salamura mersin,
ya paça, ya da ringalı sebze ve birkaç dilim lezzetli siyah ekmeğin
bulunduğu bir tabak vardı.
Annesi tatlı tatlı:
— Ye Vaneçka, yesene. diye oğlunu ikna etmeye çalıştı. — Bizim dul
yemeklerinden iğrenme! Küçükken mersini çok severdin.
— Maman, yapmayın, buraya kadar, boğazıma kadar tokum. Bugün öğle yemeğimizi
"Prag"da yedik, müdürü kutladık. Maman, sözü açılmışken, portakalı da size
oradan getirdim. Buyurun...
Ama Semenyuta getirilen yemeği öyle büyük bir iştahla yedi ki, annesinin
yüzünde kırışıklarla dolu yanaklarında tıpkı incecik dağ dereleri gibi akan,
sessiz gözyaşlarını fark edemedi.
Ayrılma zamanı geldi. Anne, oğlunu giriş kapısına kadar geçirmek istedi, ama
Semenyuta paltosunun dayanılmaz halini anımsayınca bu nazik davranışından
onu vazgeçirdi:
— Ne gerek var maman. Böyle uzun geçirmeler gereksiz gözyaşları demek. En
azından üşütürsünüz. Kendinize iyi bakın, kendinizi koruyun!
Girişte mağrur Nikita ifadesi mümkün olmayan ezici bir büyüklük taslayarak,
Semenyuta'nın nasıl da aceleyle eski püskü paltosunu giydiğini ve biçimsiz
şapkasını başına geçirdiğini seyretti.
Semenyuta güler yüzle:
— Böyle işte Nikituşka. Hâlâ yaşamak mümkün.... Umutsuzluğa kapılmamak gerek
yalnızca... Ah, sana da on köpek vermek lazımdı, ama üzerimde bozukluk yok.
dedi.
Kapıcı saygısızca:
— Önemli değil. diye geveledi. — Biliyorum sizde bozukluk olmaz. Gidin
artık, gidin. Girişi işgal ediyorsunuz.
Yazgı ne zaman Semenyuta'ya en acımasız yüzünü değil de, merhametli yüzünü
gösterecekti? Acaba gösterecek miydi? Ben göstereceğini sanıyorum.
Yazgının, bu kaprisli ve kararsız güzelin bedeli, bütün sevgililerine inat
olsun diye onu seçmek ve son köle gibi şefkatle sevmek mi?
En sonunda yaşlı, namuslu bekçi Ankudin, hasta düşüp ölümün yakınlaştığını
hissedince, torunu Grişka'yı il vergi dairesindeki müdürüne gönderdi:
— Git, müdür beyine de ki: Ankudin ölmek üzere ve ölmeden önce siz müdür
efendisine çok önemli bir sırrını açmak istiyor.
General, Ankudin'in devlete ait, bodrum katındaki küçük evine geldi. O zaman
Ankudin son gücünü toplayarak yataktan sürünerek indi ve generalin
ayaklarına kapandı:
— Efendim, vicdanım sızlıyor... Ölüyorum.... bu günahı ruhumdan çıkartmak
istiyorum.... O paraları ve pulları... Hepsini ben çaldım... Şeytan aklımı
çeldi... Tanrı aşkına, suçsuz birini haksızlığa uğrattığım için bağışlayın.
para ve pullar, işte hepsi burada..... Konsolda, sağ üst
çekmecede.
Müdür hemen ertesi gün Semenyuta'yı bulmak üzere Pşonkin veya Massa'ya
gidecek, onun elinden tutarak bütün dairenin önünden geçecek, Ankudin'i,
çalınmış para ve pulları, şansız Semenyuta'nın acısını anlatacak, herkesin
önünde ondan af dileyecek, elini sıkacak, neredeyse ağlayacak kadar
duygulanacak, onu alnından öpecekti.
Semenyuta, anneciğiyle birlikte sessiz, mütevazı ve sıcak yuvasında daha çok
uzun zaman yaşayacaktı. Ama yaşlı kadın hiçbir zaman oğlunun aldatmacasını
bildiğine dair imada bulunmayacak, Semenyuta da hiçbir zaman annesinin bunu
bildiğini anladığından söz açmayacaktı. Böyle keskin yerlerden her zaman
sakınarak geçmek gerek. Kutsal yalan, değince solan ürkek ve utangaç bir
çiçektir.
Acaba gerçekten yaşamda da böyle mucizeler oluyor mu? Yoksa yalnızca
Paskalya öykülerinde mi olur?