Haritada Bir Nokta
Sait Faik Abasıyanık
Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir,
vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar... Robenson Kruzoe'yu
okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir
garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden
adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada
görmeyeyim, içimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.
Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır,
elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla
beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal,
sandalın peşinf bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel
çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz
kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz...
Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna
kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır;
fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını
uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavarıyla
karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla
çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu
günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran
rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca
döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve
sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha
mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için
verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu
öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal
ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların
kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar
dururdum.
Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba
inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm
ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen
fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire
adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık
burgacık şekil almış adalara kara sevdalıya kurşun döken bir ihtiyar
kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha
çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.
Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan
portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çı-kıveririm. Hemen üç
günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık,
gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır:
"Geldin mi, kardeş?" der.
"Geldim, ağam," derim.
"Artık gitmeyeceksin ya?"
"Aaah," derim. "Bir daha mı?.. Bir daha mı?.."
"Adamızdan iyi yoktur."
"Yokmuş, ağabey," derim.
"Babam sizlere ömür..."
Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz.
Bir asma çardağı altından geçeriz.
"Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele..." derim.
Eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim.
Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa
yıkanırım. İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş
tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben
duvardaki ağları seyre dalarım.
"Hava bugün lodos muydu, ağabey?" derim.
"Başlarken lodos başladı. İkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı
karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek."
"Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?"
"Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz... Sen nasılsın bakalım? Rengin
iyi maşallah!"
"Çok şükür, ağabey!.. Köy nasıl?"
"Bildiğin gibi.'gardaş! Hep öyle... Çocuklar iskambile dadandı; başka bir
kusurcukları yok."
"Parasına mı oynarlar ki?"
"Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar,
misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir
oynaya görsünler parasına da..."
Hani frenklerin "Penfant prodigue" dedikleri bir oğlan vardır. Ben o
çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum
yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir
sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı
köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar bir
anda uzaklaşır.
Bugün deniz yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz
vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl
pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi
keskin ve soğuk vurduğu zaman olacak, o canavar su baştan girip kıçtan
çıkacak...
İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda
bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bıra-kıverdiler. Yaşım orta yaşı
bulmuştu ama nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın
bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere
götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet
tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpusane görmüştüm. Kerhane
görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Sulanmışlar,
sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş
sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş;
gittiğim motorla yeni geri dönmüştüm.
Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden,
hoşgörü dolu, kötülüğü göz kırpışın-dan anlayınca cesaretten canavar
kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde
balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu burada kesik bir
son nefesle bahtiyar bitirecektim.
Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son
haline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde,
düşmeden önce ne kadar sallanıp durdular.
İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın
sayesinde gürül gürül işliyordu. Bense, orada
kafamı kuma sokmuş devekuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi
burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi,
çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen "müsrif çocuk" ruhuyla
seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On
kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü sigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi;
insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alınteri-ni,
sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz
hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma arasıra
esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu
başarılar, şöhretler düşünmeden, "düşünürsem Allah canımı alsın!"
düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kağıtsız dağlara fırlayacak,
balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek
sevmeyeceklerdi. Bir adam ki, onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam,
"Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da
almaz," diyeceklerdi. "Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket
ki, anası var, yoksa satar savar sürünür," diyeceklerdi. Hiçbir zaman
yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı,
denizi, ağı seve seve ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi.
Ne zararı vardı. Ben onları hayalimde adanın insanlarıyla öl-çe ölçe, en
büyük kusurlarını hoşgörüsüzlüklerinde bularak mahcup sevecek; bir sigara,
bir adaçayı, bir kâğıt oyunuyla rüzgârlı günü bitirdikten sonra yatağıma
yeni doğmuşçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları,
namusluları, hak yemezleri, alınteriyle sert tabiattan kavga ve dostlukla
ekmeğini çıkararak, birbirlerine fedakârlıklar ederek yaşayanları seyirden
duyduğum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine
rüzgârla, yağmurla uyanacaktım. Camları buğulu bir kahvenin içinde elleri
nasırlı, yüzleri güneş ve rüzgârla çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük
işlemeden bitirecektim.
Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım.
Şehire bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay
meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa
geliyordum.
Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura
verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı
kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla
titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta
parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi
dülger balığı çorbası çok evlerde tüte-cekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi
zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar
içten bir sevgiyle çalışıyordu.
Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi.
Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. İrip tayfasıyla reis,
gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni
yapıyordu.
Nihayet iş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı.
Tayfalardan birine, "Bunu bize götür sonra," dedi. "Ötekilerini pay yap."
Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi.
Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık
vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar
adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu.
Sandım ki, böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam.
Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde
bir meyve gibi çü-rüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki
adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri neredeyse yine eski temiz,
memnun halini, taze meyve halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa
doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, başparmağına irisinden bir tane
dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının
sırtına bastı.
"Ne o, hemşerim?" dedi. "Dur bakalım. Dağdan gelip bağ-dakini kovmayalım."
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde değildi.
Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışardan kahvenin önündeki seyircilerden biri
seslendi.
"Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış
nerelerden gelmiş işte."
"Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlüyle davet mi ettik biz bunları? O
balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı
temizlemeye hiç. Yağma yok, hemşerim!"
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, "Ayıptır yahu, ver adama," demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi
umduklarımdan birisi payına düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru
fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın
asıl tayfasına keyifle bakıyordu.
Hadiseye karışan adam, "Ayıp yahu," dedi. "Ayıp!"
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşen balıklardan en küçüğünü
fırlatacaklarını sandıklarımdan biri, "Sen karışma
bakalım, babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan
altında."
"Babanızın malı mı bu deniz sizin?"
"Onun babasının malı mı?"
"Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere."
"Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi."
Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına
dikilmişti.
"Kalkacağız, kalkacağız," dedi kahveciye.
Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, "Zararı yok, hemşerim," dedi.
"Zararı yok. Vermesinler, istemez."
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek
uzaklaştı.
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir
hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü
bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem
kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük
değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum.
Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.