Yeşil Sinekler
Toplanılacak yer bellidir. Yaz ve ter içinde, ufkun ardını düşlemeden yaşlanır hurma ağaçları. Bugün dünden daha önemlidir. Ancak katiller hiçbir şey olmamış gibi yenileniyorlar. Her gün yeniden doğuyorlar. Uykularında rüya görecek fırsatları bile olmadan bu katiller tarafından öldürülüyorlar. Sayıların önemi yoktur. Kimse kimseden yardım istemiyor. Berriye’de sözcükler çığlıklarını arıyor, ve yankı yaralı bir gülüşle geri dönüyor. Kimse yok. Ancak ağızlar haykırıyor: “Dünkü katili araştırdık içgüdüyle katili savunandan.” Ama katiller sonradan bunu söylüyor: “Çığlık gerçek olsa da, gerçeği gülerek savunmak erdemdir.” Namaz zamanında katiller kulak kabartıyor, omuzlarda yükselen cenazeler birbirlerine benzerken. Alelacele kalkar tabutlar, ve çabucak gömülür... Geçmiş ve geleceğin katilinde hiçbir cenaze töreninin tamamlanacak zamanı olmuyor, iki hız arasında son bir saldırı daha yaşanıyor. Yaklaşan kalabalığın adımları veya ailelerin öksüz kalanları ölülerini gerilerinde uluorta yerde bırakmak istemiyor. Gökyüzü kül renginden, denizin mavisi kül rengindendir. Ama TV kameralarında akan kanın utancı her daim yeşil sineklerle süslüdür.
Şiir Gibi Düzyazı
Şiir gibi düzyazıya akar yaz mevsimi. Ağaçlara vedamı duyurmadan hafif bir esinti duyumsuyorum. Çayıra hafif sararmış bir fotoğraf konmuş, bir makaranın yaptığı gibi haber bildirir. Ne halktan gizli ne apaçık birbirlerine bağlı devriyeler, anlamlar arasında yiten canlılık. Bedenin doğallığı süs ve makyaj arasın da kaybolmuş; yağmurun şehvetiyle uyandırılmayı unutmuş nar, üzüm ve incirin olgunlaşması gecikmiş. “Gözlerini kapatmana gerek yok, şiir buna gerek duymaz” Şair içinde barındırdığıyla cesaretini azalttığını söyler. Hedefsiz yürür apaçık izlerin peşin den, anımsadıklarıyla yürür sağlığını etkileyecek düzeyde çarpar kalbi. Oysa yaşanan her şey soluk soluğa delice anılardan fazla değildir. Yaz, ant içilen marşları silahlandırmaz. Yaz, yükseklerde soyunan hüznün zaferiyle düzyazı bir şiirdir.
Tükenişten Uzak
Televizyonun karşısında oturuyorum, öylece oturuyorum başka bir şey yapmadan. Orada, televizyonun karşısında, paltomla iki büklüm, benden benimle ilgili bir şey söylenmediğini görüyorum. Benden duman yükseliyor. Kesik ellerimi uzatıyorum bedenimden ve sayısız yanmış, kesilmiş, ezilmiş organımı tutu yorum; ne yeniliyorum ne onlardan kaçıyorum; işkencenin çekçililiğinden ötesine geçebiliyorum ancak. Ben denizin diliyle ve içten ayrılıklarla kuşatıldım. Televizyon karşısında benimle vedalaşan insanları Beyrut havalimanından kalkan son uçakla söküp attım. Geriye kalan ölüme tanık olurum milyonlarca tanık gibi; Dekart’ın düşüncesiyle öne sürülen hiçbir şey kanıtlanmadan. Şimdi İspanya’da, yakınlarımı tek tek uyandırıp sıraya dizerek benden aldıklarını görüyorum. Televizyona bir vahşi olarak girerim. Benden daha vahşetini öğretirim bombalayan uçaklar rutin uçuşlarla delirirken. Ancak ben onlara karıştıkça benden güç alıp daha da istekli oluyorlar, mecazi kahramanlar: Vahşet bana, beni yerle bir etmeden önem verir. Her defasından daha sağlam çıkarım. Ruhumdan ışıklar saçıyor vahşetin göbeğinde duran bu son bedenim korkarak ve daha güçlenerek duruyor. Ancak ben şimdi nerede olduğumu bilmiyorum. Televizyonun karşısında veya bir televizyon programında, kalbimden çıktığımı görüyorum bir hurma yaprağı gibi Lübnan dağından Refah’a!
Düşman
Bir ay önce oradaydım. Bir yıl önce oradaydım. Her zaman oradaydım. Benim gibi orada olmadan. Bugün bize anlatılma yan şey geçmişte, yani 82 yılında anlatıldı. Kuşatıldık, öldürül dük ve direndik; her şey bizim üstümüze cehennemden yayıldı. Katledilen / şehit düşen birbirlerine benzemez. Her biri tek başına direnişin özüdür ve özde benzerdir, gözleri ve adları ömrün iki şeklidir. Ancak onlar birbirine benzer diye katledildi. Madeni aletler bölünmüş paylaşılmış ve katil aynı anlayış içinde, elektronik düğmelerle kuşanmıştır. Öldürüp gizlenir.
O bizi görür biz onu görmeyiz, bize benzemez, sonu olmayan düşüncesi çelikten bir maskedir... Ne parıltısı var, ne gözleri ve ne de adı. O... O yalnız bir adıyla hatırlanır: Düşman!
Neron
Neron’u anımsatarak neden dolaşıyor, o Lübnan’ın yangınını izlerken? Sevinçten iki gözü dolar, dans eder gibi yürür düğün kalabalığıyla: Bu delilik, deliliğimdir, efendinin hikmetidir. Ver dikleri hariç bütün şeyleri ateşe verir. Hazır nağmelerle karışır çocukların yeteri kadar yükselen çığlıkları, edep ve gidişlerle!
Neron’u anımsatarak neden dolaşıyor, o Irak’ın yangınını izlerken? Yükselerek uyarırken tarihin ormanında anılarını, Hammurabi düşmanlarının adlarını, Gılgameş ve Ebu Nevvas’ı ezberler: Yolum o yolların anasıdır. Sonsuzluğun otları biter tarlamda. Şiir(?) bu sözcüğün anlamı nedir?
Neron’u anımsatarak neden dolaşıyor, o Filistin’in yangınını izlerken? Kimselerin olmadığı bir günde peygamberlerin peygamber diye kalktığı adı merdiven basamaklarım soluksuz kalarak... Ben Tanrının kelamıyım dedikten sonra; Peygamberin Tanrı adına yok ettiği hayatları tashih etmiştir onları semavi kitaplarda kuşatmadan!
Neron’u anımsatarak neden her coğrafyada dolaşıyor, o insanların yaşamındaki yangını izleyerek? "Ben kıyametin sahibiyim” der, sonra kameramandan kaydedilen görüntüyü ister; Amerikan yapımı bu uzun metrajlı filmin sonunda parmakların ucuyla başlattığı birçok yangını hiç kimsenin görmesini istemediği gibi!
Güvercinler
Çılgın bir dumanın içinden, ansızın bir şeyin yerinden sökülmesi gibi ürkerek uçar güvercinler. Göğün merdiveninde bir şimşek gibi parlarlar. Parçalanan mavi kanatları şehrin bir köşesine üst üste yığılır veya külden renklerin arasına konar. Bize şu anda mevcut olmayan bir yüzü anımsatıyorlar: Ne bulunur ne tam an lamıyla bize dönüp aramıza katılır veya sonunda kaybetmemize karşın muhalefetini göstererek bize dönecek sandığımız. Savaşlar, savaşta ölen kimse yanındakinin öldüğünü fark ettirmez, oysa acıyı derinden duyumsar. Acı, savaşta yalnızlığın nimetidir. Ortalıkta duran hükümle birlikte hatta hayatla öldürür. Oysa o anda kimse kimseyle sözleşmez ve unutkanlık uzak caddelerde dolaşır, görünmeyen beklenir bulunana dek ürkmüş güvercinlerden bira kılan. Lübnan akşamında güvercinlerden çok yenilginin yüzünde yükselen dumanı görüyorum!
Katledilen Ev
Bir dakika içinde biter, talan olur düzenli bir evin hayatı. Hayatına son verilen o evde toplanır katiller, hatta evin o halinde otururlar. Nedeni, bina yapılırken verilen ilk söz bu evi ilk fırsatta mezarlığa çevirmektir veya savaş zamanında bireyin ünü şiirden başka bir şeyin olmamasıdır. Katledilen evin o eşyaları ilginç alanları ve adı ziyarete açılır. Trajedinin gereksinimi haya tın nesnesinde parlar uyarıları onaylarken. Parmakları anarken, kokuyu anarken ve fotoğrafları anarken, oluşum bütün şeylerde acı çeker... Evler katledilir içindeki insanları katleder gibi: Önce eşyaların anısı katledilir, taşın, otun, camın, demirin ve kalkan gibi patlayan beton; pamuk, keten, ipek, defterler ve kitaplar sözcükler gibi yırtılıyor; dostların söyleyemedikleri sözlerden dolayı dişleri birbirine vuruyor. Tabaklar kırılır, oyuncaklar ve kaşıklar dağılır, aseton şişeleri ve musluklar ve su boruları patlar, kapı tokmakları, buzdolabı, küvet, vazolar, zeytin ve reçel kavanozları, özel eşyaların kutuları sahiplerinin kırıldığı gibi kırılıyor. Tuz ve şeker, baharat ve kibrit kutuları dağılıyor, lambaların prizleri kırılıyor, saklı öfkeler ve tarakların dişleri ve sarımsak ve soğan örgüsü dağılıyor, domatesler ve bamyalar ezilir, pirinç ve mercimek dostların anlattığı gibi dağılıyor. Komşuların bohçaları ve evlilik cüzdanları yırtılıyor; doğum tarihleri, su ve elektrik faturaları ve kimlikler, pasaportlar, saklı mektuplar dostların yırtılan kalpleri gibi yırtılıyor. Fotoğraflar ve yataklar, saçların tarak dişleri, ziynet kutuları ve boyun kolyesinin ve başörtülerin boncukları uçuşu yor, ailenin gizi bozgunla yığılıyor. Bütün bu eşyaların anısı in sanlara aittir. Dağılan eşyalarla boşalıyor insanlar, eşyaların anısı insanlardan böyle boşalıyor.
Bir dakika içinde her şey tükenir. Eşyalar ve nesneler bizim gibi ölür. Ancak bizimle gömülmez!
Sivrisinekler
Sivrisinekleri hangi adla anacağımı bilemiyorum: Bu komik durumu sen yürürken seni geçen adımlarının seslerine mi bağlasam. Emdikleri kan yetmeyeceği kesin, aramızdaki savaş alanında tökezlediklerinde kusacaklar. El Mütenebbi’nin Şiirindeki kışkırtıcılığı bu zulüm sayesinde defalarca oku. Hedefi vurduktan sonra savaş uçakların sesini duymamak için çişini tutarak ziller çal. Ne de olsa hedef kanındır. Işığı yakarsın ve odanı dört duvarını süzersin sehpanın üstündeki zambakları yoklarsın ve o zalim sivrisineğin bir köşede saklandığını görürsün... Tek güvencen onun boyun eğmesi ve teslim olmasıdır. Ona doğru sessizce yönelir ve ayakkabının tekiyle öldürürsün, ölü hali sırtındaki benlere döner, kendini bir süre avutursun. Havayı yoklarsın sesi çoğalarak yükselir. Yeniden ayaklanırsın seni korkutan bu sese: Uyu, ben de uyuyayım! Sanırsın ki, seni anlayıp ikna oldu ışığı söndürüp uyursun. Yeniden saldırıya geçer iniltisi çoğalarak gelir, ancak bu defa kanını fazlasıyla emmeye kararlı. Ter içinde seni savaş alanına çekmek ister, ikinci bir defa ışığı yakarsın ve ayaklanırsın, o ve terin savaş halinde; akşamdan masaya bıraktığın kitabı alıp kaldığın yerden okuyorsun. Ancak sivrisinek okuduğun sayfaya konarak senin ve okuduğun sayfa arasında bir duvar çeker, kendi kendine mırıldandığın sözlere sevinirsin: Tuzağıma düşene kadar beklemeliyim. Hızla kitabı üstüne kapatırsın: Öldürdüm... Seni öldürdüm, diye haykırırsın!
Kitabı yavaşça açarak zaferini görmek istersin, ama ne sivrisinek ne de sözcüklerden bir harf bulursun, önünde bembeyaz bir sayfa!
Sivrisinekleri hangi adla çağıracağımı bilmiyorum, yanmadın, uçmadın bu bir kabus, büyük bir anlamsızlık. Sonuçta haşereler senin kanını seviyor yirmi mil uzakta olsan da. Akşamları kanın sebil değil tek nedenin korkundur:
Sanırım en iyi soyunun kanını değiştirmek olacak!
Kişiliğim Gereği
Bir meydanın ortasında toplandık. Ona seslendik: Ey kahraman! Üstünden güzel yüreklerin kırıntıları geçti, yüksek yerde durduk, zambak tanelerini serperek. Dili bile heyecanlandıran kafiyenin hakkını veren kafiyeli şiir okuyarak: “Ey kahraman! Sen bizim umudumuzsun”. O, o bayrağın kollarında yükselerek zafere ulaştın, dalgalanan adın boşaldı, akarak niteliğine. Gelin gibi keklikler zifafın demetinde. “Hiçbir şey yapmasam da kişiliğim gereği uyanıyorum.” Sabahın son uykusundan, kişiliğimi hazır tutarım yalnız uzak geçmişi anarak ellerimin hazır parmaklarıyla “Ey kahraman! Sen umudumsun” dedim. Etrafında kimsenin görmediği bir birlerine karışarak kokular yükselir. Yurdundan sürülen bu yaraya otururum. Bedenim yerinden oyar kahramanın bıraktığı bu izde. Işıkları böler ve tenekeden bir sahanda toplarım, umudum olmadan... “Orada acı olmaz. Acı son durumda olur. Ancak bugünü kim duyar kalbim delindikçe? Acıyı duyarım. Sardalye kutularım parçalıyorum ancak dolu değil bulduğum silahlar. Güler söylenirim: “Bu tarihten sonra kahramanların silahları da tükendi”.
Bu memleket için ayaklananları gerektiği gibi anarım!
Ortak Düşman
Savaş öğle uykusuna geçer. Savaşanlar yorgun ve korku içinde olan dostlarıyla savaşı yorumlamak için, konuşmaya çekilir: Zafere ulaşmadan bize uyumak haram! Düşman zafere ulaşmadan ölmez çünkü. Sonuçta öksüzlerin dili de bozguna uğrar. Ancak sevdiğinden hazır bir asker olarak değil, birey olarak ve savaşarak: Ancak kalbimi yakan mermiler senin gözlerin bile iyileştiremez!
Beni, seni öldürenlerden kimseyi öldürmek gibi bir hırsım olmadı! Ölümümden çok senin için korktum, bütün dileğim senin kurtulmandır. Kahraman sözcüğü mezarlığa hizmet etmek olmamalıdır. Savaş alanında bile zaferini düşünürüm, sırtına çıkıp kulağına barışı fısıldamak isterim. Yatak odanda iki barışın arasındaki farkı daraltmak istemeden. Ancak susayıp bitkin düşüp su istediğimde düşmanım beni duymaz, adını sayıklayarak yığılır kalırım...
Her iki tarafta savaşanlar sevdiklerine birbirine benzer sözler söylerler. Ama her iki taraf da savaşıyor, öldürüyor, geride kalanları anmadan, onların ortak bir düşmanları bulunur: Ölüm!
Ölümün, şendeki anlamı neyse, ondaki anlamı da odur.
Sarının Rengi
Sarıçiçekler odayı daha bir aydınlatır. Beni öylece beklerler onları beklediğimden daha çok. Onlar bana baharın ilk mektubudur. Bana köyünde savaşın çalıştırmadığı bir kadın bana armağan etti, bize kalmayan kıtlık içinde yaşayan bir doğadan. İnce ve zayıf hayatımızdan sonra bizi o taşıyacak dikili ormanıyla...
Kendi dallarının çözülüşünün dışında güneşten koparılmış iplerle ve zamanın iğnesiyle örülür orman. Gözlerimi bu sarı çiçeklere dikerim, bana ışık saçtığını duyumsarım karanlığımı kovarak, o ince yapraklarından çekinmeden suyunu değiştiririm. Uzun bir mecaz beni över: Altıncı hissin duyduğu sarı renginin o boğuk sesi. Sesi vurgusuyla sınırlı, güneşe tapan o sesi dinini değiştirmez asla! Oysa ölümün sesini değiştiriyordu, onda kuşatılmış atları bekleriz, açık adımlarımızda dikilmeyi öğreniriz yüksek mesafelerde!
Keşke Ağaçlar Ölmezse
Ağaçlar bir birlerinin kız kardeşidir veya birbirleriyle güzel geçinen iki komşu. Büyük ağaçlar küçük ağaçları korur, küçük ağaçların gölgesi yetişmediği yerlere uzanır büyük ağaçlar. Uzun dallar kısa dalları korur, gecede homurdanan güvercinleri onlara gönderir. Hiçbir ağacın meyvesi başka bir ağacın meyvesin de olgunlaşmaz, kıskanıp ondan etkilenmez. Bir ağaç başka bir ağacı öldürmez ve bedenini taklit etmez. Gök rengini aldığın da yüzmeyi öğrenirler. Kapı olduklarında yatağa birer muhafız olurlar. Sandalye olduklarında gökle yarışmayı unutmazlar. Masa olduklarında şaire odun olmadığını öğretirler. Ağaçlar bağışlayıcı ve uyanıktır. Ne uyur ne de düş görürler. Ancak düşleyenlerin yatağında öksüzdür, gece gündüz ayakta dikilirler. Göğe ve gelip geçenlere saygı gösterirler. Ağaçlar eğilip yeniden dikilirler. Yük seklere sarkarlar. Hafiften fırtınayı özler, ustalıkla celallenmeyi özler gibi ve yükseklere çıkarlar... Daha yükseklere.
Şair söylemişti ta eskiden: “Keşke taşlar ölmezse”. Keşke bunu da söyleseydi:
Keşke ağaçlar ölmezse!
Geç Kalmış İki Kişi
Bu yolculukta karanlıkta yorgun, oysa ikimiz ne falcıydık ne uğursuz. Bizi aşkımızdan ve arzumuzdan söktüler organlarımız diye adlandırdığımız şeylerden, önden giderken cevher ve şekil gibi emirler giyindik, şuursuzluğumuz bizi açığa çıkmayan düşünceye yavaş yavaş alıştırdı. Doktorun yaraya bakarken bilgili üslubu gibi. Nerede olduğumuzu ve gerçeği bilmeden bir şeylerin ardında bekliyoruz, soruyoruz: Bu gemiye niye bindik ve ne hata yaptık? Geç kalanların hikmetine ulaştık mı? Rüzgar tarafından isabet olan dilimizi iyi biliriz, geç kalan her hangi bir şeye ulaşmamız neden bize yarasın ki, hatta burada bu dağın eteğinde bizi beklese bile, sağ salim ulaştığımız için bizi şükür namazına davet ediyorlar...
Biz ikimiz ne falcıyız ne uğursuz, biz sadece geç kalmış iki kişiyiz!
Neden... Neden Bütün Bunlar?
Kendi kendini teselli edersin, tek başına yürüyorsun, kendi kendinle az konuşursun.
Sende sözcüklerin bir anlamı yok, bir şey söylemek istemiyorsun: “Neden? Bütün bunlar neden?” Anları bir birine çakmaktaşı gibi vuruyorsun gençliğin verdiği delikanlılıkla olduğu yerde zıplarsın, kıydıkları her şeye kızar ve sorarsın. Ancak o anlatmıyor. Tekrarlar durursun her fırsatta: Neden... Neden bütün bunlar? Ondan duygulanırım yakın bir dostumdur ve bu yolda yüküme yardım ediyor. Bir gün uzak bir yerde onu bekledim. Gören beni deli sanacaktı. Sanılır ki şair düşler, önemli şeylerle karşılaşır ve şeytandan etkilenerek yaşar. Ama o, kişiliğini önemsemez ona üzülmez de. Cengizhan’ı düşünmek istemiyor. Belki de, vadinin göbeğinde yıkık binaların üstünde havada yüzen eğersiz bir atı görmüş. Olduğu yerde yürüyerek ona ulaşır: “Neden... Neden bütün bunlar?” Yolun sonuna varmadan üstüne akşam süzülür, Okaliptüsün yanında bastonuna dayanmış yaşlı bir adama rastlar, titreyen elleriyle pantolonunun düğmelerini çözmeye çalışıyor, çişini yaparken söylüyor: Neden... Bütün bunlar neden? Yaşlı adama bakıp gülüyor, kahkahası vadiye yayılıyor, yeşil fıstığın tanelerini ona verirken!
Umudun Bağışladığı
Her düşüncem umudun yorgunluğuyla ve iniltiye üstün gelir; ırmağın, toprağı yarıp akmasına benzetir ve söylerim: Tatlı suyum hangi çekülle akıyor? Bu sorudan önce yanıtını Amman’ın merdivenli sokaklarında aradım, hızla çarpan bir kalbim sersemleşmiş ve bitkin, müsveddeler içinde tökezliyorken. Nedensiz yağmurun altında duran ve tökezlemeden belgeler çalar gibi notlar alırdım. Bilgelikle kalbe dolan ve hafiften geri dönmek isteyen bir beden arasındaki mesafelerle her düşüncede umutla mutlu olur. Soruyu tekrarlarım: Ben kimim? Komşunun yüksek sesle dinlediği müziği ve zambağın kokusu içinde acele etmeden, ufka bakan pencereyi açarım, iki kedi kaçar, kaçarlarken o daracık sokakta komik bir durum alırlar. Bacalarda, güvercinler yuvalarını yaparlar. Söylerim: Umudum neden yasın toplamı oluyor? Belki de yıldızların inancı ilahların hafızasından inşa edilmiyor... Sisin tefsirinde özellikle bağışladığımıza güvenip terk ederiz. Söylerim: Umut düşüncemin devamı değildir. Ama yine de sonunda bağışlanır. Kanın lekesi kalkmadan karıncaların çizgilerini geçmez. Ve umudun sorusunu unuturum...
Bu bağrımı kaplayan... Duyumsadığım mutluluk ne!
Düşlesem
Düşlerimi inatla meşgul eden birinden öğüt almam; seraptan su istediğimde susuzluğumla israfı önlediğim gibi. Anlaşıldı, bu uzun düşten yoruldun; ilk ve son olarak beni yoran bu düşümle her hangi bir sabahta karşılaşırız artık. “Düşlerimi güne işlerim hüsrana uğramış bir yabancı gibi kendisiyle bulaşmadan”. Gördüğünü görmeyen varsa düş değil, özlemin tellerinde senin düş görmeni öğretmiyorsa da düş değil. Ancak, üstünde nasıl açıldığını bilirsin. Papatya hayalimden kaldırılan tekrar düşer beni uyandırarak, sağ salim göğün dilinden geri döner şiir, fotoğrafına benzer topraktan yükselir. Bu genişlikte gerçekleşmeyen düşümü hatırlar mı belki de illa ki düşlemem gerekecek, son bir kişi olsam da... Sonunda düşler ve yaşayanların arasında ölen benliğini görür mü, sahi ölenlerin içinde yaşayan benliğini görür mü? İşte bu yaşamda, düşlemeden söylediğim:
“Düşlemezsem her şeyi kaybedebilirim”!
Küçük Güzel Komşum
Tek başına caddede yürüyor, kendi kendisine söz vermiş, havanın yemek tadındaki lezzeti akşama bağışlanmış. Zeytin ağaçlarında çoğalan ve azalan her an için üzülüyor, söze gerek kalmadan etrafında çoğalan beton binalar boşluğunun kimyasını bile bozuyordu. Ancak o küçük kızın çocukları çoğalıyor ve büyüyordu; zamanın organlarında ıslanarak her daim vadiye inen caddede yürüyerek iniyordu ve özlemle bekleyeni mutlaka olurdu. Onu yücelteni bekliyordu, ona: iyi akşamlar amca! Bir turpa benzeyerek, gözlerini yüzünde gizler, müziği içine saklar gibi su levhasında mavi bir güvercinin kanatlarında umut ettiğini beklerdi. Burada zamanla yarışırcasına tırnaklarını kırmızının şiddetli rengiyle boyar gizlice, cevizi kıran ve uyuyanı uyandıran yüksek topukları ayağına geçirerek. O azalan güzel komşuları burada bir simge olarak gelecek zamanı tek başına temsil ediyor. Bu yolda yürüyen herkes ona yoldaş olur, usta kişiliğine gıpta ederek sonucu anmasına gerek duymadan: “Bütün bunlar benim mi?” Sonra bu caddede tek başına yürüyüşünü tamamlar. Bir elin parmağı kadar kalan zeytin ağaçlarını sayarak, bir ceylan gibi sekerek sevinir bu değişmeyen bölgeye. Nefsini hiçbir şeye özendirmeden... Başkalarını kıskandırarak!
Kayıp Kişiliğini Görür
Onlarca yıldır ben buradayım. Bu akşam küçük bir çantanın içinde plastik bir iskemlenin üstünde oturuyorum; duvarları kırmızı tuğlalarla yapılmış bu yıkılmış mekanı bekliyorum. İkinci kata çıkan yıkık merdivenin basamaklarını sayarım: On bir basamak. Sağımdaki incir ağacı dallarıyla şeftali ağacına gölge yapar. Solumda sağlam duran ve geleceğe miras kalan bir kilise; merdivenin yanında ağzı taştan yıkık bir kuyu, kovası gecenin ilk sütünü emen ada çayının çiçeklerinden başka yankısı yoktur. Ben burada, kırk kişiyle birlikte, yasakların tozu içinde sözü az olan bu sahnenin tanıklığını yapıyorum. Balkonu geniş merdiveni bahçeye inen unutulmuş kahramanları sürgün edilmiş. Hayatımız gibi yıllanmış bir bağla bağlı sahneyi adımlamaktayız. Gözlerim penceresi açık bir odaya takılır ve kendi kendime sorarım: Bea orada mıyım? Sorduğum soruyla bu merdiveni çıkmak isterim, basamaklar kaygan birer sahne: Son bölümde her şey olduğu gibi kalıyor... İncir ağacı bahçede duruyor. Kilise yolun karşısında ayakta kalmış bir miras; pazar günü günlük olayların duyurulduğu mekandır ayrıca burası. Yıkık kuyu ve yankısı olan bir kova. Ama ben şimdi odamda olmalıyım bu bahçede değil. Böylece her şeyin yarısını yaşıyorum:
Evet, bu kayıp sonsuzlukta mekanın yükü hiç de hafif değil!
Dedi: Ben Korkuyorum
Korkuyorum. Yüksek sesle: Ben korkuyorum, dedi.
Mahkeme salonunun pencereleri kapalıydı, sesi yayılarak ve yankı yaparak yükseldi: Ben korkuyorum. Sessizlik, ancak duvarlardan sesi geri döndü: Ben korkuyorum. Kapı, sütunlar, perdeler, masa, halı, kitaplar, mumlar, kalemler ve duvardaki resimler her şey: Ben korkuyorum, dedi. Çığlıkta korku, seslerde ve yankıda korku: Yeter! Kendini dışarıya, caddeye attı. Yıllardır bildiği ağaçları gövdelerinden kırıldığını gördü, onlara öylece baktı nedenini bilmeden. Askeri araçlar hızla önünden geçti, caddede yürümekten korktu. Eve dönmekten korktu, ancak kendisini eve dönmek zorunda hissetti. Anahtarı içeride unuttuğundan korktu, ceplerini yokladı nihayet cebinde buldu. Elektriklerin kesik olasından korktu. Merdivenin elektrik düğmesine dilekle ve ricayla bastı. Merdivenin kırık basamaklarında tökezlemekten korktu, dileklerini yüksek sesle tekrarladı. Anahtarı kapının kilidine soktu, kapının açılmamasından korktu, ancak kapı açıldı. Eve girdi, korkunun divanına kendini unutmasından korktu. Sonunda ne yaptığını bilmeden kendini içeri attı; aynanın önünde durdu, sakinleşince aynanın önünde kendi yüzünü tanıyamadı. Sessizliğe kulak verdi, bir ses duydu: Ben korkuyorum, sakinleş. Nedensiz gözlerini yumdu...
Korkuya geri dönmeden!
Sessizliğin Bozgunu
Sessizliği dinliyorum. Sessizliğin ağzı var mı?
Adını unuttuğum sessizliğin içinde dikkatlice dinledim, atmosferde dolaşan ruhların sesini duydum, ilk kayalıklara armağan olan çığlıkları. Rüzgarda tütsülenen odunların yaşamın testilerinde saklı sesini ve sessizliğinin yankısını kırar. Dikkatlice dinledim, Tanrının bahçesinde taşla koparılan elmanın sesini duydum ve ilk kandan beri Habil’in korku dolu çığlığını; soyumun şehvetini inledim ne yaptıklarını bilmeyen dişi ve erkek arasında, balinanın karnındaki yunusun uğultusunu duydum, eski ilahların sürekli başkaldırıları arasında. Dikkatlice dinledim örtülü sessizliğin ardındaki peygamber ve eşinin arasındaki konuşmayı duymadım; ilk şiirle veya öfke ve karanlıkla düşen, hurma çukurunda mekanı ve zamanı meçhul bir savaşla, kutsal ve günah yolu müziğin dostluğuyla, Gılgameş’in dostu Enkido için ağlayışıyla, kabilenin kamıştan yuvaları ve maymunun kafesteki şaşkınlığıyla, yolculukla göçün arasındaki dağınıklıkla. Sessizliğin çığlığıyla duyuşumu keskinleştirdim...
Sözüm azaldıkça azaldı!
Unutkanlığı Arzulamak
Karanlık. Soruların yuttuğu yatağın yanında düştüm: Ben neredeyim?
Bedenimi aradım, onun da beni aradığını duyumsadım. Benimle konuşmayan lambanın düğmesini aradım, bulamadım. İskemleye takıldım düştüm ve onu da düşürdüm bilmediğim odanın bir noktasında. Kör olsam eşyaları parmaklarımla yoklar tanırdım, duvara tutunarak yürüdüm, olduğum yerde iki büklüm hüzünlendim. Açtım... Ellerimi giysilerime sürdüm düştükten sonra kendi kokumu kokladım. İnsan hayasından sıkılırken ki yüzünü anımsadım; bende biçimlendi, onda biçimlendim. Lambanın düğmesinin izini aradım, bulduğumda aydınlıktı. Eşyaların yerini iyice öğrendim: Bu yatağım, bu kitaplığım, bu çantam, bu aşağı yukarı bana benzeyen pijamam. Pencereyi açtım, vadideki köpek havlamalarını duydum. Ancak ne zaman döndüğümü anımsadım, köprünün üstünde ne kadar durduğumu anımsayamadım. Bir düşte sandım kendimi hem burada hem değilim; yüzümü soğuk suyla yıkadım, azıcık kendime geldim. Mutfaktan gelen açıktaki meyvelerin kokusu ve akşam yemeğini yediğim tabakların yıkanmamış ağır kokusu. Ancak seninle ne zaman konuştum? Pasaportumu açtım ve bugün geldiğimi anladım, ama bu yolculuğa ne zaman çıktığımı anımsamadım? Benliğimde bedenimin fiziği bölündü. Korktum... Gece geç saatte bir dostumu aradım: Anımsadıklarım ve anımsamadıklarımı ondan öğrenmeye çalıştım... Neredeyim? Dedi: Sen Ramallah’tasın. Ne zaman geldim? Diye sordum: Dedi: bugün, yanında Patşi" bahçesinden çiçekler vardı. Sordum: Neden anımsamıyorum, sanırım çok hastayım?
Dedi: Son hastalığını anlat: Hastalığım unutkanlığı istemek!
Duvar
Engerek yılanı gibi etrafımızda asılı sarmaşıklar. Yatak odası ve banyo, oturma odası ve mutfak arasındaki duvarın küçük bölümlerini yutmuş,. Engerekler sınırlı bir çizgiye sığmaz, önümüzdeki manzaraya benzemez. Demirlerle güçlendirilmiş betonun yoksul kabusunu ve sert yapısını kaldırırlar, görüntüsünü yumuşatırlar... Hareketleri duvarın üstünde kolaylaşır bize yönelmelerinin izleri ve nane demetleri kalır. Engerek beyaz bir duruma sığar gölge ve ışıltı arasında. Bir defa söyleriz: Biz, önden gideriz boğulmayız, biz yabancıyız. Gırtlağımızdan gelen engerekten başka bir şey görmeyiz aynaya bakıp beklediğimizde. Ancak bizler rüyanın yönünde azız, üstünü de görürüz: Karanlığını ateşe veren göğü görürüz iki mühendisin bayrak ve tüfekle süslediği. Arzuyla bize bakan gece sönüp yanan yıldızları görürüz. Sonra duvarın ardındaki engereği görürüz: Korkan bekçileri görürüz, hiç bir şey yapmadan bize kalan küçük duvarın ardından...
Bizde gizlendiğini sanıp boğarak öldürdüğü zeytuni silahlarını görürüz, gece inince.
Bu güldüğümüze sahiplenmeyiz asla!
Korkunun Yolu
Katilini bekliyor öldürülüşünü hayal ederek; gözlerinde pişmanlığını gösteren hiçbir belirti yok. Etrafında kim varsa söylüyor: Ölünce beni yerden kaldırıp almayın, ben korkuyorum ve şimdi korkuyu içimde öldürdüm, korkuyu öldürmeliydim. Katilim ve iki tanıktan sonra benliğimin yüce tahlili adil fıkıhta yerini alacak, diyor: Kendi kendimi savunduktan sonra, iki isteğimin arasında kendime gelir ve etiğimle uçar giderim, diyor: Sunulan güçte adalet varsa reddedilmez. Katil yaptıkları için özür dilemesinin nedeni kafama vurup öldürmektir! Sonra, hayatın ortasına düşen bu fıkhın temyizi için çabalarım, diyor: Bu normal hadiste, bu şehirden başka kutsal bir şehirde de duracağım. Katilin adı ve ünü var mı? Korkumun tam ortasında beni alsın götürsün; ölümden korkanla birlikte piknik yerinden; turist bir kadın sorar: O çocuğun günahı ne? Yanıt: Korkunun oğlu büyüyünce korkuya neden olacak. Bu kadının günahı ne? Dediler: Erkeği kışkırtıyor. Bu ağaçların günahı ne? Dediler: Onlardan yeşil güvercinler uçuyor. Ve bağırdılar: Korku, adil değil, o esas bir melektir. Katil açık bir gökten üstüne düşer. Ateşi üstüne boşalttığım zaman, kan damlasını yalnız olmadığını görecek!...
Şimdi iki korkak olduk!
Kalbimin Üstünde Yürüdüm
Kalbimin üstünde yürüyorum, kalbim Bir yoldu veya kaldırım veya hava Kalbime dedim: Beni yordun bir nesne gibi; Dur yavaşla, kırık bir boşluk gibi Soruların beni yordu: Nereden geçsek Orada ne yer var, ne gök Sen boyun eğdirirsin, şeylerle acı çektirirsin İstemediğim işlerin yokuşuna sürüyorsun Ona dedim: Yürüdükçe seni unuttum Sen hastalığım, ben nidan Hastalığın bedenimde yayılıyor,
Arkası olmayan arkamızda çökerim!
Suya Kanan İki Kişi
Garip kuzey rüzgarı, yağmurdan güç alarak içimde çalkalanıyor. Deniz kül renginin saçlarıyla örülü. Selvi ağaçları yüksek. Ayın otuzunda bulutlar güze, Gazze’nin kuzeyine şehit düşer, kadınlarımızın arasında ortak kullanılır bir vazonun içindeki umut, kadınlardan su ister. Gök yüksek. Deniz mavi ve dingin. Kuzey rüzgarı. Görüş net ve duru. Ancak bulutlar güz bulutları ölümün rumuz adı hayatının on yedi yılını tutuklu geçirdin... Enkazın altında ve haberlerde adın arandı. Dönmedin, şiddet normal, normalin dışında hayat yeniden başladı. Tanrıyla birlikte yeminleriyle övünen şeytan senden uzaklaşmadı. Söylenenlere kadir olan bireyler buralardan uzaklaştırılmadan hayat durulacaksa: Günaydın. Sonra tanık oldukları bozgunla birleşmiş rutin işlerine giderler. Sağ salim döneceklerini bilmeden kuşatılmış evleri, greyderler, tanklar ve kırık servi ağaçları kalır. El Hayat, " önden giden arabalar, ilk emniyet şeritlerinde kemikleşmiş asilikleri görmezden gelir. Kimsesiz kızlarla düzleşen güvenli kayaları bile duymazdan gelir. Ancak şimdi zorluğun önemini istiyorlar: Tanrı ve Şeytan arasında kemer olan kısa barışa ulaşır ve bizler helalinden şehitlerimizi gömeriz!
Kefen ve Tüfek
“Beni kimse bozguna uğratmayacak. Kimseyi yenilgiye uğratmayacağım”
Kendine güvenen, ikna edebilen, sorumlu ve önemi gizli adam söyledi bunları. Silahlar havaya sıkıldı, dedi: Mermiler kimin düşman olduğunu bilir. Aynı mermilerle ona geri döndü havadan. Grev yapan işçilere bir defasında baskın düzenledi; güven veren, ikna edebilen adam; grevdeki işçiler gibi dolaştı, oturup kalktı. Ancak bir türlü sağlanmayan barışı savunmak için savaşma nedenini aradı durdu. Gökyüzünün yüksekliğine uçması için ortamın durulmasını bekledi. Oysa denizdeki aynanın inceliğini bilen şiiri sevmez. Açtı ve biberlerin kukusunu duydukça açlığı arttı, tüfeğin önemini duyumsadı. Gökyüzüne mermileri boşalttı, bunu gören bahçıvan bir salkım üzüm için atıldı ve o da silahındaki mermileri ona doğru sıktı. Bu keyfi mermi sıkma esnasında beş kişi öldü. Savaş nedeni olarak bahane etti ve dedi: İşler aksadı. Bunun sonu savaştır. Sonunda güvenilen, ikna edebilen adamın üstüne ateş açılmıştı, hayal ettiği düşmanı onu hedef almıştı, bacaklarından hafif yaralanmıştı. Eve döndüğünde duvarda asılı tüfeğin altında iki misafir buldu. Güldü, onların sandığı gibi, o da onların tanık olduklarını sandı, dedi: Ölmedim! Ama yaşayan bir katil olarak haberim yayıldı, hakaret eder gibi tüfeğe baktı ve dedi:
Kardeşinize kefen bedeli olarak bu tüfeği satacağım alıyor musunuz?
Katkılı Zaman
Kimseye söz vermiyor. Açık bir sahanda oturur gibi, oturmuş bekliyor...
Ardında bir akrep gibi yirmi dakika dolaşıyor. Böylece azıcık yorgun benliğiyle bekliyor, yapılacakları unutarak. Ancak onda zaman katkılıdır, hiçbir sözü yerine getirmiyor. Hiçbir zaman gelmeyecek treni durakta çantasının üstünde oturarak bekliyor, bütün trenler dakikasında geçiyor, ama o yine de geç kalıyor. Gizlice evine geri dönüyor. Döndüğünde her zaman yaptığı gibi çizgiyi şaşırmadan merdiveni çıkıyor ve yolculuk çantasını açıyor. Sonra öfkeyle soruyor: Zaman bana neden hiç saygı göstermiyor? Ölüm kapısını çaldığı dakikada girişi dinliyor, kısık sesle: Neden verilmiş sözden yirmi dakika erken geldin?
Kapıyı açmadan banyoda saklandı. Sonunda banyoda olduğu yerde öldü!
Sağlam
Leylak bir atmosfer, yüksek, geniş ve ışıkla yıkanmış. Bulutların sırtı hafif sabun köpüğü, eriyip unutulmuş şiirlerle karışmayacak hiçbir zaman. Martı kanatlarında ve sıkı ormanın ağaçları üstünde daireler şeklinde yüklü; kutsal toprakta erkek hacıların bohçalarında yüklü. Atmosfer aydınlık geniş telvin ve tekvinle sulanmış. Bağışlanmış sağlam...
Alevlerle ormanı sarar, martılara saldırır, peygamberin eşine ulaşır. Şeylerin düzeninde aralıklı taziyelerle gelir...
Vezinle yazılmış şiir kitabına konar... Ve büyük bir hızla bu kültüre yayılır!
Bir, İki, Üç
Ses mühendisiyle ahşap sahneye çıktı aktör: Bir, iki, üç. Durdu!
Sesi ikinci bir defa deneyeceğiz: Bir, iki, üç. Durdu! Yankı biraz yüksek mi? Dedi yanındakine: Bilmem... Ne yapayım? Koltukların tamamı boştu. Ahşap iskemleler ölmüş insanların sessizliğini taşıyor, onunla karışsın diye karanlığı davet etmiş gibi, ikinci şaşkınlığın izleri, iskemlelerin içinde bir anı... Uyuyor, ikinci ışık uyararak çıkar. Ahşap sahneye çıkar, uzun bir süre sahneyi adımladı, boş koltuklara konuşmayı sevdi, onun kimselerin alkışlamadığını ve ıslıklamadığını beğendi. Konuşmadan birkaç adım yürüdü. Akşam bunu izlemek için koltukları doldurdular; perde açıldı, sessizliğin selamında şiddet duruyordu... Önünde dizili seyircileri bekledi, orada oturanlara varlığını anımsattı ve sessiz uyum. Yazılı metni unuttu ve konuşmadan adımlarıyla metni canlandırdı... Seyircileri unuttu, gündüz yaptığı sesin deneyiyle yetindi: Bir, iki, üç. İkinci defa tekrarladı: Bir, iki, üç...
Yüksek bir sesle bir daha denedi bunu. Karanlıkta oturanların ıslıklı protestoları yükseldi!
Boş Tabutlar
İki savaş arasında savaş dinleniyordu, oysa çığlıklar ölümün bariz kanıtıydı:
Generali anımsıyoruz. Oysa savaş bugünün savaşıydı ve hızla insanların yaşadıkları yerden sürülüşlerine, su gibi bir mecrada akışlarına ve çığlıkların kanıtı olan hayata düştü: Eşeği anımsıyoruz. Ancak yaşayanlar tabut yapımına giderler, o an kar yağmıyordu, o an sakat kalan insanların felaketi şehirde yaşayanları fazla etkilememişti, karda evini inşa eden örümcekleri gösteren pencereleri açtıklarında, körlüğün hedefine maruz kaldılar, ince sözcüklerle anlatılanları duydular, sözü olmayan ambulansların vahşi çığlığı sokaklara, meydanlara yayıldığında, suskunluğun hedef tahtasına döndüler. Müneccimler dedi: O dünyanın kıyamet kapısında ay aldanmasıydı. İtibarlı veya sıradan bir yüzle, bizde neyi çözdüklerini bilmeden burada bizi rahatlatan iki dudaklarından çıkan sözler yerine; karnımız tok ve bacaklarımızı keyifle uzatmış olacaktık!
Düşüm... Bir Av Köpeği ve İçimde
Hedefi olmayan bir yolda, bana inceden inceye yağan yağmurlu bir günü anımsatıyor, Newton’un elmasına benzemeyen elma yağar. Bu yağmuru tutmak için gözlerimin görmediği ve olmayan ellerimi uzatıyorum. Gözlerimi bulutlara dikiyorum, kuzey rüzgarının sürüklediği pamuk yumağını görüyorum, uzaktaki çatıların üstünde birikmiş su damlaların ışıltıları. Arabaların ve gülen bir kaç kişinin adımlarında ve asfalta yayılan ışık dalgalanır... Belki de sık attığım adımlarımda. Soruyorum: Üstüme düşen o elma nerede? Bende netleşen düşüm gizlenip uçtu. Dedim: Onu iki komşu gibi iki odada kaldığımız eve kadar izlemeli. Orada yeşil mürekkeple yazılı sayfaların üstünde durduğu masada buldum, tek satır halinde: “Elmalar, buluttan üstüme düşer”, içimdeki düş sadık bir köpeğim olduğunu öğrendim!
Ben Bir Başkasıyım
Güvendiği benliğinden uzaklaştığında tavana bakar, notlar yazar. Sonra konuk olur: Yalnızlığına... Yalnızlığına olduğu gibi kendini dizginlemeyi de iyi bilirdi. Bölünmüş acının özünü o uzaklaştırdı, özgürlüğün günahıyla kalbin yaptıklarıyla vurularak harcandı veya bir tenhalığa benzemeyen ve senin dışında inen benliğine gölgesi olmayan yolda dağılır. Rehin alınmış gibi yalnız oturur ne yapılması gerektiğini düşünür; göbeğin ve sırtın arasında bütün isteklerinle dolaşırsın. Aynanın duru yansımasından uzaklaşırsın. Sol elin sağ elini görmüyor; düşüncenden, anlama taşınan hiçbir şey değişim göstermiyor. Ancak bu sav sözün ayrılığı ne yenilenir ne acı çektirir: Neden yalnızdın? Anımsanan o mekanlardan uzakta. O özgürlüğün anımsanışı. Hatırlandığın zaman ruhun sıkılır ve söylenirsin: Bu beyaz sayfalarda harcandığımda yalnızdım Japon romanlarında anlatılan o dağın doruğuna çıkıyorum yarattığım kırıklıkları görmeden ölümümle yenilenecek bütün bu yaram. Yazıdan uzaklaşmadan takılır kalırsın, ölümden uzaklaşmadan ölürsün. Ancak beni mürekkep azaltır. Metafiziğin kasveti beni azaltır. Söylerim: Ben bir başkasıyım, şimdi olduğum gibi, ovanın göbeğine indim, topladığım incir yaprakları, gençliğimi en acı yerinde pantolonumu ısırdı. Ancak, ustalığımın niteliği beni azaltır. Su testileri beni azaltır!
Kuru Ot
Mesih gibi vahi ve gizli, yaz yapraklarının ince sesi duyulur... Uykunun katılığında ses ince örtüyü yarıp içine sızdı... Verimliliğini tamamlayan sararmış ekinlerin rengi ve kokusundaki ses... Hafif esen yelin adımlarını kesen tellerin, kesilmiş ve bölümlere ayrılmış ses. Bölümleri ne uzar ne sürdürülür. Ağaçların yaprak sesi yazın kuru fısıltısına nidanın sütünü içirir. Bu ses benim yalnızlığımdı, mesafenin ağırlığından beni kuru ışıltılarla koparır: Orada, ağaçların ardından sarkar, onunla sırtım ve göbeğim dümdüz olur, güneşin aydınlığı olmadan benliğimin dışında yüzerim. Uyanıklığa benzeyen uyuklamadan sonra, gizlilikten arınmış kalbe dolan bir kuşku gibi ağaçların kuru otları bana geri döner. Bu sesin anlamını sormuyorum: Bu durumda yaprakların içinde mi dolaşıyorum, dışında mı, ama o rüzgarın arzusuyla azalıyorum? Sözü olmayan ses beni yıkıntıya çevirir, ne onda ne içinde olan bir fıskiyeyle sulamaya başlar. Sonuçta giysilerini giysilerimde arar...
Bir birine benzeterek!
Alev
Bu masmavi günde, ayakta durarak denizi ve sahili örten dağın doruğuna çıkarsın, altında duran bulutlara bakman epey uzun sürer. Sanırsın ki sen, benliğinden daha yüksektesin... Bu alevlerin arasında olmayan güvercine benzeyerek; alevler süzülür sen onlarda seraptan çözülmüş mavi sahra gibi, yıkık gökyüzünü beklersin. Sonra alevler sana nidalar söyler yaşadığın yere geri dönmek için, ama bulutlardaki yolu bulamıyorsun. Bu mavi gecede, yıldızları bekleyen dağı görürsün, dağı bekleyen yıldızları görürsün. Sanırsın ki onlar da seni görüyor ve bekliyor bu oyunlar için teşekkürlerini sunarsın. Alevden çıkmak istersin ve tek başına bir kuyuya düşersin!
İpek Şal
Ağacın dalında bir şal asılı duruyor. Buradan bir kız geçmiş olmalı veya havası değişen rüzgar, şalını ağacın dalına asmasına neden olmuş. Bu mürekkep değil. Şairin Şiirinden yavaşça çıkan acıdan arındırılmış sevgidir; onu bekleyen olur uzakta bu doğanın tanıklığı gibi. Benliğin durumu bu tanıklıktadır: Yüksek serviler ve ipek bir şal. Genç bir kızın, genç sevgilisiyle bir yaz gününde buluşmuş ve ikisi bu kuru otların üstünde oturmuş olmalı. Bu demektir ki, gizlerinin düğünüyle burada uzanmış kuşları ötüşlerini dinlemişler; önlerindeki ufuk geniş, bu sarkmış dallar kuşlarla değişir, belki de ona demiştir: Seni arzuluyorum, sen benimleyken sanki uzaktaymışsın gibi. Belki de o bu yanıtı vermiştir: işte sana sarılıyorum, sen uzakta, sanki memelerimmişsin gibi. Belki de o da bunu demiştir: Seni beklemek beni eritiyor, eridikçe bir müzisyene dönüşüyorum. Belki o da ona: Ellerin dizlerimdeyken bende zamanı kökleştiriyor, okşadıkça eriyorum. İpek şalla uzun ve yoruma açık bir yola çıkıyor şair, tesadüfen gün batınımda ağaçların dalları arasında bulduğu şalı yağmak üzere olan bulutlarla kıyaslıyor.
Aldanmaya Benzer
Bu vadiden, benliğimin basamakları üstünde yükseliyorum. En yüksek tepesine varıyorum ve denizi görüyorum. Beni buralara taşıyanı ne zengin ettim ne de yanımda taşıdığım gizlilikte yaptığını anlattım. Gölgemin oyunlarıyla oyalanıyorum, beni oyalayan bu gökkuşağına rüzgarla dolarım; ansızın, gölgemin derinliğine akmayan rüzgara pencere olurum. Başlangıçta bu gökkuşağının bir renginin yansımasını sandığım diken yumağının üstüne düşmek istiyorum, dikenler ellerime batsın ve bir damla kırmızı kan süzülsün istiyorum. Ancak ellerimdeki suyu hafiften güneş bulduktan sonra güvercin de bulur. Yaram sayfaların mendiline dolup karışıyor, vadinin en yüksek tepesine varıyorum ve denizi görüyorum. Ancak bulutlar sahili, yolları ve bir savaşa esir düşmüş denizi kapatıyor. Gece her şeyin üstüne indi ve bütün evlerde yanan şehrin ışıkları göründü. Vadinin en yüksek tepesinden vadiye yaklaşık olarak benliğimin basamaklarını indiğim zamanı; indikten sonra anımsadım: Boynu bükük gölgemi orada asılı unuttum. Neden hüzünlü olduğumu anlamadın, neden? Bu şiir kitaplarını silah olarak kullanamazsın edebiyatın bozguna uğradığı anlarda. Dedim: Yarın vadinin en yüksek tepesine çıkıp evlerin ardındaki denizi göreceğim. Ancak gecenin başında gölgem yok olmaya başlar ve ikinci bir defa kaybolurum!
Apaçık Toprak
Bizde duran ve bizim onda durduğumuz yerimiz daraldıkça daralıyor. Bu dar yerde, General ve peygamber arasında barınan insanları için bu yerleşim yeri bir türlü genişlemiyor. Oysa hileyle horozu tavukla dövüştürürmüş gibi, tüylerini surların üzerinden uçurursun. Bu dar yerde çiftleşen kumrular görünmüyor; ne erkek dişiyle ne de dişi erkekle birlikte oluyor. Yer dar. Yeri sarı yaz dikenleri didikliyor; yerin küçük yüzü zamanı kusuyor; hatta şiirlerimiz bile onun tersini söyledi, anılar cennet kimlikleriyle niteliklerine uzandı ve yüzleriyle açlığını giderdi. Bizler, onun ne resmi kimliğine muhtacız ne de görüşüne, gökten öğreniriz bizi yaptığı birçok işin çözümün tanıklığına yönlendirir. Bu dar yeri... Seviyoruz. Onların da hem hayatta hem ölümde bizi sevdiklerini sanıyorduk. Seviyoruz ve gülen ufkun genişlemediğini anlıyoruz; inananın namazıyla genişlemediğin de anlıyoruz; değerli komşuda yıkanıp asılan çarşaflarda da; yıllardır taşlanan on dört efsanenin genişlemeyeceğini de anladık artık! Bu dar yerin, geniş bir meydanı bile yok; dışımızdaki düşmanla gerçek bir savaşa tutuşmak için. Seninle veya bir başkasıyla yalandan bir barış antlaşmasını imzalamak için geniş bir salonu bile yoktur... El çabukluğuyla keçimizin iki boynuzunu çalan ve saklanan iki çocuğun yanında, yalnız ve ihmal edilmiş iki ilah söylüyor bu anımsadıklarımızı yalnız kayada; kutsal kayanın kapısında bizden sonra olacak barışa hizmet ederek!
Rengarenk Bulutlar
Ben, lavaboya dolan bu bulaşıkları yıkadım, zamanın dolduğu bu bol köpüklü deterjanla. Su musluktan boş tabaklara akarken müzik aletleri gibi ses çıkarıyor. Suyun kesik ıslıkları bana eşlik ediyor; kişiliği olmayan ışıltıların kesik şarkıları. Havadaki bulutlara benzer köpük ve içinde yanıp sönen mevsimlerin renkleri dolu. Bu bulutları ellerimle tutuyorum tabakların, bardakları, kaşıkların, bıçakların ve fincanların üstünden ayırıyorum. Suyun damlaları köpüklerin üstüne aktıkça, köpükler bir bulut gibi şişer. Şişen köpükleri alıp havaya savuruyorum bana gülücükler saçıyor ve çoğalarak bulaşıkların üstüne doluyor. Hiçbir şeyi düşünmüyorum görünen veya hatırlanacak olan. Ancak çerçevedeki bir anının bu fotoğrafı, uzak bir mekandan su dolu lavaboya düşer; bu anı ne yaralar ne sevindiren cinsten; musluğun ağzını tıkar gibi veya bir sağanak yağmurun altında bekler gibi; hırsla yıkıyorum bu suyun billuru beni ağırlığıyla taşımadan. Orada kalırım, o anıda; musluğun deliğinden akan suyu kesmeden ilk gittiğim sudan sapa sağlan döndüğüme inanarak ve sonuna güvenerek. Hava sabun köpüğünden, o kolay yıllar yok artık! Uzanan sarmaşığa bakıyorum zihnim mutfak camları gibi berrak; kalbim yangınlardan ve güzel kokularla yıkanmış tabak gibi çözülür. Sonunda lavabonun tabaklarla tıka basa dolduğunu gördüğümde, bulaşıkları hiç kimseyi ilgilendirmeyen sözcüklerle doldururum; Bu sözcüklerle!
Hayat... Son Damlasına Kadar
Bana ikinci defa sordu: Bugün öleceksin, geri kalan zamanda ne yapacaksın? Ek bir zamana gerek duyacağım. Eğer yapmam gerekeni beni ölümle yenecekse. Şaraba susamışsam. Yazı yazıyorsam ve yazım yarım kalacaksa, ancak yazdıklarımı ve sorulan soruyu bağlıysa. Eğer konuk olduğum yerde öğle yemeğinde az pişmiş 1>ir bifteği hardal ve biber eşliğinde yiyorsam. Eğer soyunurken kulak mememi bir nesneyle çizersem. Eğer arkadaşım incir tanesi dudaklarını sunarken kabul edersem. Eğer sayfalar sonra ceylanın sıçrayışını okuyabilirsem. Gözyaşlarını aktıktan sonra da soğan soyabilirsem eğer. Yürüyorsam ve oturduğum yere yürüyerek gidip ve geç kalıyorsam eğer. Eğer şimdi gibi bulunuyorsam bir yerde ve sonrasını düşünüyorsam. Eğer beni etkileyen bir emirle bir yerde bulunamıyorsam. Eğer Mozart’ın müziğini dinliyorsam ve meleklerle geç uyanıyorsam. Eğer uyuyakalmışsam ve kuş ötüşleri arasında düş görüyorsam. Eğer gülüyorsam ve duyduğum haberle gülüşüm yarıda kesiliyorsa. Neden be geniş zamanda çalışayım? Neden bu geniş zamanda senin yaptıklarından başka bir şeyle uğraşayım, hatta ahmaklıktan çekinsem bile, Herkül’den daha güçlüysem!
Benimle Birlikte Olsam
Gözlerimi tavana dikiyorum, ellerimi yanaklarıma koyarak, beyaz bir düşünceyi çalıyormuşum gibi veya vahinin ışığıyla ıslanır gibi. Saatler sonra farkına varıyorum bir şeyleri düşünmeden iskemlenin üstünde orada veya burada olmadığımı. Şeylerin içine batmış durumdayken... Midem tamamen boş, bedenime göre biçilmiş, acıdan düş ve yoksul çocukluğun yardım istemesi gibi; ne mutlu olurum ne hüzünlenirim. Bir şeyin bir şeyi örtmemesi zamanı olmayan bir ündür. Birbirine girmiş ağaçlar arasındaymışım gibi beni erkek elim uyandırır. Beni dünde unuttuğum bir organım uyandırır. Tekti ve nedensiz, bugün gibi yarında yaşayacağımı bilmeden. Rüzgarı kıran yağmurun sesini duyarım dışarıda, içerdekini taşıyıp gitmeye niyeti olmayan. Hiçbir şey hiçbir şeyde bulunmuyor. Ağırdım, güvendeydim ve gömülü. Önümden geçen hiçbir şeyi güzel bulmuyorum.
Bir defa, bir defa daha... Fazla değil!
Uyuyor Gibiydi
Tek başına uyandı, yataktan kalktı. Pencereyi açtı, sabahın ışığı içeri girdi; duru ve mavi gökyüzünde hafif bir esinti vardı. Kendine gelmek için, bedeninin orasına burasına dokundu sağlıklı yüzünü çimdikledi. Yastığına baktı ve gece dökülen saçlarını gördü. Yastığa damlayan kanı gördü. Haberleri dinlemek için televizyonu açtı: Irak’ta yeni ölümler var mı, Afganistan’a yapılan baskı ne durumda? Bir an hala uyuduğunu sandı. Aynanın önünde gözlerini ovaladı, hafiften yüzünü ıslattı. Birine seslenir gibi: Ben yaşıyorum. Mutfağa yürüdü, doğru kahveye yöneldi. Öncesinde sütün içine bir kaşık bal koyup karıştırdıktan sonra soluksuz içti. Balkondaki kanarya gözüne ilişti, su koymayı unuttuğunu ayrımına vardı. Kanaryaya dedi: Günaydın, biraz su ve yem koydu; kanarya ahşap çubuğun üstüne konarak ötmeye başladı. ikinci bir defa daha uyuduğunu sandı, tekrar aynaya baktı ve dedi: Ben oyum ve yeni yayımlanan günlük haberleri dinliyorum, herhangi bir yerde yeni bir ölüm haberi yok. Bu güzel ve ışıltılı sabahta mutluyum. Aniden çalışma masasının iskemlesine oturdu ve aklındaki tek satırlık cümleyi yazdı: “Şimdi ben burada yaşıyorum ve acı veren hiçbir şeyi duymuyorum.” Aşk şarkısı söyleniyordu uzakta bir yerde, sabahın billur duruluğuyla ona ulaşıyordu. İşte buradayım, bu mekanda diye mırıldandı. Oturduğu yerde, beyaz bir sayfaya yazılı tek satıra baktı: “Şimdi ben burada yaşıyorum ve acı veren hiçbir şeyi duymuyorum.”
Bu defa uyuduğunu sandı. Kendinden emindi!
Aynanın Müziği
Ben bir müzik duyuyorum, etrafımda bahçeler açıyor, nağmeler çiçek oluyor gözlerimle duyduğum. Fotoğrafların sesi, sesin fotoğrafı dalgalar gibi katman katman... Edebi bir mecazdan daha uzaklardalar. Karanfil saksısından çıkıyor ve bütün inceliği ve katmanlarıyla yemek masasına konuyor; tuhaf bir şekilde unutulan bir an anımsanıyor veya önümde duran nesnelerde beliriyor. Suda mutluluk içinde uzayan ve durduğu yerden müziği duyup onu övdüğünü sanıp yerinden çıkan nergis değil. Ama beyaz zambak, kokusunu bu geniş solona yaymakta hiç de cimri davranmıyor: Bana geçmişten anılar sarkıtıyor, leylağın tam aksine; beni iki ses arasında tutuyor içeri giren ve beni eriten, düğün ve cenaze arasında göz yaşlara benzeyen... Bunların aksine fesleğenler bu nağmeleri yeterli buluyor, sanki açık bir dipnot gibi ince kokularını yayıyorlar. Bütün bunlara söylüyorum: Kırmızı gül müziğin aynasıdır. Yasemin ise kimseden kimseye yazılmayan arzunun mektubudur!
Kaplumbağa Kayası
Mezarlık havanın heybeti ve esintinin kemeri; dostlar bugün Memduh için toplandı ve sen sıranı bekliyorsun... Solgun çiçeğin ruhu uzak kuru ağaçların hışırtısından kopuyor... Hiçbir şeyin arkasında olmadan... Yok olan bölgelerin içinde adresi son bölgede olan. Ancak sen düzenli mezarlıkta kilimi düşünürsün. Rahat uyuman için senden başlarlar mezarlığı düzeltmeye. Uykun bölünür ve gömülü göklere çıkarsın. Ondan, ayakkabı gibi Paris’te Trocadero meydanında, hayatın vitrininde ceza uykuyu yaratmaz. Yaşadığın ve sözleştiğin müzeler ve kahvehaneler ona yakındı. Hayat mezarın rahmine düşünce: Etrafında çiçekler serpilince, ağaçlar, kuşlar ve insanlar bu nezih yerin dışında şarkı söyler, sonra ufuklar küçük şeylerle dolar özellikle bu sürekli var olacak adreste. Mezarlık kaybedileni yaratmaz aynanın mesafesinde, mezarlığa adaçayı bitkisi dolar gibi, uzak sahrada ağacın ve suyun yanında. Uyuyanı yaz sıcağında yansın diye veya kışın soğuğunda donsun diye unutmam. Sonunda son olmaksızın ölüme ulaşılır, uykunun yangınından çözerek ölümü. Ancak her ikisinin mezarları sıvanır, ve fotoğraflarıyla süslenir; yakın uykunun ruhunu ve hayatın sadık oluşunu düşünmezler, sonunda tarihin alışkanlıklarını okuyarak düşünürler. Onun daha büyük ve önemli olduğunu düşünürler: Kaplumbağa iziyle. Kaplumbağa mezarı ziyaret etmediğini öğrenirler. O sadece kayalığı sever!
Resmin Çerçevesi
Resmin çerçevesi kırıldı, nedeni yerin hafiften sarsılmasından; oysa bu çerçeve usta işi bir resmi taşıyordu, belki de bu resme daha güzel bir çerçeve yaptırırım. Resme uyar umarım, sanatın özü bu nedenle bozulur mu? Çerçeve parçalandı, bunun gideceği yer odun sobasıdır. O da mutlaka aynı şeyi düşünüyordur: Çerçevenin gövdesi kırıldı mı daha güçlü bir ahşaptan yeni bir çerçeve yapılmalı. Ama içindeki düşünce kırılırsa, geriye kalan sağlam çerçeve hüzünden başka bir işe yaramaz; ancak içinde keçilerin ve koyunların bir dereyi geçmek için köprünün resmi konur, onlar kurdun beklediğidir!
Kar
Hava beyaza büründü, savrulmuş pamuk gibi yumak ve yığılı. Her zamankinden daha bir beyazdır gecenin bedeni. Sokak lambalarının elektriği kesildi, yağışı yavaş ve karın ışığına güvenerek, müzik faslı gibi iki duvar arasında odama komşu olmuş hurma ağaçları korkmuş gibi vadinin kollarına düşmüş. Metafiziğe benzer bir mutluluk dışarıdan içime dolar, karla gelen bu rüzgara teşekkür ediyorum, bana ulaşmayan kalemlerin ruhlarına da. Bu karlı yola düşen bir başkasıyım. Ancak bu beyaz ot yumağında batmış, benliğimden savruluyorum ben değilmişim gibi; bir başkası değilmişim gibi; bu beyaz cevherin üstünde bir konuğum, aynam uzun ve geniş. Sokak lambalarının ışıkları tekrar yanınca, evin bütün ışıklarını söndürdüm ve pencereden uzakta yanan lambaya baktım, oradaymışım gibi...
Karın arkasında dolaşarak!
Lavanta Çiçeğinin Saksısı
Güzelliğinde, gizli bir ketumluk, lavanta çiçeği gibi, evimin kapısı karşısında oturuyorsun. Sol elimin parmakları sağ elimin parmaklarını kaşırken, elimdeki kahve fincanını ansızın yere düşüyor bakışlarım ve kollarım güzelliğine yakın, telveyle birlikte dağılan kırıkları yerden topluyorum... Ulaşamıyorum. Lavanta çiçeğinin kokusuna, yeşillikler içindeki kokusuna, görüntüden uzak bütün cömertliğiyle kokusunu salmıyor. Çakıllardan daha çok sabırla içer kuru yüzünden esen kuraklık ve bu kuraklığın kokusu kuru yaprakların bakir kokusunu taşıyor. Biriken suyu senin içmeni bekliyor, korkuya hazırlık gibi. Ellerimi, lavanta çiçeğinin saksısına uzatıyorum. Ovuyorum, kokluyorum, kucaklar gibi karışıyoruz bir birimize; bir şey demiyorsun. Sen gerçek bir lavanta çiçeği misin?
Kokusunu ellerimle alıyorum!
Daha Çok ve Daha Az
Hatta sen bu beyaz papatyaların üstünde veya önünde olmasan da, ben, senin yokluğunda ve onların üstünde olacağım... Göbeğini ve sırtını, şeffaf ve billur varlığında görüyorum. Arkanda bağlanan ve sana hayal vadeden yüksekteki ses kesilse de; mecazi saatlerde gidersin ve görüşmelerin yoksul sözleri seninle dışarı çıkar. Sana söylemediğimi söylüyorum bal peteklerinde ve kelebeklerin hafifliğinde uyarılarım hiçe sayılır... Bu mümkün olanın dahilinde, evin önünden ve ince tesadüflerden yokluk beslenir. Suskunluğun bizi nereye götürecek, tavırlarının kapalı sözlerin övgüsüne mi? Daha önce yazmıştım, sana yazdıklarımı bir giz gibi hafızamda gizlerim. Önümdeki şeffaf bedenin ruhuna dağılmadan, bedenin ruhunu giyinirim ve incisi karanlığımda ışıldar. Cevher şeklinde üstüme karışır cevherin şekli, cevherin o mükemmel şeklini görürüm. Benden ayrılmayan suskunluğun ışıltısını kutlarım; senden önce düşmeyen sözcüklerde tökezleyerek yürürüm. Hayır, sudan sıçrayacağın an gibi, şair Şiirini beklemez; sen ve ben-biz ikimiz aynı dehlizde bulunuruz, burada, aynı odada olduğumuz gibi anlamın bulutlardan kaymadığı bir ana konuk oluruz, gece ağacına uçan arzuyla dolu, yarın umuttan başka bize başka bir şey dönmeyeceğini bilerek. Bulunanlarla ve yitenlerle, bu gökten yok oluşun üstüme yağmasını bekliyorum. Hatta sen yokluğunda üstümde olmasan da. Hazırda ben benim üstümde olmasam da. Benimleymişsin gibi. O azalandan çok daha gerekli olduğun anlarda!
Etrafındaki Her Şeye İmreniyorum
Cesaretime imreniyorum. Gardenyanın havalı rengine...
Kokun kavisli kollarımın üstünde zaferi kuşanmış ve güleç. Uykuya teslim olmayan hançere imreniyorum, önündeki karanlıkta sehpa, masa, kitaplık, gözlerindeki işaretlerde ölü. Vazoya imreniyorum, sarı güllerle zenginleşmiş; açlığıma sunulmuş aç iki kırmızı dudak üstünde iki damla suya. Çerçeveden sana göz dikmiş resimlere imreniyorum; ben daha uzun bakıyorum dalarak ve kiraz bahçeleriyle ve gemilerle beni eksibeni zenginleştirerek. Seccadenin otlarına imreniyorum, keklikler ondan su içiyor yükseklerden inerek ona, keklikler dizlerinde dinlenir, odam ve hayalim onlara meydan olur. Yan yana duran iki kitaplığa imreniyorum şehvetin kitabından çözülmüş açık ve gitarın heyecanıyla kimsesiz iki küçük tepenin önünde duran ve ince ipekle kapatılmış iki kalkık memeye. Parmaklarıma imreniyorum, ellerinde gezindiği için; ışığa, gölgeye ve çay bardağındaki kaşığın hareketine imreniyorum; bedenin arzusunda hareket eden tuza, ateşin şarkısını alevlendiren fırtınaya imreniyorum. Ey bu beni toplayan ve birleştiren eşyaların uzak anılarına imreniyorum. Dilime imreniyorum şimdi sana şarkılar söyleyen ve hırsla bir elde dört tane kristal şarap bardağı taşıyana. Adındaki harflerin tadına bakıyorum, harf harf, müziğin olgun meyvesi gibi; birlikte su bile içmiyorum, sarkık ve yırtılmış bulutları ezberliyorum susuzluğum için... Düşüme imreniyorum seni kucaklıyor, durduruyor, kabul ettiriyor, şımartıyor, ovalıyor, rahatlatıyor, kıskanıyor, deniyor, kaldırıp, indiriyor ve yanak yanağa, dudak dudağa, hiçbir zaman yapamayacağını seninle yapıyor!
Gize Verilmiş Söz
İçeri girip kapıyı kapadım ve anahtarı cebime koydum. Pencereyi kapadım ve perdeyi çektim. Aynanın, önündeki rafın tozunu sildim ve gözlüklerimi, vazodaki çiçeklerin solan kısımlarını aldım, o şampanyalı geceyi anımsadım, dostumun beni dışarı çıkarmak için sorduğu, akşam ne yapacaksın sorusunu anımsadım ve telefonun fişini çektim. Ona nasıl derdim ki, bu gece benliğimdeki gize verilmiş bir sözüm var? Gece etrafımı sardı, içine çöktüm, bütün insanlar gibi güvenli bir mekan içinde... Hüzünlenmeden verilmiş sözü bekledim. İki bardak kırmızı şarap doldurdum. Nerede oturacağını düşündüm, beni ziyaret eden benliğime diyeceğim. Özellikle kendi çizdiği yolda konuştum çıplaklığıma maske takarak, büyülü soruyu soracak: Ne zamandan beri buluşuyoruz? Ona diyeceğim: Sen bende ben sende olduğumuz zamandan beri, sen benim fotoğrafım, ben senin fotoğrafını taşıdığımızdan beri. Soracak: Ya ben seni, sen beni unutursan? Diyeceğim: Asla! Birbirimize verdiğimiz her buluşma sözünde karşılaştığımızda beni mekanımdan ve yolumdan bir hırsız gibi beni bilinmezliğine alıkoyuyorsun. Söyleyecek: Hangi verilmiş söz? Diyeceğim: Bugün bu gece için verilmiş söz, unutun mu? Hiçbir yanıt almıyorum, bardağına bakıyorum, bulamıyorum. Elimdeki şarap bardağından bir yudum içiyorum ve kendi kendime fısıldıyorum: Ben yalnızım kendi giysilerim içinde. Tekrar telefonun fişini takıyorum ve yalvarır bir ses tonuyla dostumu arıyorum: Bana gel. Dedi: Bu gece evden çıkamam, ben...
Gizime verilmiş sözüm var!
Hapşırık
O süzülerek iner duygulara dolana dolana mutlulukla, benzin kokusundan dolayı o hapşırığa benzer. Hapşırık beni mutlu eder, ancak silahlardan bozguna uğrayan anılara döneceğim ve soracağım: O ne mutluluğu? Felsefesiz felsefe. Bu savrulan ve dağılan toprakta yön aranmaz ve de bulunmaz. Tesadüfen bulunca veya bulamayıncaya kadar; ancak onu, beni yoran ve teselli eden önemsediğim yanıt kadar aramam. Her şey soruyor: Ben mutlu bir gece miyim? Şaşkınlığımdan kurtulmak için pencereyi açıyorum ve gökyüzündeki soğuk havadan peş peşe hapşırırken takım halinde yıldızlar kendi yollarında yürüdüklerini gördüm; böylece dışımdaki bu görüntü bana mutluluk verdi, içimi bir sevinç kapladı; bize gerekli olan tesadüflerden, beyaz sayfalar daha değerli değil. Hayatımdaki çirkinliği örten onlar mı? Bu soruyu yazarken elektrikler kesildi, ve anladım ki soğukta daha çok hapşırılıyor!
Şaraba Övgü
Şarabın tadına bakmadan bir bardak şarap dolduruyorum / Hava alsın ve yılların günahı çıksın diye bir kenara bırakıyorum. Isıtan özüyle boğulurum. Üzümü anımsatır bana ve yaza boyun eğişini bekletildiği yerde fıçısını / Adıyla müsemma rengi oluşsun diye bırakıyorum. Azıcık siyah bulutların içtiği kırmızıyla karışsın havada. Renk rengi değil, adı şarap: niteliği bile rahatlatır / Kokular ona saygı göstersin diye bırakıyorum, güzelliğini soylu kadınlardan alan büyüleyici kokular; onun sana kuzeyden getirdiği kış gibi. Kokusundan tatlanmış kirli ellerin üstünde dururken, giysinin renginden uzanır memelere yakınlaşarak bardak. Arı burnundan bir bardak yaklaşır derin gizlerin kokusunda tökezleyerek: rengin kokusu eski bir düzenle içine girer. / Anılar biriksin diye bırakıyorum olduğu yerde yırtılsın, ben ve o süslü geleceğe susamış ağızda yaşarım. Ne yavaş ne çabuk, bulunduğum durumu uzatarak. Bardağı dudaklarıma yaklaştırıyorum, paltosuna sarınmış kadının derinliği gibi ilk soruyu sormadan önce. Hafif bir cesaretle irkilirim. Yarı kapalı gözlerimle yükseğe bakarım kötülüğümden süzülen mutluluğun düşmanına. Şarapla karşılaşan şehvetim meleklerin organlarına açılır. O şarap beni yüksek düzeylere çıkartır, ne gökte ne de yerde bırakır. Şair olduğum bir genişlikte ikna eder, bir defaya mahsus!
Kaktüs
Kaktüs patika yolun girişini kapatmış yol izlerinin bekçisi sanki. Birkaç dakika önce doğduğunda kaktüsü meselinin yolunu bildik. Evlerin dışında gündoğumu istedik, yoldaş oldu iki kız Eva ve Nicum. Senin gibi küçük hırsızlığı sevdik tezgahta dizili incirin ve hurmanın; okulu arzulayan defter ve kitaplar çantada. Bütüne dağılacağımız zaman, seninle nasıl ve ne zaman konuşmalıyız? Çay kenarında gülerek yürüyen kızları elimizdeki sarıçiçeklerle yetişme gayreti içinde olduğumuz anlarla övünerek, oysa ellerimizdeki çiçeklerin dikenleri kararlılığımızın kanıtıydı. Çiçekler solup, meyveye dönüştüğünde; kaktüs, barış gücü askerlerin geçişine direnemez, o kapattığı patika yolunu açar. Ancak gölgedeki bekçi yol izlerinin kurtuluşuydu: Orası senin, kaktüslerin arkasında iner melekler ve vahiler, anılan meleklerle hayat yolda durmayı sevmeyen şairi bekler, sen Şiirini yazıyorsan eğer!
Boş Bir Meydanda
Boş bir meydanda. Çiçekler ve incir ağaçlarındaki sinekler kimseyi uyutmuyor. Uzaktan bir köpek havlaması eşliğinde, ben bu boş meydanda ilerliyorum. Ardından düşünüyorum, bir şair bu boş meydanın Şiirini nasıl yazmalı: “Ben ve söz onu söyledik, söz onu söyleyerek azaldı ve boş meydana ulaştık.” Burası çelik bir keser gibi inliyor. Adımlar sesle konuşur “Sen bir başkasına” benzer gibi. Yankıyı izlerim “Oymuş” gibi. Bu boş meydanda anılarım depreşir ve söylerim: Burada bir hayatım oldu. Dar sokaklara geldim, güneşlenmek, soluklanmak veya rehin mekanları gezmek için. Soruyorum: Ben nereden geldim? Anımsadım ve sordum: Bu boş meydana neden geldim? İrkilerek, herhangi dar bir sokağa dönmeye çalıştım, girdiğim her sokağı engerek yılanları sarmış. Gözlerimi kapattım ovaladım, tekrar açtım yine önümde duran kabusu gördüm. Kabus, her sokakta aynı kabus. Ancak bu boş meydan gittikçe genişliyor, incir ağaçları yok oluyor ve çiçekler uçar gibi sinekleri çoğaltarak yükseliyor. Köpek havlaması insani ve uzakta; orada hayat, nedensiz ve kapalı; azalan sözü anımsatır...
Unuttuklarımı anımsatarak.
Kısa Onay
Cumartesi günü öldüğümü onayladım Dedim: Benim için şeyle vasiyet ediyorum Tökezlediğim şeylerle.
Dedim: Öldükten sonra dostlarımı çağırın Az önce öldüğümü söyleyin Ancak kimseyi bulamayacaksınız.
Dedim: Gözlerimi kapatıyorum mezara girmek İçin, yol bulamıyorum Mezarlığın karanlığı benim durumumda. Dedim: Benim görevimse, görevimle diri diri Gömülürüm ve son dizeyi harfin üstündeki Harfi soran gölgeye yazarım.
Dedim: Yaptıklarımla gelirim Burada, şimdi, ancak bu ölüme Layık olacak o yaptıklarımı bulamıyorum.
Bağırdım: Bu ölümün hiçbir anlamı yok. Gereksinim duyulan ayaklanma ve sav söz Tamamıyla ölünce onaylayacağım Belki ben bu iki ara arasında Hayattayken o kısa onay yok olur!
Ün
Esrardan yoksundur açık şöhret. Yavaş ve hızlılık arasında yürüyüşünü değiştirir şöhret sahibinin, onu her kim isterse yerin deliklerinde asılı kanıtlar toplamalı. Yıllarca bekleyen yüzü gökte fazlaca kalır ve önemle yücelir. Boyu üstünde hayatı az da olsa arzular yemini taşıyan güvercinler gibi yaşar korunaklı bir yükseklikte konana kadar. Elleri akar, muhtelif saatleri taşır gidiş ile direniş arasındaki madende, o kül renginden pantolon ceplerinde ezilerek. Elleri ceplerini delmeye niyetlenince hareketleri kitap ve gazetelere kapanır. Solmuş siyah bir renk... Şimdi hangi renk ışıltıları toza gömülür? Şöhret ve o çıplak yaşar, yangının altında sıcaklığı yaşar, fotoğrafı çekmeden önce fotoğrafının gizini kameralar çeker. Şöhret olgun ve yasak günahlarla ve dedikodulardan süzülerek yüceltilir. Manevi bir kalabalığı adalet takip etmez. Şöhret hataları takip eder, ona sahip çıkana konar ve sahte gülücüğünü kapatmak için maske takar; başarı için ikisi uzunca ayakta durur hatta bunu hak eder. Anlam ve amacı için içten içe silahlarını kuşanır dilin müfredatında. Şöhretin doğal düşmanına başlangıçta bedelini öder, yıllar içinde söyledikleriyle ters düşmeden. Bir iki kişi röportaj için gelir penceresi kapalı odaya: İkimizden biri hileden ibaret mi... Ben veya sen? Şöhret affın zararıdır...
Veya penceresi bol bir hapishane, ışığın güzelliği ve yarışıdır!
Kabus
Günümü kabusa çeviren sabahın köründe uyanıyorum. Bana geceden gelmedi bu kabus, sabahın köründe, şafak sökerken geldi; beni mor ormana çeken hüznün metafiziği gibi: Orada silahlanırlar ve kameranın maskesini takarlar. Güvenime tanık olurlar hurma ağaçlarının kaybolmuş bedeni ve kökleriyle; güzel hurmaların yanında tutulur soylu Arap atının bedeni. Bana dört adımı soruyorlar, yanlış söylerim babamın, soyumun adını şafağın uzaklığını. Büyük başların maskesini görmeden, ancak fısıltılarını duyuyorum: Yalnızlığa itilmekle kaybolduk, romanın ilk bölümünden ayrılarak. Su kanallarında taksitle öldürürüz. Kaybolan atlarla yetiniriz. Onlarda çözülür korku, alnıma bastırarak videonun filmini, ve dediler: Bu yorgunluğunun alışkanlığıdır... Beni eve geri gönderdiler. Filme tanık oldum yaşadığıma sevinerek. Bekleyen ata üzüldüm şafağın yeşilliğine karışırken!
Cordoba’da
Cordoba’nın ahşap kapıları, Şam’ın fışkıran yaseminleriyle yüzleşmem için girişlerine davet etmez. Bir bahar günü daracık sokaklarında yürüyorum; güneş elekten sızar gibi sokaklara sızıyor. Anılarıma ve benliğime bir konukmuşum gibi ağır yürüyorum veya bir turistin tarihi eserleri gezer gibi. Öksüz bir mutlulukla geçmişin kollarında taşınmıyorum, umut şiirlerini yanımda taşır gibi. Yolculuk valizine koyup kapattığım onca arzudan korkmadan, elektronik adımlarla önümde yürüyüp duran yarından korkuyorum. Her şeyi nehre bırakarak söylerim: Bugünden araştır. Ancak Endülüs’e yabancı kalan duygu Cordoba’da yoğundur. Arapların geçmişini ve Şiirin geleceğini konuşuyorlar. Ünlü izlerin ve ağaçların az olduğu bahçede el kadar Bin Zeydun’un annesini görüyorum ve kimseye soramıyorum bu iki yüzün duygusunu: Dirik ve Lukut. Onlar Arap Şiirinin her şeyini bilirler; söylenenin karşısında en ufak bir üzüntü duymuyorum: Her şey, hiçbir şeydir. Seninle onlarla kamışların yangını gibi duygu ve Şiirin niteliğinde büyülü ve gülerek üç gün kaldık. Bana sordu: Kaç yangını çaldın? Cordobalıların girdabından beni ayıran yanıtı düşündüm. Sordu: Beğendiğin bir kadın varsa yanaşabilirsin? Dedim: Testim güzelliğin kaderinde olsa... Ya sen? Dedi: Ben annesiyim, beni kadın olarak beğeniyorsan o da bana çekti. Dedim: Bilmiyorum sen bir meleksin. Oradaki evli çiftler gülmekten kırıldı. Cordoba’da, bir evin ahşap kapısının önünde durdum, eski evimin anahtarını aradım cebimde, Nizar Kabbani’nin yaptığı gibi; yeni yaranın irini eski yarada gizlidir. Ancak Dirik ve Lukut, yaranın sorusuyla aklıma gelir: Kudüs kimin? Kudüs’ün kaç annesi var?
Madrid'de
Sıcak bir bahar günü, zayıf bir yağmur ve güneş. “Öğrenci Evi” bahçesinde ağaçlar eski ve yüksek. Flamenko dansının büyüsüne yakındır kaldırımda döşeli çakıl taşların üstünde yürümek. Titrek ışıklar karanlığın deliklerinde. Bu sarkan ışıkla yürüyoruz Madrid’in geniş ve yeşil havuzu gibi ezberleyerek dolaştığımız yerleri. Ben, Kanadalı / Amerikalı şair Mark Strand ahşaptan bir bankta oturuyoruz ve fotoğraflar çektiriyoruz kız ve erkek öğrencilerle... Kitaplarımız İspanyolcaya çevirmişler, bu ortamın dışında meçhul bir okumayla biz şair olarak gizli sevinciyle ayrılıyoruz... Şiirin bu yolculuğuyla kapalı bir odada bu bahçeyi yazıyorum. Zarif ve ince ve hoş kokulu bir kadın yaklaşarak diyor: Ben Lorca’yı ezbere bilirim, kokusu ince kollarından bir su gibi akarak bana ulaşıyor içime çekiyorum. Ona soruyorum: Ondan ne anımsıyorsun? Bir güreşten sonra doğmuş gibi yanıtlamasını beklemeden, ona ikinci soru: Ona olan aşkını mı öğretiyorsun? Dedi: Bütün insanlar senin gibi söylüyor, bunda böbürlenmeyi sezinliyorum. O bu dilin son ikondur. Bu şiir evinin müdürü bana bu mekanda, Madrid’de tek olduğunu anımsattı. Burada kim şiir okuyorsa kendisi kaybeder. Lorca, Salvador Dali, Alberti ve Himanes burada yaşadı. Mark Strand’ın ortak bir nidayla bana sorduğu soruyla yüzleşirim. Ona soruyorum: Düz yazı ile Şiirin arasındaki sınır nedir? Bu zor sınırlamanın önünde gerçek Şiirin düştüğü zor duruma benzer bir yarayla biraz zorlanarak ki, o düzyazı şiir yazıyor, dedi: Durumdan duruma göre değişir. Şiir durumu tanımlar. Bahçeden çıkıp çakılların üstünde yürümeye başladık, yüksek ağaçların üstündeki gecenin sessiz durumunu kırmamak için az konuşuyoruz. Neden ve nasıl anımsadığımı anlamadığım Nataşa el Hazik’in bir sözünü anımsıyorum: “Zenginlikten yoksun anlamın bilgisini!”
İkinci Zeytin Ağacı
Zeytin ağacı ne güler ne ağlar. O sultanların muhteşem yayılışıdır bana. Gölgesi bacaklarını kapatır, yapraklarını fırtınanın önüne bırakmaz. Oturur gibi dikiliyor, dikilir gibi oturuyor. Elifi kız kardeşi ve Zeyn komşusu bilir gözlemlerken iki şeye hüzünlenir zeytinyağı ışıltısına, ve adı unutulmuş Gazze’ye; o sıkılmış mayhoş nar suyuna ve gece gibi siyah örgülere sarıldıktan sonraki yangına. Savaşın kırıklıklarıyla işlerler onu, saygın soyun kılıcı gibi kırılır vakur ve asil. Açık bir rengin kuru kazıntısına feda edilmiş yeşilliği, niteliğinin ardında bekler, oysa o ne feda edilmiş ne de o gözle görünen yeşilliğin yeşildir. O barışın rengidir, gereksinim duyulan barışın ve ara verilmiş yeşilin rengidir. Ona kimse kaç güzelliğin var diye sormaz? Ancak o söyler: Senin kaç asilliğin ve celalin var? Ve o, o askerleri parçalanmış tüfekle vurur ve vedanın arzusuyla acılaştırır: “Evlerinize dönün ve zeytin kandiliyle aydınlanın”. Ancak o askerler, o yeni askerler, kuşatarak kökünü kazırlar yere sererek soyunu. Soyumuzla zafere ulaşırlar ve zeytin ağacını tersyüz ederek yerdeki köklerini göğe yükseltirler. Ne ağlar ne feryat eder. İdam edilen şehitlerden başka kimse onu korumaz, askerlere taş atarak ve orada gömülerek: Derin bir çukurda yeni bir yatakta. Nedeni ne, oysa sabaha çıkacağımızdan emindik, az sonra, zeytin ağacı... Zeytin ağacının şikayeti... Ve yeşilliği!
Cennete Dönme Hakkı
Tanrı, Adem’i ölümlü topraklara ve tarih akşamlarına sonsuzluktan zamana kovarak cezalandırandı. Habil ve Kabil arasındaki savaş aile arasındaydı, sonra bu savaş akraba, bölgelere ve insanlara yayıldı; tarihi tarihle koruyarak yaşamdan kovuluşları desteklendi. Başlayan neydi? Tarihin sonrası nedir? Cennete dönme hakkının izleri kötülük, gizlilik ve ilahla başlar. Ama yol yıkık ve yalnız, yol korku dolu, hatta ucu açık... Hatta Tanrının esirgeyen ve bağışlayan bağrını bekler.
İtalya'nın Sonbaharı
İtalyanca sözcüklerle dilin zenginliği yoksullaşıyor. Ey sonbaharı olan... Ey sonbaharı olan: Gökyüzü ne beyaz ne mavi ne de kül renginden; renkler yıllanmış ve anlaşılır bakışlarla yüzleşir. Küçük bulutlar, bir bele sarılır gibi yüksek dağlara sarılarak ıslatır. Gökyüzü sanki dağdan yükselmiş gibi; ağaçlar yağmurun hamamından dişi olarak çıkmış ve güvercinleri göç etmekten ah koymuş gibi. Bugün sonbahardan bir gün değil, yaşadığı zaman itibariyle hüzünlü ve solgun duruyor. O renklerden bir rengi özleyen geniş bir alanda biriken acıdır. Niteliği arzuyla dolu heyecanlı ve kahramanlarla yarışır gibi bir mezara toplar. Sonbahar balın ıslaklığından uyanmadan bağışlamanın yangınıdır oysa. Ben burada önümde İtalyan yemekleri, yüksek bir balkonun camları ardında oturuyorum, ve kalbimin durmasını beklerken ben bir yol manzarasına bakarak yükseliyorum. Sonsuz vadide ilk defa kıyıdan kıyiya geçen insanları görüyorum; iki kolumu zorlayarak dağın eteğine tarihin nakşettiği ve barbarların kapattığı kayayı yerinden sökmeye çalışır gibi. Sonra başımı uzata uzata ağaçlarla örgülü vadiye iniyorum. Tavşan ve ceylanın kaçmaları neden olacak hiçbir şeyin izine rastlanmıyor. Hiçbir şey başka bir şeye arzumu yönlendirmiyor, ben ağaç yapraklarının izini sürerken yerde merdivenim olan çetrefilli iniş beni geciktiriyor, kadınların yavaşça giysilerini çıkarması gibi aşkın hayalleriyle. Ben burada, ağaçların yaprakları beni havada kış uykusuna taşıyor, tomurcukların üstünde uyanıyorum. Burada, bu yıllanmış sonsuzluğun yakınında, sökülen tarihin anımsattıklarıyla ziyaret edenleri bulutun anlamı anlamda tökezletir, söyleyerek: Buradaki övgü... Övgüyü hafifletir!
Nehirde Yolculuk
Beş metre ötede aşık olabileceğim bir kadım gördüm. Onu yolcuların oturduğu iskemlelerin birinde otururken gördüm; iki kişiydiler erkeksiz oturuyorlardı. Vapur çok kalabalıktı. Bu kalabalıkta iki yabancı kadın biri Fransız öbürü Japon olmalı. Mavinin üstünde yalnız bir bulut gibi beni sarmaya başladı. Sırayla uyukluyorlar dışarısı onları sarar gibi. Onları izliyorum kalabalık içinde başları kaybolduğunda beni yakan kollarında ipek şalın sıyrılmasını bekliyorum. Sonuçta ne o görünmek ister ne de onu görmek, bu ilk ve tek taraflı aşktan sevgimi nasıl ileteceğimi bilmeden utanıyorum. Sonra utancının şeklini değiştirir... Onun başının kolundaki şalla kapatmasını beklerim billur bakışlarımla ıslatırım incitmeden. Onları gözlerimdeki iki bakış karşılar aşık ve şeffaflık; yerlerinden kalkıp iki şişe su satın alırlar. Her iki kadın memeden süt emer gibi su içerler ve kanayarak su içerler. Elimdeki romanı kapattım ve uzakta aşık olabileceğim kadını gördüm. Tepeden bir ceylan ve bir geyik iner gibi zarif ve İnce bir Fransız ve bir Japon iki genç güzel beni uyandıran ve çağıran parfüm kokuları burnuma geliyor. Ben onlara bir şey demiyorum, onlar da bana bir şey demiyor. Japon müziği eşliğinde bir süre susmakla yetindik. Ama içinde bir heyecan olduğu dişlerinin arasından çıkan sözcüklerden belli oluyor. Biri öbürüne: Bu nehir yolculuğundan sonra evimize yaklaşmış olacağız. Öbürü ona: Bu nehir yolculuğundan sonra evimizde olacağız!
Konuşmacının Konuşmasında
Konuşmaları, bugünün büyüklüğünde, o sanki doğuştan bu işte usta doğmuş. Davullar ve trampetlerin sesi bütün meydana yayılmış, ilkin ses öksürük halinde yayıldı ve yankısı boşluğun karanlığında yayıldı. Konuşmacının sesi titrer gibiydi fazlasıyla gereksiz ve boş sözler konuştuğunda. Ses var söz yok, o yüce bir efendidir, sesinin yankısı kayaları ısıtır ve anımsattıkları gerçeğin üstüne yıkılırdı. Belli ki konuşmacı konuşmak istemiyordu söylemi palyaçoluğa dökmüş söyledikleri sesler içinde kaybolup gidiyordu, belki de konuşmanın amacı buydu. O amacında ilerlemiyordu ve düşmanlık engellenmiyordu; tanıklık istemiyordu savaşılsın ama atlı atsız olsun. Konuşma şehrin meydanında anlamın idamıydı. Su dökülmüş gibi irkildi kısa bir süre dinlenen sesi yeniden başladı. Ama geciken haberde terkedilmiş öfke hangi sürgün edilmişi tutabilir veya şairin şiir evinde dediği gibi, Emevilerin sultanını öven konuşmacıyı Abbasi sanmış ve alkışlamışlar... Alkışın amacı söyleneni onaylamaktır; konuşmacının yıldızı yükselir düşünceleri önündeki tanıklarda etkili kılınır, fışkıran zekasıyla kazandığını sanarak, toplananlara güzel görünmek için gülücükler dağıtır; elmaların içinde Tunus’u imleyerek över o güldükçe insanlar da güler. O konuşmasıyla karanlığı tutuşturur, karanlıktaki şikayeti toplananlara bir şekilde anlatarak karanlığın korkusunu anımsatmaktır. Konuşması paltosunu çıkararak halkı yaşam zamirine yönlendirir. Fikrini söylerken ellerini pantolonun cebinde gizler ve sağı solu harekete geçirir, sonuçta nasıl ayaklandıracağını şaşırır. İki soldan iki sağdan onu onaylayanlar çıkacaktır. İki iniş arasında mutlaka bir inişi tercih eder. Söylediği söz yeterli gelmezse: Beni onaylayın! Coşku düzeyindeki yalanı yücelterek konuşmasının ödülünü alır. Konuşmasındaki “Onay dilin hüznü olmalı!”
İkinci Dize
İlk dize uzaklardan görünmeyen keskin bir rüzgarla gelir. Ama ikinci dize sadece şiir olan veya umudu yakalayan bir (fırsattır). İkinci dize bilinen ve bilinmeyenle güreşe tutuşur. İşaretlerle yolları çözer, mümkün olduğunca zıtlıklarla dolar, bütün mümkünlerde bulunur, o şaşırtan taklitlerden yaratır ve yaratılır. Sözcükler söyleyeni güçlendirir mi ama söyleyen güç verirse? İkinci dize keskin bir rüzgarla esmez elleriyle yaratır kendi çayırını. Karanlıkla birlikte ışığın huzmesini göstermeden görürsün. Ve sen, sen başlayan işaretlerin ilhamıyla kaşınırsın. Yalnız kalmak için ulaşılmayanın labirente seni özendirir. Sen çıkan tozun içinden seni kimin beklediğini bilirsin: Yolu keser ve yakalarsın, bağırırsın, ama kadınlar sana sorar: “Acımdaki zamanı durdurabilir misin?” (öperek) ormanda mümkün; düşünü destekleyen her hangi bir ağacın köküyle veya uçuşan her hangi kuru otta. Oysa ikinci dize armağan edilir mümkünlerin içinde, geleceğe dönmek için dönüş yolunu öğretir!
Nil'in Vapurunda
Nil nehrinde bir vapurda, günlerden Salı; kahve, çay ve duman; her şey başka bir şeydir bilmediğimiz bu dünyada. Ama bu dünyanın kör ardını Necip Mahfuz gibi iki yaratıcılığıyla düşleyenleyiz, gizini güvercinlerle paylaşan ve nehrin üstünde sonsuzu yaratan. O, o antika bir kulakla duyardı, ona ulaşan sözcükler zamanını alırdı; kuru sözün içini araştırarak ve açıklayarak ve de içine kendisinden bir şeyler katarak zenginleştirirdi. Övmenin yeterli olmadığını yarattığı kuru sözden bilirdi. Heykele bakılırken kimsenin takılıp kalmasını istemezdi. Ancak bizler bilmeden bahaneler uydurduk, onu putlaştırdık. Oysa o bizleri başka dünyalara götürdü ve başka kişiliklere büründürdü, yazdıklarıyla yaşattı; kişiliklerimizi yaşayan efsanelerle oturan ve Firavunun çizgileri dışında yaşattı. Bir kadının Dad harfinin kiniyle ellerinin uzandığını ve nedensiz bilmeden yolduğunu gördü; aynı yerde aynı bedende onun o olmadığını gördü; sonra yüksek sesle kahkaha attığını ve yağmurun yağıp kutsal buharın zamanda hanın şeceresini istediğini ve yalanlar gibi ilk insanı onaylamadığını gördü. Yazarak yaşadı. Boynunda onca süslü hançerle saplıyken kumun adetlerini ve düzgün konuşmayı seçti, arıların damıttığı balı hatırlattı. Bizler ona gününde geldik sözleşmiş olarak ve hayattan eksildiğimizi bilerek, ölümün zehri çabuk yayıldığını bilerek.
Senden gelen bütün sevinçle, bizler Nil nehrinin bir vapuruyla dolaşıyoruz, günlerden Sah! Ancak Salı günü sözleştiğimiz gün olsun!
Kanayan Yalnızlık
Her gece etrafı dinliyorum, onca Perşembe günü adadığım bu cevherle, günler bir düğüm gibi birey oldu. Onlar kanayan yalnızlıktır. Sahildeki atlı uzaklara bakar çalkalanmadan süslü bir bardakta. Onlarla yerinde duran ikimizin sevincini yaşarız, yerinde duran iki kişinin sınırlı gölgesinde... Yağmurlu rüzgarda bir mecliste otururuz ikizimiz olan meleklerle. Bizi büyülü bir telle bölüm bölüm keserler gerek duymadan geri dönüşe ve bütünlüğe... Hançeri içimdeyken orkestra davulcusunun neşesi tamdır, gizi Tanrı’nın gizinden. O gökyüzü namazın başka zamanlarına zorlar, zoraki çakıllı yollarda namaz kılarız. O yer bir yatak gibi hafiften yeşillendiğini bilmeyiz ışığın damlasında yok olduğunu veya sevgilinin ellerinde oluşan resmi de. Kırık akşamlar gibi yangın dolar savaşmak için askerlere güç vererek... Çığlığı bizleri güvenin tehlikesinden geri çevirir. Fısıltısı geceyi dindirir acele etmez kendisi şafağın kapısını açmadan. O gözlerini kapamaz geceyi ninnilerle uyutmadan. O şaraptır bizi sarhoş eden ama tüketmeden. Gecenin şehrinde tek tek mutlu ederek. Zengin katlarda yabancılaştırarak bizi, Firavunun ezberlettirdiği yalnızlığı sevdirir, ezberlenen sonsuzluğa yakınlaştırır okşanan şeylerle heba içinde yapılan tapınağın duvarında kazılar hazırlayarak. O kimseye gitmeyen gecedeki yolumuzdur. Mendiliyle oturduğumuz toprakları zapt eder, bayrak aşkla dalgalanır, bilmedikleri bir sevgiyle soluklanır. Ama kalbi şanımız olmadan... Dağılışımızı o keser kapatarak ve sevgi gibi onay vererek!
Rabat'ta
Rabat şehrinde, yüksek bir atlasın tepesinde, şair tesadüflerin anlamıyla anılan caddede yürüyor, tesadüflerin anlamıyla. Hurma ağaçlarını iyi tanıyor, adı güzel ağaç olan ve yıldızları taşıyan bir kadına soruyor, sorduğu her şeyi tek bir yanıt alıyor, ağaçların yüzü gibi güzel bir görüntü veya yangın. Ancak bir defa bana sordular, yazdığını unutmadın, yangının yüzü şiirde duruyor, yanıt aynı, yanan ağaçlar gibi adı meçhul. İlkten ilke şair caddede yürüyor, Şiirin bir başka aynasında yürüyor; kırık ekmeği Faslı bir yaşlıyla bölüşmek ister... Toprağını silkeler, temizler ve duvarın bir köşesine, güvercinlere bırakır. Benim, kendime ait bir yerim var, Beşinci Muhammed sahnesinde. Orada gereksiz şeylerle eksilen benliğim neşeleniyor ve ruhum doyuyor. Benliğimdekini bilmiyorum o azalan yalnızlığıyla yetinir bu ilham verici açık tapınağın faciasında. Benim gibi orası ne okuyor ne şarkı söylüyor, adımlarıyla suskunluğa doluyor ve ışık gözlere gizleniyor işaretler göndererek, su birikintilerinde, mecralardan şeffaflığın süreci olduğu gibi ellere döner, adeta havadan yapılmış. Ben şimdi bir başka şairin Şiirini okuyorum, başka Şiirin nağmesini mırıldanıyorum. Ben, ben değilim o şairin şiiri olmayanı onaylamam. Şimdi ben yarıda kestiğim bir şiirde gülen ve ağlayan bir kıza bakıyorum, ağlar gülerim ona eşlik ederek uzun sahnenin açılan kapısıyla. Faslılar söylüyor: Bizler ilahi vahilerdeniz!
Skogs’da
Skogs, Stokholm kentinin bir bölgesi. Servi, meşe, çam, kavak ve kiraz ağaçlarının ormanları. Selim Berekat, bu bölgeye göç etmiş karşılaşmalar ustası gibi rüzgarla değişe değişe. Tanıdık oldukları ve çektiği cezalar hiçbir zaman içinden atmayarak; kuzey güvercinleriyle oradan oraya konarak: Saksağan gibi uzaklaşarak, ceviz kırarak, ağaçları gagalayarak, şarap, altın su, kara tavuk, parlatıcı ve ipekten elekle. Tüylerini gagasıyla kaşıyarak bir Kürt bölgesinden göç etti, oraları hüzünle özleyerek. Geyikleri kıramaz, uzaklarda durmaları için onlara gerekli şeyleri fısıldar. Bu uzak yıllarda kitaptan kitap yarattı, oysa bu kitap tükenişin övgüsüne saldırıdır. Yaklaşık bin sincap, tavşan, geyik ve tilki penceresinin altından geçtiği görülür; kaçarak ve ağaçların ardında oynayarak. Tuğla ve ahşaptan yapılmış evin penceresinde uğuldayan güvercin sesleriyle uyanır. Düşün çarşısına küçük arabasını çeker; duygudan duyguya nida söyleyerek. Edebiyatla pişirir vahşetin vurduğu susuz çığlığını anımsayarak. Yenip yenmeme arasında tavuğa gösterilen ilgiyi anımsatır, gergin davulların yangını arasında. Özellikle kahvaltı çeşitleriyle doldurur heybesini ve uyarıcı keskin şarabıyla tükenen sonbaharla mutluluğa bürünür. Küçük arabayı ormanın içine çekerken kuzey güvercinleri ona eşlik eder, o atletini tanırlar yağmur ve terle ıslanan. Hiçbir Kürt bu Baltık bölgesinde bu denli cesur davranmamıştır. O işini ustalıkla soluklarken bugünü de soluklar: Şiiri bugünün aynasıdır. Acının acıyla açıklandığı ve ellerin alıştığı ustalıkla işini yapar. Yemek kokusuyla düşler anlattığı şiirleri, şeklin başladığı gibi duygunun anlamında kaybolarak. Elinde toplanması gerekiyorsa Şiirin işi... Çağlar arasında tartılır ve şarapla yüklenmeden şiire yedirir. Selim Berekat ikinci bir durumu yüklenmez, onca gözyaşı döktükten sonra!
Hayatın Başlangıcı
Paris’in dar caddelerinin orta yerinde canım ekmek çekiyor. Ama önce bir kahve içmeliyim. Sabah ekmeğin kokusu kahvenin kokusuna karışıyor; hayatın taze şehveti beni uyandırır gibi. Hayatın başlangıcı, küçük şeylerle birlikte boyun eğdiren selamdır, güvercinlerle birlikte yürümeyi etkileyen kadınlar ve arabalar arasında uçmaktır. Benim gibi günlük defteriyle etrafta yalnız oturan başka birini görmüyorum. Ancak ellisine merdiven dayamış olan kadınlarla ortak yanımızı duyurmuyorum, onlarda hayatlarına değişiklik katmak için buralara gelip az da olsa soluklanıp, dinleniyorlar; bu da hayatlarının değişik anı oluyor. Çin’de benden daha fazla olan ekmek satıcılarıyla ve güzel sesli müzisyenlerle gelen zebani girdaba ortak olurum. Kahvemi isteyerek yavaş içiyorum ve etrafımdaki her şeyi hafızama işliyorum, bu yabancılığım binlerce mekanıyla haşır neşir anılarla dolsun istiyorum. Günlüklerimde binlerce defa dönüp dolaşan bu ekmek özlemi, bu oturuşumu anımsatacağından eminim; benliğimde uyuyacak güven içinde yol alan bu anılar. Ekmeğin tarihini düşünüyorum: Örgülü saç gibi yeşil başaktayken ilk buğday tanesi nasıl keşfedildiğini ve ilk karşılaşan kişi o buğday tanesinin sararmasını nasıl beklediğini; nasıl öğütüp un haline getirdiğini, nasıl yoğurup ve bu mucize haline getirdiğini? Uzak bir zamanda uzak ekinleri görüyorum, soruyorum: Zaman içinde bu eşi benzeri olmayan mucize kaç defa üretildi? Taze ekmeğin kokusu yayılıyor, saatime bakıyorum... Sonra binlerce yıldan geri dönüyorum hayatın başlangıcına!
Heykelin Eli
Heykelin eli, bir sanatçı veya bir generalin heykelinden uzanıyor...
Güneş ve yağmurdan etkilenmemiş, önünde istekli iki asker. Heykelin eli esaslı bir soru gibi uzanmış gelip geçenlerden bir şey istiyor, yürümelerini engelleyerek; devam etmeleri için bir bedel ödüyorlar. Granitten uzanmış bu el, ne etraftakilerden yüz görüyor ne de bir erkeğin bir kadına vereceği demet gülü taşıyor; heykeli orada yalnız bırakıp ayrılıyorum!
Beyrut: güneş ve yağmur. Mavi bir deniz / İki akraba rengin eritilmiş yeşili. Ancak bu defa Beyrut Beyrut’a benzemiyor. Kendi fotoğrafına aynadan bakıyor ve soruyor: Ey güzel, neden bir başkasına benzemek istiyorsun? Hüznün dalgalarında güzelliği kayboluyor, merdiven basamaklarında takılarını gizliyor. Saçlarını iki nazik eliyle salar ve bekler; yıllanmış dazlak yolda gül gibi ne beklediğini bilmeden. Ancak, sahradan denize dek olan yolda önündeki bulutun giziyle birleşir... Ansızın ayaklanan atı kovmadan. Yanındaki at yok olur ve benliğini anlamı öven türkülere bırakır, sav sözün şerefini vurarak. Beyrut unutulmuş yarasından yoksun. Beyrut oyuncusuz oynanan tavla atılan zarını yarınlarında anacak. Oyunculardan yoksun kahvehanelerde anlatılanları Şiirinde dener gibi. Kimse kazanmayacak, herkes yenik, hatta dostum Unsa el Hacın dediği gibi, “Kazanan kaybeder ve kaybeden kazanır.” Beyrut, hüznünü türkülerde yarıştırır, yarışan zamanda: İki aşığın düğününde ortaya çıkarılan kuyu, pirinç ve bol kuruyemiş. Hüzün bir saatliğine de olsa uyur ama korku uyumaz asla! Beyrut kendi kendisinden korkan, malum olan meçhul fotoğrafında ambulanslar geri döner!
Keşke Kıskanabilsek
Kadın, yün battaniyeyi suyun içinde bırakarak sağa sola savrularak kaçışıyor... Çocuğunun elinden tutmuş çekiştiriyor, öbür elinde kızı. Peşinde korku içinde bir keçi; kadın daralan savaş alanından olmayan ve bilmediği bir sığınağa kaçıyor... Onu altmış yıldır tanıyorum. Peksimet sepeti, mum ve bir kutu kibritle birlikte, nidalar içinde beni yol ayrımında unuttun anne.
Şimdi o kadını bir fotoğrafta görüyorum renkli bir televizyonun ışıltısı gibi... Kırk yıldır onu çok iyi tanıyorum. O benim kız kardeşim ve annemin yürüyüşünü devam ettiriyor annem sürgün sırasında: Savaşın daralan alanından olmayan ve bilmediği bir sığınağa kaçıyor. Yarın o kadını tanık olarak göreceğim, daha sonra da tanıyacağım. Çıplak bir şiirde çocukluğumu çoktan bıraktım ki, tanıklığın ardında uçarak yürümeyi öğrensin. Yüksekleri etkileyen bu iki tanıklığı umutsuzluk avlasın istiyorum. Dostumun bir defasında söylediği gibi: şimdi bizler taşınıyoruz, oysa sığmıyoruz, yüksekte açan şafakta...
Kıskançlığın kendisiyle!