Günler beyaz ışıklarla yıkanıyordu. Toprak cayır cayır, ağaçlar da cayır
cayır yanıyordu. Kuru ot ayaklar altında hışırdıyordu. Sadece akşamları
serin bir esinti bastırıyordu. Ve o zaman hızla akan Katunya ırmağı kıyısına
pir bir ihtiyar çıkar, daima aynı yere -kütüğün dibine-oturur ve güneşe
bakardı.
Güneş dağların arkasına girerdi. Akşamleyin güneş kocaman ve kızılımsıydı.
İhtiyar kımıldamadan oturuyordu. Korkunç buruşukluktaki kahverengi, kuru
elleri dizlerinin üstünde duruyordu. Yüzü de buruşuk, gözleri nemli ve
donuktu. Boynu ince, kafası küçük ve kırlaşmıştı. Mavi basma gömleğinin
altından ince kürek kemikçikleri dışarı fırlıyor.
Bir gün ihtiyar bu şekilde otururken arkasından bir ses duydu.
— Merhaba, büyükbaba! İhtiyar başını salladı.
Elinde yassı valizciğiyle bir genç kız yanına oturdu.
— Dinleniyor musunuz?
İhtiyar yine başını salladı. Şöyle dedi:
Özgün adı: Solntse, starik i devuşka 356
— Dinleniyorum. Kıza bakmadı.
— Sizin resminizi yapabilir miyim? diye sordu kız.
— Nasıl yani? İhtiyar anlamadı.
— Resminizi yapmak.
İhtiyar bir süre sustu. Güneşe bakıyor, kirpiksiz kırmızımsı göz kapaklarını
kırpıyordu.
— Artık yakışıklı değilim ki, dedi.
— Neden? Genç kız biraz şaşırdı. -Hayır siz yakışıklısınız, büyükbaba.
— Hem de hastayım.
Genç kız uzun süre ihtiyara baktı. Daha sonra yumuşak ve küçük avuçcuğuyla
ihtiyarın kuru, kahverengi ellerini okşadı ve şöyle dedi:
— Siz çok yakışıklısınız büyükbaba. Gerçekten de. İhtiyar hafifçe gülümsedi.
— Öyleyse resmimi yap. Genç kız valizini açtı. İhtiyar birkaç kez avucunun
içine doğru öksürdü.
— Şehirlisin her halde değil mi? diye sordu.
— Şehirliyim.
— Buna para verirler mi dersin?
— Her zaman değil. İyi yaparsam para verirler.
— Gayret etmelisin.
— Gayret ediyorum.
Sustular.
İhtiyar durmadan güneşe bakıyordu.
Genç kız ihtiyarın yüzüne yandan dikkatlice bakarak resmini çiziyordu.
— Buralı mısınız? Büyükbaba.
— Buralıyım.
— Burada mı doğdunuz?
— Burada, burada.
— Şimdi kaç yaşındasınız?
— Yaşım mı? Seksen.
— Vay canına!
— Çok diye onayladı ihtiyar ve tekrar hafifçe gülümsedi.
— Peki sen?
— Yirmi beş. Tekrar sustular.
— Güneş ne kadar da güzel, diye sessizce haykırdı ihtiyar.
— Hangi? Anlamadı genç kız.
— Büyük.
— Haa...Evet. Her zaman güzeldir burası.
— Evet. Evet.
Sanki kan döküp de karıştırmışlar gibi.
— Evet. Genç kız karşı kıyıya baktı. -Evet.
Güneş Altay'm doruğuna değdi ve uzaktaki mavi dünyaya yavaş yavaş batmaya
başladı. Güneş ne kadar çok batarsa dağlar da o kadar belirginleşiyordu.
Dağlar âdeta yaklaşır gibiydi. Irmakla dağlar arasında kalan vadide ise
kırmızımsı gün batımı yavaşça kayboluyordu. Ve dağlardan düşündürücü yumuşak
bir gölge yaklaşıyordu. Daha sonra güneş tamamen Buburhan Sıradağlarının
sivri tepelerinin arkasına gizlendi, ve hemen ardından açık sarı ışıklardan
oluşan güçlü bir yelpaze yeşilimsi gökyüzüne doğru yöneldi. Kısa bir süre
dayandı, o da yavaşça söndü. Gökyüzünün diğer tarafındaysa akşam kızıllığı
alev alev yanmaya başladı.
— Gitti, güneş diye iç geçirdi ihtiyar. Genç kız yaprakları kutuya doldurdu.
Bir süre öylece oturdular, kıyıdaki küçük süratli dalgaların nasıl
mırıldandığını dinliyorlardı.
Vadideki sis büyük yumaklar halinde yayıldı.
Ormancığa yakın bir yerde bir gece kuşu ürkek bir şekilde bağırdı. Karşı
kıyıdan ona yüksek sesle karşılık verdiler.
— Güzel, dedi ihtiyar alçak sesle.
Genç kız ise uzaktaki sevgili şehrine nasıl çabucak geri döneceğini ve çok
sayıda resim getireceğini düşünüyordu. Bu ihtiyarın da portresi olacak.
Kızın arkadaşı ise yetenekli, gerçek bir sanatçı,muhakkak kızacak. Yine
kırışıklıklar!... Peki niye? Sibirya'da kuru bir iklim olduğu ve insanların
orada çok çalıştıkları herkesçe bilinir. Daha sonrası ise? Ne...
Genç kız kendinde çok fazla yetenek olmadığını biliyordu. Fakat bu yaşlı
adamın ne kadar güç bir yaşam sürdüğünü düşünür. İşte ne biçim elleri var...
Yine kırışıklıklar.
"Çalışmak, çalışmak, çalışmak gerekir".
Genç kız -"yarın buraya gelecek misiniz dede?" diye sordu ihtiyara.
— Geleceğim, diye yanıt verdi.
Genç kız kalktı ve köye gitti.
İhtiyar bir süre daha oturdu ve o da çekti gitti.
Eve geldi, sobanın yanındaki köşeciğine çöktü ve sessizce oturdu, oğlunun
işten gelip akşam yemeğine oturmalarını bekledi.
Oğlu daima yorgun ve hiçbir şeyden memnun olamamış bir vaziyette eve
geliyordu. Gelin de daima bir şeylerden memnun değildi. Torunlar yetiştiler
ve şehre gittiler. Onlar olmadan evde insanın canı sıkılıyordu.
Akşam yemeğine oturdular.
İhtiyar için süte ekmek ufaladılar, yaşlı adam masanın kenarına oturmuş,
yemeğini kaşıklıyordu. Tabaktaki kaşığını usulcacık şıkırdatıyor, gürültü
yapmamaya çalışıyordu.
Herkes suskundu.
Daha sonra uyumaya hazırlandılar.
İhtiyar sobaya sokuldu, oğlu ve gelini ise üst kattaki odaya geçtiler.
Herkes suskundu. Neden bahsetmeli ki? Bütün sözcükler çoktan söylenmişti.
Ertesi akşam ihtiyar ve genç kız tekrar karşı kıyıda, kütüğün yanında
oturuyorlardı.
Genç kız hızlı hızlı ihtiyarın resmini yapıyor, ihtiyar ise güneşe bakıyor
ve şunları anlatıyordu: - Her zaman iyi yaşadık, yakınmak günahtır.
Doğramacılık yapıyordum.
Hiç işsiz kalmadım. Oğullarımın hepsi de doğramacıdır. Oğullarımın
çoğu-dördü- savaşta öldürüldü. Geriye ikisi kaldı. Eh, şimdi onlardan
birisiyle, Stephan'la yaşıyorum. Vanka ise şehirde. Biysk'de yaşıyor. Yeni
bir yerleşim alanında şantiye şefi olarak. Fena değil, iyi yaşadıklarını
yazıyor. Buraya gelirler, misafir olurlar. Çok sayıda torunum var. Severler
beni. Hepsi şimdi farklı şehirlerde.
Genç kız ihtiyarın ellerini çiziyor, acele ediyor, sinirleniyor, sık sık da
çizdiklerini siliyordu. Hiç yeri değilken genç kız -"yaşamak zordu, değil
mi?" diye sordu.
— Zor olan nedir? diye afalladı ihtiyar. -Ben sana güzel yaşadığımızı
anlatıyorum ya.
— Oğlanların acınacak bir halde mi?
— Nasıl yani? diye ihtiyar tekrar afalladı. Dört hergeleyle uğraşmanın kolay
mı olduğunu sanıyor, dalga mı geçiyorsun?
Genç kız anlamıyordu: Kah ihtiyara acıyor, kah onun garip sükuneti ve
hoşnutluğuna daha da şaşırıyordu.
Güneş ise tekrar dağların arkasına girdi. Tan yeri sessizce parlıyordu.
— "Yarın hava kapalı olacak" dedi ihtiyar. Genç kız açık gökyüzüne baktı.
— Neden?
— Bütün vücudumda bir kırgınlık hissediyorum.
— Gökyüzü ise tamamen açık. İhtiyar tek bir söz söylemiyordu.
— Yarın gelecek misiniz, büyükbaba?
— "Bilmiyorum", hemen ses çıkmadı ihtiyardan, "bütün vücudumda bir kırgınlık
hissediyorum".
— Büyükbaba böyle bir taşa sizde ne derler? Kız ceketinin cebinden altın
sarısı renginde yanar döner beyaz, küçük bir taş çıkardı.
— Hangisi? diye sordu ihtiyar, dağları seyretmeye devam ederek.
Kız taşı ihtiyara uzattı. İhtiyar kendini çevirmeden av-cunu açtı.
Taşa şöyle bir göz atıp "böyle mi?" diye sordu ve taşı kuru, bükük
parmaklarında evirip çevirdi. "Bu kremeşok taşı. Savaşta Seryanka yokken
ondan ateş elde ediyorlardı".
Kızı tuhaf bir kuşku sardı. Ona ihtiyar körmüş gibi geldi. Neden söz
ettiklerine hemen bir cevap bulamadı, sustu, ihtiyara yandan baktı. İhtiyar
ise oraya, güneşin battığı yere sakin sakin düşünceli bir edayla bakıyordu.
— Ha... taş, dedi ve kıza taşı uzattı. Daha çok çeşitleri vardır. Tümüyle
beyaz hatta şeffafları vardır, içindeyse le-keciklere benzeyen şeyler.
Yumurta ve yumurtacık vardır, ayırt edemezsin. Her iki yanı benekli saksağan
yumurtasına benzeyeni, sığırcıklar da olduğu gibi çilli, masmavi olanları da
vardır.
Kız durmadan ihtiyara bakıyordu. Bir türlü soramadı: Kör olduğu doğru muydu?
— Nerede yaşıyorsunuz büyük baba?
— Buradan uzakta değil. Bu İvan Kolokolnikov'un evi, diye ihtiyar kıyıdaki
evi gösterdi. İlerideki Bedarev'lerin sonra Volokitin'lerin sonra
Zinovev'lerin, oradaki ise ara sokakçıktaki bizimki. Bir şeye ihtiyacın
olursa uğra bize, torunlar varken evimiz çok neşeliydi.
— Teşekkür ederim.
— Gidiyorum, vücudum kırgın. İhtiyar kalktı, patikadan dağa doğru yürüdü.
Genç kız, sokağı dönene kadar ihtiyarın arkasından baktı. İhtiyar bir kez
olsun ne du-raksadı ne de takılıp kaldı; ağır ağır yürüyor ve önüne
bakıyordu.
— Hayır kör değil dedi genç kız. Sadece az görüyor.
Ertesi gün ihtiyar kıyıya gelmedi. Genç kız tek başına oturmuş, ihtiyarı
düşünüyordu. İhtiyarın öylesine basit öylesine alelade yaşamında basit
olmayan büyük, mühim bir şey vardı. "Güneş -o da sade bir şekilde doğuyor ve
sade bir şekilde batıyor- diye düşündü genç kız. Bu o kadar da kolay değil
ki!" Ve genç kız dikkatle resimlerine baktı. Hüzünlüydü.
İhtiyar üçüncü ve dördüncü gün de gelmedi. Genç kız ihtiyarın evini aramaya
gitti. Buldu.
Demir çatının altındaki beş duvarlı büyükçe bir evin parmaklığında, köşede,
sundurmanın altında elli yaşları civarında boylu boslu bir erkek çam bir
tahtayı tezgahın üstünde yontuyordu.
— Merhaba dedi genç kız.
Erkek doğruldu, kıza baktı, iri parmaklarını terli alnının üzerinde
gezdirdi, başını salladı.
— Merhaba.
— Söyler misiniz lütfen burada yaşlı bir adam oturuyor mu?
Erkek dikkatle ve biraz tuhaf bir şekilde genç kıza baktı. Sesini çıkarmadı.
— Yaşıyordu dedi adam. İşte bu küçük evi ona yapıyorum.
Genç kızın ağzı açık kaldı.
— Öldü öyle mi?
— Öldü. Adam tekrar tahtaya eğildi, rendeyle iki kez vurdu, sonra genç kıza
baktı. Sana ne lazımdı?
— Hiç... Onun resmini yapıyordum.
— Haa. Adam sertçe rendeyle vurmaya başladı.
— Söyler misiniz o kör müydü? diye sordu genç kız, uzunca bir suskunluktan
sonra.
— Kördü.
— Çoktan beri mi?
— Aşağı yukarı on yıldır, ne olacak?
— Hiç...
Genç kız parmaklıktan dışarıya çıktı.
Sokakta çite yaslandı ve ağlamaya başladı. Büyükbabaya acıyordu. Ve ne yazık
ki asla onu anlatamadı. Fakat şimdi insan yaşamının ve kahramanlığın daha
derin anlamını ve gizemini duyuyor, kendisi bile bunun farkına varmadan daha
da olgunlaşıyordu.