Hazinedeki Paslı Teneke
Aziz Nesin
Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde
hiçbişey yokmuş. Hiçbişeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu
padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir
emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş.
"Hiçbişeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı" diye
avunurlar, yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturlarmış.
Atalardan kalan emanet, bir kişinin, iki kişinin değil, bütün ulusun
olduğundan,. herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış.
Onun korunmasına canla, başla çalışırlarmış.
Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi
olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini
kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile
uçurtmazlarmış.
Padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri, her yılın bir
günü, atalardan kalan kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin
ederlermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bigün padişahın içine, ulusun canları,
kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş.
Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş.
Sonunda bu isteğini yenememiş, bigün hazine dairesine girmiş. Nöbetçiler
padişaha da yasak diyecek değiller ya... Sarayın hazinesine padişah,
sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler,
emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış. Bu
emanet, oda oda içinde, oda oda içinde kırk odadan geçtikten sonra
kırkbirinci odanın içinde dururmuş. 0 odanın içinde de kutu kutu içinde,
kutu kutu içinde, kırkbirinci kutunun içindeymiş.
Padişah kırk odanın kapısını açmış. Kırkbirinci odaya girmiş. Sonra kırk
kutu açmış. Kırkbirinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt
çarpıyormuş. "Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?" diye büyük bir merak
içindeymiş.
Bir de kırkbirinci kutuyu açıp baksın ki, ne görsün: Yeryüzünde o zamana
kadar görülmemiş bir mücevher. Bir alev gibi yanıp duruyor. Altın desen
altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil... Padişah kendini
tutamamış, içinden, "Atalardan kalan bu kutsal emaneti ben kendime alırım.
Benim olur. Kim nereden bilecek?" diye geçirmiş.
Güneşten koparılmış bir parça gibi ışıl ışıl yanan kutsal emaneti kutusundan
çıkarıp, cebine atmış. Atmış ama, "Ya benim çaldığım anlaşılırsa..." diye de
içine bir korku düşmüş. O zaman, "Ben bu pınl pırıl yanan şeyi alır, onun
yerine üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koyarım,
hiç kimse bu emaneti görmediğine göre, günün birinde kutuyu açarlarsa,
kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de
yapmış. Sonra kırkbir kutuyu içiçe, onun üstüne de, kırkbir odanın kapısını
da üst üste kilitleyip hazineden çıkmış arna, yaptığı düzen anlaşılacak diye
de ödü kopuyormuş. Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için, o
zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken, padişah bu andı
yılda ikiye çıkarmış. Her yıl iki kez, alanlarda toplanırlar, padişah da,
başkaları da, bütün ulus, atalardan kalan kutsal emaneti kanları ile, canlan
ile koruyacaklarına ant içerlermiş.
Sadrazam kurnaz bir kişiymiş. "Eskiden yılda bir kez emaneti korumak için
ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?.." diye sadrazamın
içine bir kuşku düşmüş. "Yıllardan beri koruduğumuz bu emanet ne ola?" diye
o da bigün hazineye girmiş. Kırkbir odadan geçip, Kırkbir kutuyu açıp
emaneti görmüş. Ne de olsa padişah, dalaveresi çakılmasın diye, çaldığı
emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu
güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş. "Ben bu emaneti alır, yerine
üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse,
emanetin ne olduğunu bilmediğinden, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal
emanetin bu olduğunu sanırlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Ama
içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir korku olduğundan, padişahın yılda
ikiye çıkardığı ant içme törenini, yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda
dörde çıkarmış.
Gelgelelim vezirlerden biri kurnaz bir kişiymiş. "Şimdiyedek, yılda iki ant
içilirken neden dörde çıkarıldı?.." diye içine bir kuşku girmiş. O da,
kimseye danışmadan hazineye girebildiğinden, bigün, hazineye girmiş, kırkbir
odadan geçmiş, kırkbir kutuyu açmış. Kırkbirinci kutudan çıkan üstü parlak
taşlarla süslü altını görünce, sevinçten gözleri parlamış. "Ben bunu alır
yerine bir gümüş koyarım. Kim nerden bilecek?.." diye düşünmüş. Düşündüğü
gibi de yapmış. Yapmış ama içinde öyle bir korku varmış ki, hırsızlığı belli
olmasın diye, ulusa kutsal emaneti ne kadar iyi koruduğunu anlatmak için,
yılda dört kez yapılan ant içme törenini her ay yaptırmaya başlamış. Ulus,
her ay alanlarda toplanıp, son kişide son damla kan kalana kadar kutsal
emaneti koruyacağına ant içermiş.
Saray nazırı kurnaz bir kişiymiş. Ant içmenin ayda bire çıkmasından
işkillenmiş. "Bunda bir iş olacak, bir gidip şu emaneti göreyim..." demiş.
Kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açıp emaneti görmüş. Atalardan kalan
kutsal emanet o kadar hoşuna gitmiş ki, "Ben bunu alıp yerine bir bakır
koysam, kim nereden anlayacak?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış.
Yapmış ama, içinde hırsızlığı anlaşılacak diye bir korku olduğundan, emaneti
ne kadar titizlikle koruduğunu halka göstermek için ayda bir yapılan ant
içme törenini, haftada bire indirmiş.
Gelgelelim, hazineyi koruyan subaşı, kurnaz bir adammış. içinden, "Ne oluyor
böyle?.. Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem..."
demiş. O da öbürleri gibi kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açmış. Parlak
bakın görünce çok sevinmiş. "Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden
bilecek?.." demiş. Dediği gibi de yapmış. Ama yaptığı iş, içine
sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese
anlatmak için gösterişe başlamış. Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti,
ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş.
Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış.
- Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla, kanımızla
koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz. Doğrusu bu emaneti hazinede çok
iyi saklıyor, koruyoruz. Peki ama bu emanet nedir? Biz emanetçi değiliz
ya... Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne
olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim!.. demiş.
Bu sözler bomba etkisi yaratmış. Başta padişah olmak üzere, emanete hıyanet
edenlerin hepsi birden, hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla, bu dileği
ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar. Gerçek emaneti aşırıp onun yerine
sırasıyla sahtesini koyanlar, bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını
sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden, hırsızlıkları
ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş. "Koruduğumuz emanetin ne olduğunu
görelim!.." diyen kişiyi,
- Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen
kim olasın da göresin... diyerek, o kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek,
aşağılamakla suçlandırmışlar. Bütün ulusu da kandırdıklarından, kendileriyle
birlik edip, bunu söyleyenin üstüne yürümüşler.
Zavallı az kalsın linç edilecekmiş. Sonra padişah,
- Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!.. demiş.
Bu kişiyi öldürmek için önce bir yasa yazıp, sonra özel bir mahkeme yargısı
ile öldürmüşler.
Gelgelelim, öldürmekle iş bitmemiş. Çünkü, ölen kişinin sözleri ağızdan
ağıza yayılmış. O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş. Günün birinde
halkın içinden biri, "Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu,
neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?.." diye düşünmüş. Ama kendisinden
öncekinin başına gelenleri bildiğinden bu düşüncesini hiç kimseye açmamış.
Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş. Ama padişah,
sadrazam, vezirler, bütün emanet hırsızları, çaldıkları belli olmasın, kimse
anlamasın diye, atalardan kalan kutsal emaneti, daha doğrusu onun yerine
koydukları şeyi, eskisinden daha sıkı koruyorlarmış. İşte bu yüzden de
hazineye gizlice girmeyi başaran kişi, kutsal emaneti alıp, bütün ulusa
göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş. Adamın
elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu bir paslı teneke varmış.
Subaşı, adamın elinde tenekeyi görünce,
-Kutsal emanet bu değil!.. diye bağırmış.
Saray Nazırı,
- Bu değil!.. demiş.
Vezir de,
-Bu değil!.. demiş.
Sonra sırasıyla padişaha kadar hepsi,
-Bu değil, bu değil!.. demişler.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam,
-Kutsal emanetin bu olmadığım siz nerden biliyorsunuz? Bu değilse, ya
hangisi?.. diye sormuş.
Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin
yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi
hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya
koymuşlar. Kutu kutu içine kırkbir kutuya, onu da kırkbir oda içine
gizlemişler. Ama içleri bitürlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak
için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç
öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek
zorundaymış. Bu andı içenlerin hiçbiri, korudukları kutsal emanetin çalına
çalına, en sonunda bir paslı teneke olduğunu hiçbir zaman bilememiş.